Cumhuriyet’in 75. yılı üzerine söylenebilecek en özlü, en kısa, en veciz söz ne olabilir? Soru üzerine düşündükçe aklıma bir tek kelime geliyor: “Sakinleşmek”. Cumhuriyet’in 75. yılında en çok ihtiyacımız olan şey, kendimize ve tarihimize daha sakin bakmak, kendimiz ve tarihimiz üzerine normal konuşmayı başarmaktır. Tarih ve kendimizle ilişkimizin şu anki durumunun sakin ve normal olmadığını söylemiş oluyorum böylece. Sakinleşme ve Normalleşmenin gerçekleşmesinin birçok ön şartı var elbette. Bunların başında “varlık korkusu”ndan kurtulmak geliyor. Bunun nedeni de Cumhuriyetin kuruluş yılları öncesi ve sırasında yaşadığımız derin travmadır. Bu travmanın büyüklüğüdür ki, hafızada yırtılmaya, boşluğa yol açmıştır. Bu yırtılma ve boşluk tarihle ve kendimizle ilişkimizi sorunlu hale getirmiştir. Sakinlik ve Normallik ilk önce konuşarak elde edilir. Tarihimiz ve kendimiz üzerine sakin sakin konuşursak, ne kıyamet kopar ne de Cumhuriyet parçalanır ne de topraklarımızı elimizden alırlar. Aşağıda Sevr ve Lozan’ın bilinmeyen veya bilerek üstü örtülen boyutlarının tarihini anlatmaya çalışıyorum. Ele aldığım bu ve benzeri konular üzerine sakin konuşmayı başarırsak eğer, Cumhuriyetimiz, Cumhuriyet olma olgunluğuna ulaşmış demektir.
Türkiye’de egemen tarih anlayışı, Kurtuluş Savaşı’nı esas olarak bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olarak ele alır. Bu bakışı kabaca şöyle özetleyebiliriz: 1918-1923 arasında yaşananlar, I. Cihan Harbi sonunda, elinde kalan son toprak parçasını korumak isteyen Türklerle bu toprakları aralarında paylaşmak isteyen diğer uluslar arasındaki bir savaştı. Biz Türkler, esas olarak, 1918 Mondros silah bırakışması anlaşması ile belirlenmiş, daha sonra “Misak-ı Milli” olarak ilân ettiğimiz toprakları ve sınırları korumak istedik. Buna karşı, Ermeni, Yunan, Kürt gibi diğer uluslar ise, özellikle İngilizlerin desteği ile, kendi ulusal devletlerini kurmak ve Anadolu’yu, İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla anlaşarak aralarında paylaşmak istediler.
Bu bakış açısı ile ele alınan tarih anlayışını sembolize eden iki önemli anlaşma Sevr ve Lozan’dır. Sevr Antlaşması, Anadolu’nun taksimini esas olarak, Türkler dışındaki uluslar lehine karara bağlamıştır. Bu nedenle Türkler açısından Sevr “kara bir leke”dir. Nitekim anlaşmayı imzalayan Osmanlı Yöneticileri, Ankara Hareketi tarafından, “hain” ilân edilerek, “idam” cezasına çarptırılmışlardır. Ermeni, Yunan, Kürt toplulukları ise Sevr Antlaşması’nı, toprak beklentilerini tam yansıtmıyor olsa bile, esas olarak kendi lehlerine çözdüğü için “kaçırılmış tarihi bir fırsat” olarak değerlendirirler. Benzeri tutum Lozan Antlaşması konusunda gözlenir. Lozan, Anadolu’da Türk egemenliğini garanti altına alır. Bundan dolayı biz Türkler için, bir “yoktan var oluş”un sembolüdür. Diğer uluslar ise Lozan’ı, tarihî bir haksızlık olarak değerlendirirler.
Zannediyorum şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sevr ve Lozan hakkındaki kanaatleri birbirinin tam tersi de olsa, tüm topluluklar Sevr ve Lozan’da simgeleşen çatışmaların, esasta bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olduğunu kabul etmektedirler. Ana tartışma ise, “toprak ve sınırın” nereden çekilmesi gerektiği, kimin haklı olduğu, kimin haksızlığa uğradığı noktasında yapılmaktadır. Şüphesiz gelişmeler, sonuçta toprakların nasıl paylaşılması gerektiği konusunda düğümlenmişti. Fakat tarihî gelişmeleri belirleyen ana halka bu değildi.
Ana tezimi şöyle özetleyebilirim: 1918-1923 arası yaşananları, Türk Kurtuluş Savaşını, sadece bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olarak ele almak, yaşanan tarihi tam olarak yansıtmaz. Bunun kadar önemli olan ve hattâ “Toprak ve Sınır” meselesini de esas olarak belirleyen bir başka boyut daha vardı. Bugünkü tanımıyla bu, “insan hakları” boyutu idi. 1918-1923 arası yaşananları önemli ölçüde belirleyen, Osmanlı hükümetinin Birinci Cihan Harbi sırasında, Hıristiyan topluluklara karşı gündeme getirdiği katliamlardı. Savaştan galip olarak çıkan Müttefik güçlere egemen olan havayı şöyle özetlemek mümkündür: “Türkler” -burada dönemin tartışmalarında kullanıldığı için “Türkler” tanımını kullanıyorum. Yoksa, açıktır ki, tarihî olayları açıklamada bu tür genel kavramları, kullanmak doğru olmadığı gibi, bilimsel bir tarih yazımı açısından da yanlıştır.1 “Türkler”, Cihan Harbi sırasında başta Ermeniler olmak üzere diğer halklara karşı katliamlar düzenlemişlerdi. Bundan dolayı “Türkler’in” cezalandırılması ve diğer ulusların (Arap, Yunan, Ermeni, vb.) “Türkler’in” egemenliğinden kurtarılması gerekiyordu. “Türkler’in” cezalandırılmasının iki biçimde olmalıydı. Birincisi, diğer uluslara karşı işlenmiş suçlardan dolayı sorumlu tutulan hükümet üyelerinin ve diğer memurların kişisel olarak yargılanmaları ve ikincisi, “Türkler’in” mümkün olduğu kadar küçük ve zayıf bir devletle yetinmelerinin sağlanması...
Yani, Anadolu’nun değişik ulus grupları arasında paylaştırılmak istenmesinin görünürdeki ana nedeni, “Türkler’i” yaptıkları barbarlıklar nedeniyle cezalandırmak arzusuydu. Özellikle Ermeniler’i kırıma tâbi tuttukları için, “Türkler’in”, “insanlık suçu” işlemiş oldukları ve bu nedenle cezalandırılmaları gerektiği, 1918 sonrası döneminin olaylarını esas olarak belirlemiştir. Kurtuluş Savaşı esas olarak bu suçlamanın ve bu suçlama nedeniyle “Türkler’i”, “insanlık suçu” esaslarına göre cezalandırma arzusunun ürünü olarak yaşanmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca oluşan tarafları, esas olarak “cezalandırma” konusundaki farklı tutumlarına bakarak tasnif etmek mümkündür.
Tarihi, “insan hakları” ve bunun o dönemki ifadesi olan, “Türkler’in” “cezalandırılması” ekseninde kurgulamak, bugüne kadarki Kurtuluş Savaşı tarihi yazımında bütünüyle devre dışı bırakılmış, ama dönemin gelişmelerini esas olarak belirlemiş bir boyutun ele alınmasını imkân dahiline sokacaktır. Bu Osmanlı hükümetinin, daha önceye uzanan tarihî kökleri de olmakla birlikte, özellikle Cihan Harbi sırasında, diğer ulus gruplarına karşı gündeme getirdiği katliamlar konusudur. Anadolu’da şekillenen Türk Kurtuluş Hareketini de esas olarak belirleyen “cezalandırma” konusunda takındığı tutumdur.
Göstermeye çalışacağım gibi, Türk Kurtuluş Hareketi, Cihan Harbi yıllarında gündeme gelmiş olan katliamların varlığını kabul ediyor, ama cezalandırmanın biçimi konusunda farklı bir tutum belirliyordu. Kurtuluş Hareketine göre, cezalandırma, Cihan Harbi yıllarında, savaş ve kırım suçu işlemiş Ittihatçı yöneticilerin yargılanması biçiminde olmalıydı. Hattâ yargılamalar “adlen ve siyaseten elzem” görülüyordu.
Bugünkü tarih yazımına egemen olan, savaş yıllarında gündeme gelen katliamların yok sayılması veya inkâr edilmesi değildi takınılan tutum, bunlar açıkça kabul edilen hususlardı. Türk Kurtuluş Hareketinin itirazı sadece, cezalandırmanın, Anadolu’nun parçalanması şeklinde de gündeme getirilmek istenmesiydi. Göstermeye çalışacağım gibi, M. Kemal, savaş sırasında işlenen kırım suçunun sorumlularının yargılanmasını, Misak-ı Milli’nin tanınması için ödenmesi gereken bir bedel olarak düşünüyordu. Fakat, Batılı güçlerin, cezalandırmanın, Anadolu’nun parçalanması biçiminde de uygulama konusundaki ısrarları, Kurtuluş Savaşı’nın, sınır tarihi kadar önemli olan hattâ onu esas olarak belirleyen “insan hakları” boyutunun unutulmasına yol açtı. Bu konudaki ana iddiam şu olmaktadır: Eğer Müttefikler, Misak-ı Milli ve kırım suçlarının cezalandırılması arasında ayrım yapmayı başarmış olsalardı bugün çok farklı bir tarih anlatıyor olacaktık.
Özetle, Sevr ve Lozan tarihi sadece bir sınır ve toprak tarihi olarak değil, aynı zamanda, “insanlık suçu” kavramında somut ifadesini bulan bir insan hakları tarihi olarak da yaşandı.
I - MÜTTEFİK KUVVETLERİN TÜRKLER’İ CEZALANDIRMA KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ
Savaş sonrası yenilen tarafın cezalandırılmasının bir kural olduğunu söyleyebiliriz. Müttefik güçlerin “Türkler’i cezalandırmak” arzuları bu çerçevede ele alınabilir. Dört önemli faktör bu cezalandırma arzusunda belirleyici bir rol oynamıştır. Birincisi son derece özel bir nedendir. Türkler, Çanakkale’de müttefik güçlere geçit vermeyerek savaşın en az 2 yıl uzamasına ve büyük para ve insan kayıplarına neden olmuşlardı. Sévr Antlaşması’nın Türkler aleyhine çok ağır hükümler getirdiği eleştirilerine karşı Lloyd George, “Türkler’in” bu nedenle bu sert cezayı hak ettiklerini söyler.2 İkinci neden, 19. yüzyılın başından itibaren somut biçimler almayan başlayan Osmanlı Devletinin büyük güçler arasında parçalanma arzusudur. 1815 Viyana Kongresi ile somut biçimler almaya başlayan ve “Şark Sorunu” adını alarak adlandırılan sorun, Osmanlı topraklarının paylaşılması isteğinden başka birşey değildi. Özellikle Birinci Cihan Harbi eşiğinde ve harp sırasında bu konuda birçok gizli anlaşmanın yapılmış olduğu biliniyor. Mart-Nisan 1915 İstanbul Antlaşması, 26 Nisan 1915 Londra Antlaşması, 9-16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 17 Nisan 1917 Saint Jean de Maurienne Antlaşması’nın en önemlilerini oluşturdukları, bölgede, büyük güçler arasındaki egemenlik alanlarını ve yeni oluşacak devletlerin sınırlarını tespit eden, birbirleriyle bazı önemli farklar içeren 10’un üzerinde anlaşmanın varlığından söz edebiliriz.3
“Türkler’in” “cezalandırılması”nı belirleyen üçüncü faktörü, kültürel boyut olarak tanımlayabiliriz. “Türkler’in” Avrupa’dan kovulmaları fikri İstanbul’un fethinden beri ortadan kalkmamış bir düşünceydi. Bu fikir özellikle 18. yüzyıl sonrası büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hıristiyan topluluklar üzerine egemenlik kurmak amacıyla kullandıkları en önemli kültürel-politik silahlardan birisi olmuş, hattâ bu konuda somut siyasî projeler geliştirilmişti. Örneğin, kendisini Roma ve Bizans’ın halefi olarak gören Rus Çarlığı İstanbul’u kurtarmayı, sürekli, kültürel bir mit olarak kullanmıştır. 1774’ten sonra bu mit bir misyon haline sokulmuş, “Doğu sisteminin büyük planı” adıyla Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya ve yerine “Grek Devleti” kurmaya yönelik planlar hazırlanmıştı.4
Benzeri fikirler Llyod George tarafından da sıkça dile getirilmiştir. George, “Türkler’in” Almanya yanında savaşa girmesini, Türkler’le yapılması zorunlu bir nihai hesaplaşmanın fırsatını verdiği için sevinçle karşılar. Ona göre, “Türkler’in” Avrupa’dan kovulmaları, “Avrupa’nın siyasî hayatını aşağı yukarı 500 yıldan beri ifsat eden... bir mesele(dir).” Savaş ve “Türkler’in” yenilgisi, bu meseleyi, “ilk ve son defa halletmek” fırsatını vermiştir. Llyod George’a göre, “Avrupa’nın aşağı yukarı 500 yıldan beri beklediği ve bir daha da geri gelmeyecek olan bu fırsat(ın)” mutlaka kullanılması gerekiyordu.5
“Türkler’in” cezalandırılması gerektiği konusundaki ileri sürülen dördüncü neden Ermeni Soykırımı iddiasıydı. Eklemek gerekir ki, özellikle, “Türkler’in” Avrupa’dan kovulması gerektiği fikri tüm bir 19. yüzyıl boyunca esas olarak insan hakları temelinde izah edilmişti. İnsan haklarını ayaklar altına almış bir milletin medeni Avrupa’dan kovulması gerektiği savunuluyordu. Llyod George’un, 10 Kasım 1914’te, Osmanlıların Almanlarla aynı safta savaşa girmeleri ile birlikte yaptığı açıklamada “Türkler’in insanlığa karşı işledikleri cinayetler nedeniyle nihayi bir hesaplaşmaya çağrılmış olmalarından son derece memnunum”6 biçimindeki sözleri bu kapsamda değerlendirilebilir. Ermeni Soykırımı iddiası ile insan hakları suçlaması tepe noktasına ulaşıyor ve “Türkler’in” kovulması gerektiğini savunanlar son derece önemli bir nedene sahip oluyorlardı. Çünkü Balfour’un sözleriyle; “Ermenistan ve Suriye’deki katliamlar tarihin bu mutsuz ülkelerde kaydettiği daha önceki katliamlardan çok daha korkunçtu.”7
“Cezalandırma”nın nedenleri olarak sayılan bu faktörleri iki ana başlıkta toplamak mümkündür. Birincisi, büyük devletlerin sömürgeci paylaşım amaçları ve ikincisi Osmanı hükümetinin sürekli bir biçimde kendi tebasına karşı gündeme getirdiği katliamlar. Özellikle bugünkü tanımlamayla “insan hakları” kapsamına giren ikinci faktörün, sömürgeci amaçların üstünü örtmek için önemli bir fırsat yarattığı bir gerçektir. Fakat, bu konudaki müdahaleleri salt bir bahane olarak ele almak doğru değildir. Hattâ Osmanlılar özelinde ileri sürebiliriz ki, emperyalist çıkarların öne alınması, insan hakları konusunda takınılması gereken tavrın zayıflaması sonucunu doğurmuştur. Türk Kurtuluş Savaşı, esas olarak bu iki faktörün ilişkisi ve gerilimi içinde şekillenmiştir.
Osmanlı hükümetinden kırım nedeniyle hesap sorulacağı, ilk olarak 24 Mayıs 1915’te ilân edildi. Ermeniler’in kitleler halinde katledildikleri haberlerinin Avrupa’ya ulaşması üzerine yapılan ortak açıklamada, “Türkiye’nin insanlık ve medeniyet aleyhine işlediği bu suçların ışığında, müttefik güçler Babıali’ye açık olarak bildirirler ki, (Müttefik Güçler) Osmanlı hükümeti üyelerini ve onların katliama karışan elemanlarını bu suçtan dolayı kişisel olarak sorumlu tutacaklardır.”8 dendi. Böylece “insanlığa karşı suçlar” ilk defa bir hukuk kategorisi olarak kullanıldı ve suçlu görülen kişilerin, yetkilerinden bağımsız olarak cezayi takibe uğrayacakları bildirildi.
1915 yılı içerisinde İngiliz hükümeti, “Türkler’i” cezalandıracağına ilişkin iki ayrı açıklama daha yaptı ve yapılan katliamlar nedeniyle “Türkler’in” cezalandırılması savaşın en önemli amaçlarından birisi olarak ilân edildi. Örneğin, 18 Aralık 1916’da, Başkan Wilson’un barış notasına cevap veren Müttefik güçler başlıca harp hedeflerinden birinin, “Türkler’in” kanlı zulümleri altında tutulan milletlerin kurtarılması” olduğunu bildirdiler.9 Benzeri sözleri Fransız Dışişleri Bakanı 10 Ocak 1917’de de tekrar eder: “Yüksek savaş amaçları, şimdi ‘Türkler’in’ cani tiranlığı altında yaşayan halkların kurtuluşunu ve Batı medeniyetine radikal bir biçimde yabancı olduğunu kanıtlamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’dan söküp atmayı içerir.”10
CEZALANDIRMA SOMUTTA NE ANLAMA GELİYORDU
Kafkasya İngiliz Kuvvetler Komutanı Milne, “Türkler’e çok sert bir ders vermek gerek”, derken tüm Müttefiklere hâkim bir duyguyu dile getirir.[11] Lloyd George, “...Barış Koşulları ilân edilince, zaten ‘Türkler’in’ deliliklerinden, körlüklerinden, cinayetlerinden ötürü ne kadar ağır cezalara çarptırıldıkları görülecektir... Cezalar onların en büyük düşmanlarını bile yeterince tatmin edecek kadar müthiştir”,[12] der. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Türkiye’yi, “mahkûm olmayı bekleyen bir suçlu” olarak tanımlar.[13] Mondros Antlaşması ile birlikte, “keyfilik ve katliama dayanan uzun bir esaret hayatı yaşamış halklar(ın) hürriyetlerine kavuşturulması”, Batı kamuoyunun en temel talebi haline gelmiştir. “Ermeni ve Yunan nüfusunun katliamı...(‘Türkler’in’) felaketler ve suçlar listesi”nin başında gelmektedir.[14] Ama “Ermeni kırımı nedeniyle ‘Türkler’in’ cezalandırılması” somutta ne anlama geliyordu? Kırım nedeniyle bir ulusun cezalandırılması ne demekti?
Daha 20 Aralık 1917’de yaptığı bir konuşmada, Lloyd George bu cezalandırmanın bir boyutunu çok açık dile getirir; “Mezopotamya’ya ne olacağı Paris Kongresinin toplanmasına bırakılmalıdır. Fakat birşey vardır ki, kesinlikle tekrar etmeyecektir. ‘Türkler’in’ kanlı diktatörlükleri bir daha asla restore edilmeyecektir.”15 Savaş sonrası bu konudaki tutum daha da netleşir. İstanbul Yüksek Komiser Yardımcısı Webb 3 Nisan 1919’da Paris Barış Konferasına gönderdiği bir telgrafta; “Ermeni vahşetinden suçlu olan bütün kişileri cezalandırmak ‘Türkler’in’ toptan cezalandırılmasını gerektirir. Bu nedenle cezanın, ulusal olarak, son Türk İmparatorluğunun parçalanması biçiminde ve kişisel olarak, bendeki listede yer alan yüksek görevlilerin akıbetleri örnek oluşturacak şekilde yargılanmaları biçiminde verilmesini öneriyorum(abç)”, der.16
Böylece Müttefikler açısından, “Türkler’in” cezalandırılmasına yönelik iki önemli hedef ortaya çıkıyordu. Anadolunun farklı uluslar arasında paylaştırılması ve savaş ve kırım suçlusu olarak görülen kişilerin yargılanması. Paris Barış Görüşmelerine egemen olan hava da budur. Oysa Paris Barış Görüşmeleri üzerine Türkiye’de yazılan eserlere baktığımızda, sadece Anadolu’nun paylaşımı konusunda yapılan görüşmelerin ele alındığını görürüz. Savaş ve kırım suçlularının nasıl yargılanacakları konusunda yapılan görüşmelere değinen herhangi bir çalışmaya rastlamak mümkün değildir. Oysa, Paris Barış Görüşmelerinde, salt bu amaca yönelik olarak bir komisyon kurulmuş ve Alman Kralı II. Wilhelm ile birlikte Osmanlı hükümet üyelerinin ve diğer sorumluların, “insanlık suçu” olarak tanımlanan suçlar bağlamında hangi hukuki çerçevede yargılanabilecekleri tartışılmıştır.
Konu ilk defa, Ocak ortasında beş Büyük devletin (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) yaptığı bir toplantıda karara bağlanır ve yapılan öneri ile 18 Ocak 1919’da bir komisyon kurulur. 15’ler komisyonu olarak da bilinen “Savaş Sorumlularını ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu” (Commision on the Responsibility of the Authors of the War and the Enforcement of Penalties) adı altında kurulan komisyon, savaş suçlularını ve bunu işleyenlere uygulanacak hükümleri tesbit etmekle görevlendirildi. Faaliyetlerini üç alt komisyona ayırarak sürdüren komisyon; savaşın sorumlusu ve başlatanının kimler olduğunun açığa çıkartılması; savaş hukuku ve adetlerinin kimler tarafından nasıl çiğnendiğinin tesbit edilmesi; bu suçları işleyenlerin sorumluluklarının neye göre belirleneceği ve suçluların nasıl yargılanacakları gibi sorulara cevap arıyordu.
Alman Kayzeri’nin yargılanması sorunu yanı sıra Türkler’in işledikleri katliamlardan dolayı nasıl yargılanabilecekleri sorusu komisyonu en çok ilgilendiren soruların başında geliyordu. Komisyon, savaşın Almanlar tarafından ön hazırlıklar sonucunda planlı olarak başlatıldığı konusunda karar birliğine vardı. Türkiye ve Bulgaristan da Almanya ile birlikte, savaşı bilinçli olarak çıkartmaktan dolayı suçlu bulundu.17 İlgili bölümün sonuç cümlesi şöyle idi: “Savaş Merkezi imparatorluklar ile müttefikleri Türkiye ve Bulgaristan tarafından yerleşik hukuku, savaş geleneklerini ve insanlığın temellerini ihlal eden barbarca ya da gayrımeşru yöntemlerle yürütüldü.”18
Komisyon raporunun önemli bir kısmı, “savaş hukuk ve adetlerine” ve “insanlık hukuku”na aykırı eylemlerin açığa çıkartılması konusundaydı. Osmanlı Devletinin Rum ve Ermeni halkına karşı savaş sırasında yaptıkları bu eylemler arasında tek tek sayıldı. Eylemler, “ilkel barbarizm” olarak tanımlandı ve terörist bir sistem tarafından planlandığı ve sonuna kadar uygulandığı söylendi. Bu suçların tasnif edilmesinde komisyon, eylemleri iki ayrı kategoride topladı. Birinci kategorideki suçlar, klasik anlamda savaş suçu olarak tasnif edilecek, bir devletin diğer devlet askerlerine ve işgâl ettikleri bölgelerdeki diğer devlet mensuplarına (sivil halka) karşı işledileri suçlardı. İkinci kategori ise, Almanya ve Türkiye’nin kendi egemenlik alanlarında kendi vatandaşlarına karşı işledikleri suçlardı. Özellikle Türkler’in, Ermeni ve Rumlar’a karşı yaptığı katliam ve benzeri eylemler bu kategoride ele alınan eylemlerin başında geliyordu. Böylece komisyon ilk defa olarak “savaş suçu” ve “insanlık suçu” ayrımına gitti.
Komisyon çalışmalarında yargılamaların hangi hukuk ilkelerine göre ve nasıl yapılması gerektiği noktasında fikir birliği sağlanamadı. İttihatçıların işledikleri suçlar, kendi ülke vatandaşlarına karşıydı ve bu konuda herhangi bir uluslararası anlaşma bulunmuyordu. Yapılan tartışmalar sonunda, savaş suçlarında yeni bir kategorinin kabul edilmesi gerektiği söylendi. Çünkü her ne kadar bir devletin kendi vatandaşlarına yönelik eylemlerini suç sayan bir uluslararası bir hukuk yoksa da, bu eylemlerin, “insanlık hukuku ve ahlaki hukuka” aykırı oldukları çok açıktı. 1907 Lahey Konvensiyonu savaş hukukunun olmadığı ve henüz kesin kuralların oluşmadığı durumlarda bile, “medeni halklar arasında var olan yerleşik adetlere, insanlık kanunlarına ve kamu vicdanının taleplerine” dayanılarak hareket edilebileceği zaten karara bağlanmış bulunuyordu.
Böylece “Türkler’in” yargılanmasının Lahey konvensiyonunun insanlık prensiplerine dayandırılarak yapılması karara bağladı. Ve “mevkileri ne kadar yüksek olursa olsun, rütbe ayırımı yapılmaksızın, devlet başkanları da dahil olmak üzere, savaş hukuk ve geleneklerine ya da insanlık hukukuna aykırı suçlardan dolayı suçlu bulunan düşman ülkelerden herkes cezai yargılanmaya tâbidir”,19 denildi.
Suçluların belirlenmesi ve suçların tasnifi konusunda komisyon üyeleri arasında bir ayrılık söz konusu olmadı ama savaş ve kırım suçlularının uluslararası bir mahkemede yargılanması noktasında komisyon içinde büyük görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Savaş ve kırım suçlularının moral olarak suçlanması ve yargılanması gerektiği konusunda herhangi bir düşünce farkı yoktur. Sorun bütünüyle uluslararası veya İtilaf güçlerinden oluşan bir mahkemenin oluşup oluşmaması ve böylesi bir mahkemenin yetkilerine ilişkin bir tartışmaydı.
Önemli bir problem bireylerin devletler adına işlenmiş suçlardan sorumlu tutulup tutulamayacağı idi. Çünkü Almanya özelinde Kayzer kişisel olarak, Osmanlı devleti özelinde de İttihatçı yöneticiler, Ermeni kırımının kişisel sorumluları olarak yargılanmak istenmektedirler. Oysa, 1914’te yürürlükte olan milletler hukuku, bir devlet adına yapılmış politik eylemin cezai olarak kovuşturulabileceğine ilişkin hiçbir hüküm taşımıyordu. Yapılabilecek şey, milletler hukukunun temel prensiplerine aykırı olduğu kabul edilen bu tür eylemleri cezai olarak kovuşturmayı imkân dahiline getirecek hukuki düzenlemeleri yapmaktı. Fakat, hiçbir yeni kanunun geçmişe şamil olamayacağı yolunda var olan pozitif hukuk kuralı böyle bir yolu açıkça kapatmaktaydı. Amerikalılar, gelecekte işlenecek benzeri suçların, milletler hukukuna göre suç teşkil etmesi ve bu suçu işleyenlerin yargılanması konusunda hiçbir tereddütleri olmadığını dile getirdiler. Sonuçta Komisyon, 1907 Antlaşması’nın temel prensipleri ışığında bu yargılama yolunun açık olduğunu kabul etti. Tartışmalar Amerikalılar’ın komisyon kararına veto koymaları ile son buldu.
Komisyon raporu 29 Mart’ta bitti ve konu en üst organda ele alındı. Tartışma burada da devam etti ve tüm barış görüşmelerinin dağılması tehlikesi ortaya çıktı. Sonuçta Amerika direncinden vazgeçti ve 9 Nisan 1919’da Wilson’un kendi hazırladığı bir öneriyle uluslararası bir mahkemenin kurulması Paris Barış Konferansı üyelerince kabul edildi.20 Yalnız Amerikan delegesinin talebi doğrultusunda suçlanan kişiler, “insanlığa karşı suçlar” kategorisinden değil, sadece “savaş hukukuna karşı işlenmiş suçlar”dan dolayı yargılanacaklardı. Ayrıca uluslararası bir mahkemeye de vurgu fazla yoktur. Ağırlık müttefiklerin oluşturacağı askerî mahkemelere verilmiştir. Wilson’un kendisi de kabul edilen noktaların çok zayıf olduğunu ve uluslararası yargılama meselesini imkânsız hale soktuklarını kabul ediyordu.21 Sonuçta ilgili ülkelerle yapılan anlaşmalara konuya ilişkin maddeler kondu. Bu maddelere göre, Müttefik güçler, savaş suçlularını uluslararası bir mahkemede yargılamak hakkını kendilerinde saklı tuttular. Hem savaş suçu işleyen kişilerin hem de bu konuyla ilgili dökümanların Müttefik güçlere teslim edilmesi barış antlaşmasının maddeleri arasında yer aldı. Almanlar’la yapılan Versailles (28 Haziran 1919) Antlaşması’nın 227-30. maddeleri, Osmanlı Devleti ile yapılan Sevr (10 Ağustos 1920) Antlaşması’nın 226-30. maddeleri ile savaş suçlularının yargılanması konusu düzenlendi.
Sevr’in ilgili maddeleri şöyledir: “Madde 226- Osmanlı hükümeti, Müttefik Devletlere, savaş yasalarına ve yapılageliş (teamül) kurallarına aykırı eylemlerde bulunmakla suçlanan kişileri kendi askerî mahkemelerine vermek hakkını tanır... Madde 227- Müttefik Devletlerden birinin uyruklarına karşı (suç sayılacak bir) eylemde bulunanlar, bu devletin askerî mahkemelerinde yargılanacaklardır. Müttefik Devletlerden birkaçının uyruklarına karşı (suç sayılacak bir) eylem işlemiş olanlar, ilgili Devletlerin askerî mahkemeleri üyelerinden kurulu askerî mahkemelerde yargılanacaklardır... Madde 228- Osmanlı hükümeti, suçlama konusu olan olayların tam bilinmesi, suçluların aranması ve sorumluluklarının kesinlikle saptanması için ortaya konulması gerekli görülebilecek, ne çeşit olursa olsun, bütün bilgileri ve belgeleri sağlamayı yükümlenir... Madde 230- Osmanlı hükümeti, 1 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası bulunan herhangi bir toprak üzerinde, savaş durumu sırasında işlenen topluca öldürmelerden sorumlu olan Müttefik Devletlerce istenen kişileri kendilerine teslim etmeyi yükümlenir. Müttefik Devletler, bu nedenle suçlanan kişileri yargılamakla görevlendirilecek mahkemeyi göstermek hakkını saklı tutarlar ve Osmanlı hükümeti bu mahkemeyi tanımayı yükümlenir.
Uygun bir süre içinde, Milletler Cemiyeti, sözü edilen topluca öldürmeleri yargılamaya yetkili bir mahkeme kurarsa, Müttefik Devletler, sözü geçen sanıkları bu mahkemeye vermek haklarını saklı tutarlar ve Osmanlı hükümeti bu mahkemeyi tanımayı da yükümlenir.”22
Gerçi “insanlık suçu” çerçevesinde dile getirilen, “savaş ve kırım suçlularının” uluslararası bir mahkemede yargılanması fikri, Müttefiklerin konuya ilişkin farklı yaklaşımları nedeniyle de hayata geçmedi. Sonuçta sadece, Leipzig ve İstanbul’da görülen ulusal yargılamalarla yetinildi. Fakat konuya ilişkin yapılan tartışmalar, daha sonra, Nazilerin Nürnberg’de yargılanmaları için gerekli hukuki çerçeveyi oluşturdu. İlgili ilkeler, 9 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından, Soykırımı Önleme ve Sorumlularını Cezalandırma Antlaşması’nın başlangıç bölümüne konarak uluslararası bir hukuk normu haline sokuldu. Konumuz açısından tüm bunların anlamı şudur. İnsan haklarını tarihî olayları açıklamada anahtar bir kavram olarak kullandığımızda göreceğiz ki, “insanlık suçu” kavramı en açık ve net biçimde ilk defa olarak biz “Türkler’e” yönelik olarak kullanıldı. Ayrıca “insanlık suçu” işleyenlerin, rütbe ve yetkileri ne olursa olsun kişisel olarak sorumlu tutulacakları ve yargılanacakları prensibi de gene ilk defa olarak “Türkler” bağlamında gündeme getirildi.
II - “TÜRKLERİN” CEZALANDIRMA KONUSUNDAKI TUTUMLARI
Gerek Osmanlı hükümeti gerekse Anadolu’da şekillenmeye başlayan Kurtuluş Hareketi, Cihan Harbi sırasında, bugünkü tanımla, “insanlık suçu” işlenmiş olduğunu kabul ediyorlardı. “Tehcir sırasında meydana gelmiş cinayetler”, “kıtal” gibi kavramlarla bu suçu tanımlıyorlar ve suçluların mutlaka cezalandırılması gerektiğini savunuyorlardı. Paris Barış Görüşmelerinden olumlu sonuçlar elde etmelerinin şartının, bügünkü tanımıyla “insan hakları” konusunda atacakları adımlara bağlı olduğunu biliyorlardı. Müttefik güçler de, yapılacak barış anlaşmasının Türkler açısından olumlu sonuçlanmasının, “Türkler’in” kırım suçlularını cezalandırma konusunda atacakları adımlara bağlı olduğunu sıkça hatırlatıyorlardı. İstanbul’a mütareke koşullarını denetlemek için gelen müttefik kuvvetler komutanları, ilk günden itibaren, bu konuda çok acele ve sert davranılması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyorlardı. Örneğin, 8 Şubat’ta, Beyaz Atı ile İstanbul’u işgâl töreni düzenleyen Fransız General Franchet d’Espérey, ayağına çağırdığı Sadrazam Tevfik Paşa’ya, “Eğer hükümetiniz şiddetli icraat göstermezse hakkınızda verilecek hüküm pek vahim olacaktır”, der.[23]
İngilizler bu konuda daha serttirler. Kendilerine yapılan çeşitli başvurularda, sürekli olarak “Türkler’in” mutlaka cezalandırılacakları mesajını vermeye özel dikkat gösterirler. 18 Ocak 1919’da Yüksek Komiser Calthorpe, Türk Dışişleri Bakanına, “Majestelerinin hükümeti Ermeni katliamlarının sorumlularının doğru dürüst cezalandırılmaları konusunda kararlıdır”, der.24 On gün sonra da Londra’ya şu teli çeker, “(Türk) hükümetine... İngiliz devlet adamlarının, medeni dünyaya, bu işle (katliamla) bağlantısı olan kişilerin kişisel olarak sorumlu tutulacaklarına dair söz verdiği ve Majestelerinin hükümetinin bu sözü yerine getirme konusunda son derece kararlı olduğu bildirildi.”25
İngiliz İşgal kuvvetleri sorumluları bu konuda dikkat çekecek derecede titiz ve “soğuk” davranırlar. İlk aylarda Padişah’ın gerek Yüksek Komiserlik gerek Genel Karargah üzerinden sağlamaya çalıştığı tüm ilişki arayışları red edilir.26 Türk-İngiliz Dostluk Derneği kurucusu Sait Molla’nın, “Britanya Yüksek Komiserinin Türkiye’ye karşı neden dolayı dikkati çekecek kadar soğuk davrandığı” hakkındaki sorusuna bir yetkili bunun, “bir tek Türkün kafasında dahi, cezanın... Türkiye’ye karşı... çok ağır olacağı hususunda bir şüphe uyanmasının önlenmek istenmesi” nedeniyle olduğunu söyler.27
Müttefik güçlerin konu hakkındaki tutumlarını bilen İstanbul Hükümetleri de Anadolu Kurtuluş Hareketi de, savaş ve kırım suçlarının cezalandırılması gerektiği konusunda hemfikirdiler. Fakat asıl sorun cezalandırmanın hangi boyutlarda olacağı sorunu idi. Ankara ve İstanbul, aralarında bazı nüans farkları olmakla birlikte, konuya ilişkin ortak bir tutuma sahiptiler. Bu tutum şöyle özetlenebilir. “Cihan Harbi sırasında savaş ve kırım suçları olmuştur. Fakat cezalandırma, sadece bu suçu işleyen İttihat ve Terakki yöneticileri ve hükümet üyeleri ile sınırlı olmalıdır. Hele hele cezalandırma asla ve asla Osmanlı Devletinin egemenlik alanlarının parçalanması biçiminde olmamalıdır.”
Cezaladırmada konusunda en istekli kişi olan Sadrazam Damat Ferit Paşa için bile, sorumlular, “üç şahsı gaiptir. Talat, Enver ve Cemal. Filhakika ikinci derecede birtakım hempalar vardır.” Ama o kadar. Ve “bir iki serseri” yüzünden bir millet sorumlu tutulamazdı, “masum Türk milleti şaibei zulümden muarradır.”28 Damat Ferit bu tavrını Paris Barış Görüşmeleri’nde de açıklar. “Bütün suç açıkça, Almanya’yla ittifakları ve orduyu kontrolleri sayesinde Türkiye’de kendileri dışında herkesi terörize edip boyun eğdiren İttihat ve Terakki’nin bir avuç liderine aittir.”29 Onlar Konseyi’ne sunduğu memorandumda Damat Ferit olanlardan dolayı Türkiye’nin paylaştırılmasına kesinlikle karşı olduğunu bildirir. “Osmanlı hükümeti İmparatorluğun parçalanmasını ya da değişik mandalar altında bölünmesini kabul etmeyecektir.”30 Damat Ferit’in bu tavrı Müttefik güçlerce, şaşkınlıkla ve tepkiyle karşılanır. “Wilson, ‘bundan daha saçma bir şey görmediğini’ açıkladı. Lloyd George ise memorandumu ‘iyi bir şaka’ olarak tanımla(r).”31
Haziranda, verdikleri karşı cevap’ta Onlar Konseyi, “Türkler’in”, ulus olarak kendisini sorumluluktan kurtaramayacağını çok açık dile getirir ve kırımın sorumluluğunun Türk Halkı tarafından taşındığı ilân edilir; “Türk halkı hiçbir gerekçesiz Ermeniler’i katlederek suçlu duruma düşmüştür. Bunun için sorumluluğu da bütünüyle Türk halkı karşılayacaktır.”32 “Konsey yazılı cevabında, Türk halkının sorumsuzluğu kavramını red ederek, ‘bir ulus onu yöneten hükümetine göre değerlendirilmelidir’ şeklinde görüş belirt(ir).”33
Savaş Suçu Konusunda Farklı Tutumlar
Türkler arasında farklı tutum savaşa girmenin suç sayılıp sayılmayacağı noktasında çıktı. Damat Ferit ve diğer İstanbul Hükümetleri,[34] İttihat ve Terakki’nin maceracı bir biçimde devleti savaşa sürükledikleri fikrini işlerlerken, Anadolu hareketi buna karşı kesin tavır alır. Savaşa girmenin suç sayılmayacağı, ayrıca savaşa, istenmeyerek, zorla sokulduğumuz fikri işlenir. Konuya ilişkin tutum, 2 Ekim 1919’da işbaşına gelen Ali Rıza Paşa Hükümeti ile yapılan görüşmeler sırasında açığa çıkar.
Ali Rıza Paşa Hükümeti, Sivas’a M. Kemal’e bir tel çeker ve 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi sonrası oluşturulan Heyeti Temsiliye ile görüşmelere başlanabilmesi için bazı ön koşullar öne sürer. Buna göre, Heyeti Temsiliye; “1) İttihatçılıkla münasebet bulunmadığı, 2) Devleti Osmaniyenin Harbi Umumiye karışması doğru olmadığı ve müsebbipleri aleyhinde tayini esami suretile bazı neşriyat icrası ve haklarında takibat ve mücazatı kanuniyenin tertibi, 3) Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayı kanuniyeden kurtulamayacakları” yolunda açıklama yapmalıdır. Bu maddelerin, “tavzih ve tamimi dahilen ve haricen birtakım suitelakkiyatın önüne geçeceğinden”35 memleket menfaatleri açısından kaçınılmaz olduğu ileri sürülür.
Bu talebe M. Kemal çok uzun bir cevap verir ve savaş suçundan ne anladığını çok açık ifade eder. Değil savaşa katılındığı için cezalandırılmak, Anadolu, bu nedenden dolayı suçlu sayılmayı bile kabul etmemektedir. “Harbi Umumiye iştirak etmemek elbette son derece şayanı arzu idi. Fakat buna imkânı maddi mevcut değildi.” Birçok nedenden (Boğazları tarafsız tutmanın imkânsızlığı, tarafsızlık için gerekli para, sanayi vb gibi vasıtaların yokluğu, T.A.) dolayı ve özellikle de, Osmanlı devleti üzerinde yapılmış taksim planlarının varlığı, “harbe, İtilaf Devletleri aleyhine girmekliğin gayrikabili içtinap olduğunu gösterir delaili vazıhadandır.” Dolayısıyla, “Harbe girmekliğimizi bir cinayet telakki etmek ve koca bir milleti dört, beş kişinin baziçesi olacak derkede addeylemek” doğru değildir. O halde yapılması gereken son derece açıktır; “merdane bir surette hakikati söylemek ve kahramanca harp eden bu koca milletin mağlubiyetin netayici zaruriyesine katlanmakla beraber hareketinin cinayet telakki ve bu yüzden ittiham ve tecziye edilmesini kabul etmemek.”36
20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da yapılan görüşmelerde Ankara bu konuda bir geri adam atar ve imzalanan ortak protokole, “Harbe iştirakimizin musip olup olmadığı hakkındaki içtihadata hükûmet taarruz etmez. Fakat iştirakin musip olduğuna dair olan içtihadatın şimdilik ketmi selâmeti memleket icabındandır”,37 biçiminde bir madde konur. Arada var olan farklı tutuma rağmen eklemek gerekir ki, M. Kemal de, “İttihatçılardan seyyiatı idare ve suistimalleri ile memleketi harabiye sürükliyenlerden ibaret bir hizbi kalil”in olduğunu ve bunların yargılanması gerektiğini savunur.”38 12 Ocak 1920’de, İstanbul’da faaliyete başlayan Meclisi Mebusan’da, Anadolu’ya bağlı bir grup kurmak için uğraşan M. Kemal, bu grup için hazırladığı bir taslak metinde, “savaş sorumluluğunu üstlenen ve Kanunu Esasiye tecavüzle onu hükmünden kaldıran kabineler hakkında yasal kovuşturma, ‘katiyen matlubumuzdur’”,39 diyerek, cezalandırmanın sadece hükümet üyeleri ile sınırlı olmasını savunur.
Kırım Suçluları Konusundaki Tutumlar
Ermeni kırım suçlularının cezalandırılması konusunda da Ankara’nın tavrı prensipte İstanbul ile aynıdır. Eylül yazışmalarında İstanbul’a verilen cevapta, kırım sorumlularının meydana çıkarılıp cezalandırılması, “vatanımızda mes’uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehassi amalimizdir”, denir. Üstelik bu cezalandırmanın, “birçok münakaşalara sebep olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade bilfiil tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli” görüldüğü eklenir.40 Beklenen kâğıt üzerinde reklam değil, eylemli uygulamalardır.
Kırım suçlularının yargılanması Amasya görüşmelerinde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imzasız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde, “1 İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hattâ bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır... 4 Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücazatı adlen ve siyaseten elzemdir”,41 denir. Üçüncü protokol42 yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunu için Anadolu hareketi seçimlere müdahale hakkını kendisinde saklı tutar. “İçtima edecek heyeti meb’usan meyanında şahsiyetleri ittihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir ve taktil mesailile ve menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir.”43
Görüldüğü gibi, “savaş ve kırım suçu” işlemiş olanların yargılanması gerektiği Ankara ve İstanbul’un ortak tavrıdır. Bunun en önemli nedeni ise, Paris Barış Görüşmelerinden olumlu sonuç almaktır. Protokollerde bu durum açıkça ifade edilir. İtilaf Devletlerinin İttihat ve Terakki’nin aleyhinde olduğu ve bu konularda bir şeylerin karara bağlanmaması durumunun “konferansa (Paris) fena tesir edeceği”; bunun “vatan için bir felaket olabileceği” ve “aleyhimizde vukubulacak itirazat ve müdahalata” engel olmak gerektiği gibi nedenler açıkça dile getirilir.[44] Döneme egemen olan hava da budur. Örneğin, 23 Ocak 1919’da, bazı “siyasî yöneticiler” Padişah’a bir dilekçe sunarlar ve savaş ve kırım suçluların cezalandırılmasını şart gördüklerini bildirirler.45 Günlük basında da, “Hariç ne der”, biçiminde yazılara rastlanır.[46]
“Türk” tarafının istediği, cezalandırmanın Anadolu’nun paylaşılması biçiminde olmamasıdır. İstenen, Almanya ve Bulgaristan’la yapılan türden, devletin mevcut sınırlarına dokunmayan bir anlaşmanın yapılmasıdır.47 Müttefik güçlerin cezalandırma planlarına, sadece Anadolu’nun paylaştırılmak istenmesi noktasında karşı çıkılmaz. Ayrıca savaş ve kırım suçlularının uluslararası bir mahkemede yapılmasına da itiraz edilmektedir. Yargılamalar sadece ulusal Osmanlı Hukukuna göre yapılmalıdır. İngilizlerin, Aralık 1918 ile birlikte Türk subaylarını tutuklamaya ve işgâl bölgelerinde kurdukları mahkemelerde yargılamaya başlamaları üzerine, Osmanlı hükümeti bu yargılamaları protesto eden notalar verir.48 Kırım suçlularının Osmanlı Hukuku’na göre yargılanmaları gerektiği konusundaki ısrar daha sonra da devam edecektir.49
Benzeri tavrı Ankara Hükümetleri de alacaktır. Malta sürgünlerinin iadesi konusunda İngiltere ile yapılan görüşmelerde, kırım suçlularının ulusal hukuk esaslarına göre yargılanacakları sözü, altı ay içerisinde üç defa ayrı ayrı tekrar edilir. İlk sözü, Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Mart 1921’de Londra görüşmeleri sırasında verir.50 Fakat yapılan anlaşmada yargılamaların İngilizler tarafından yapılması karara bağlanır. Bu hüküm, Ankara Hükümetinin anlaşmayı reddediş nedenidir. “Hükümetimiz, bittabi böyle bir mukaveleyi tasvip ve tasdik edemezdi. Çünkü böyle bir mukaveleyi tasvip etmek Türk tebaasının, Türkiye dahilindeki harekâtı üzerinde, ecnebi hükümetinin bir nevi hakkı kazasını tasdik etmek olurdu.”51 Bekir Sami’nin yerine Dışişleri Bakanı olan Yusuf Kemal Tengirşek Curzon’a 28 Temmuz’da Londra Antlaşması’nın, “Türkiye’nin vatandaşları üzerindeki egemenliğine tecavüz etmesi nedeniyle” imzalanmadığını bildirir.52 Kırım suçlularının yargılanması konusunda, Ankara Hükümeti adına ikinci sözü, İstanbul Hükümeti Dışişleri Bakanı Safa, 11 Haziran 1921’de verir. “İstanbul Türk Hükümeti, Britanya Büyükelçisini davet ederek, bütün Malta tutuklularının salıverilmesini Türk Milliyetçileri adına önerir. Suçlananların, tıpkı Almanya’da Alman tutuklulara yapıldığı gibi, tarafsız bir mahkemece Ankara’da yargılanmaları gerektiğini bildirir.”53 Üçüncü ve son söz, doğrudan Ankara Hükümeti İçişleri Bakanı Refet Bele tarafından 14 Eylül 1921’de verilir. “Şu anda burada, gayrı resmi bir temsilci olarak, Ankara Hükümeti İçişleri Bakanı Refet Paşa’dan kesin bir söz almış bulunuyorum ki, tutukluların hepsini 15 günlük bir yürüyüşle limandan, kendi devletlerince suçlandıkları nedenlerle yargılanmak üzere geri göndereceğiz.”54
Özetle, savaş sırasında suçların işlenmiş olduğu kabul ediliyor, ama bu suçlara ilişkin yargılamaların sadece İttihatçı yöneticiler ve hükümet üyeleriyle sınırlı tutulması ve yargılanmaların ulusal hukuk sistemine göre yapılması isteniyordu. Anadolu’nun parçalanması biçimindeki bir cezaya ise kesin olarak karşı çıkılıyordu. Bu tutumu belirleyen ana nokta ise, bu tür yargılamalar sonucunda, barış görüşmelerinden olumlu sonuçlar elde edileceğinin, yani Misak-ı Milli’nin korunacağının düşünülmesiydi.
Savaş ve kırım suçlularının yargılanması konusunda ilk somut adımlar İstanbul Hükümetleri tarafından atıldı. Ankara bu konuda, Amasya Protokollerinde de gördüğümüz gibi, destekler bir tutum takındı. Fakat, Müttefik Güçlerin Anadolu’yu parçalamak planlarından vazgeçmemeleri üzerinde, bu tutumdan vazgeçildi ve yargılamalara karşı açıktan tavır alındı.
Ermeni Soykırımı İddiası Anadolu Hareketi İçin Bir Kamburdur
Türk Kurtuluş Savaşı önderlerinin başını en çok ağrıtan konuların başında, kendilerinin, Ermeni kırımını yapan İttihatçıların devamı oldukları ve Hıristiyanlara karşı benzer imha eylemeleri planladıkları yolunda iddiaların var olmasıydı. Özellikle Anadolu Hareketinin karşıtları, M. Kemal ve arkadaşlarının eski İttihatçı oldukları ve Anadolu’da Hıristiyanlara yönelik yeni katliamlar planladıkları yolunda yoğun propaganda yapmışlardır. Buna karşı İttihaçı olunmadığı ve Hıristiyanlara karşı iyi davranmanın bu hareketin temeli olduğu yolunda açıklamalar tüm bir dönem boyunca devam etmiştir. Yani İttihatçı olunmadığının ispatı ve İttihatçıların Hıristiyanlara yaptıkları kötülüklerin yapılmasının söz konusu olamayacağı Kurtuluş Savaşı’nın tüm dönemi boyunca onu belirleyen en önemli konulardan bir tanesidir.
Batı basınında da bu doğrultuda bolca haber çıkmaktadır. Örneğin Doğu vilayetlerini korumaya yönelik Erzurum’da başlayan hareket, Ermeniler’e yönelik ikinci bir imha hareketi olarak yorumlanmış; Erzurum Kongresi’nin, “Ermeni Cumhuriyeti’ne hücum etmek için”, düzenlendiği ve Türk Ordusunun, “Müslüman halkın desteğiyle, bir Ermeni devletinin kurulmasını imkânsız hale getirmek için Kafkasya’daki Ermeniler’in kökünü kazımayı” tasarladığı yolunda haberlere sıkça yer verilmiştir.55 Batı basınında, “Türkler’in” yeni bir Hıristiyan katliamına giriştiğini bildiren yüzlerce haber yer alır. “Barış Konferansı kararlarının ilânı sırasında Doğu Hıristiyanlarının geniş ölçüde katledilmesinden korkulmaktadır.”56
Örneğin Journal des Débats Şubat 1919’da Anadolu’nun durumunu şöyle aktarmaktadır. “Köylerde Hıristiyan halklara karşı katliamlar, işkenceler, her çeşit eziyetler sürüp gitmekte...” Bu haberler İttihat ve Terakki’nin Anadolu’da faal olduğu haberleriyle birlikte verilmektedir. Le Temps 15 Şubat 1919’da, “İttihat ve Terakki Partisi Anadolu’da çalışmalarına devamda... Amaç, Hıristiyan toprak sahiplerini temizlemek. Yeni bir katliam tezgahta” diye yazıyordu.57 Gazetelerden, “Küçük Asya’da “Türkler’in” zulümleri”, “Rumlar’ın Türkler tarafından katli”, “Trakya’da Rumlar’a yapılan işkenceler”, “Aydın’da Rum çocukların katli”... biçiminde başlıklar eksik olmuyordu. Anadolu’daki hareket, “Ermeniler’in kökünü kazımayı tasarlamak”, “genel bir soykırım hazırlığı yapmak”la58 suçlanmaktadır.
Ankara, başarısının koşullarının biraz da bu noktalarda vereceği sınavdan geçtiğini gayet iyi bilmektedir. Anadolu hareketi elindeki her imkânı kullanarak, kırım veya Hıristiyanlara yönelik yeni saldırıların planlandığı gibi iddialara karşı yoğun bir propaganda savaşı yürütür. General Harbord raporunda bu konuda kendisine söz verildiğini aktarır; “Mustafa Kemal Paşa, bu milli hareketin, Müslüman olmayanlara karşı asla tecavüz ve şiddet göstermek demek olmıyacağını bana kat’i sürette temin etti. Ve Ermeni vatandaşların bu yüzden düştükleri korku ve telaşı gidermek için bir beyanname yayınlayacağını söyledi ve bunu yayınlayarak sözünü yerine getirdi.”59
Nitekim M. Kemal de Harbord ile yaptığı görüşmeyi, Kazım Karabekir Paşa’ya aktarırken bu sözün verilmiş olduğunu söyler; “General Harbord maiyetiyle dün buraya geldi. Kendi arzusu üzerine 3-4 saat gayet mahremane konuştuk... sorduğu sualler(e) uzun uzadıya verilen izahatlı cevaplarda atıdeki notlar tefhim edilmiştir... Memleketimizde yaşayan bilcümle anasır-ı gayrı müslimeye olduğu gibi Ermeniler’e dahi bir gûna suikastimiz yoktur. Bilakis onların her türlü hukuk-u tabiiyelerine tamamen riayetkarız. Bunun aksi olarak işaat aracılıktan ve İngilizlerin tesvilatından ibarettir.”[60]
Varılan anlaşma gereği, 24 Eylül’de Harbord’a yazılı bir metin verilmiş ve burada, İttihatçılıkla âlâkaları olmadığının tekrarlanması yanısıra, Hıristiyanlar konusunda şu söz verilmiştir; “Kendileri ile çok uzun bir zaman bir arada yaşadığımız gayrı müslim vatandaşlarımız (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vs.) hakkında en iyi niyetlerle samimi duygular beslemekten ve onların da bizimle tam bir eşitlikte düşünmekten başka bir görüşümüz veya hissiyatımız yoktur.”61 Yine aynı tarihlerde, M. Kemal, ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta benzeri bir söz verir; “Hiçbir yayılma planımız yoktur... Ermeniler’e karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz.(abç)”62 Eskiden yapılanların bir nevi itirafı olan bu demecin benzerleri Türk gazetelerine de verilir; “teşkilât-ı millîyenin anâsır-ı gayr-ı müslime aleyhinde hiçbir fikr-i müzmeri yoktur.”63
Özellikle Batı basınında “Ermeni katliamı” haberlerinin yoğunluğu ve Ermeni Patrik’inin suçlamaları nedeniyle, Heyet-i Temsiliye, bunların sadece amaçlı propagandalar olduğu yolunda birçok karar almış gerek İstanbul Hükümetleri gerek yabancı ülke temsilcileri nezdinde bu suçlamaların asılsız olduğunu söyleyen girişimlerde bulunulmuştur. Örneğin, 16 Eylül 1335’de (1919), “teşkilat-ı milliyenin anâsır-ı gayr-i müslime ve ecnebiler aleyhinde olmadığına dair bir ta’mim yazılmasına karar verildi.” 24 Eylül 1335’de “Harekât-ı milliyenin milel-i gayrı müslime aleyhinde olmadığına dair Düvel-i İ’tilâfiye komiserleri ile bîtaraf sefârâta bir beyanname i’tası” için karar alındı.64
Konu bir tek Batı’ya yönelik propaganda ile sınırlı değildir. Ankara gerçekten gelişebilecek kötü bir olayın son derece olumsuz sonuçlar getireceğini bilmektedir. Nitekim İstanbul’un 16 Mart’ta işgâl edilme nedenlerinden birisi de Ocak-Şubat aylarında Maraş bölgesinde bu tür katliamların yapıldığı iddiasıdır. Lord Curzon, Paris Barış Görüşmelerinde, İstanbul’un işgâlinin gerektiği üzerine konuşurken, Maraş katliamı nedeniyle “Türkler’in” cezalandırılmasını önemli nedenlerin başında sayar.65 Bu nedenle, Müttefik güçlerin İstanbul’u işgâllerinin hemen akabinde, bölgelere gönderilen ilk tamimde bu konu ele alınır. Tamimde, “Bugünler zarfında vatanımızda yaşıyan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz muamelei insaniyetkaranenin kıymeti pek büyük olduğu”, söylenerek, Hıristiyanlara karşı kötü muamele yapacak olanların en sert şekilde cezalandırılacakları bildirilir.66
Bir yıl sonra M. Kemal Meclis’te yaptığı konuşmada, bu tamimi önemli bir eylem olarak yeniden zikreder; “Klikya ve havalisinde ve Şark hududumuz haricindeki resmi ve gayrı resmi Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırkdaşlarımıza karşı vukubulan tecavüzatı cinayetikâraneleri karşısında dahi memleketimizde yaşayan sakin Ermeniler’in her türlü taaruzdan masuniyetlerini temin eylemeyi pek mühim bir vazifei medeniye telâkki eyledik... Ermeni ahalinin muhafazai selâmeti lüzumunu bütün makamata bildirdik.”67 Alınan tedbirlere bağlı olarak elde edilen sonuçtan ise büyük bir övgüyle söz eder; “İstanbul’un ecnebi işgâlinden bu güne kadar güzaran eden eyyamı ıztırabımız esnasında hiçbir Devleti ecnebiyenin himayei fibyesine mazhar olmayan Anadolu Ermeniler’inden hiçbir ferdin hattâ en basit bir surette maruzu tecavüz olmaması bize her vesile ile isnadı cinayet eden ve hasaisi medeniyeyi tahtı inhisara alan etrikacı Avrupa’nın yüzlerini kızartacak ve milletimizin fıtratan mütehalli olduğu şeairi insaniyenin derecei ulviyetini ispat edecek pek mühim bir noktadır.”68
M. Kemal, özellikle 1915-7 kırımı nedeniyle bu tür suçlamaların yapılmakta olduğunu bildiğinden, Batılı ülke temsilcileri ile görüşürken, kırım konusunda son derece hassas ve eleştirel bir tutum takınır ve suçluların yargılanması gerektiğini her vesile ile dile getirir. Örneğin, Amerika tarafından, olası bir Ermeni Mandası’nın politik, askerî ve malî boyutlarını araştırmak üzere Wilson tarafından bölgeye yollanan General Harbord ile görüşürken, 800.000 Ermeninin öldürülmüş olduğunu kabul eder. M. Kemal’in bu sayıyı vermesi oldukça önemlidir. Çünkü, Aralık 1918 ayında Dahiliye Nazırı Mustafa Arif (Değmer) tarafından atanan bir komisyon, bakanlık kayıtlarına göre öldürülen Ermeniler’in sayısını çıkarmak işiyle uğraşmıştı. Yapılan soruşturmaların sonuçları, 13 Mart 1919’da, Damat Ferit Paşa hükümeti Dahiliye Nazırı Cemal tarafından açıklandı. Buna göre tehcir sırasında öldürülen Ermeni sayısı 800.000’di.[69] Bu açıklama büyük tepkilere yol açmıştı.[70] Harbord, Mustafa Kemal için, “Ermeni kıtâlini o da takbih ediyordu”, der.[71] M. Kemal’e göre, “Ermeniler’in katledilip sürülmeleri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri”ydi.[72]
M. Kemal’in, Ermeni kırımı hakkında eleştirel konuşmaları bir tek Batılı temsilcilere yapmamıştır. 24 Nisan günü Meclis’in açılması meselesiyle yaptığı uzun konuşmada da kırımı çok açık biçimde kınar. Kırımdan, “maziye aid fazahat” olarak söz eder. Özellikle İngilizler’in, Türkiye’de hala “bu gibi fecayiin icra edildiği” yollu iddialarını çok sert olarak eleştirir.73 Kazım Karabekir’e 6 Mayıs 1920’de çektiği bir telde de aynı hava egemendir. Burada, M. Kemal’in konuya özellikle dış politik ilişkiler itibarıyla önem verdiğini görürüz. Ermeni devleti ile yapılması planlanan savaşta en çok korktuğu şey, Batılı devletler tarafından, “kırım yapmakla” suçlanmaktır. Sırf bu suçlamadan kurtulmak için planlanan seferin ertelenmesini önerir. Telgrafta, “Ermeni vukuatı bütün alemi iseviyeti aleyhimize sevk eden avamilin en mühimlerinden” biridir, der ve “ilk evvel tarafımızdan kabul tasdik olunan Ermeni Hükümetini ordumuzun kuvvetile mahvetmek ve bittabi yeniden bir Ermeni kıtali” anlamına gelecektir ve “bizim tarafımızdan” böyle bir şeyin yapılması ise çok kötü olacağından hareket durdurulmalıydı74
Örnekleri arttırmak mümkündür. Fakat konumuz açısından çıkartılacak sonuç şudur: Birinci Cihan Harbi yıllarında İttihatçı yöneticiler tarafından gündeme getirilmiş katliamlar, Anadolu hareketini en çok meşgûl eden konuların başında gelmiştir. Anadolu Hareketi, savaş ve kırım suçlularının yargılanmasından yanadır. Bunun İttihatçı yöneticilerle sınırlı olmasını istemektedir. Ayrıca kendisine benzeri suçlamaların yapılmasını büyük bir haksızlık olarak telakki etmekte ve bu suçlamaları haklı gösterecek tüm girişimlerden büyük bir dikkatle kaçınmaktadır.
III- BIR SONUÇ DENEMESİ
Eğer 1918-23 arasında yaşanan olayları, iki genel teorik kavramla ifade etmemiz gerekirse, bunlar “ulusal egemenlik” sorunu ile “insan hakları” ve bu hakları ihlâl eden devletlerin egemenlik haklarına müdahale etme sorunu ve bu iki ilke arasındaki açık çelişki meselesidir. Bir tarafta kendilerini, Osmanlı Devletinin devamı olarak değerlendiren İstanbul ve Ankara Hükümetleri vardır ve bunlar esas olarak, 1918 Mondros Mütarekesi ile birlikte işgâl dışında kalmış bölgelerde Osmanlı Devlet egemenliğinin sürdürülmesini istemektedirler. Misak-ı Milli bu egemenlik anlayışının bir ifadesi olarak formüle edilmiştir. Diğer taraftan, savaş yıllarında işlenmiş suçlar vardır. Bu suçları işleyenlerin uluslararası hukuk esaslarına göre yargılanması gerektiğini savunmak ve bunu bir ilke haline getirmek, ulusal egemenlik hakkı ilkesi ile çelişki içindedir. Nazi Almanya’sı ve Yugoslavya örneklerinden de bildiğimiz gibi, bu durum, ulusal devletin iç işlerine karışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Türk tarafı, suçluların yargılanmasını da “ulusal hukukun sorunu” olarak görmek taraftarıdır. Ayrıca Müttefik güçler, insanlık suçunun cezalandırılmasının bir biçimi olarak da Anadolu’nun parçalanmasını görmektedirler. Kurtuluş Savaşı işte bu bir devletin egemenlik hakları ile insanlık suçu nedeniyle ulusal ve uluslararası yargılamaların yapılmasının gerilimi içinde gelişmiştir. Zamanla, Anadolu’nun işgâl ve Müttefikler arasında pay edilmesi ile kırım suçlularının yargılaması bir ve aynı şey haline dönüştürülmüştür.
Dönemin aktörleri, bu iki olguyu birbirinden ayırmayı başaramamışlardır. (Bunu gerçekten isteyip istemedikleri ayrı bir sorudur.) Müttefik güçlerin Anadolu’yu paylaşım arzuları, onları kırım suçlularının yargılanmaları konusunda isteksiz tavır almaya itti. Burada önemli bir soru akla geliyor. Acaba Müttefikler, kırım suçlularının yargılanmasına ve “Türkler’in” “Misak-ı Milli” isteklerine önem verselerdi, ama Türkler’in ulusal egemenlik haklarını tanımalarının bedeli olarak kırım suçlularının yargılanmasını ileri sürselerdi ne tür bir sonuç alınırdı?
İddia edilebilir ki, eğer Anadolu’nun özellikle Yunanistan tarafından işgâli macerası ve taksim planları olmasaydı, “insanlık suçlarının” cezalandırılması konusunda başka sonuçlar elde etmek mümkün olabilirdi. Ve biz de bugün başka bir tarih anlatıyor olurduk. Bu sadece teorik olarak ileri sürülen bir tez değildir. Gerek Türkler gerekse Müttefikler açısından bunun olanaklı olduğunu gösteren oldukça fazla ipucu vardır.
İngiliz Yüksek Komiserliğinde görevli Andrew Ryan, “Türkler’in” mütarekenin ilk dönemlerinde çok yorgun olduklarını ve “halkın çoğu hangi koşulda olursa olsun, bir barışı büyük bir memnunlukla karşılayacak(dı)”, der. Bu sözlerin fazla hayal ürünü olmadığını, İstanbul’da Harbiye Nazırı olarak da görev yapan ve daha sonra Anadolu’daki harekete katılan Fevzi Paşa, Millet Meclisine katılması vesilesiyle 27 Nisan 1920 tarihinde Mecliste yaptığı konuşmadan da anlıyoruz. Paşa, şunları söylüyordu; “samimiyetle İngilizlere diyordum ki, tehdit ile birşey yapamazsınız... bize hayat hakkı tanırsanız biz her şeyi yapmaya hazırız.”75 Paşa’yı Anadolu’ya iten neden istenen hayat hakkının yani egemenlik hakkının tanınmamasıydı. Özellikle İzmir’in işgâli ve taksim planları başlangıçta barış konusunda egemen olan yumuşak tutumun sertleşmesi ile sonuçlandı. Bu durum İngiliz Genelkurmayınca da gözlemiş idi; “Halkın çok büyük bir bölümü tam anlamıyla savaş yorgunudur. Ama halk topraklarının bir bölümünün Yunanistan ya da Ermenistan’a verilmesini önlemek için acı bir biçimde savaşmaya hazırlanacaktır... İşgal edilen bölgenin derinleşmesiyle birlikte direniş de artacaktır.”76
Müttefik Devletler arasında, Osmanlı Devletinin egemenlik hakkı konusunda uygulamaya konandan daha farklı politikaları savunan çevreler vardı. Veya daha doğru deyişle, bu konuda farklı dönemlerde farklı düşünceler ileri sürülmüştür. Örneğin, gerek Wilson gerekse Lloyd George 1918 yılında Osmanlı Devletinin egemenlik ilkesine saygılı oldukları yolunda sözler vermişlerdi. Wilson’un, 8 Ocak 1918’de barışın hedefleri olarak ilân ettiği 14 noktanın 12. maddesi, nüfusun çoğunluğunun Türk olduğu bölgelerde bağımsız bir Türk devletinin kurulmasını savunuyordu. Barış görüşmelerine hazırlık amacıyla yapılan çalışmalarda da Amerika, Türkiye politikasını şöyle formüle etmişti; “Türkiye’nin bir devlet olarak ayrıca varlığı bir Türk Hükümeti altında sürecektir. Bu belki mevcut hükümet belki de başka bir hükümet olacaktır.”77 Lloyd George 5 Ocak 1918’de, “Türkiye’yi başkentinden ya da Küçük Asya ve Trakya gibi ağırlıklı olarak Türk ırkından kişilerin yaşadığı zengin ve ünlü topraklarından mahrum bırakmak için de savaşmıyoruz”, demişti.78
Sonuçta verilen bu sözler yerine yapılan Anadolu’nun çeşitli egemenlik alanlarına bölünerek paylaşılması oldu. 17 Mayıs 1919’da barış görüşmeleri sırasında, kendilerine 1918’de verdikleri sözler hatırlatıldığında ise, “unuttuklarını” söylediler.79 Böylece Anadolu’nun paylaşılması planı uygulamaya konmuş ve 16 Mayıs’ta İzmir Yunanlılarca işgâl edilmiştir. Ermeni kırımını kovuşturma meselesi bu girişim ile önemli bir darbe yemiştir. Çünkü dönemin İngiliz Savunma Bakanı Churchill’in sözleriyle; “Hak şimdi taraf değiştirmiştir. Adalet şimdi öteki kampa geçmiştir”80
İngiliz Yüksek Komiserliği ve Genelkurmayının konuya ilişkin takındıkları tutumlar bu tezi kuvvetlendirecek yöndedir. Bu iki kurum da Anadolu’nun parçalanması ile kırım suçlularının cezalandırılmasının birbirine karıştırılmaması gerektiğini savunmuşlardır. İzmir’in Yunanlılar’ca işgâline karşı çıkan Yüksek komiserlik, daha işgâle karar verilmesinden çok önce Paris’i uyarmıştır; “ümit etmek isterim ki... Helen Kırallığı Ege Denizinin doğu kıyılarına yayılmayacaktır. Bu ümidimiz geçmişteki zulüm idaresinden kurtulmak emellerine duyduğumuz sempatinin şiddetinin eksikliğinden değil, ama bu hareketin ilgili taraflardan hiçbirisinin mutluluğuna hizmet edeceğine inanmamış olmaktan(dır)...”81 Fakat işgâl bu uyarılara rağmen gerçekleşir. İngiliz Genelkurmay Başkanı Wilson, Hükümet yetkililerini uyarmanın ötesinde, günlük defterine 10 Mayıs’ta, “Bütün bunlar çılgınca ve kötü şeyler”, diye yazar.82 23 Kasım 1919’da Yüksek Komiser Amiral Sir J. de Robeck, raporunda, “Türkler cezalandırılmalıydı, fakat İngiliz... çıkarları bakımından bu ceza, büyük çoğunluğu Osmanlı olan vilayetlerin bölünmesi şeklini almamalıydı”, der.83 Burada benim ileri sürdüğüm de budur. Cezalandırmada kırım suçlularının yargılanması değil, fırsatı doğmuş bir paylaşımın gerçekleştirilmesi arzusu öne çıktı. Böylece, iki ayrı olgu, (toprak paylaşımı ve kırım suçlusunu yargılamak), birbirine karıştı. Burada ileri sürdüğüm, eğer müttefikler, Osmanlı egemenliği konusunda farklı bir politika izleyebilselerdi sonucun değişik olabileceği yolundadır.
Türk tarafında da başlangıç dönemlerinde burada ileri sürülen tezi güçlendiren eğilimler mevcuttu. Türkler, Paris Barış Görüşmeleri’nden olumlu sonuç elde edebilmelerinin, kırım suçluları konusunda atacakları adımlara bağlı olduğunu görüyor ve biliyorlardı. Müttefik devletlerin Osmanlı İmparatorluğu hakkında verdikleri kararın değişmesinin ve İstanbul’un “Türkler’in” elinde kalmasının ancak suçluların cezalandırılması ile mümkün olabileceği fikri o dönemde özellikle İstanbul’da geniş bir kesime egemen olan düşünceydi. Konuya ilişkin, Amasya Protokolleri dışında verilebilecek başka örneklerde mevcuttur.
“Savaş ve kırım suçlularının yargılanması” konusunda takınılan tavırdaki en önemli dönüm noktası, Sevr Antlaşması’nın hükümlerinin belli olması ile birlikte olmuştur. Müttefik güçler, cezalandırmadan esas olarak, Osmanlı devletinin egemenlik haklarının ortadan kaldırılmasını anlıyorlardı. Bu nedenle elde kalan topraklar üzerinde Osmanlı Devletini devam ettirmek için mücadele eden Ankara da kısa sürede, İstanbul’da görülmekte olan savaş ve kırım suçlularının yargılanmaları programına dahil edildi. Nisan 1920 ile birlikte, savaş ve kırım suçlularının davalarının görüldüğü, 1. Divan-ı Harbi Örfi’de başta Mustafa Kemal olmak üzere Anadolu hareketi önderlerini de idam cezasına çarptırılmaya başlandı.
Sevr Antlaşması’nın hükümlerini Nisan 1920 ile şekillenmeye başlanması, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam cezalarına çarptırılmaları ve İstanbul’un anlaşmanın şartlarını yerine getirebilmek için işgâl edilmesi, Anadolu Hareketinin, savaş ve kırım suçlularının yargılanması konusundaki tutumunu esas olarak değiştirdi. M. Kemal’in, 12 Ağustos 1920’de İstanbul’a yazdığı bir mektup bu konudaki tutum değişikliğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Sevr Antlaşması artık kabul edilmiştir ve bu anlaşmaya göre kırım ve savaş suçluları yeniden yargılanacaktır. Mektup, doğrudan İstanbul’daki idamlar nedeniyle, İngiliz Karargahına iletilmesi isteği ile kaleme alınmıştır. Mektupta; “Osmanlı Hükümeti... artık hiçbir anlamı kalmamış sürgün ve kırım iddialarıyla vatan çocuklarını astırmaya devam ediyor”, denmektedir.84 Böylece bu tür idamların ancak “anlamı olması” koşuluyla yapılabileceği ifade edilmektedir. Anlamsız idamların ise artık durdurulması gerekmektedir.
Göstermeye çalıştığım gibi, eğer Batılı güçler, Kurtuluş Hareketinin Misak-ı Milli konusundaki taleplerini ciddiye alsa idi ve ama bunun koşulu olarak da “insanlık suçu” işlemiş olanların yargılanması şartını koşmuş olsaydı, bugün çok daha başka bir tarih anlatıyor olacaktık. Bu iki boyutun birbirinin içine sokulmasıdır ki, Kurtuluş Savaşı’na esas damgasını vuran, insan hakları boyutu unutulmaya mahkûm oldu. Kurtuluş Savaşı tarihini, insan hakları ekseninde yeniden ele almanın, dönemin ele alınamayan ve yok sayılan konularını gündeme getirmesi yanısıra, bugün açısından anlam ve öneminin ne olduğu ise ayrı bir tartışma konusudur.
[1] Yazıda, Türkler ifadesini birçok yerde tırnak içine almamın nedeni budur. Irkçı ve milliyetçi bakış, “ötekine”, ortak özellikler yükleyerek, onu homojen ve tek bir kavramda ifade etmek çabasıdır da. Bizler de özellikle tarih yazımında bu kavramları aynen almaya çok yatkınızdır. Oysa “Türkler”, “Ermeniler” gibi genel bazı ifadelerin, tarihsel olayların ele alınması sırasında “kollektif aktörleri” tanımlamak için kullanılması doğru değildir. Tarih sahnesinde, kollektif olarak ortak eylemde bulunan, politik veya başka özellikleriyle tanımlanan “Bir Grup”tur. Bu grup, dahil olduğu ulus veya din grubu içinde sadece bir kesimi temsil eder. Tarihte, “Türkler”, “Ermeniler” gibi aktörler yoktur. Bu nedenle özellikle tarihsel olayların aktörleri konusunda, “Türkler, Ermeniler” vb. gibi ifadeler hem yanlıştır hem de ırkçı ve milliyetçi tavır alışların tersten kabul edilmesi sonucunu da doğurur. Yazının bu uyarı ışığında okunması gerekmektedir.
[2] Gotthard Jäschke, Mustafa Kemal und England in neuer Sicht, s.225, içinde: Die Welt des Islams, Volume XVI, Leiden 1975.
[3] Çeşitli yıllarda yapılan bu anlaşmalar için bakınız; Paul C. Helmreich, From Paris to Sévres, s.3-38, Columbus 1974.
[4] Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, s.32, Ankara 1990.
[5] Gotthard Jäschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.54, Ankara 1971.
[6] Gotthard Jäschke, Beiträge zur Geschichte des Kampfes der Türkei um ihre Unabhängigkeit, s.2, in: Die Welt des Islams (NS), Volume V, Leiden 1958.
[7] G. Jäschke, Beiträge..., a.g.e., s.2.
[8] James F. Willis, Prolog to Nürnberg, The Politics and Diplomacy of Punishing War Criminals of the First World War, s.2, Londra 1982
[9] Temperley, H.W.V. (Hg.), History of the Peace Conference of Paris, Bd. 6, London, New York Toronto 1969, S. 23.
[10] Aktaran Lloyd George, Memoirs, Band II, s. 64, Boston 1934.
[11] Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, s.15, Ankara 1985. Milne bu sözü 12.1.1919’da söylüyor.
[12] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi, Cilt II, s.27, İstanbul 1986.
[13] Statement of Minister Curzon, July 4, 1919, in: Documents on British Foreign Policy 1919-1936, Band 4, s.661, First Series, W. Woodsward and R. Butler (eds)., 1952.
[14] Le Temps, Journal des Débats (2 Kasım 1918) gazetelerinden aktaran, Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, 1919-1921, s.70, Ankara 1988.
[15] Richard G. Hovannisian, “The Allies and Armenia 1915-18”, Journal of Contemporary History, Bd 3 (1968) içinde ayrı makale, s.148
[16] FO 371/4173/53351, folios 192-93.
[17] Komisyon raporu daha sonra birçok defa yayımlanmıştır. Buradaki bilgiler ilgili rapordan alınmıştır. Bakınız; Commission on the Responsibility of the Autors of the War and on Enforcement of Penalties. Report, s. 95-155. The American Journal of International Law, Volume 14, 1920, New York içinde. Bunda sonra sadece Rapor olarak geçecek.
[18] Rapor, s. 115.
[19] Rapor, s. 117.
[20] Fritz Dickmann, Die Kriegschuldfrage auf der Friedenskonferenz von Paris 1919, s. 40, München 1964.
[21] Christopher Simpson, Die seinerzeitige Diskussion über die in Nürnberg zu verhandelnden Delikte, s. 45. Hankel/Stuby (Edit.), Gerd Hankel und Gerhard Stuby (Editör), Strafgerichte gegen Menscheitsverbrechen, Hamburg 1995 içinde ayrı makale.
[22] Seha L. Meray, Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri, s.113-4, Ankara 1977.
[23] Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s.186, Ankara 1987.
[24] FO 371/4174/118337, folio 253.
[25] A.g.e.
[26] Padişah, sadece ilk 40 gün içerisinde bu doğrultuda üç girişimde bulunmuştur. (Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Cilt 1, s. 146, İstanbul 1983).
[27] Sina Akşin, a.g.e., Cilt 1, s. 24.
[28] Meclisi Ayan Zabıt Ceridesi, Devre 3, İçtima Senesi 5, 1. Cilt, s. 122, TBMM Basımevi, Ankara 1990.
[29] Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 109.
[30] A.g.e., s. 109.
[31] A.g.e., s. 110.
[32] Kurt Ziemke, Die neue Türkei, s. 83, Stuttgart, Berlin, Leipzig 1930.
[33] Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 110.
[34] Savaş sonrası İstanbul’da 11 Ekim 1918 ile 4 Kasım 1922 arasında 12 ayrı hükümet kurulmuştur. Bunların 5’i, 4 Mart 191930 Eylül 1919 (3 ayrı hükümet) ve 5 Nisan 1920 17 Ekim 1920 (2 ayrı hükümet) tarihleri arasında Damat Ferit Paşa tarafından kurulmuştur. Mütareke dönemi olarak adlandırılan bu dönem Hükümetlerinin tam listesi için bakınız; Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., Cilt II, s. 37.1 Yazıda, Türkler ifadesini birçok yerde tırnak içine almamın nedeni budur. Irkçı ve milliyetçi bakış, “ötekine”, ortak özellikler yükleyerek, onu homojen ve tek bir kavramda ifade etmek çabasıdır da. Bizler de özellikle tarih yazımında bu kavramları aynen almaya çok yatkınızdır. Oysa “Türkler”, “Ermeniler” gibi genel bazı ifadelerin, tarihsel olayların ele alınması sırasında “kollektif aktörleri” tanımlamak için kullanılması doğru değildir. Tarih sahnesinde, kollektif olarak ortak eylemde bulunan, politik veya başka özellikleriyle tanımlanan “Bir Grup”tur. Bu grup, dahil olduğu ulus veya din grubu içinde sadece bir kesimi temsil eder. Tarihte, “Türkler”, “Ermeniler” gibi aktörler yoktur. Bu nedenle özellikle tarihsel olayların aktörleri konusunda, “Türkler, Ermeniler” vb. gibi ifadeler hem yanlıştır hem de ırkçı ve milliyetçi tavır alışların tersten kabul edilmesi sonucunu da doğurur. Yazının bu uyarı ışığında okunması gerekmektedir.
[2] Gotthard Jäschke, Mustafa Kemal und England in neuer Sicht, s.225, içinde: Die Welt des Islams, Volume XVI, Leiden 1975.
[3] Çeşitli yıllarda yapılan bu anlaşmalar için bakınız; Paul C. Helmreich, From Paris to Sévres, s.3-38, Columbus 1974.
[4] Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, s.32, Ankara 1990.
[5] Gotthard Jäschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.54, Ankara 1971.
[6] Gotthard Jäschke, Beiträge zur Geschichte des Kampfes der Türkei um ihre Unabhängigkeit, s.2, in: Die Welt des Islams (NS), Volume V, Leiden 1958.
[7] G. Jäschke, Beiträge..., a.g.e., s.2.
[8] James F. Willis, Prolog to Nürnberg, The Politics and Diplomacy of Punishing War Criminals of the First World War, s.2, Londra 1982
[9] Temperley, H.W.V. (Hg.), History of the Peace Conference of Paris, Bd. 6, London, New York Toronto 1969, S. 23.
[10] Aktaran Lloyd George, Memoirs, Band II, s. 64, Boston 1934.
[11] Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, s.15, Ankara 1985. Milne bu sözü 12.1.1919’da söylüyor.
[12] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi, Cilt II, s.27, İstanbul 1986.
[13] Statement of Minister Curzon, July 4, 1919, in: Documents on British Foreign Policy 1919-1936, Band 4, s.661, First Series, W. Woodsward and R. Butler (eds)., 1952.
[14] Le Temps, Journal des Débats (2 Kasım 1918) gazetelerinden aktaran, Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, 1919-1921, s.70, Ankara 1988.
[15] Richard G. Hovannisian, “The Allies and Armenia 1915-18”, Journal of Contemporary History, Bd 3 (1968) içinde ayrı makale, s.148
[16] FO 371/4173/53351, folios 192-93.
[17] Komisyon raporu daha sonra birçok defa yayımlanmıştır. Buradaki bilgiler ilgili rapordan alınmıştır. Bakınız; Commission on the Responsibility of the Autors of the War and on Enforcement of Penalties. Report, s. 95-155. The American Journal of International Law, Volume 14, 1920, New York içinde. Bunda sonra sadece Rapor olarak geçecek.
[18] Rapor, s. 115.
[19] Rapor, s. 117.
[20] Fritz Dickmann, Die Kriegschuldfrage auf der Friedenskonferenz von Paris 1919, s. 40, München 1964.
[21] Christopher Simpson, Die seinerzeitige Diskussion über die in Nürnberg zu verhandelnden Delikte, s. 45. Hankel/Stuby (Edit.), Gerd Hankel und Gerhard Stuby (Editör), Strafgerichte gegen Menscheitsverbrechen, Hamburg 1995 içinde ayrı makale.
[22] Seha L. Meray, Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri, s.113-4, Ankara 1977.
[23] Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s.186, Ankara 1987.
[24] FO 371/4174/118337, folio 253.
[25] A.g.e.
[26] Padişah, sadece ilk 40 gün içerisinde bu doğrultuda üç girişimde bulunmuştur. (Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Cilt 1, s. 146, İstanbul 1983).
[27] Sina Akşin, a.g.e., Cilt 1, s. 24.
[28] Meclisi Ayan Zabıt Ceridesi, Devre 3, İçtima Senesi 5, 1. Cilt, s. 122, TBMM Basımevi, Ankara 1990.
[29] Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 109.
[30] A.g.e., s. 109.
[31] A.g.e., s. 110.
[32] Kurt Ziemke, Die neue Türkei, s. 83, Stuttgart, Berlin, Leipzig 1930.
[33] Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 110.
[34] Savaş sonrası İstanbul’da 11 Ekim 1918 ile 4 Kasım 1922 arasında 12 ayrı hükümet kurulmuştur. Bunların 5’i, 4 Mart 191930 Eylül 1919 (3 ayrı hükümet) ve 5 Nisan 1920 17 Ekim 1920 (2 ayrı hükümet) tarihleri arasında Damat Ferit Paşa tarafından kurulmuştur. Mütareke dönemi olarak adlandırılan bu dönem Hükümetlerinin tam listesi için bakınız; Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., Cilt II, s. 37.1 Yazıda, Türkler ifadesini birçok yerde tırnak içine almamın nedeni budur. Irkçı ve milliyetçi bakış, “ötekine”, ortak özellikler yükleyerek, onu homojen ve tek bir kavramda ifade etmek çabasıdır da. Bizler de özellikle tarih yazımında bu kavramları aynen almaya çok yatkınızdır. Oysa “Türkler”, “Ermeniler” gibi genel bazı ifadelerin, tarihsel olayların ele alınması sırasında “kollektif aktörleri” tanımlamak için kullanılması doğru değildir. Tarih sahnesinde, kollektif olarak ortak eylemde bulunan, politik veya başka özellikleriyle tanımlanan “Bir Grup”tur. Bu grup, dahil olduğu ulus veya din grubu içinde sadece bir kesimi temsil eder. Tarihte, “Türkler”, “Ermeniler” gibi aktörler yoktur. Bu nedenle özellikle tarihsel olayların aktörleri konusunda, “Türkler, Ermeniler” vb. gibi ifadeler hem yanlıştır hem de ırkçı ve milliyetçi tavır alışların tersten kabul edilmesi sonucunu da doğurur. Yazının bu uyarı ışığında okunması gerekmektedir.
[2] Gotthard Jäschke, Mustafa Kemal und England in neuer Sicht, s.225, içinde: Die Welt des Islams, Volume XVI, Leiden 1975.
[3] Çeşitli yıllarda yapılan bu anlaşmalar için bakınız; Paul C. Helmreich, From Paris to Sévres, s.3-38, Columbus 1974.
[4] Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, s.32, Ankara 1990.
[5] Gotthard Jäschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.54, Ankara 1971.
[6] Gotthard Jäschke, Beiträge zur Geschichte des Kampfes der Türkei um ihre Unabhängigkeit, s.2, in: Die Welt des Islams (NS), Volume V, Leiden 1958.
[7] G. Jäschke, Beiträge..., a.g.e., s.2.
[8] James F. Willis, Prolog to Nürnberg, The Politics and Diplomacy of Punishing War Criminals of the First World War, s.2, Londra 1982
[9] Temperley, H.W.V. (Hg.), History of the Peace Conference of Paris, Bd. 6, London, New York Toronto 1969, S. 23.
[10] Aktaran Lloyd George, Memoirs, Band II, s. 64, Boston 1934.
[11] Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, s.15, Ankara 1985. Milne bu sözü 12.1.1919’da söylüyor.
[12] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Mütareke Dönemi, Cilt II, s.27, İstanbul 1986.
[13] Statement of Minister Curzon, July 4, 1919, in: Documents on British Foreign Policy 1919-1936, Band 4, s.661, First Series, W. Woodsward and R. Butler (eds)., 1952.
[14] Le Temps, Journal des Débats (2 Kasım 1918) gazetelerinden aktaran, Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, 1919-1921, s.70, Ankara 1988.
[15] Richard G. Hovannisian, “The Allies and Armenia 1915-18”, Journal of Contemporary History, Bd 3 (1968) içinde ayrı makale, s.148
[16] FO 371/4173/53351, folios 192-93.
[17] Komisyon raporu daha sonra birçok defa yayımlanmıştır. Buradaki bilgiler ilgili rapordan alınmıştır. Bakınız; Commission on the Responsibility of the Autors of the War and on Enforcement of Penalties. Report, s. 95-155. The American Journal of International Law, Volume 14, 1920, New York içinde. Bunda sonra sadece Rapor olarak geçecek.
[18] Rapor, s. 115.
[19] Rapor, s. 117.
[20] Fritz Dickmann, Die Kriegschuldfrage auf der Friedenskonferenz von Paris 1919, s. 40, München 1964.
[21] Christopher Simpson, Die seinerzeitige Diskussion über die in Nürnberg zu verhandelnden Delikte, s. 45. Hankel/Stuby (Edit.), Gerd Hankel und Gerhard Stuby (Editör), Strafgerichte gegen Menscheitsverbrechen, Hamburg 1995 içinde ayrı makale.
[22] Seha L. Meray, Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri, s.113-4, Ankara 1977.
[23] Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s.186, Ankara 1987.
[24] FO 371/4174/118337, folio 253.
[25] A.g.e.
[26] Padişah, sadece ilk 40 gün içerisinde bu doğrultuda üç girişimde bulunmuştur. (Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Cilt 1, s. 146, İstanbul 1983).
[27] Sina Akşin, a.g.e., Cilt 1, s. 24.
[28] Meclisi Ayan Zabıt Ceridesi, Devre 3, İçtima Senesi 5, 1. Cilt, s. 122, TBMM Basımevi, Ankara 1990.
[29] Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 109.
[30] A.g.e., s. 109.
[31] A.g.e., s. 110.
[32] Kurt Ziemke, Die neue Türkei, s. 83, Stuttgart, Berlin, Leipzig 1930.
[33] Paul C. Helmreich, a.g.e., s. 110.
[34] Savaş sonrası İstanbul’da 11 Ekim 1918 ile 4 Kasım 1922 arasında 12 ayrı hükümet kurulmuştur. Bunların 5’i, 4 Mart 191930 Eylül 1919 (3 ayrı hükümet) ve 5 Nisan 1920 17 Ekim 1920 (2 ayrı hükümet) tarihleri arasında Damat Ferit Paşa tarafından kurulmuştur. Mütareke dönemi olarak adlandırılan bu dönem Hükümetlerinin tam listesi için bakınız; Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., Cilt II, s. 37.
[35] G. M. Kemal, Nutuk, Cilt I, 1919-1920, s. 161, İstanbul 1934.
[36] A.g.e., s. 166
[37] G. M. Kemal, Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 159, s. 193-4, İstanbul 1934.
[38] A.g.e., s. 165.
[39] Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Son Meşrutiyet (1919-1921), Cilt II, s. 316, İstanbul 1992.
[40] A.g.e., s. 166-7.
[41] G. M. Kemal, Nutuk, Cilt III, Vesika 159, s. 193-4.
[42] M. Kemal’in, Nutuk’da, Üçüncü Protokol (Vesika 160) olarak bildirdiği belge aslında, İstanbul tarafında önerilen ve kabul edilen birinci protokolün 6. maddesi için M. Kemal tarafından önerilmiş alternatif bir formülasyondan ibarettir. (Sina Akşin, a.g.e., Cilt II, s. 445).
[43] G. M. Kemal, Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 160, s. 194.
[44] G. M. Kemal, Nutuk, Cilt III, Vesika 159 ve 160, s. 193-4.
[45] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 1. Kitap, s. 87, Ankara 1991.
[46] Örnek olarak Ati, 10 Ekim 1918.
[47] 2 Ekim 1920’de M. Kemal’in Padişaha yolladığı yazıdan, Nutuk, Cilt III, Vesika 97, s. 94.
[48] FO 371/4174/102553, 25.2.1919 tarihli Nota.
[49] Osmanlı Hükümetinin yargılamalar konusundaki tutumu konusunda ayrıntılı bilgi için bakınız; Taner Akçam, Armenien und der Völkermord, die İstanbuler Prozesse und türkische National Bewegung, Hamburg 1996.
[50] FO 371/6499/ E 3110, Fol. 190. Lord Curzon’un Bekir Sami ile yaptığı görüşmenin raporundan.
[51] G. M. Kemal, Nutuk, Cilt II, s. 110, 239.
[52] James F. Willis, Prologue to Nuremberg, a.g.e., s. 161.
[53] FO/ 371/6504/E 9112, Fol. 47.
[54] FO/371/6504/E 10411, Fol. 130. General Harington´dan Savaş Bakanlığına Telgraf.
[55] 11 Temmuz 1919 Le Temps gazetesinden aktaran, Paul Dumont, Mustafa Kemal, s.35, Ankara 1993.
[56] Nisan 1919’da Daily Mail gazetesinde yer alan bir haberden aktaran, Yahya Akyüz, a.g.e., s.75.
[57] A.g.e., s.76.
[58] Paul Dumont, Mustafa Kemal, s.35-6, Ankara 1993.
[59] Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt II, s.179.
[60] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s.225, İstanbul 1960.
[61] Atatürkün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Ankara 1964, s.74-84’den aktaran, Seçil Akgün, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, s.168, İstanbul 1981.
[62] Bilal Şimşir, British Documents on Atatürk (1919-1938), Volume I, s.171, Ankara 1973.
[63] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, a.g.e., (III. Cilt içinde), s.4.
[64] Bekir Sami Baykal, Heyet-i Temsiliye Kararları, s.5,10, Ankara 1974. 24,28,29 Eylül ve 11 Teşrin-i Evvel 1335’de de benzeri kararlar alınmış olması, Heyet-i Temsiliye tarafından konunun büyük bir ciddiyetle ele alındığını ve ciddi endişelere sahip olunduğunu gösterir.
[65] Paul C. Helmreich, From Paris to Sévres, a.g.e., s.278.
[66] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Cilt I 1919-1920, s.296.
[67] Kazım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, s.67, Ankara 1981.
[68] A.g.e., s.67.
[69] Vakit ve Alemdar 15 Mart 1919.
[70] Daha sonra Ankara B.M.M.’sinde Cemal’den “Artin Cemal” ve “Herif” diye söz edildi ve kendisi bu konudaki tutumundan dolayı da yurt dışına sürülen 150 kişilik listeye dahil edildi. (T.B.M.Meclisi, Gizli Celse Zabıtları, 4.Cilt, s.439-40, Ankara 1985).
[71] Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3, s.179.
[72] A.g.e., s.179.
[73] Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt I, s.59, Ankara 1992.
[74] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s.707, İstanbul 1960.
[75] G. Jäschke, Kurtuluş Savaşı, a.g.e., s. 152
[76] Gotthard Jäschke, Mustafa Kemal und England, a.g.e., s. 210.
[77] G.Jäschke, Präsident Wilson..., a.g.e., s. 75.
[78] Gotthard Jäeschke, Beiträge..., a.g.e., s. 2.
[79] G. Jäschke, “Ein amerikanisches Mandat...”, a.g.e., s. 222.
[80] G. Jäschke, Beiträge..., a.g.e., s. 6.
[81] Gotthard Jäschke, Kurtuluş Savaşı, a.g.e., s. 61.
[82] G. Jäschke, Kurtuluş Savaşı..., a.g.e., s. 73.
[83] Sina Akşin, a.g.e., Cilt II, s. 2467.
[84] Mektup Mütareke döneminin ilk Sadrazam’ı Ahmet İzzet Paşa’ya, İngiliz Yüksek Komiserliğine iletilmesi amacıyla yazılmıştır. Bilal Şimşir, a.g.e., s. 334.