Cumhuriyetimizin yetmiş beş yılını milletçe kutluyoruz. Ancak içimiz buruk. Bir yanda irtica, bir yanda bölücü terör, el birliği etmişler cumhuriyetimizi yıkmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan çeteler, mafya, uyuşturucu kaçakçıları, faili meçhul cinayetler, kayıplar, işbitiriciler, köşedönücüler içten içe kemiriyorlar cumhuriyetimizi. Bizler ise eski güzel günleri hasretle anıyor, neredeyse yeni bir kurtarıcı bekliyoruz.
Ah keşke Atatürk ölmeseydi, her şey ondan sonra bozuldu diyenimizi mi ararsınız, yoksa bütün bunlar Demokrat Parti ile başladı diyenimizi mi? Ya 27 Mayıs olmasaydı demokrasimiz güzel güzel rayına oturacaktı, 12 Mart olmasaydı aydınlarımız ülkeyi kurtaracaktı, 12 Eylül olmasaydı hiçbir şey bu kadar bozulmayacaktı diyenlerimiz?
Örneğin Bekir Coşkun, 3 Eylül 1998 tarihli köşe yazısında cumhuriyetin yetmişbeşinci yıl kutlamalarını “ne yüzle” yapacağımızı soruyor ve yapılacak resmi geçite katılacakları sıralıyor: Önde çeteler, manga manga tetikçiler, mafya babaları; peşinden irtica, tarikatlar, dergahlar, cemiyetler, ocaklar... Peşinden liberal fırıldakçılar, tahsisat-teşvik-kredi cambazları, rantiyeler, vergi kaçakçıları, bacanaklar, kayın biraderler, yeğenler, enişteler...
Her şey ne zaman bozulmaya başladı? Gerçekten cumhuriyetin yetmişbeşinci yılını kutlayacak yüzümüz yok mu? Yoksa istikrarlı bir gelişme içinde miyiz çağdaş uygarlık yolunda? Biraz arayınca neler bulabiliriz yetmişbeş yıl öncesinde? Örneğin Mustafa Suphi’yi ve on dört yoldaşını kim, kime öldürttü? Ya Trabzon Kayıkçılar Kahyası Yahya Kaptan bir iç çatışmaya mı kurban gitmişti? Gene Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in katledilmesine ne demeli? Alaattin Çakıcı da mı Trabzonlu dediniz? Mehmet Ali Yılmaz kel alaka, Abdullah Çatlı Nevşehirli merak etmeyiniz. Akın Birdal’ın vurulmasının, Uğur Mumcu’nun havaya uçurulmasının konumuzla hiçbir ilgisi yoktur, bütün benzerlikler bir tesadüf eseridir, dert etmeyiniz.
Bir kere, Topal Osman Ağa bir vatanseverdir, Koçgiri köylerini yaktığı, halkın malına mülküne el koyduğu yalandır. İnanmayan Sakallı Nurettin Paşa’ya sorsun. Sivas Valisi Ebubekir Hazım Bey, maalesef dış güçlerin oyununa gelmiştir. Samsun mebuslarının verdiği soru önergesi ise iftiradır. Samsun’da hiçbir Rum vatandaşımızın hiçbir şeyine hiçbir şey yapılmamıştır. Meclis’in Gizli Celse Zabıtları’nda bu konunun gürültüye gelmesi için yıllar sonra bile hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Sakallı Nurettin Paşa’yı savunamaması Milli Mücadele’deki en büyük zaafıdır. General (emekli) Kenan Esengin bu konuda haklıdır. Yalnız Atatürk’ü böyle eleştirmesi, banimiz ve müncimizde zaaf görmesi, nasıl desem dilim varmıyor... Neyse, hem Cumhurbaşkanımız (yedinci) Orgeneral (emekli) Kenan Evren, Sakallı Nurettin Paşa’ya gereken saygıyı göstermiştir, hem de İzmir’in yakılmasının Nurettin Paşa ile bir ilgisi yoktur. Ayrıca bu Nurettin Paşa Bursa’dan bağımsız mebus olmuş ve İzmir’i ben kurtardım demiştir ki, ayrıca kendisi irticadan yanadır, bu da tespit edilmiştir.
Falih Rıfkı Atay’ın yalancısıyım, içkinin yasak olduğu yıllarda -tıpkı Amerika gibi- Ankara’da içki satılır ve içilirmiş. İçki kanunen yasak olduğuna, bu kanunun altında dönemin Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın imzası bulunduğuna ve kanunlar doğru ya da yanlış uygulanmak zorunda olduğuna, isteyenlerin beğenmedikleri kanunların değişmesi için çalışabileceğine, bizim de içimize sinmemesine rağmen kanunları uygulamakla görevli olduğumuza göre, olmuyor ama... Ne demek istediğimi diyemiyorum. Kimse Mustafa Kemal Paşa’nın yıllarca kanunları çiğnediğini söyleyemez, yasaktır her şeyden önce. İyisi mi Falih Rıfkı’nın ağzından devam edelim: İçkinin yasak olduğu yıllarda, Ankara’da içkiye Dilaver Suyu denirmiş. Niye mi? Çünkü Ankara’da içkiyi Ankara Polis Müdürü Dilaver Bey pazarlarmış ve mebuslarımız içkilerini gizli gizli içerlermiş. Ama bunun Tarık Ümit’in ihbar ettiği ileri sürülen 80 kilo eroin ile bir ilgisi yok. Çünkü o eroini Mehmet Ağar göndermedi ki Almanya’ya. Üstelik içki başka, eroin başka, kanun başka. Her devirde polisin içinde, nasıl desem, münferit vakalar vardır, ama bunlardan yola çıkarak kimse bütün teşkilatı töhmet altında bırakamaz değil mi?
Yargıyı ele alalım. Bir: İstiklal Mahkemeleri devrim mahkemeleridir. İnanmayan tarihçilerimize sorsun. İki: Doktor Nazım Bey, İzmir sokaklarında “bu halk üç yıl geçsin Mustafa Kemal Paşa’yı unutur” demiştir, ki tanık ifadeleriyle sabittir. Üç: Cavit Bey’in evinde içtimalar yapıldığı aşikardır. Dört: Nail Bey’e gelince, Yenibahçeli Şükrü Bey’in kardeşidir. Beş: Ali Bey, Ali Bey ve Ali Bey’den oluşan mahkeme bağımsızdır. Altı: Mahkeme üyelerine, işleri bitince birer Benz otomobil hediye edildiği, Allah kuru iftiradan saklasın. İnanmayanlar Altemur Bey’e sorabilirler. Yalnız, bu İzmirliler dört yıl sonra Fethi Bey’in ayaklarına kapanıp kurtar bizi diye ağlamışlardır ki, Fethi Bey “ben sizin babanız değilim” demiştir de zor kurtulmuştur. Yoksa, Menemen’de kurulan Divan-ı Harp, tıpkı partisinin Musevi yönetim kurulu üyesini irticaya kucak açmaktan astığı gibi.... Yani lafın gelişi... Yoksa biz daha demokrasiye hazır değiliz de ondan böyle oluyor.
Şimdi, bu Turgut Özal yani çocukları nasıl bu kadar zengin olabildiler? Bir kere Turgut Özal ticarette hep başarısız olmuş, ana-baba desen bir şey kalmamış. Cumhurbaşkanı’nın oğluna, kızına torpil yaptırması desen mümkün değil. Ya Yahya’ya ne demeli? Hani şu Çoban Sülü’nün yeğeni olana. Halbuki Mustafa Kemal Paşa zamanında böyle miydi bu işler? Bir kere Mustafa Kemal yetimdi. Mal-mülk yoktu, olan da Selanik’le birlikte uçmuştu. Ama Mustafa Kemal Paşa hayatı boyunca devlet memurluğu yaptı, yılmadı, çalıştı, ölürken ülkesinin en zengin adamı olarak öldü. Banka, çiftlikler, fabrikalar, daha neler neler. Üstelik, Muammer Bey’e o liman imtiyazını veren kendisi değil, bakanlar kuruludur. Kayınpederi, evvelemir varlıklı bir adamdır ve bu konunun bugünkü konuyla bir ilgisi yoktur. Çünkü, İhsan Bey yargılanırken bir savunma yapmıştır ve bu savunma iyi bir savunmadır, ama yanlıştır. İlmen yanlıştır, fennen yanlıştır ve dahi yanlıştır.
İrtica meselesi ilginç bir mesele. Şimdi yani bakıyorum kanun tekliflerine, Mustafa Kemal Paşa zamanında irticaya karşı çıkarılan her kanunun altında hoca mebusların imzası var. Bu hocalar hilafete karşı, medrese eğitimine karşı, şeri mahkemelere karşı, Şeriye Vekaletine karşı, saltanata karşı, nasıl desem, bunlar cumhuriyetten yanalar. Şimdi bize öyle hocalar lazım. Bir Mustafa Kemal daha bulamayacağımıza göre, öyle hocaları yetiştirecek okullar açmak lazım. O okullardan daha çok açmak lazım. Örneğin Saffet Hoca, Menemen’de cami hocasıdır kendisi, ayrıca Halk Fırkası yönetim kurulu üyesi, Menemen’de irticaya karşı çıkmıştır. Musevi’nin bile irticaya kucak açtığı Menemen’de yaşanan bu gelişme, kendisinin beraatiyle sonuçlanmıştır ve ancak böyle hocalar sayesinde yükselmek mümkündür. Bilmem anlatabildim mi?
Mebuslar daha ilginçler, bir kere istikrar var. İkinci mecliste maaşlarına zam yapmışlardır mebuslar, fırka kararıyla. Fırka başkanvekili İsmet Paşa, bütçede kısıntı olacağını, ama yapılması düşünülen zammın yapılmasına engel bulunmadığını ve zamma karşı çıkan mebusun fırkadan atılmasını istemiş ve atmıştır fırka idare heyeti. Şimdi de öyle değil mi? İşte bütün kötülük buradan başlamıştır. Mebuslar gittikçe artan ölçüde kendi çıkarlarını düşünmektedirler ve bu kötü bir şeydir millet için, memleket için.
Son olarak, basın hürdür, ancak Bekir Coşkun sormamıştır, Korkmaz Yiğit kimdir? Oysa böyle miydi eskiden? Örneğin sormuşlardır Yunus Nadi Bey’e, o matbaayı nasıl aldın diye. Vermiştir cevabını, devrin Maliye Vekili: Matbaa kaçan bir Ermeni’nindir, malına el konmuştur, nasıl işletileceğine dair kanun yoktur. Yunus Nadi Bey, çıkarmıştır gazetesini o matbaada, Cumhuriyet koymuştur adını inadına. Bunun sonu nereye varacaktır? Yüzüncü yılını kutlarken cumhuriyetimizin, resmi geçite kimler katılacaktır?