“Duyguların yokluğu ne rasyonelliğe neden olur ne de onu teşvik eder. ‘Dayanılmaz bir trajedi’ karşısında ‘tarafsızlık ve soğukkanlılık’, denetimden kaynaklanmıyor da kavrayışsızlığın bir dışavurumu olarak ortaya çıkıyorsa, gerçekten de ‘dehşet verici’ olabilir.”
Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, s.72
Hannah Arendt üzerinden Lenin’i hatırlamaya çalışırsak, 20. yüzyıl şiddetin yüzyılı oldu. Şiddet, şüphesiz daha önceki yüzyıllarda da toprakların ve ganimetlerin paylaşımı savaşlarında ya da köylü ve işçi ayaklanmalarında ve bu ayaklanmaların bastırılmasında oldukça etkin bir yere sahip olmuştu, ama kitleselleşmesi ve uygulama ile etki arasındaki denizaşırı zaman farkının neredeyse sıfıra yaklaşması bu yüzyılın teknolojisinin marifetlerinden. Kitlelerin teknolojik gelişmeden duyduğu fütüristik zevk (artık son derece sofistike ve görenin hayretler içinde kalacağı gaz odaları ya da tek delikten enseye kurşunların sıkıldığı ve kanın bir an önce gözden yitmesini sağlayacak mühendisane düzenekler olmayacak belki ama) yıkım teknolojisine eşlik eden şiddeti görmesine engel oluyor. Körfez krizini alelâde bir simülasyon harikasıymış gibi izleyen toplumların büyük bir kısmı şiddetten rahatsız olmuyor, sorunsallaştırmıyor ve bunu erkin doğal bir uzantısıymış gibi algılıyor. Bir olgu olarak şiddetin kendisi mi yoksa bunun gündelik hayatın çeşitli katmanlarındaki hiç de anormal sayılmayan tezahürü ve kabulü mü daha tehlikeli sorusuna verebilecek doğrudan bir yanıtımızın olmaması meselenin vehametine örnek teşkil ediyor.
Şiddet ve şiddet araçlarının etkinliği sadece uluslararası ilişkileri potansiyel düşmanlar, olası saldırılar üzerinden tanımlamakla/anlamlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda ulus-devletin Renan’ın deyişiyle ‘her gün’ çizilen sınırlarının belirginleşmesi ve bekası için devlet sınırları içinde önemli bir haklılaştırıcı/caydırıcı olarak yerini alıyor. Artık dünyanın pek az coğrafyasında konvansiyonel silahlarla sıcak cephe savaşının yapılabileceği düşünülürse, ülke içinde her gün uyguladığı sistematik şiddet ayyuka çıkmış bir devletin, en az yirmi yıldır süren, ama yine de son zamanlarda sadece Meclis’te ya da bakanlar kurulunda değil gazetelerdeki haber ve köşe yazılarında da keşfettiğimiz bir krizden, bir yüzyılın son zaferini çıkartmak istemesi de hayli anlamlı. Hele de bu olası zafer, kronolojik olarak devletin ayaklarını bastığı Cumhuriyetin 75. Yıldönümüne denk gelebilecek gibiyse. Bu savaşı elzem kılan başka bir neden de beklenilen zaferin, ya da bu tehditleşmeden sağlanacak palyatif çözümlerin toplumumuzun bundan sonraki işleyişi açısından, bir iktidarsızlık durumundan sıyrılma, bir “ipleri eline alma” halüsinasyonu yaratabilecek olması. Ama biz bu senaryoyu yaklaşık beş senedir her bahar bıkıp usanmadan izliyoruz bir yandan da.
Bu yazı Cumhuriyetin 75. Yılında iyiden iyiye belirginleşen ve bir başlangıç noktası bulmakta (40 yıl öncesi mi? Yoksa ezeli ve ebedi mi?) zorlanacağımız bir devlet geleneğinden ve bunun perçinleşmesinden duyulan kaygıdan dolayı yazılıyor. Bir çığlıkta armoni aranmayacağı için bu yazı da analitik bir düşünme alıştırması değil, daha çok bir serbest düşünme pratiği olarak yapılandı.
Toplum bilimleriyle uğraşmayan ya da dünya meseleleriyle bir alıp veremediği olmayan insanların bile teslim edeceği gerçek, şiddet olmadan devlet olmayacağıdır. Yine de şiddet olmadan devletin olmayacağı bir şeydir, devlet olduktan sonra şiddetin ne kadar olacağı başka bir şey. Devletlik mertebesine ulaşmak için kullanılan şiddet, eğer bu mertebeyi sağlamlaştırmak ve devletin bekasını sağlamak için yoğun olarak kullanılmaya devam ederse kullanılan araç amaçtan sapabilir ya da bizzat aracın kendisi amaç haline gelebilir. İnsan eylemlerinin sonuçları, laboratuvar ortamında yapılan kontrollü deneylerin aksine, belirlenemezdir. Bu belirlenemezlik bir denetimsizlikle birarada düşünüldüğünde şiddet uygulayan öznenin bile şiddetten kaçamayabileceği gerçeğine götürür bizi. Arendt’in deyişiyle “amaç, kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında ezilme tehlikesine açıktır.”(a.g.e., s.10).
Cumhuriyetin kuruluşunun, özellikle de savaş sonrasındaki yılların hiç de resmî tarihin yıllarca kafamıza kazıdığı gibi münferit sayılabilecek ayaklanmalarla az biraz sekteye uğratılmış coşkulu bir süreç olmadığını biliyoruz. Cumhuriyete giden yollar yoğun protesto eylemleri, düpedüz silah baskısı altında verilen oylar, savaştan toplu kaçışlar, toplu katliamlar, düzmece ihanetler ve türlü çeşit Makyavelist oyunla bezeli. Bizzat bu oyunlardan aslına pek az uyan bir tarih yazıp, bir “geçmişi yeniden kurma” denemesine girişmek, devletin muktedir olduğu zamanlarda kullandığı ve etkisinin ölümcül olmadığı ideolojik şiddete örnek teşkil etse de, yine de devletin şiddet kullanmadaki yetisi ve ısrarı konusunda pek bir söz söylemiyor bize.
Yakın tarihimize kısa bir bakış, bir siyasetsizliğin sonucu olarak şiddet ve şiddet uygulamalarının, devletin ve rejimin meşrûiyet sorunundaki gedik büyüdükçe artık siyasetin kendisi haline geldiğine dair sayısız olayla dolu. Savaş konusunda “siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” belirlemesinde bulunan Clausewitz’e katılmak mümkün değil. Özellikle de yakıp yıkmaya yönelik açık şiddet, siyasetle değil siyasetin tükenişiyle ilgili. Engels, şiddeti “iktisadî gelişmenin hızlandırıcısı” olarak görürken, aklında, yine de sınırlı ve daha ileriye gidebilecek ve dolayısıyla yeni pazarları pompalayacak bir şiddet teknolojisi vardı muhtemelen. Oysa Arendt’in yine Sakharov’dan alıntıladığı gibi, sorun artık bir teknoloji ya da iktisadî ilerleme sorunu değil, “termonükleer bir savaş .... ancak evrensel bir intiharın bir yolu olarak görülebilir” (a.g.e., s. 16). Yaklaşık yirmi senedir süren, şiddete dair görünümleri taşra ve kentlerde çok farklı olan bir karşılıklı şiddet eylemininse bir çözüm yolu olmadığı, olamayacağı apaçıktır. Bu apaçıklığı görmemenin altında, umursamazlık da olabilir, şiddete şiddetle karşılık vermenin kolaycılığı da olabilir, bizzat iktisadın arz talep çıkmazının kendisi de olabilir. Bunların hepsi birarada ya da çeşitli kombinasyonlarla yan yana durabilirler. Ama bunların altında bu istikrarlı bir çözümmüş gibi görünen askerî çözümsüzlükle uyuşan ve vicdanen bundan rahatsızlık duymayan daha derinde bir kültürel kaynaktan da söz etmek mümkündür. Doğa kendi başına, vicdanlı ya da hakkaniyet duygusu gelişmiş bireyler yetiştiremeyeceğine göre bir kurulmadan söz etmek mümkündür. Bu kurulmanın sürekliliği olmadan, diğer bir deyişle kültürel dayanakların, imgelerin yeniden üretimi olmadan iktidar ve iktidarın kullandığı araçların meşrûiyeti de daima sorgulanır olur. Cumhuriyet bu noktada kendisinin en azından 75 yıllık bekası açısından başarılı, devraldığı şiddet mekanizmasının bir adım ötesine geçememesi/geçmemesi ve olası bir dönüşümden duyduğu yoğun korku nedeniyle hakkaniyet duygusu sağlam bir kültürel kodlar bütünü yaratma açısından başarısız olmuştur. Yüzyıl başının devletin bekası için devleti bile aşabilecek Yakup Cemil’i sadece isim değiştirmiş, Çatlı, Çakıcı, Ağar ya da artık isimlerini bile hatırlamakta zorluk çektiğimiz bir başkası olmuştur. Bütün bu yerinde saymanın ve mesela istihbaratı bile daha sofistike düzeyde yapamıyor olmanın, bu akıldan yoksunluğun bize anlattığı pek çok şey var elbet.
İktidar namlunun ucunda ancak muğlak bir yere kadar büyüyebilir, sonrası için ya namlu dışında yollar gerekir ya da namluyu gizleyebilecek veya anlamsızlaştırıp normalleştirecek kadar pervasız bir iktidar. Ki zaten böyle bir iktidar, gerçek bir iktidarsızlıktır bir yandan da; şiddet büyüdükçe iktidar küçülür. Tersinlersek, iktidar kendinden şüpheye düştüğü oranda, şiddete başvurur.
Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamalarında tam da bu yitirilmiş iktidardan dolayı acıklı bir yan var. Gitgide sadece ritüelden oluşan, ritüel olmadığı zamanlardaysa alabildiğine şiddetli, karşımıza kimi zaman danseden bir kukla kimi zaman katleden bir cellat olarak çıkan bir ucube var. 75. Yılında Cumhuriyet tam da bizim bir aynamız gibi. Gündelik hayatları üzerindeki egemenliği yitirmiş, eğitimden sağlığa hiçbir alanda ciddi bir talebi ve mikro düzeyde politika yapma isteği olmayan, yorgun, ümitsiz, sabırsız bireyler topluluğu. Çok kısa dönemli gündelik hayat stratejileriyle ayakta kalmaya çalışırken cebindeki paranın alım gücünün ‘gitmese de görmese de kendisinin olan’ bir takım köyler, topraklar yüzünden azaldığını görmeyen, ya da bunları görse de bu değer düşmesinden kendine yeni ekonomik değerler üretmeye çalışan, bizzat bu çıkmazın, açmazın beslediği insanlar topluluğu.
İdealizm, insanın kendini düşünce yoluyla yeniden üretebileceğini savunurken, Marx bu yeniden yaratımın aracı olarak emeği koymuştur. Toplumun kendini yeniden üretmesi de benzer çerçeveler içinde düşünülebilir. Laik, demokratik, bağımsız bir Cumhuriyet fikri gitgide kendisini düşünen bir öznesi olmayan, sarf edilen emeğinse doğrudan kendisiyle bir ilgisi olmayan bir ölü fikir haline gelmiştir. Devletin ve yönetici sınıfların kendilerine sorduğu soru en başından beri “bir taşla kaç muhalif öldürebiliriz?” ya da “bu kaynakları nasıl yapsak da sömürsek?”den öteye geçememiştir. (Bankalar, bankalardan su gibi verilen krediler, kaynakların keyfi kullanımı, İş Bankası’nın kurulduğu ilk günden bu yana kabaca aynıdır.) ’60’lı yıllardaki take-off hali, kültürel bir değişimin değil, olsa olsa Cumhuriyete fikren de bağlı birkaç teknokrat ve bürokratın eseridir. Ülkeyi kana boğma yöntemlerini çeşitli yerlerde öğrenmiş ya da bizzat ciddiyetsizlikleri nedeniyle bunlara izin vermiş yönetici sınıfların değil.
Şiddet konusunda eylemekten düşünceye fırsat bulamamış Cumhuriyet ve şimdilerde onunla beraber yetmişlerini tırmanan yönetici kuşak (tabiî ömrü bu kadar uzun olmamakla birlikte, toplumdaki vicdan duygusunu köşe dönmecilikle ikâme eden, “ben zenginleri severim” derken bize de rasyonel bireyler olarak kimi sevmemiz gerektiğinin ipucunu veren ve tüm bunları yaparken kültürel çehrenin kezzaplanmasına neden olan, bu yüzsüzlüğü de yükselen değerlerle ifade eden Turgut Özal da vardır) Cumhuriyetin bir kültürel kopuş olamamasının önemli nedenlerindendir. Cumhuriyet derinlikli bir kültürel devrim olamamıştır. Kültürel devrimden anladığı, ya harf, kılık, kıyafet ya da müzik olmuştur. Cumhuriyetin, ahlâk konusunda, okullarda ders olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitaplarında bulunan ve öğrencilerin de öğretenlerin de ciddiye almadığı sönük tartışmalar dışında, söyleyeceği, tartışacağı hiçbir ciddi sözü olmamıştır. Cumhuriyet, bugün dine dayalı bir sistemi dayatanların yoğun bir biçimde kullandıkları sembol haritasında yolunu bulmayı bilememiştir. Cumhuriyet, sınırları dahilinde yaşayan insanların birbirlerine karşı sorumluluklarını kanunlarla düzenleyebileceğini sanmış, kanunlarla düzenlenmiş sorumlulukların hayata geçirilmesi için tekrar tekrar üzerinde durulması gereken adalet ve hakkaniyet fikirlerini görmezden gelmiş, bunları görebilecekleri budamış ya da hâlâ budamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla tam da toplumu toplum yapabilecek çimentonun harcını sığlaştırmış, toplumu tamamıyla işlevsel/işlevci ekonomist bir mantığa indirgemiştir. Bugün en sıradan ahlâki savların mühendisçe bir edayla analitik kavrayıştan yoksun ve duygusallıktan besleniyor sanılması dolayısıyla reddedilmesi herhalde bu işlevci düşünce tarzının en son halkasıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana kamu ahlâkını zedeleyen suçları işleyenlere müsamahakâr davranması da benzer bir anlayışın uzantısıdır. Devlet ahlâksızlığı teşvik ederek kontrol altına alabileceği ya da bekası için ciddi tehlike oluşturmayacağını düşündüğü suçları doğrudan tolere etmektedir. Fransa’nın kültürel devriminin önderi olabilecek ve keskin bir biçimde “toplumsal devrim ya ahlâki olacak ya da olmayacaktır” diyen bir Peguy’sü olmuş, ama 75 Yıllık Cumhuriyet bunu bunca kesinlikle önceleyen, şart koşan ve bunu da yaygın bir biçimde dillendirebilecek bir kuşağı yetiştirememiştir.
Şiddete karşı vicdani bir karşı duruşu içermeyen, bunu sorunsallaştırmayan bir toplum uykularımızı yeteri kadar kaçırmıyorsa, bunun ardından gelebilecek ve tohumlarını şimdiden içimizde barındırdığımız ardılın nasıl bir acaib-i mahlukat olabileceğinin merakı, henüz tehlike uzaktaymış gibi göründüğü için hiç mi hiç uykumuzu kaçırmaz muhtemelen. Dolayısıyla “peki bundan sonra ne olacak?” sorusu pek gereksiz, pek işgüzar durabilir. Uzun yıllardır devam eden bu siyasetsizliği tarih içinde, “gerekli ama geçici bir geriye dönüş” olarak algılamak mümkün müdür? Peki ya tarih bundan ibaretse o zaman ne olacaktır? Şiddet, Sartre’ın bir zamanlar inandığı üzere “Aşil’in mızrağı gibi” tüm açtığı yaraları sağaltabilecek bir içkinliğe sahip midir?Yoksa şiddet, katılım gibi daha karmaşık yollarla uğraşmaya tıpkı çoğunluk gibi gönlü olmayan devletin kendini daha rahat ve teknolojik üstünlük dolayısıyla daha güvende hissettiği ve açtığı yarayı gitgide deşip duran bir sözde önlenemezlik midir? Şiddeti yegâne imkânlılık olarak gören, siyasetsizlik abidesi olan bir devletin vatandaşları için bir amacı olabilir mi? Devletin birincil amacı, şiddeti beraberce uyguladığı ama yine de şiddete marûz bıraktığı topluma rağmen, “kendi hayatının devamı” ise geriye kalan tek yol, devletin bizim için bir şeyler yapmasını beklemekten vazgeçmektir.
Şiddetteki payımızı ancak aktif veya umursamazlık, kaale almama gibi pasif şiddete karşı duruşumuz ve bize zorunlulukmuş gibi dayatılanları reddederek daha dar alanlarda, örneğin bu şiddet mekanizmasında bir biçimde eğitilen çocuklara neler okutulduğuna müdahale ederek ya da sokaklarda büyüyen tehlikeyi ciddiye alarak, çok da büyük gayretler gerektirmeyen küçük katılımlarla azaltabiliriz. Bunca şiddet kullanan iktidarın epeyce güçsüz olduğu varsayılırsa bu iktidarsızlık döneminden küçük zaferlerle çıkmamız çok da uzak bir hayal olmasa gerek.
(*) Çok başka bir bağlamda kişinin kendine karşı şiddeti konusunda uzun uzun düşünmemi sağlayan ve belki de bir hayattan fazlasını borçlu olduğum ev arkadaşım Ebru Kayaalp ve dostum Murat Paker’e şükranla...