Cumhuriyet: Çözülme Bitti, Sorunlarını mı Çözüyoruz?

Birikim’in 1993 Temmuz’unda yayımlanan özel sayısının başlığı idi “Türkiye Çözülürken”. Burada dinsel, mezhepsel, etnik ve yaşam tarzı/modeli farklılıkları ile Türkiye toplumunun -resmî söylemde- bir bölünme tehdidi yaşadığından değil, bütün bu bileşenleri birbirleriyle yanyana, içiçe durduran bağların gevşediğinden, yer yer koptuğundan söz ediyorduk.

Bu çözülmenin bütün bileşimleri derece derece etkileyen bir çürüme, bir tür kangrenleşme ortamında cereyan ettiğini de bilhassa vurgulamaktaydık. Böylesi bir ortamın varlığında iktisadî-toplumsal dünyamızın yer altından yer üstüne doğru hızla yayılan mafyalaşmanın, onunla bağlantılı olarak “devlet”te tezahür eden -ve daha sonra Susurluk’ta patlayacak ve “çeteleşme” adıyla tescil edilecek olan- “faili meçhul cinayetler”in, kendisini ve iğrenç-ürkütücü geri planını görmezden gelmeye çalıştığımız kara para trafiğinin alıştığımız gerçekler haline gelmekte olduğu belirtiliyor; bu duyarsızlaşmanın Türkiye toplumunun etnik-dinî, mezhepsel ... bileşenlerinin birbirlerine karşı tutumuna da yansıdığına işaret ediliyordu.

1993 Temmuz’unun o korkunç Sivas olayı bir an o duyarsızlaşma perdesini aralar gibi oldu. “Öteki”ni anlamaya çalışma gayreti, eğilimi hiç de gelişmemiş olan Türkiye toplum çoğunluğu bu irkiltici olayın yangınında sürüklenebileceğimiz akıbetin dehşetini görmenin şokuyla kısa bir süre için kendine gelir gibi oldu. Ama ardından perde yine kapandı ve Türkiye, Cumhuriyet’ten beri bünyesinde taşıyageldiği Kürt sorununu, laiklik eksenindeki gerilimi, bu çözülme ve çürümenin bataklığa dönüştürdüğü bir siyasal ortamda yaşamayı sürdürerek bugünlere geldi.

TC’nin 75. yılı “devlet” öncülüğündeki büyük bir kampanya ile kutlanırken, ülke gündemini işgâl eden konulara baktığımızda şu yukarıda çizilen “karamsar tablo”nun esaslı biçimde değiştiği izlenimi pekâlâ doğabilir. “Türkiye çözülüyor” derken, Cumhuriyet’ten beri özellikle “Kürt sorunu” ve “laiklik” bahsinde uyguladığı politikalar ve yaptığı müdahaleler ile 1990’larda çözülen ve çürüyen Türkiye toplumunun birinci dereceden sorumlusu saydığımız “devlet”, o politikalarını 1993’ten beri daha da katılaştırmasına rağmen bugün arzu ettiği sonuca neredeyse varmış gözükmektedir. Son iki yıldır PKK’nın askerî etkinliğini sürekli olarak geriletip, onu lokalize etmeyi başaran güvenlik güçlerinin ardından, Ağustos ayında yine ordu tarafından başlatılan bir girişimle Suriye’ye karşı yürütülen baskı diplomasisi de sonuç vermiş ve Suriye ile PKK’nın yirmi yıldır bu ülkede bulunan karargâhını kapattıran bir anlaşma imzalanmıştır. “Kürt sorunu”nun değil, “PKK veya terör sorunu”nun olduğunu iddia edegelen devlet açısından bu şüphesiz sorunun neredeyse ortadan kaldırıldığı anlamına gelmektedir.

Bu denli spektaküler olmasa da “laiklik” sorununda da benzer bir sonuç alınmış gibi gözükmektedir. Genel “dinî hareket”in iç çekişmelerinin yardımıyla da olsa “devlet”, RP’nin kapatılmasından bu hareket mensuplarına verilen ağır mahkûmiyet kararlarına; “türban” konusundaki uygulamayı sertleştirmekten Recep T. Erdoğan’ı siyasetten -geçici de olsa- uzaklaştıran Drakonyen hapis cezasına kadar ardarda yaptığı hücumlarla RP-FP eksenindeki hareketi sindirmiş, onu bir “alçak profil” tavrına itmiştir.

Yalnızca bunlar değil; Ağustos ortalarında başlayan “Ülkücü mafya babaları operasyonu” da devletin başarı hanesine eklenebilir. En sansasyonel “baba”ların başında gelen Alaattin Çakıcı’nın ünlü bantları, Nesim Malki cinayeti ve bu bağlamda gündeme gelen özelleştirilen devlet bankaları ile ilgili hikâyeler şüphesiz kapağı açılır gibi olan pandora kutusunun sadece şu son birkaç yılının ilk döküntüleri. 1980’lerden beri mafyaların tüm sağ partilerle, özellikle iktidar veya iktidar ortağı merkez sağ partilerle gayet “yakın ilişki”de olduğu ve mafyaların böylelikle “klasik” -kumar, fuhuş, uyuşturucu, haraç- yeraltı dünyalarından çıkıp trilyonluk ihalelere, banka operasyonlarına “müdahil” hale geldiği herkesçe bilinen bir olgu. Bu mafyalara “devlet adına, devlet için” birtakım kirli işler sipariş edilmesinin başlangıcı da o yıllar. Dolayısıyla mafyalar onlarla iş tutan yüksek siyaset, bürokrat ve iş çevreleri ile ilgili pandora kutusunun son derece hacimli olduğu malûm. O nedenle 1980’lerden bu yana devlet, siyaset ve iş dünyasının yüksek-orta kademelerinde yer alanların hayli geniş bir kısmı, eğer toplu bir intihara kalkışma gibi bir şey düşünmüyorlarsa o pandora kutusunun dibine kadar açılmasını asla isteyemezler. Ama öte yandan kutunun açılması da gerekiyor. Dolayısıyla şimdi sorun kutunun ne kadar açılabileceği, bir başka deyişle ne kadar ve kimlerin “kurban” edileceği. Görünen odur ki, bu noktada, birtakım bürokratların da başının yeneceği ama asıl olarak ANAP ve DYP arasında geçecek bir “kim daha kirli” kavgasına tanık olacağız. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde, özellikle seçim tarihine endeksli olarak ve her iki partinin seçim stratejilerinin önemli bir unsuru olacak bir zamanlama ile bu “mafya, çeteler” dosyası yeni malzemelerle zenginleşecektir.

Bu konuya yeniden dönmemiz gerekecek. Ancak şu belirtilmelidir ki; bu “Mafya babaları operasyonu”, Malki cinayetinin perde arkası ile ilgili ifşaat ve tutuklamalar ve “kara para” iddialarıyla bazı banka özelleştirmelerinin askıya alınması, yine aynı iddialar üzerine Milliyet gibi bazı gazetelerin satışından vazgeçilmesi ve Maliye’nin yakında kara para ile ilgili çok daha kapsamlı dosyaları kamuoyuna sunacağına dair açıklamalar, “devlet” tarafından ciddi bir temizle(n)me harekâtının başlatıldığı izlenimini doğurmuştur. Bahsedilen bu “temizlik” konuları şüphesiz sözünü ettiğimiz “çürüme” ile ilgilidir ve onun toplumsal-iktisadî düzenin tepelerindeki tezahürüdür. Dolayısıyla Cumhuriyet’in 75. yıl kutlamalarının havasına girilmişken, başlatılan bu “temizlik operasyonu” “Cumhuriyet”in Kürt sorunu ve “laiklik” sorunundaki başarılarının yanına “kirlerden arınma”yı da eklemeye kararlı olduğu yargısına vardırabilir.

Bu durumda bizim 1990’ların başında yaptığımız ve şimdiye kadar da geçerli saydığımız “Türkiye’de toplumsal bütünlük çözülmekte, düzen ve ilişkiler çürümekte” diye özetleyebileceğimiz teşhis geçerliliğini yitirmiş mi olmaktadır?

Ne yazık ki hayır.

“Çözülme” konusundan ve bunun en belirgin iki görünümünden “Kürt sorunu” ve “İslâmî hareket”e karşı yürütülen devlet politikasının sonucundan başlayalım, gerekçelerimizi anlatmak için.

İlkin kısaca belirtelim ki; “Kürt sorunu”nun ne PKK sorununa ne de buna ilaveten Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun iktisadî olarak geri kalmışlığına indirgenebileceği gerçeği, itiraf edilmese de hemen herkesçe kabul edilmiştir, edilmek zorundadır. PKK’nın kır gerilla gücü tamamen etkisizleştirilmiş hattâ PKK veya bir başka örgüt epeyce bir süre silahlı bir harekete kalkışamayacak derecede yıldırılmış olsa da ve ayrıca devletin sağladığı bu askerî başarı Türkiye’deki Kürtler arasında “mücadeleyi siyasî-diplomatik zemine kaydırma”nın da sonuç veremeyeceği kanısını güçlendirmiş olsa bile, sorun sadece şimdilik küllenmiş olur.

Bütün ulus-devletler gibi çoğunluğun yanındaki etnik toplulukları potansiyel bir bölünme tehlikesi olarak algılayan, kabul eden bir yaklaşım üzerine kurulmuş olan TC, bu ulus-devlet mantığını sürdürdüğü sürece kaçınılmaz olarak bu sorunla her aşamasında yeniden karşılaşacaktır. Tüm dünyada ulus-devletlerin iki yüz yıla varan tarihinin her ulus-devlet sahifesi bunun örnekleri ile doludur. Az önce “yeniden” sözcüğünü rastgele kullanmış değiliz. Çünkü belki de TC Devleti’nin “Kürt sorunu” ile Doğu - Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile sınırlı ve kırsal isyan biçiminde karşılaşmasının son etabıdır PKK. PKK’nın kır gerillasına dayanan askerî gücünü büyük ölçüde de Kürt kırsal nüfusunu bölge kentlerine ve Batı Anadolu metropollerine göçe zorlayarak bastırmış gözüken TC devleti, böylece -eğer gerçek bir çözüm perspektifine yönelinmez ise- gelecekte karşılaşacağı kent kökenli kitlesel bir Kürt sorununun da önşartlarını oluşturmuş olmaktadır.

Ancak, hemen belirtelim ki bizim “çözülme”den bahsederken dikkate aldığımız nokta bu konunun bir başka yönüdür. Bu, TC devleti bir Kürt ayaklanmasını her zaman bastırabilecek, bir bölünmeyi daima önleyebilecek güç ve konumda olsa dahi dikkate alınması gereken bir noktadır.

Sadece Türkiye değil, bir devlet bünyesinde yaşanan bütün toplumlar etnik, dinî, mezhepsel... farklılıkları olan toplulukların toplamıdır. Bu topluluklar arasındaki beraberlik ve düzen, değişik biçimlerde kurulabilir. Bu beraberlik zorla ve topluluklar arasında katı bir hiyerarşi ile kurulmuş sayılacağı gibi, onları birbirine kaynaştıran bir uzlaşmanın harcıyla da sağlanmış olabilir. Bu sonuncu durumda topluluklar arası geçişler hızlanır, doğuştan sayılan etnik, dinî özelliklere dayalı toplulukların yerini edinimlere, toplumsal-iktisadî konumlara dayalı birliktelikler almaya başlar. Etnik, dinî, mezhepsel “öteki”leştirme ve bunun yarattığı gerilimler azalır.

Türkiye’de durum bu iki uç halin ortalarında bir yerdeydi. Ancak 12 Eylül rejiminin özellikle Kürtler’le meskûn bölgelerdeki uygulamalar ve yaptığı düzenlemelerin doğurduğu tepkiler, önceki on yılların bastırılmış tepkileriyle birleştiğinde ve buna 1980’lerin tüm dünyada esen etnik-dinî hassasiyetleri canlandıran rüzgârı da eklendiğinde, işte o sözünü ettiğimiz “çözülme”, kırılmanın koşulları oluşmuş oldu.

1980’lere kadar TC’nin kendilerine yönelik politikalarına en büyüğü birkaç ili kapsayan yöresel isyanlarla tepki göstermiş Kürt halkı, şiddetle bastırılan bu isyanlara rağmen anti-Türk bir Kürt milliyetçiliğine kapılmış değildi. Türk ve Kürtler’in içiçe yaşadığı yörelerde milliyetçi gerilimler doğmamış, isyanlara rağmen ve isyanların yatıştığı tarihten itibaren geçen yaklaşık kırk yıl boyunca da iki halkı içiçeleştiren kanallar gelişmeye devam etmişti.

Oysa 12 Eylül rejimi ile birlikte tersine bir sürece girildi. 1980’e kadar sözünü ettiğimiz gelişmelerin varlığında inandırıcı gelebilen resmî ideolojinin “TC etnik köken ayrıcalığı tanımaz” sözü, 12 Eylül rejiminin Kürt sözcüğünü bile şiddetle cezalandıran tutumu karşısında acı bir ironi gibi algılanır oldu. PKK’yı hızla besleyen ortam ve TC’nin tarihinde ilk kez Kürtler’le meskun hemen tüm illeri kapsayan bir hareketle karşılaştığı durum böylece doğdu. TC’nin en üst yetkilileri “Kürt gerçeği”nden bahsetmeye başladıkları zamana, 1990’lı yıllara gelinceye kadar, ortada karşılıklı tepkilerle birbirini beslemiş Türk ve Kürt milliyetçilikleri her iki halk arasında ciddi oranlarda yayılmış; bu milliyetçiliklerden uzak durmaya çalışanların çoğunda da belli dozda bir “milliyetçi hassasiyet” ister istemez yerleşmişti. Bu sürecin bir diğer görünümü de Türk ve Kürtler’in birlikte yer aldıkları iktisadî, kültürel, toplumsal ve ideolojik birliktelik, örgütlenme zemininde olanlardır. Doğuştan -etnisite gibi- özellikler bazında değil, edinimler temelinde oluşmuş olan dernek, parti, sendika gibi biraradalık zeminleri ya bölündü veya etnik eksende gruplaşmalara gidildi.

Karşılıklı milliyetçiliklerin ve bunları çevreleyen milliyetçi hassasiyet ortamının beslediği “düşman”laştırmadan daha yumuşak ve sıradan “ötekileştirme”lere kadar uzanan hava kendi içine kapanmayı, bağları gevşetme ve koparmayı hızlandırdığı gibi “neden birlikteyiz, biraradayız” sorusunu da sordurur elbette.

TC devleti, bir isyan ve askerî güç olarak PKK’yı tamamen ezmiş, safdışı bırakmış da olabilir. Ama bu ezme, safdışı bırakma süreci içinde onbinlerce insanın kanı, yüzbinlercesinin gözyaşı içinde sorulmuş -ve bir kere sorulduktan sonra akıldan çıkmayacak- o sorunun yürekleri ferahlatacak bir cevabı da verilmiş değil. TC devleti birarada tutmaya kararlıdır ve bunu sağlamaya gücünün yettiğini de kanıtlamıştır demekten başka yeni bir şey söylemiyor “yetkililer”. 75 yıllık Cumhuriyet’in “bölünmezlik” yaklaşım ve söylemini şimdilerde bir galip üslûbuyla sürdüren bu yetkililer ve medya, galiplerden ve dolayısıyla mağluplardan söz edilen yerde sadece yeni savaş biçim ve hazırlıklarının boy vereceğini bilmez veya aldırmaz görünüyor.

Aynı aldırmazlık, sürekli geri itilmeye, gerilemeye zorlanan “İslâmî hareket”e ilişkin olarak da geçerlidir. Verilen hapis, kapatma ve siyasetten men kararlarını sineye çeken, getirilen formel yasa ve yasaklamalara usulen bir direniş gösterip uymaya çalışan, “sivri” mensuplarını geri plana çeken “İslâmî hareket”, vitrinine çıkardığı “ılımlı-muhafazakâr” kişiler ve görünüm ile “dışlanma” çemberini ne denli gevşetebilir bilinmez ama, bu kabuğun altında içe dönükleşip sertleşecek çekirdeklerin birikeceğini tahmin etmek de zor değil.

Türkiye’de ve dünyada dinî-İslâmî hareketlerin yükseliş dalgası, durmuş, hattâ gerilemekte görülüyor ise de; bu tür duraklama ve çekilme süreçlerinin sayıca azalmanın yanısıra katılaşmayı da arttırdığı unutulmamalıdır. Türkiye’de ve her yerde dinî hareketlere yönelişin bir cemaate bağlanma ve böylece hayatın belirsizliklerinden korunma ihtiyacından da kaynaklandığı ve bunun özellikle toplumun alt tabakaları için söz konusu olduğu da keza. Şimdilerde üniversiteler gibi çoğunluğu orta ve üst gelir gruplarından gelme öğrencilere uygulanan “İslâmî” giyim kuşam yasaklamalarının sonuç verici oluşunu, yüzlerce kız öğrencinin başlarını açmasını, direnişlerin zayıflamasını bir galibiyet havasında seyreden “laik hayat tarzı” yanlıları bu tutumları ile “İslâmî hayat tarzı”na sarılabilecek olanlar ile aralarındaki bütün anlama kanallarını kapattıklarını, onları yarı telaffuz edilen bir “ikinci sınıf”lık statüsüne iterek bir karşılıklı yabancılaşma havası oluşturduklarını fark edemiyor olamazlar. Eğer fark etmiyor veya aldırmıyorlar ise -ki manzara büyük ölçüde bunu doğruluyor- bu durum bu iki hayat tarzı topluluğunun büyük kısımları arasındaki bağların çözüldüğü, hattâ koptuğu anlamına gelmez mi? Bu güçlü birbirini dışlama havasında her iki tarafına da “niçin bunlarla birarada olmak zorundayız” sorusu sürekli gündemde kalacak değil midir?

Sorunları yalnızca istenmedik görüntülerle ortaya çıktıklarında -ve o görüntülerinden ibaret- bir sorun olarak algılamanın ötesine geçemeyen “resmî” yaklaşımımıza özellikle şu bahsedilen konuda iyice yaslanan “laik çevreler”, “devlet”i arkalarında saydıkça o soruya “evet mecbur değiliz” bile diyebilirler. Bunların simetriği şüphesiz “İslâmî hareket” içinde de mevcuttur. Bu “bilgi”nin varlığında, İslâmî görünümleri kamusal alanda görülmez kılmaya matûf “28 Şubat programı” tamamlandığında toplumun birliği mi sağlanmış olacak, yoksa bir dinamitin üstü mü kapanmış olacaktır?


“Çözülme”den söz ettiğimiz iki alanda da aradaki boşlukların bir patlama potansiyeli içerdiklerine işaret edildi gerçi ama bu saptamayı teşhisimizin ikinci ayağıyla -“çürüme” olgusu ile- birlikte ele almak gerekiyor. Eskiye dayanan nedenlerinin yanısıra 1980’lerin -Türkiye’yi de içine alan- neo-liberal dalgasının yerleştirdiği insanî-etik kaygılardan sıyrılmış rekabet ve kazancı amaçlaştıran ideolojisinin türettiği koşulların da ürünü olan bu çürüme, milliyetçi ve dinî gerilimler yaşayan toplulukları -“hayat şartları”na içselleşmiş olduğu için- elbette doğrudan etkiliyor. Ve bu etkilemenin de sonucu olarak topluluklar arasındaki patlamaya gayet uygun gerilimleri gevşetebildiği gibi, arttırıp ürpertici bir şiddet ve vahşet mecrasına da yöneltebiliyor.

Türkiye’de şu son on-onbeş yılda her iki ihtimale de örnek olabilecek olaylar yaşandığını hatırlatmakla yetinelim.

Biraz da bu çürüme olgusunu çok daha popüler kabul gören ve şu sıralarda siyasal gündemimizin ortasında bir yer işgâl eden çeteler, mafya olayı üzerinden konuşmaya devam edelim.

Herkesçe de bilindiği ve Birikim’in daha önceki sayılarında da vurgulandığı üzre bu “mafya-çeteler” olgusunu ve 1980’lerden itibaren her alana dal budak sarışını özellikle merkez-sağ partilerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Buna ayrıca tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “klasik” mafyaların milliyetçi-faşist parti, hareketlerle “doğal” ilişki içinde oluşu gerçeğini de eklemeliyiz elbette. Ülkemizde mafyaların adeta zorunlu bir sıfat olarak “Ülkücü” etiketini taşımaları hiç de sırf özel koşulların sonucu değildir.

Birikim’in 114. sayısında bir mafya-çeteler operasyonuna girişilmesini zorunlu kılan nedenler üzerinde epeyce durmuştuk. Bu nedenle burada asıl olarak bu zorunlu operasyonun kaçınılmaz olarak “değeceği” merkez-sağ partilerin, o operasyon bağlamında durum ve tutumlarını kısaca ele almaya çalışacağız.

Öncelikle belirtilmelidir ki; nasıl “Susurluk olayı” devlet, güvenlik aygıtları içindeki çürüme ve kirlenmenin kapağını kaldırmışsa, “Mafyalar” dosyası da “sivil siyaset”, “iş alemi” içindeki çürüme ve kirlenmenin patlamış çıbanlarıdır.

“Devlet”, Susurluk’ta açılan kapağı, sivil siyasetin iktidarların da omuz vermesiyle fazla açılmadan kapatmış görünmekte. Bu mafya operasyonlarının arefesinde ve hemen ertesinde üst yönetimi yenilenen Emniyet Genel Müdürlüğü’ne “anlamlı” ziyaretler yapan ordu üst komuta heyeti, böylece sağlanmış “devlet”in birleşik iradesi ile şimdi “siyaset”e benzer bir yardımda bulunacak mıdır? Bulunacaksa bunu niçin ve nasıl yapmayı düşünebilir?

Sezilebildiği kadarıyla “devlet” hem mafya çıbanlarının daha fazlasının deşilmesinden yana değildir, hem de deşilecek çıbanların “sivil siyaset” gövdesinin hangi organına yakın olmasını tercih edeceğini kararlaştırmıştır. Özetle bu mafya operasyonundan ANAP’ın zararsız, DYP’nin ise hayli hırpalanmış, irine bulaşmış biçimde çıkmasını tercih etmektedir. Hattâ ANAP’ın, bu mafya operasyonunu DYP ile sürdürdüğü merkez-sağ içi rekabette kesin sonucu aldıracak bir koz haline getirebilmesini de destekleyecektir.

Şüphesiz bu projenin gerçekleşebilmesi için ilkin DYP’ye karşı kullanılacak gayet sansasyonel kanıtların elde olması şarttır. İkincisi bu kozun bir ANAP’lı iktidarca kullanılması ve böylece onun “temizlenme”sinin prestijinden sonuna kadar yararlanması gerekir. Üçüncü olarak da bu işlemin seçimlere hayli yakın bir tarihte devreye sokulması sağlanmalıdır.

Ağustos ayından, yani mafya operasyonu için düğmeye basıldığı zamandan itibaren seçimlerin ya ertelenmesi ya da olabildiğince erkene alınması talebinin bizzat ANAP’tan gelmesi bunlardan dolayıdır.

İki talep de iki görece farklı projeyle bağlantılıdır ama her ikisinin de odağında DYP’nin parçalanması hesabı vardır. Seçimi erteleme üzerine kurulu proje Tansu Çiller, eşi ve en yakın ekibinin yargıya, Meclis soruşturmalarına konu olan şaibeli servet birikimi üzerinden gidilerek Çiller’in yüzkızartıcı bir mahkûmiyetle tasfiyesinin sağlanmasını ve böylece kendini Çiller ve ekibine teslim etmiş DYP’nin dağılmasını hedeflemektedir. Mafya operasyonu bu projede ikincil kozları verecekti.

Seçimleri erkene almaya dayalı proje ise mafya operasyonundan sağlanan veya hemen sağlanabilecek sansasyonel kanıtlarla Çiller’i ve dolayısıyla DYP’yi tam da seçimler arefesinde kamuoyu ve seçmen kitleleri nezdinde “batırmaya” matûftur.

ANAP, iktidar konumuyla ve “devlet”le zımni anlaşma içinde olarak her iki proje için de hazır görünmektedir, ama bütün bu operasyonlar için elzem olan “iktidar”ı, CHP desteğine muhtaçtır. O nedenle de CHP’nin desteğini kalıcılaştırmaya, yani CHP’yi bu operasyonlardan kendisinin de hayli kazançlı çıkacağına ikna etmesi şarttır.

Kamuoyu yoklamalarında barajın civarında, kritik bir oranda görünen bu parti, Barış Partisi’ne ve özellikle ÖDP’ye kayacak oyların kaygısı içindeyken ve bu partilerle ittifak kuramadığı takdirde “sol”dan oy alması çok daha güçleşecekken; umudunu merkez-sağdan kendine yönelebilecek oylara bağlayabilir. O oylar ise ANAP ve DYP arasındaki gayet yıpratıcı bir rekabetin döküntülerinden beklenecek değil midir?

Önümüzdeki günler, söz konusu içiçe operasyonların daha da karmaşıklaşacağı, mafya çıbanlarıyla dışa vuran merkez-sağ gövdedeki çürümenin yeni tezahürleriyle de karşılaşacağımız “hareketli” günler olmaya aday.