-Türk aydınlarına 75. Yıl Kutlaması-
GİRİZGÂH
“Heç aklımızdan çıqarmadığımız o qorkunç züllûm günnerini bir defa deha xatırleyalım. Xatırleyalım kii, böyünkü Mutlu Barış ve Özgürlüğün qıymetini deha eyi bilelim!.. Her şey 2003 senesinde Evropa Topluluğu Federesyası’nın (ETF), biz Müsülman Türklere karşı gittiqçe arttırdığı diskriminatif politicası ile eşgermiş idi. Xatırleyalım : Deha evveliyatında Türklerin de âzası olduğu ETF uzuvlarından bizi silahlı mudaxele ile dışaladılar. Böyük qurbannar verdük. Eşitlik xakkımızı elimizden almaya qalkdılar. Camilerimizi bumbaladılar, Vehattaa evlere baskınnar edereq baniyo-küvetindeki çocuxlarımızı kurşunnadılar. Türkiye Türkî toplumunun bağımsızlık ve egemennik xakları içün, Rus comonist imperiyası çöqtükten kelli soydaşımız Türkî xâlqına geçen vehattaa Anayurdumuz Orta-Asya’yı merikez edinen Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ile bir ‘Garantörlük Antlaşması’ imzâ eylemekten başka çaremiz qalmamış idi. İşi epeyeyice azzıtan ETF sürüleri Şarkî-rakuya’dan Antalay’a kadar vilâyetimizdeki kent ve kasabalarımıza terörist höcumlar tertip ettiler. Biz Türklerin kâr-hâneleri yağmalanıyor, alava veriliyor ve göçemenliğe mecbur kılınıyor idik. Anayurdumuza o sahhatten bize iaşe göndermeye, kızılbozkurt çadırları açmaya başladı. Taşkent’ten, Almati’den, Semarkand’dan, Aşkabad’dan, Buhara’dan, Bâki’den, Kazan’dan eşgeren gönüllü Türkîdilli Bozkurtlar yaralarımıza merhem teşqîl eyledi. Trakuya ve Eller (eski kâfirce adıyla Ege) köylerinden kovulan Türk xalqı 11 sene müddetince, Özbekistan-Türkmenistan-Kazakistan-Azerbaycan-Tataristan-Kırgızistan vilâyetlerinden müteşekkil kutlu Anayurt Türkîistan’ın iaşeleri ile mukavemetini sürdürdü. 11 senenin nixâyetinde 2012’de, Türkiye’mizi ETF’ye ilhak etmeye niyetlenüyar çappulcular. Brüksel emredince askeri darbe tertip ediyorlar. Hesaba gatmıyollar kii Ergenekon’dan şahlanacak ulu ulusumuzun Bozkurtları uluyabilir! 20 Temmuz 2012’de Orta-Asya’nın bağrındaki şanlı Anayurdumuz Türkîistan, Yavruyurt Türkiye’yi kurtarmak içün, Garantörlük Antlaşmaları’na dayanak edinüp Barış Harekâtı’na başlayıyor. Sağolasın , varolasın kahraman Anayurt Türkîistan ordusu! Yavruyurt Türkiye’den şükran sana!..”
Radyoyu kapat da anlatayım sana işin aslını. Türkîistan gazeteleri, televizyonları baştan aşağa yanlış yalan. Buradaki gazeteler desen sansürlü, hele radyolar, tv’ler Türkîistan istihbaratından izinsiz tıs. Türkiye-Türkçesi bozuk bir yerel aksan diye, onların diliyle konuşuyor günboyu TRT-Türkiye Mücahidinin Sesi... İşin aslını anlayabilene aşkolsun.
Nice zamandır Türkiye okullarında okutulan tarih kitabı Orta-Asya BDT’nin gönderdiği Türkîistan Tarihi. Bir de Yerel Mücadele Tarihi var, 2012 senesinde “Yavruyurt Türkiye’nin Anayurt Türkîistan Tarafından Kurtarılışı”yla başlayan. Liseye giden kızım soruyordu geçenlerde : “Baba burada eskiden Bizans ve Osmanlı diye kavimler mi yaşarmış?” Meğer sınıfındaki Kırgızistanlı Türkî çocuklar “Bizans piçi” demişler ona, “Osmanlı kırması”!
Orta-Asya’nın ta ücralarından gönderilen Türkî Yerleşimciler artık bizden fazla. 50 milyonu geçmişler bir hesaba göre. Bizse, Türkiye’de 30-40 milyon ya kaldık ya kalmadık. Biçare Türkler, canlarını nereye atacaklarını şaşırmış halde. Herkes iltica peşinde. Ama nereye? Türkî ordusunun zoruyla ilân edilen “Kuzeydoğu Türkiye Türkî Cumhuriyeti”nin vereceği pasaportu dünyada kim tanır, kim eder. Bu yetmezmiş gibi, 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin pasaportunu kullanmak da yasak. BDT Muhaceret Dairesi adamları evleri yoklar sabah akşam. Türkiye Cumhuriyeti’ne ait pasaport ya da bir başka resmî belge buldular mı vay halinize! Hele de, eski Türk bayrağı (kırmızı içine beyaz ay-yıldızlı) ve Atatürk resmi... “Vatanhaini” suçuyla tutuklanırsınız şıp diye. Üstünden evinize, malınıza el konur.
Bizden ganimetlediklerini taa Afganistan, Moğolistan, Çin sınırından gelen Türkî Yerleşimcilere veriyorlar. Ah nasıl da pisler, görgüsüz ve kaba sabalar! Onlardan daha Avrupalı, daha modern, daha kültürlüyüz diye kıskanıyorlar bizi, hınç besliyorlar! Ama “Hepimiz de aynıyız”, diyorlar : “Siz, 950 yıl önce Orta-Asya’dan Türkiye vilayetine göç etmiştiniz, şimdi de biz.” Seçimlerde onların oyuyla seçilen MHF Partisi, sözümona bizim adımıza konuşuyor dünyaya. Oysa bizi silip süpürmek için yapmadığı yok içeride. Orta-Asya Türkîleri, “Ya sev ya terket!” yazıyor Türklerin kapısına. “Zaten” diyorlar, “Gelen de Türkî, giden de...”
Hırsızlığın, vurup kırmanın, yağmanın haddi hesabı yok. Rusuyla, Çeçeniyle gelen Türkî mafyası memleketin asıl sahibi. Ne Koç’un ne Sabancı’nın esamesi okunur. Bir defasında TÜSİAD mensupları ağzını açacak oldu da hepsini Avrupa kâfirlerinin paralı casusu diye kodese tıktılar. Türkîistan’dan mal almak, Türkîistan Lirası kullanmak zorunlu.
(Biraz yaklaş da anlatayım : Tecavüz ediyor askerler, yaşlı kadınlara oğlan çocuklarına bile. Gazeteler tıs, mahkemeler tıs, polis tıs. Açık saçık giyiniyorlarmış diye kızları, onların dinsiz imansız ebeveylerini suçluyorlar bir de. Zürriyet gazetesinde okumuştum, Anayurdumuz Türkîistan aleyhine propaganda diye solcular uyduruyormuş bunu. Unutmayalım ki, Anayurt Türkîistan kurtardı bizi.)
Bütün Türkler, kapı, pencere kilitli tutuyor korkudan. Zaten dışarı çıkınca, nerede olduğumuzu anlayamıyoruz. Kent, köy, sokak adları değiştirilmiş. Ankara’nın adını “Anamkara” yapmakla kalsalardı keşke. “Kutlu Uşakay” oldu Uşak, Samsun ise “Yeni Semerkand”. Şimdi, “Evropa” dedikleri, Avrupalılar’ın eline kalan Ízmir’in, Antalya’nın adını bile “Esmir’, “Antalay” olarak değiştirdiler. Tel örgülerle ikiye bölüp Taksim ettiler Türkiye’yi. Güneybatı Türkiye’deki Türkler, “Kuzeydoğu Türkiye Türkî Cumhuriyeti”ne göç etti ister istemez. Memleketin o tarafına geçmek yasak, o tarafı anan : “Kâfir, satılmış, hain”...
Her yerde bir Orta-Asya askerî kışlası. Hattâ dağlarda, antik kalıntılarda. Tank. Silah. Patlayıcı madde yığınağı. Sonra yangın çıkıyor.
Her şey her şey yanıyor. İzin de vermiyorlar Avrupa ETF helikopterleri söndürsün. Yanıyor. Yanıyor. “Yazıklar olsun size asalak tembel Kostiler yangını söndüremiyorsunuz” diyorlar dönüp bize.
Burası Türkiye mi? Neresi? Cepkeni bozkurt işlemeli Türkî göçebe elbiseleriyle, hepsi çekikgözlü-çatıkkaşlı-baldırıkıllı-elisopalı bambaşka dillerde küfürler savuran bir güruh... Minareleri bile Buhara tarzı yapmışlar. Her apartmanın, her tepenin üzerinde “Ne Mutlu Türkî’yim Şakıyana” yazılıyor. Tükîistan BDT bayrakları, ulu önder Başbuğ portreleri. Neresi burası sahi? Yolda sokakta şarkı sesleri bile değişmiş. Özbekistan salınayov havaları... Ya büfelerde satılan ölü at etinden, kara-baharatlı sandviçler. Annesi Türk, babası ise Türkî bir ikinci kuşak arkadaşım, sanırım hislerimi Türkçü buluyor. “Burada göçebelik ile yerleşiklik kimliklerinin çelişmesi var, o kadar”, dedi. Herhalde haklıdır. Tuhaflık bende.
Kızım, geçenlerde Karadeniz’e geziye gittiydi okuluyla da, nereye gitmiş olduğunu bir türlü anlatamadı. Orta-Asya’nın olan biten dağını, akarsuyunu ezbere biliyorken, Karadeniz için, “Kuzey tarafta, hani bir iç denize açılan dağlık kıyı şeridi var ya...” diyordu. Türkiye coğrafyası diye bir ders yok ki okullarda. Ne diyorum Allah aşkına! “Türkiye” diye bir yer yok bir defa. Varsa yoksa KTTC (Kuzeydoğu Türkiye Türkî Cumhuriyeti), o coğrafyasız, tarihsiz, dilsiz, insansız yer... Jeolojik devirlerde Orta-Asya’dan kopmuş o Anadolu yarımadacığı uzantısı.
Bu konuları, kültür ve düşünce merkezimiz Taşkent’te olduğum sırada ilerici Türkî aydını bir arkadaşıma çıtlatacak oldum. “Canım sen de, bir yazar olarak böyle basit konularla uğraşmamalısın” dedi. “Türkiye ufacık tefecik bir bölge, Türkler küçük bir etnik azınlık, onlardan yola çıkarsan bir aydına, bir sanatçıya yakışmayan bölgecilik, cemaatçilik sınırları içine hapsolabilirsin.” Kendisine güvendiğim bu Türkî dostum, bana Cengiz Aytmatoviç’in bir yazısını da gösterdi. Yazıda, Orhun Pambık’ın, eskiden “Boğaziçi” denen o denizin ortasına çekilmiş telörgüler, yüzer-barikatlarla ikiye bölündüğü İstampol taşra kasabasına saplantısı anlatılıyordu. Pambık’ın, Türkiye Türkçesi ile etnik konularda yazması eleştiriliyordu. Sanki, koskoca Orta-Asya BDT’de ve Türkîistan Türkî kültür ve edebiyatında el atılacak başkaca konu yokmuşçasına hep İstampol mekânları, hep Türkiye Türkü roman kahramanları. Cengiz Aytmatoviç, bütün Yayın Kurulu üyeleri Türkiyeli Türk olup, Türkiye’nin (ama daha çok İstampol 2012’de, ETF ile BDT arasında ikiye bölününce Üsküdar kısmına sığınan okur-yazar camianın) sorunlarını ele alan “Defter-lik” dergisi de, dar-bölgecilik ve etnik-kimlikçilik örneği olarak lanse ediliyordu. Bu eleştirileri haklı buldum.
Doğup büyüdüğüm yerdeki dramatik değişikliklere için için üzülmektense kendimi alamadım. Elim kurusaydı da, o Türkî edebiyat dergisinde içimden geçen bu şeyleri yazmasaydım! Türkîlerin genç eleştirmenlerinden Everenos Eremay, anında cevap yetiştirerek, “Türkiyeli Türk’lüğümü aşamamakla, evrensel Türkî kimliksizliğine (yani kimliğine MY) erişememekle” suçladı beni. Dahası, bu konuları sırf Taşken’te “ilgi çekmek için” ortaya attığımı ima etti. Kimbilir, yaşadığımı sandığım o olaylar belki de hiç olmamıştı. Zaten bizim KTTC Cumhurbaşkanı da, “Türk diye birşey yok, sadece Türkîlik var”, demiyor mu? Ben de yokum, herhalde.
Siz var sanıyorsunuz ama, yukarıdaki bu yazı da yok. Aşağıdaki yazıyı ise hiç okumadınız. Yok. Böyle bir şey yok.
&
TÜRK AYDINLARININ KIBRIS TARİHİ
1947, Türk aydınlarının Kıbrıs’la ilgileri açısından anlamlı bir başlangıç tarihi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Akdeniz’de oluşan ABD ağırlıklı dengeye, Truman Doktrini ile Marshall Planına bağlı yeni Türk dış politikası, Kıbrıs’a bakışı belirliyor. Ve yalnızca Adadaki Enosis hareketleri değil, sömürge karşıtı hareketler de Türk basınında tepkiyle karşılanıyor.
Öndegelen yazarların hemen hemen tümü de, Kıbrıs’ın İngiliz sömürgesi olarak kalmasını, ama İngiltere’nin mutlaka ayrılması gerekirse, Adayı eski “sahibi” Türkiye’ye bırakmasını öneriyorlar. Bu serhad akınında öncülüğü, çoğunluğu CHP edebiyatçısı olan ve de Kıbrıs’a eğitimci olarak gönderilen “ilerici” öğretmenler alıyor.
Bunlardan en önemlisi Nihad Sami Banarlı’dır. Serbest şiirle gündelik hayatlarına ilişkin yazan Kıbrıslıtürk şairlerin bile Hececiliğe, Türkçü-folklorik temalara yönelmesini teşvik etmiş, bu çerçevedeki şiirlerin Yedigün dergisinde yayınlanmasını sağlamıştır. Hürriyet gazetesi-TC Büyükelçiliği-İstanbul edebiyat dünyası üçgeni arasındaki kişisel konumuyla, Kıbrıs’la ilişkilerde özel rol oynamıştır. 1947-1953 yıllarında Türkiye’de düzenlenen Kıbrıs yürüyüşlerinde Türk aydınlarının belgileri şunlardır : “Kıbrıs Bizimdir Pazarlık İstemeyiz”, “Kıbrıs Türk’ün Ata Yadigârı”, “Kızıl Ellerin Pis Tırnakları Kıbrıs’ın Türk Damgasını Kazıyamayacaktır”, “Dostlarımıza (İngilizlere MY) Vefamız Var”, “Kıbrıs’a En İyi Merhem Türk Süngüsü”.
1954 yılının 16 Ağustos’unda Yunanistan’ın BM’ye başvurusu, Türk aydınının Kıbrıs konusunda İngiltere’ye bağladığı umutları kırar. “Batılı” olduğunu NATO’ya büyük bir mücadeleyle girerek kanıtlamaya çalışan geleneksel Türk aydını, Kıbrıs’ın NATO’ya bırakılmasını önerir.
Türkiye-Yunanistan-İngiltere’nin askerî ve siyasi denetimindeki bir Kıbrıs’ın NATO ideallerine uygun olduğunu önesürenlerin başında, dönemin seçkin edebiyat ve kültür dergisi Varlık gelir. Bu edebiyat dergisinin sahibi Yaşar Nabi Nayır başta olmak üzere birçok yazarı, Kıbrıs’ın “Türklüğe” ve NATO’ya devri için ateşli yazılar yazar. Yaşar Nabi, sonra Kıbrıs’a gelip Varlık dergisi ile kitapları için kitabevleri kurulmasına katkı yapar. Kıbrıslıları, Türk millî düşünce dünyasına bağlayacak bu girişimler TC Büyükelçiliği tarafından da desteklenir.
Ve böylece, 1955’de kurulan “Türk Mukavemet Teşkilâtı”nın kültürel, düşünsel temellerini yaratırlar. Tam da, 29 Ağustos 1955’te bu üç NATO üyesi arasında Londra Konferansı’nı düzenleyerek Kıbrıslıların yazgısını belirlemeye kalkan İngilizlerin arzu ettiği gibi davranılır.
Derken çoğu Türk aydını, 6-7 Eylül olaylarıyla Rumların İstanbul’dan kovulması, Patrikhane’nin kapatılması için eylemlere katılır. 25 Şubat 1956’da TBMM’de ilk kez tartışılan “Taksim” tezini, bir yıl öncesinden Forum dergisi ortaya atar. Aslında, daha önce “Taksim”i, “Batılılaşma” krizi geçiren Türkiye’de, aydınların imrendiği İngilizler ortaya atmış bulunuyordu.
Ama, kimi aydınlar itiraz eder buna. Kıbrıs’ın tümüyle Türkiye’ye ilhakını isterler. Sokak gösterileri sürer : “Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacaktır, Yunan Piçtir Piç Kalacaktır”, “Kalbimiz Kıbrıs’ta”, “Yeşilada Kızıl Olamaz”, “Kahrolsun Kıbrıs Komünistleri”, “Ya Taksim Ya Ölüm”.
1958’den itibaren, Türk hükümeti ile aydınları Taksim tezi çevresinde, hâlen devam eden “millî bütünlüğü tesis ederler”. Türk-İngiliz görüşmeleri Ankara’da başlar ve İngilizlerin Kıbrıs planları Türk gazeteciler, yazarlar, hattâ şairler tarafından hararetle savunulur. Tuhaf bir yazgıyla, Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk’lerin barış içinde birarada yaşaması gerektiğini belirten “Kıbrıs’ta Bir Yağmur Duası” adlı aykırı bir yazıyı, 4 Nisan 1958 tarihli Ulus gazetesinde Bülent Ecevit yazar. Bir yanda Bağdat Paktı toplantıları, öbür yanda artık yüzbinlerin katıldığı “Taksim” mitingleri...
Ve iş öyle bir noktaya varır ki, Millî Türk Talebe Birliği, Kıbrıs’ta iç savaşa katılmak için “Gönüllü Gençlik Taburları” oluşturur. Aynı Talebe Birliği, millî şiir okuma günleri düzenler. Edebiyatçıların Kıbrıs hakkındaki milliyetçi yazıları birbirini izler. Bu arada, NATO Genel Sekreteri Spaak’ın 24 Eylül 1957’deki Konsey Toplantısı’nda, Kıbrıs için getirdiği önerilere tam destek verilir. Menderes, Adanın Taksimi halinde İngiltere’ye üs ayırmayı taahhüt eder.
Aydınların ezici çoğunluğu da onunla beraber haykırır : “Kıbrıs’ta Komünistlere Ölüm”, “Kıbrıs Küba Olamaz”, “Kızıl Papaz Dışarı”, “Kıbrıs Türk’tür”.
1963 Kanlı Noel’iyle başlayan toplumlararası çatışmalardan sonra, Kıbrıs, daha bir şiddetle millî edebiyat malzemesi edilir. Olaylar, Türk aydını için üzücü bir sürpriz olan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını büsbütün ortadan kaldırma operasyonuna dönüşür.
15 Ocak 1964’te başlayan Londra Konferansı’nda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve egemenliğinin garantörü üç NATO üyesine (Türkiye, Yunanistan, İngiltere), ABD de katılır. Adada güvenliği sağlamak üzere NATO kuvvetlerinin müdahale etmesinde anlaşmaya varılır. Gazetelerde, dergilerde kalem oynatan hemen hemen bütün yazar çizerler, NATO kuvvetleri yerine BM Barış Gücü’nü davet eden Cumhurbaşkanı Makarios’a veryansın ederler.
Türkiye’de 1960’dan sonra demokratik hareketlerin kısmen güçlendiği döneme rastlayan ABD Başkanı Johnson’un, Başbakan İnönü’ye gönderdiği ünlü mektup aydınların Kıbrıs politikasına anti-Amerikan bir renk de vermiş olur. Böylelikle, kendilerine “solcu” diyen Türkiye’nin aydın ve yazarları da, Kıbrıs’a karşı besledikleri “milliyetçi hissiyatları” solculuklarına halel gelmeksizin dışa vurma olanağına kavuşurlar. Türk edebiyatçılarının Kıbrıs’la ilişkisi neredeyse tümüyle ve kesinkes milliyetçi bir zemine oturtulur.
Bir tek Nâzım Hikmet bu başıbozuk milliyetçi akışa karşı durur. Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’in Merkez Yönetim Kurulu’nda bulunan Derviş Ali Kavazoğlu’na mektuplar yazarak, “kışkırtmalara kapılmadan Rumlar’la birlikte barış içinde yaşamanın yolunu aramak” ve “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsız ve bağlantısız ayrı bir ülke olarak devamını savunmak” gerektiğini söyler. Neredeyse Türkiye’deki bütün yazarların milliyetçi hezeyana kapıldığı bir dönemde, “Türk olmak” ile “Barışçı olmak” ikilemi arasında bırakılan Kıbrıslıtürkler’e ve de “Türkiye’de herkes yayılmacı” yollu Yunanistan resmî propagandasına inanası gelen Kıbrıslırumlar’a, Nâzım Hikmet’in Türkçe/Rumca şiir kitaplarını dağıtmaya çalışır solcular!..
9 Temmuz 1964 Cenevre Toplantısı’nda, Adanın Taksimi ve bir NATO üssüne dönüşmesi demek olan Acheson Planı ortaya atılınca, Türk hükümeti gibi, aydınlar da bunu benimser. Kendilerine anti-Amerikan diyen birçok edebiyat, sanat, düşünce adamı, ABD Dışişleri Bakanı Acheson’un planını, Yunanistan’a rağmen onaylamayan Makarios hükümetini suçlamayı sürdürür.
Kuşkusuz, 1963-1967 yılları arasında birçok Kıbrıslıtürk’ün katledilmesi, ardı arkası kesilmeyen EOKA saldırıları, tarihsel karakteristiğinde milliyetçi düşünceler, ama ondan da çok milliyetçi duyarlıklar bulunan Türk aydınını derinden etkiler. Heyecanlandırır. Ve bu heyecanla, dönemin seçkin yazarlarını, bilimadamlarını, en ilerici sanatçılarını bünyesinde toplayan Türkiye İşçi Partisi mitinglerinde şarkılar söylenir : “Kahrolsun Amerika, ordu Kıbrıs’a!”
1974’te ordu Kıbrıs’a çıkar. Harekâtı, 12 Mart’tan sonra neredeyse tümüyle kendini sol bir çizgide ifade eden Türk aydınlarının tam desteğini alır. Yunanistan Cuntası’nın darbesiyle başlayan Türkiye askerî çıkartmasını, o sırada birçok sosyalist aydının desteklemesi anlaşılabilir. Zaten Türkiye’nin müdahalesi, üzerinde Elence-Türkçe-İngilizce barış ve kardeşlik çağırıları bulunan Kıbrıs bayraklı broşürlerle başlıyor. Ama paraşütler yere inince, aynı Kıbrıs Cumhuriyeti bayrakları imha ediliyor. Ne var ki, solcu Türk aydınlarının çoğunluğu buna ses çıkarmıyor.
“Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bozulan anayasal düzenini yeniden tesis etmek amacıyla” Adaya çıkan Türkiye, “Kuzey Kıbrıs”ta yeni bir anayasal düzen oluşturarak, yaptığı müdahalenin uluslararası hukuki dayanaklarını (Kıbrıs Cumhuriyeti’ne Garantörlük Antlaşması) ortadan kaldırıyor. Ama buna da ses çıkarılmıyor. Türkiye’nin dünya karşısında bindiği dalı kestiğini göremeyip, gene “dünya bizi hiç anlamıyor, zaten dünyada yapayalnızız”, yollu tepkiler gösteriyorlar.
Öndegelen “demokrat” Türk aydınlarının dönem boyunca yazdığı Kıbrıs konulu kitaplar, Türkiye’nin Kıbrıs politikasına hukuksal zeminler, tarihsel haklılıklar bulma amacını güdüyor. Genel olarak Adada üç NATO ülkesinin garantörlüğü savunuluyor. Kıbrıs sorununun BM kararları çerçevesinde ve herhangi bir uluslararası platformda çözümlenmesine karşı çıkılıyor.
Bu arada, geleneksel Kıbrıs politikasına tepkiyi içeren, ama Kıbrıs’ın sosyalizm tarihi, yaşanan halk hareketleri hakkında bir bilgisi olmadığından ayakları havada kalan “solcu” kitaplar da basılıyor. Mesela Doğu Perinçek’in Kıbrıs Meselesi.
Eskiden, Adanın 19. yüzyılda Osmanlı mülkü olmasına, jeolojik devirlerde Anadolu’dan kopmasına, Kıbrıslıtürkler’in “Türk” kanı taşımasına dayandırılan Taksim politikasının yerini, artık Kıbrıslıtürkler’in insan hakları ve kendi kaderlerini belirleme hakkı gibi, uluslararası kamuoyuna satılabilecek “ilerici” ilkelere dayalı bir Taksim politikası alıyor. Türkiye’nin şair ve yazarlarının büyük bir bölümü ise haliyle bu “ilerici” dış politikayı destekliyor!
Dönemin pankart yazıları şunlardır : “Kıbrıs Fatihi Kahraman Ecevit”, “Barış ve Özgürlük İçinde Bir Kıbrıs Var”, “Kanla Alınan Kalemle Verilemez”, “Bağımsız Kıbrıs Türk Devleti Kurulmalıdır.”
1983’te “bağımsızlık” ilân edilir. Türkiye gazetelerindeki bütün köşe yazarları, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni coşkuyla selâmlar. Dahası, Türk Yazarlar Kooperatifi’nin yayın organı Yazko Somut gazetesi bile “Bağımsızlık Haktır” diye manşet atar...
İzninizle burada kendi deneyim ve anılarımla konuya devam edeceğim : “Bağımsızlık” ilân edildiği sırada İstanbul’daydım. O kadar kötü hissetmiştim ki, duygularımı paylaşabileceğim insanlar arasında olmak için Cağaloğlu’na Yazko’ya gittim. Ama Somut’u orada değil, daha sonra gazete bayilerinde görecektim. Çünkü yukarı çıkmak üzere asansör beklerken gelen bir devrimci şair dost, “bağımsızlığa kavuşmamız” nedeniyle beni kutladı! Boğulacak gibi oldum, yukarıya çıkacakken kendimi Haliç’e zor attım.
Türk aydınlarının Kıbrıs tarihini (böyle bir yazıyı) ilk kez o zaman uzunboylu düşündüm. Hiç kimsenin çıkıp da Kıbrıslılar’ın istencini dikkate almayışı, niçin referandum yapılmadığını sormayışı inanılmazdı. Kıbrıslıtürkler’e sorulmadan, hattâ açıkça onların arzusu hilafına ve artık herkesin bildiği gibi muhalif siyasi partilere yönelik tehdit ve şiddet yöntemleriyle ilân edilen bir “bağımsızlık” Türkiye’nin neredeyse bütün “demokrat” aydınları tarafından alkışlanıyordu.
O güne kadar kendi kendime tekrarladığım siyasal açıklamalar Türk aydınlarının bu akıl almaz anti-demokratik ve yayılmacılık kertesinde milliyetçi tutumunu açıklamaya yetmiyordu...
Eskiden KÖGEF (Kıbrıslılar Öğrenim ve Gençlik Federasyonu) üyesi olanlar bilir, İstanbul Beyazıt’ta “Bağımsız Kıbrıs”, “Kıbrıs’a Barış” gibi pankartlarla yürüyüş yaptığımızda, caddelerin iki tarafına dizilen “Ülkücüler” ve onların sürüklediği sıradan kalabalık, Kıbrıslı öğrencilere “Ananız Rum, İngiliz Piçleri” diye bağırırdı. Aramızda gerçekten annesi Rum olan veya melez bir geçmişten gelenler var mıydı, bilemem. Ancak orada bir küfür olarak dinlediğimiz bu slogan, “Türk” olduğumuzdan dolayı Türkiye’nin bizi “kurtardığı” iddiasını siliyordu. Ama bunu, bize bağıranların sağcılığıyla, aşırı milliyetçiliğiyle açıklıyorduk.
Oysa Ankara Tandoğan’da, Türkiyeli sosyalistlerle dayanışma için, gene “Kıbrıs Nato Üssü Olamaz”, “Barış İstiyoruz” gibi pankartlarla gittiğimiz mitinglerde de, Rahmi Saltuk “Kıbrıs’a çıktık Kıbrıs’a” diye savaşı sahiplenen şarkılar çağırıyor, oradaki solcular da ona tempo tutuyordu. Bunu ise, “bilinçsiz sol” diye açıklıyorduk.
Peki ama, “bilinçli” ve “demokrat” olanlar kimlerdi acaba? Her biri Türk aydınlarının seçkin birer temsilcisi sayılan ve Kıbrıs konusunda resmî politikaya uygun adım kitaplar yazan 12 Mart ve 12 Eylül kurbanı profesörlerimiz mi? Yoksa, Kıbrıs’ta barışçı etkinliklere davet edilince ilk iş olarak gece kulüplerine yollanan ya da ’74’te harabeye dönmüş Maraş’a karşı güneşlenen ve Türkiye dönünce de hizaya geçip “Kıbrıs’a Selâm” çakan ünlü Türk edebiyat adamlarımız mı?
Yoksa, Kıbrıslılar’a nasıl konuşmaları, hattâ kendi şehirleri Lefkoşa ile Mağusa’yı, Türkçe’de “LefkoşE, MaGOsa” diye telafuz etmek gerektiği konusunda dersler veren diğer Türk gazetecileri, sanatçıları mı? Türkiye’nin sosyalist dergi ve partileri bile, Kıbrıs’taki demokratik kuruluşlara, sol partilere ağabeylik yapmaya çalışmıyorlar mıydı? İngiliz solunun İrlanda için ayağa kalkmasının binde biri kadar bile, Kıbrıs’la dayanışma göstermekten aciz Türkiye solu, militer terörle köşeye kıstırılan bir avuçluk Kıbrıslıtürk solunu “yeterince devrimci muhalefet yapmamakla” suçlayarak, bir bakıma Türkiye kuşatmasını sol koldan tamamlamıyor muydu?
Dahası, yaşayan Türk şairlerinin herhalde en ustası olan (ve benim de, kendimi bildim bileli şairliğine büyük değer verdiğim) koca Fazıl Hüsnü Dağlarca bile, KKTC ulusal marşı yarışmasına, Kıbrıslılar adına millî bir şiir yazıp göndermemiş miydi? Üstelik de, Denktaş’ın şiir cahili Seçici Kurul’undan sıfır oy alarak... Kısacası Türk yazarların, aydınların her biri, bir şey adına bize doğruları-yanlışları öğretmeye kalkıyor, dayanışma göstermek yerine bizim adımıza konuşmaya devam ediyordu.
Çünkü, genel karakteristiği milliyetçilik olan Türk aydınının, bugüne kadar kendi milliyetçiliğinin başka halklar üzerindeki olumsuz sonuçları konusunda ciddi biçimde hesaplaştığı pek söylenemez. 1914 Ermeni Tehciri, 1942 Varlık Vergisi, 1955 6-7 Eylül Olayları vb., aydınların çoğunlukla yüzleşmekten ya da kendi devletlerinden zarar görmüş öbür halklar için somut, etkin bir girişimde bulunmaktan kaçındığı olaylardır. Böylece, gelecekte, Türk milliyetçiliğinin başka halklar için doğurabileceği yeni yıkımlara da kapı açılmıştır. Ve iş, 1983’te Kıbrıslıtürkler açısından bir çeşit yıkım sayılabilecek “bağımsızlık” oyununu kutlamaya kadar gelmiştir!..
(Oysa burada, iki egemen İngiliz askerî üssü, NATO’nun denetimi vardı. Kuzey Kıbrıs topraklarının %95’i askerî bölge sayılmaktaydı. Denize girebilmek bile yasaktı. Denizin içine doğru çekilen telörgüleri yanlışlıkla geçen balıkçılar vurulmuştu. ABD kuvvetleri için icabında kullanabilecekleri yeraltı koruganlı uçak alanları yapılmıştı. Uluslararası kuruluşların “korsan” saydığı hava ve deniz limanlarından eroin, eski eser, silah kaçakçılığı rahatça yapılıyordu. Bir kara-para aklama merkezindeydik. Adları yabancı basına, hattâ MİT raporlarına geçen Mafya babaları hükümet partisinin içindeydi. Zaten hükümetler TC Lefkoşa Büyükelçiliği’nin direktifiyle kuruluyordu. Kıbrıslıtürk gazetelerinde, Türk Büyükelçisine “Sömürge Valisi” deniyordu. Türkiye’de cinayetten aranan MHP’liler buraya iskân ediliyordu. Anadolu’nun ücrasından getirilen yerleşimciler Kıbrıslıtürkler’in siyasi iradesine karşı bir şantaj olarak kullanılıyordu. Seçim sonuçlarını belirleyen yerleşimciler, gereğinde şiddet aracıydı. Ganimet ve yağma had safhadaydı. Halkın tasarrufu Kıbrıs liraları, TC’yi döviz darboğazından kurtarmak için bankalardan resmen gasbedilmişti. Kıbrıs’ın hafif sanayisi bile isteye batırılıyor, Ada, ayrı ekonomik varlığı olamayacak bir Türk Malları pazarına dönüştürülüyordu. Türk parasına, Türk ekonomisine bağımlı hale getirilen Kıbrıslıtürkler’in hayat seviyesi 1/6 oranında Kıbrıslırumlar’ın gerisine düşmüştü. Kimse yatırım yapamıyordu. Hattâ ağaçlarını bile budamıyordu. Çünkü oturduğu ev, çalıştığı bahçe hukuken bir Rum’a aitti. Ganimetti. Savaşta ölen ve sürülen insanlardan gasbedilmişti. Satamazdı. Ama iktidar çevreleri her türlü karanlık iş gibi bunu da el altından yapıyordu. Rum tarafına sigara, viski, küçük baş hayvan kaçakçılığı yaparak milyarlar vuruyorlardı. Kaçakçılardan başkası Kıbrıslırumlar’la işbirliği isterse “Vatanhaini” oluyordu. Fabrikalar “kaza” süsüyle yakılıyordu. Üretim 1963-1974 arasında bile olmadığı kadar durmuştu. Türkiye’den zorunlu ithalat dönemi başlamıştı. Ama tabiî bütün bunların sebebi ya Kıbrıslırum ambargosuydu ya da Kıbrıslıtürkler’in tembelliği. 1955-1965 yıllarında onlarca Kıbrıslıtürk aydınını, onlarca işçiyi kim vurduya götürenler “Millî Dava Adamı”ydı. Muhalif gazeteler, hattâ spor ve kültür kuruluşları bombalanıyordu. Mahkemelerdeki kaçakçılık davaları düşüyor, poliste emniyete alınan eroinler, çalıntı tarihî eserler kayboluyordu. Muhalif yazarlara açılan basın davalarında 100, 70, 50 milyonluk para cezaları kesiliyor, demokrat gazetelerin makinelerine askerî baskınla el konuyordu. Bir kışlaya dönen “Kuzey Kıbrıs”ta 150 bin kişi, hiçbir ülkenin tanımadığı bir pasaportla Türkiye’den başka bir yere gidemiyordu. Türkiye’nin “gayrı resmî” verdiği, hukuki değerden yoksun TC pasaportu dünyanın sınır kapılarından geri çevriliyordu. Bütün bir ülke, uluslararası hukuk karşısında “Vatansız” durumdaydı. Hırsızlık, taciz, cinayet, tecavüz suçlarında Kıbrıs’ta görülmemiş ölçüde bir tırmanış vardı. Halk tam anlamıyla köşeye kıstırılmıştı...
İşte kutlanan “bağımsız devlet” buydu.)
Türk aydınlarının bütün bunlardan haberdar olması o kadar zor muydu? Kıbrıslıtürk gazetelerine şöyle bir gözatmaları, Kıbrıs hakkında ötekilerin yazdığı İngilizce kitapları şöyle bir karıştırmaları yeterdi.
Ancak dış politika sorunlarında, Türk aydınının tarihsel duyarlığını Jöntürk-İttihat Terakki-Halk Partisi biçimlendirdi. Kemalizm tarafından rasyonalize edilen Türkçülük ideolojisi, aydınların genellikle onayladığı ulusal politikalarda moral rol oynamayı sürdürdü. Ve Kıbrıs, Türkiye’nin bir “ulusal davası” olarak değerlendirildi. Sanki üzerinde insan yaşamayan, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’ne göre, Türk dış politikasının amaçları için varlığı olan bir ıssız adaydı.
Böylece tam 40 yıl boyunca, İngiltere’nin ve de NATO’nun Kıbrıs politikasıyla ister istemez uyum içine girildi. Oysa, Kıbrıslılar için bir dış politika sorunu olamazdı Kıbrıs. Kendi gündelik hayatlarını her an etkileyen, hattâ hayatlarını tehdit eden, bir iç politika sorunuydu. Ve Adayla ilişkisi staratejik nedenlere dayanan “Anavatan”la mutlak bir uyum gösterebilmeleri oldukça güçtü.
Türkiye’nin aydınları, o Ata yadigârı milliyetçi-romantik heyecanlarıyla Kıbrıslılar’ı “kendilerinden” saydılar, “aynı” görmek istediler. Onlar adına, onlara sormadan konuşmayı doğal karşıladılar. Kıbrıslılar’ın “farklılıklarını” görmek, kimi zaman onları düş kırıklığına uğrattı, kimi zaman öfkelendirdi. Hattâ bizi “kurtardıklarına” pişmanlık getirmelerine yol açtı!
Yüzyılın başından beri Kıbrıslılar’a musallat olan sömürgeci-kapitalist değerleri “Avrupaîlik”, devletin uydurukluğundan gelen kabile ilişkilerini “Sivil Toplum” örneği saydılar. Türk aydınlarına göre, safariye çıkmış İngiliz sömürge askerleri gibi, kış günü “Kuzey Kıbrıs Kışlası”nda kısa pantolonla dolaşan Denktaş bir “Liberallik” örneğiydi. “Savaş Hali”yle yönetilen o dünyadışı yerde, dünyaya göstermelik kurulan sözde demokratik organlar ise, “Demokrasiyi Sindirmişlik”...
Kuşkusuz bütün bir Türkiye aydın hareketi için aynı şeyleri söylemek insafsızlık olur. En azından bir Nâzım Hikmet var. Dolayısıyla Türk aydınlarının hepsini aynı kefeye koyduğum sanılmamalı. Ancak, daha farklı düşünen ve davranan pek az sayıdaki Türk aydını, ilişkilerde bir değişim yaratamayacak kadar güçsüzdü. Kıbrıs’a bakışı belirleyen “Batılı Osmanlı Münevverleri” oldu.
Sonuçta: “Kıbrıs ile Türkiye aydınları arasındaki ilişkiler nedir?” sorusuna benim verebileceğim cevap, aslında böyle bir ilişki olmadığıdır Eğer ilişki, karşılıklı iletişim içinde birbirine ilişik olmak anlamı taşıyorsa... Türk aydınlarının, karşısındakinin farkına varmaksızın onlar adına karar alıp uyguladığı bir “ilişki” biçimi, gerçek ilişki sayılamaz.
Bütün bunlara karşın, asıl sorumluluğun, özvarlığına sahip çıkmayı beceremeyip, başkalarının kendisi adına karar vermesine kapı açan Kıbrıslıtürk aydınlarında olduğuna inanıyorum. Bazı “demokrat” Kıbrıslı kültür adamları bile, Türkiye’de konum elde edebilmenin yolu olarak, Türk aydınının üstü örtük milliyetçi yaklaşımlarını hâlâ sineye çekmeyi sürdürebilecek kadar bir şahsiyet zayıflığı içindedir.
Ve 1988’e gelmiş bulunuyoruz... Türk aydınlarının önemli bölümü, hâlâ Rauf Denktaş’ın sözlerini tekrarlıyor : “Kıbrıs’ta Rumla Antlaşma Olmaz.”
Peki sonra? Sonrası yok.
&
Gene de bir şair olarak ben, daha mutlu bir “Son”u hâlâ hayal edebiliyor ve sizleri de hayallerinizden vazgeçmemeye davet ediyorum. 1978’de, Kıbrıs için hayal ettiklerimizi, hâlâ hayal etmeyi gülünç bir durum olarak görebilirsiniz. Ama bu, hayalgücümüzü bile askerliğe göndereceğimiz korkunç bir durumdan daha iyidir!
TURKEY [I MEAN ALİNA]
(meleagris galloparo)
gulû güle
dünyada hiç dost yokmuş ona
gulû güle
tek seveniymiş Noel Baba
gulû güle
pek bi’ güreşçi kesildi ya
gulû güle
yenecek demektir yeniyılda
gulû güle
şakadan da hiç hoşlaşmaz aman ha
gulû güle
gülemez asla gül fatma
gulû güle
“yanlıştır gulû deme bana
yasaktır güle deme bana”
öyleyse elveda.
SON DAKİKA EKİ:TÜRK
AYDINLARININ ÜMİTSİZLİK İDEOLOJİSİ *
-Unutmadan, 12 Eylül’ünüz de
kutlu olsun arkadaşlar-
İlerici Türk aydınları arasında, özellikle 12 Eylül 1980 Darbesi Sonrasında Ümitsizlik İdeolojisi egemen oldu. Askerî rejimin gittikçe güçlenerek yerleşikleşmesi, aydınların Cumhuriyet boyu meyyal olduğu ümitsizliği de yerleşik hale getirdi. Ümitsizlik İdeolojisi, kendini bir tek, Türkiye ve dünyadaki malûm gelişmelere bağlı dönemsel bir siyasi pesimizmle ifade etmiyor. İş, toplumsal politikanın ibresine takılı bir “karamsarlık”ı çoktan aştı: Karamsarlığı “artık aşmış” aydınların iyimserce karşıladığı bir ideolojiye dönüşmeye başladı. Artık, Türkiye’de seçkin, bilgili, derin (tam jargonuyla söylersek, sofistike ve rafine) bir entellektüel sayılmanın önkoşuludur Ümitsizlik İdeolojisi.
Buna göre, hayatın öte-dünyaya ilişkin gizemsel anlamları dururken, Güneydoğu ve Kıbrıs savaşları gibi ufak tefek meselelerle meşgul olmak bir banalliktir. (Görüldüğü gibi, ülkenin toplumbilimcisi, kültürel-eleştirmeni vb. şairlerden daha şairâne bir yaklaşım içindedir!) Gerçekte ise bu cilalı şâiranelik, en temel insanî değerleri yitirmenin, kendini bırakmışlığın kılıfı ve de sırf bir imaj işine dönüşen “entellektüelliğin” ucuzlayışıdır. ’80 rejiminin esas başarısı ve dayanağı bu Ümitsizlik İdeolojisi’dir.
Böylece, artık mevcut siyasal sistemle ciddi bir çatışma içine girmeden, tersine temel noktalarda onunla uzlaşarak, tıpkı medya yıldızları gibi “ilerici Türk aydını” olma dönemi başladı. Entellektüel emek açısından işe yarar birçok kimse, 80 Darbesi Sonrası sektörlerinde birdenbire “kendine geldi”. Kendini, üzerinde düşünmesine gerek kalmayacak kadar, ’80 Darbesi Sonrası aydınlarının kollektif davranışının yarattığı doğallık hissiyle, yayılmacı resmî politikayla bir biçimde maddi ve moral uyum içinde buldu.
Ístanbul’da “entellektüel” sektörlerde üretim yapan Türk aydınları, Kars’tan Adana’ya, Kıbrıs’tan Ege Adaları’na kadar süren savaş halinin farkında bile olmamakla kalmıyor, ama ciddi (ya da gözde) entellektüel sayılabilmek için bu “yerel-etnik meselelerin” farkında olmamaları gerektiğine inanıyorlar. Kimisi böylece “Avrupaîliğe” yaklaştığını sanırken, aslında Avrupa’nın entellektüel geleneklerinden uzaklaşıyor.
Aydınlarımızın bu hali, nedense hep bir roman kurgusu gibi gözümün önüne geliyor. Beyoğlu-Tünel arasındaki cafelerde, Fransız dergilerinden makaslanmış ölçülü-biçili edalarla birer Parizyen gibi oturan o anonim-kahramanları hayal ediyorum. Tabiî, sinemaya aktarılacak romanın arka sahnesinde, Fransız işgaline karşı Cezayir savaşı var. Ama yüzlerine Sartre ve Foucault maskeleri takan Parizyen Türk aydınları için aslolan, tıpkı Batılılaşmacı Cumhuriyet devrimleri gibi işin görünüşünü kurtarmak olduğundan, okuyormuşçasına bir Le Monde açıp Fransız kasketi takmaları yetiyor. Fransız askerlerince kuşatılan Cezayirlilerle, Sartre ve Foucault’nun gerçekleştirdiği cinsten bir dayanışma gösteremiyorlar. Oralardaki savaş gibi şeylerin zaten ufak tefek meseleler olduğu iddiasıyla kendi vurdumduymazlıklarını ört-bas edemeyecek kadar dürüst olanlar başka mazaretler öne sürüyorlar : Yasaklar, baskılar, öncelikli siyasi gündemler...
Ne var ki, bu kimin önceliği (yani Fransızlar’ın önceliğinden militer terör altındaki Cezayirliler’e ne) gibisinden bir soru sorulmuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kadar eski bir kurum olan milliyetçi baskı ve yasaklar, hayret bir şey ki, hâlâ bambaşka yaratıcı yollar bulmaya zorlamamış Türk aydınlarını. Sözgelimi, Türk milliyetçiliğinin kabul edilemez sonuçlarına karşı uluslararası düzeyde, ya da Jön Türkler gibi düpedüz Paris’te faaliyet göstermek gibi bir ihtimale! Acaba Türk aydınları, n’olursa olsun devlet-baba-evinden ayrılma adetine sahip değil diye mi?..Türk aydınlarının, kendi ulus-devletçiliğinin irredentialist uçlarını tırpanlamak için bugüne kadar “Ötekilerin” haklarını savunan (ve tabiî iade eden) dişe dokunur bir kurumlaşmayı gerçekleştiremeyişi ya da sonuç alıcı bir projeyi uygulayamayışı öncelikle üzerinde durulması gereken nokta olmalı.
Ama birçok sosyalist Türk aydını, savaşın eşiğine gelindiği halde, uluslararası toplantılarda, Kıbrıs hakkında hâlâ boşvermiş davranıyor. (Birkaç ay önce Londra’daki önemli bir uluslararası toplantıda bizzat bu tutuma tanık oldum. Sosyalist Türkiye aydınlarının 1960’lardan beri en muteber şahsiyetlerinden sayılan, birçok sol entellektüel dergi ve gazeteye imzasını atan birinin, kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevap, “Kıbrıs’ı pek bilmediği, konuyla ilgilenmediği” biçimindeydi. Bir Fransız aydınının savaş sürerken kolonisi Cezayir konusunda “bir şey bilmediğini, ilgilenmediğini” söylemesine benzeyen bu durum, sadece reaksiyoner Kıbrıslılar’ın ya da oryantalist Avrupalıların değil, ama Türk halkına sempati besleyenlerin de Türkiye’den ümidi kesmesine yol açıyor. Yani Parizyenlik buraya kadarmış! Toplantının son sahnesinde, “yerel şeyler gibi uluslararası şeyleri de çoktaaan aşmış” solcu-entel Türk aydınımız sigara ve içki molasına çıkıyor...)
Yukarıda dediğim türden davranış, daha ziyade eski moda sosyalist-entellektüellerine ait. 1988-1998 döneminde, 1980 Darbesi Sonrası kuşağından gelen solcu Türk aydınları, Kıbrıs vb. “ulusal” konularda bazı yeni davranış biçimleri sergiliyorlar. Şöyle ki:
Sözgelimi, “native”lerden aldıkları görüşleri, yazıları vb., kullanarak kimi sol yayın ve kurumlarda “Kıbrıs ve Azınlıklar Uzmanı” olarak bir konum elde ediyorlar. Bu referanssız kullanmalar, adlarına iş yapılan halklardan çok, Türkiye’de yeni yeni ortaya çıkan bir söylemin (discource) ihtiyacına cevap veriyor. Gerçekte bu Türk-Yunan, Azınlıklar, Kıbrıs vb. söylemler, sahnenin dışındakilerin yıllarca süren çabasıyla ve neredeyse zorla Türkiyeli-Türk aydınlarının gündemine sokulabilmiştir. Şimdi merkezî Türk aydın hareketince benimsenirken, bir çeşit merkezileştirilerek yutulma süreci yaşanıyor. Dolayısıyla, bu dayanışmacı aydınlar, Kıbrıslılar’ın ya da gayrimüslim azınlıkların içindeki sol-entellektüel odaklarla, kurumlarla bir “iktidar”, nüfuz mücadelesi de sürdürüyorlar ki, “Kıbrıs ve Azınlıklar Uzmanı” olarak Türkiye Cumhuriyeti’ndeki merkezi kariyerlerini koruyabilsinler. Ayrıca tabiî, bu durum, artık Kıbrıs’ın tamamen Türkiye ülkesine göre, TC devleti açısından ele alınmasını gerektiriyor. Yani, siz Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kıbrıs ve Azınlıklar Uzmanı” iseniz bir işe yarayabilirsiniz, yok eğer kendinizi sol-entellektüel kesim dahil TC kurumlarının dışında (Öteki’si olarak bile değil) ifade etmeye devam ederseniz, bu defa, Türkçü değil ama, sol-entel jargonla marjinalize edilmeniz, hizaya getirilmeniz gerekecektir.
Yukarıdaki örnek daha sıradan solcu aydınlar için geçerliyken, ünlü yazar ve sanatçılar, özellikle Avrupa’da revaçta bulunan Kürt konusunu farklı bir kullanımla ele alıyor. (İsmail Beşikçi’yi, benzeri birkaç Türk aydınını burada derin bir sevgi ve saygıyla anarak devam ediyorum...) Kürtler’i, ancak onlarla dayanışma imajı, kendilerine dışarıda şöhret sağlayacak bir yazar-çizer toplantısında konuşma ya da bir ecnebi mecmuada yazma imkânı verdiği kadar hatırladıkları söylenebilir. Bu şekilde, TC’nin ulusal konuları, yine Avrupa’daki mevcut söylemler (discourse) içinde ele alınmış olmaktadır.
Yukarıdaki her iki örneğin ortak yanı, adlarına konuşulan halkların içindeki kurumlarla entegre bir çalışmadan çok, onların, sol olsa da, TC kurumlarına entegresine, oradaki iktidar ilişkilerine göre kullanımıdır. Gerçek, yaygın ya da etkili bir toplumsal muhalefete (örneğin Cumartesi Anneleri hareketi) dönüşememesi yüzünden de, bu konuda devraldıkları Türk aydın mirasını ters çevirecek, “Kıbrıs’ta Taksim’e Hayır! Bütün Askerî Üsler ve Güçler Kıbrıs’tan Dışarı” gibisinden miting pankartları açamıyorlar hâlâ Türkiye’de...
Cumhuriyet boyunca, aydınların Kıbrıs vb. “ulusal” konulardaki hafıza-kaybı ya da saptırma ve bastırmasında Ümitsizlik İdeolojisi’nin rolü olduğunu sanıyorum. Íşin daha vahimi, sözgelimi İngiltere’de, Kıbrıslı (Cypriot) olarak kendilerini diğer bütün “normal” Avrupa ülkesi uluslarıyla eşit durumda bulan, böyle muamele gören ve dolayısıyla böyle hisseden Kıbrıslıtürkler, Türkiye’nin, ümitsizlik yaratmak amacıyla yaydığı, Kıbrıslılar’ın “önemsiz, tükenmiş, çaresiz, zavallı bir azınlık” olduğu imajıyla kendi-kendilerini algılamaya başlamışlardır. Ümitsizlik İdeolojisi’nin pekiştiricisi olan bu ayna imajı, en çok da solcu ve de seçkin Türk aydın, yazar ve sanatçılarının Kıbrıs’a olumsuz yaklaşımları sayesinde demokrat Kıbrıslıtürk aydınları üzerinde moral bozucu bir etki yaratıyor. Böylece, solcu Türk aydınları, kendi ülkelerinin demokratikleşmesini etkileme gücünden yoksun oldukları, askerî darbelerle ezildikleri, Avrupa’dan dışlandıkları için edindikleri, “önemsiz, tükenmiş, çaresiz, zavallı bir grup” oldukları hissini, Kıbrıslıtürkler’e projekt ediyorlar. Bu noktada, onlardan bir dayanışma beklemek yerine, “gölge etme başka ihsan istemem” demek daha doğru.
Türkiye’de, ne Kıbrıs’ın, küçük olsa da en zengin (Kıbrıs, Avrupa’nın en yüksek parasına ve birçok AT ülkesinin çok üstünde bir ulusal gelire sahiptir) ve de uluslararası sistemle her anlamda en bütünleşmiş ülkelerden biri olduğu biliniyor, ne de hemen hergün İngilizce, Fransızca, İtalyanca gazetelerde çıkmakta olan Kıbrısla ilgili “Öteki” haberler... Gerçekte, Kıbrıs’ın dünyada Türkiye’den çok daha merkezi bir konumda durduğu ve Avrupa’dan bakınca İstanbul’un, (birleşik)Lefkoşa’dan daha periferi göründüğü hiç fark edilmiyor. Londralı bir İngiliz aydınının bakışıyla Kıbrıs, Malta’yla, İsviçre’yle, en kötüsü Bosna’yla kıyaslanabilecek bir ülke iken, Ístanbullu bir Türk aydının bakış açısıyla Kıbrıs, Hatay’a, Bozcaada’ya benzer. Gerçekten de, resmî Türk politikası, giderek artan ümitsizlikle, Kıbrıs’ın kuzeyini Hatay ile Bozcaada’ya benzetmiştir.
Kendine kapanmış militer-milliyetçi sistemin hergün yeniden-ürettiği dünyadışılık ve benmerkezcilik, Türkiye’de bilgi edinme ve bilgi üretme bakımından da bir taşralılaşma yaratıyor. Ümitsizlik İdeolojisi, işte böyle bir bilgisizlik üzerinde yükseliyor.
Türkiye entellektüellerine, cafede geçen o romandaki gibi bir “hava veren” Ümitsizlik İdeolojisi, genellikle sunulanın tersine, gündemdeki “birey olamama” halinin alternatifi değil, tezahürüdür. Her şeyi devlet babasından bekleyen, aile-içi meselelerde büyüklerine ters düşemeyen, düşerse dövülüp sokağa atılan, devlet-baba-evinin TV’sindeki “Vatandaş” kadar hayali bir yurttaş figürü olanların ümitsizlik halidir bu. Ve çünkü birey olmak, öncelikle kendi eylemlerinden sorumlu olmayı, her koşulda hak hukuk aramayı, doğru bildiği konularda her kuruma karşı talepte bulunabilmeyi, kişisel sesini duyurmayı, kendini ve çevresini değiştirme kararlılığını, bir özgüveni gerektirir.
Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nde, “ulusal davalar” konusudaki üstü örtük konsensus bakımından Ümitsizlik İdeolojisi sağlam bir mirasa sahiptir. (Hiç unutmam, 1976’da ilk defa uzun süre yaşamak üzere Türkiye’ye geldiğim ve bazı sosyalist yayınlarla karşılaştığımda beni en çok şaşırtan görüşlerden biri, “Sosyalistlerin tercih etmediği bir yöntemle olsa da ne yazık ki Ermeni meselesinin çözümlendiği”ydi. Bu görüşün değişik dışavurumları, mülkiyet hakları gasbedilerek vatandaşı oldukları ülkeden kovulan İstanbullu Rumlar’ın, “ne yazık ki artık gitmiş bulunduğu”, ve Güneydoğu’da “ne yazık ki siyasi çözüme ulaşılamadığı” gibi ortak-söylemlerle kendini göstermeye devam ettiriyor.)
Ümitsizlik İdeolojisi’nin, Türkiye’de bu kadar kökleşebilmesinin bir nedeni de, her anlamda dışa kapanıp içerideki ataerkil şiddetle beslenen yaşama ve düşünme tarzıdır. Neredeyse hiçbir siyasal, hele “ulusal” tartışma dış-dünyadaki boyutlarıyla, etkileşimleriyle beraber ve de oto-sansürsüz algılanamıyor. Belki bu, Osmanlı’nın geniş bir imparatorluk merkezi olmasından, belki fetih düzeninin hâlâ sürdüğü yanılsamasından geliyor. Aklı başında aydınlar bile Kıbrıs’ın kuzeyinden kovulan yüzbinlerce Rum’a ait özel-mülkün, TC hükümetinin tek taraflı “de-facto” uygulamayla Türkiye’ye ilhak edilip, meselenin kapanacağını düşünebiliyor. Karşı tarafla bir antlaşmaya varmadan, uluslararası camianın genel kurallarıyla hiçbir biçimde uzlaşmadan gerek Kıbrıs, gerek Güneydoğu, gerekse diğer azınlık sorunlarının halledilebileceğine (zaten halledilmiş olduğuna!) gerçekten de inanılıyor.
Toplumsal irade önünde devleti yüceltip tanrı katına çıkaran Ümitsizlik İdeolojisi’ne takılanlar, Kıbrıslılar’ın istencine rağmen, Taksim’in, Tanrı-Türk-Devleti tarafından Adaya verilmiş bir kader olduğundan neredeyse emin bulunuyor. Eğer, 1914-1998 arasındaki 84 yıllık kıyımlar, sürgünler, yağmalar tarihinin kurbanlarının, kendilerini “kurban”dan çok, “hak ve adalet arayıcısı” sayarak, hâlâ, alın yazılarını silmeye çalıştıklarını farketseler, Kıbrıs’ın kaderinden de bu kadar emin olamazlardı. Türkiyeli-Türk aydınları, ulus-devletleriyle bütünleşen kötü kaderlerine bir biçimde katlanırken, diğer kökenlerden aydınlar, kendi toplumsal-kültürel varlıklarının yok edilmesi anlamına gelen bu aynı kaderi kabul edemiyor, değişim ümidi beslemekten vazgeçemiyorlar...
Ne var ki, solcu Türk aydınlarının kendilerini “mazlum” zannetmesinin tek olumsuz sonucu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgede mazlum halklar yaratmış sömürgeci-emperyalist bir devlet olarak yüzünü göremeyişinden ibaret değildir. Belki daha kötüsü, kendilerini gerçekte mazlum hakların yerine koyamazken, koyabildiklerini (zaten mazlum olduklarını!) zannetmeleridir. Böylece de, diğer halkların aynasından kendi yüzlerini seyretmeyi baştan reddetmeleridir.
Sonuçta, 75. sene-i devriyesine “ulusal davalarda” muhalefetsiz giren Türkiye’deki iktidarlar, ümitsizlik ve oldu-bitti-yanımıza-kaldı politikasını birarada götürmeye, muhalif aydınlarsa bu ikisini birarada satın almaya alışmış görünüyor. Elbette aynı senaryo pek yakında Kıbrıs için sahnelenecek. Ve kuşkusuz ki, Ümitsizlik İdeolojisi’yle eli kolu bağlanan (ama resmî politikayı da onaylamadığını söyleyen) solcu Türk aydınları ise yine, “ne yapalım bize rağmen oluyor bunlar” diyecek! Ta ki günün birinde, kendileri de savaş kışkırtıcısı politikaların altında kalana kadar...
Armaoğlu, Fahir H., Kıbrıs Meselesi : Türk Hükümeti ve Kamuoyunun Davranışları (1954-1959), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1963, Ankara.
Akbal, Oktay; Birsel, Salâh; Buyrukçu, Muzaffer; Doğan, Ferruh; Özkırımlı, Atilla; Yıldız, Bekir, Kıbrıs’a Selam, Cem Yayınevi, 1987, İstanbul.
Bilge, Suat; Esmer, Ahmet Şükrü; Gönlübol, Mehmet; Sander, Oral; Sar, Cem; Sezer, Duygu; Ülman, A. Halûk, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969, Ankara.
Gençlik, Spor, Köy ve Halk Eğitimi Dairesi, Kıbrıs Türk Milli Şiirler Antolojisi, Ergenekon Yayınları : 1, 1971, Lefkoşa.
Gürel, Şükrü S., Kıbrıs Tarihi (1878-1960), Kaynak Yayınları, I Cilt : 1984, II. Cilt: 1985, İstanbul ve Ankara.
Ilgaz, Hasena, Kıbrıs Notları, Kadın Gazetesi Yayını : 1, Doğan Kardeş Yayınları A.Ş., 1949, İstanbul.
Karagil, Nevzat (Derleyen), Kıbrıs Meselesi Üzerinde Son Konuşmalar ve Yazılar, Anıl Matbaası, 1964, İstanbul.
Siyasi Bülten dergisi, Kıbrıs Türk Vatanperverler Birliği yayın organı, 1965-1967, Lefkoşa.
Yeşilada dergisi, Kıbrıs’ı Koruma Cemiyeti yayın organı, 1948-1950, İstanbul.
(*) Şu sıralar hazırladığım Kozmopoetika adlı kitabım için eski dosyaları karıştırırken çıkan “Türk Aydınlarının Kıbrıs Tarihi” başlıklı yazı, “Kıbrıs ve Türkiye Aydınları Arasındaki İlişkiler” adıyla sanırım Şubat 1988’de, Kıbrıslı Türk Tıp Doktorları Grubu tarafından düzenlenen bir açıkoturumda okunmak üzere gönderilmiş bir tebliğdi. 1986-93 yıllarında, “Millî Menfaatlere Zararlı Ecnebi” diye TC’den sınırdışı edilmiştim. İstanbul’daki açıkoturuma katılmak yerine, okunmak üzere Londra’dan tebliğ göndermem o yüzden. Aynı konuda şimdi yazsam, üslûp ve yaklaşımım kadar, geçen 10 yılda verebileceğim örnekler de daha farklı olurdu. (Ayrıca o zaman “sosyalizm mücadelesi” diye bir şey vardı, hatırlayacaksınız. Sıra benim 29 yaşında oluşuma gelene kadar...) Yine de, söz konusu tebliği, noktasına virgülüne dokunmaksızın okur önüne çıkarıyorum ki bir “tarihi kıymeti” olsun! 1996’da yazılan “Girizgâh” başlıklı bir yazıyı ise başa ekliyorum. Gerçi, hiç işgal edilememiş bir Türk ulusal tarih bilincinin, başka halklar üstünde egemenlik kurmuş bir Osmanlı İmparatorluk devleti geleneğinin ve de dünya karşısında, kendi kendine yeterlilik inancıyla içe-kapanan bir hayat tarzının mirasçısı olan Türkiyeli Türk aydınlarının, benim bilimkurguyu da ne kadar hissedebileceğini bilemiyorum. Hayalen de olsa “Öteki” yerine geçemeseler bile önemi yok, çünkü bunu hayal etmek beni eğlendiriyor. Zaten girizgâhımı, kendi kendime eğlencelik diye yazmıştım o zamanlar.
(*) Ümitsizlik ve Türk aydınları konusuna, benden daha farklı motivasyon ve yaklaşımlarla değinenler çıkmışsa da, “Ümitsizlik İdeolojisi” bugüne kadar, temel bir problematik olarak kavramsallaştırılıp incelenmedi. Bu konunun, Kemalist seçkinlerce yürütülen modernleşmenin gayrimüslim azınlıklarla ilişkisi bakımıdan Çağlar Keyder’in “Whither The Project of Modernity? Turkey in The 1990s” adlı (Rethinking Modernity and National Identity in Turkey, der.: S. Bozdogan ve R.Kasaba, s. 37-51, University of Washington Press, Seatle-Londra, 1997) makalesine bakılabilir. Aynı ümitsizliği, Cumhuriyet dönemindeki iktidar ilişkileri açısından tartışan Meltem Ahıska’nın “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik” adlı (Defter, Sayfa: 19-40, Sayı:33, Bahar 1998, İstanbul) makalesi de önerilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-i Millî dışındaki milliyetçiliğinden hareketle Kıbrıs’ı ele alan Tanıl Bora’nın “Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs” adlı (Birikim, Sayfa: 18-26, ‘Kıbrıs Sorunu Dosyası’ Sayı:77, Eylül 1995, İstanbul) makalesi; ayrıca, Sevda Alankuş-Kural’ın, kimlik politikaları üzerinde yoğunlaşan ve yine Birikim’in ‘Kıbrıs Sorunu Dosyası’ sayısında yer alan, “Kıbrıs Sorunu ve Kıbrıslı Türk Kimliği” başlıklı (1995, Sayfa: 27-38) makalesi burada anılmalı. Kıbrıs’ın, Avrupa ile bütünleşmesine karşı Türkiye’nin son politikası için ise bkz. : Niels Kadritzke, “Chypre, Otage de L’affrotement Entre Athénes et Ankara”, Le Monde Diplomatique, s. 6-7, 6 Eylül 1998, Paris.