İnsan Hakları: Bir Değerlendirme

1998 gerek dünya genelindeki, gerekse coğrafyamızdaki hak ihlâllerinin yoğunluğu açısından, gerekse özgürlükler için mücadele iddiasında olan özne ve araçların üretkenlikleri, becerileri açısından da son derece iç karartıcı bir yıl olarak geçti.

Uzun uzun, ihlâllerin bir panoramasını yapacak değiliz. Esas olarak özgürlükler mücadelesinin, başta insan hakları kurumlarının ve diğer NGO’ların 1998’i nasıl yaşadıklarına, insan hakları mücadelesinin, barış çabasının, sivil itaatsizlik ruhunun nasıl bir seyir izlediğine eğileceğiz. Ancak yine de kısa ve ana başlıklarla dünyada ve coğrafyamızdaki hak ihlâllerine de değineceğiz.

Üçüncü bin yılın kapısı çalınırken, Ortadoğu dünyanın gündemindeki ağırlıklı konumunu sürdürüyor. Ortadoğu halklarının özgürlük çırpınışları, bölgedeki baskıcı, anti-demokratik devletlerin yoğun hak ihlâlleri, başta ABD olmak üzere sömürücü devletlerin petrol kaynaklı çıkar çatışmaları, İtalya’ya Kürt göçmen akını 1998’i Ortadoğu problemlerinin daha bir evrenselleştiği yıl yaptı.

ABD bu yılda dünyanın patronu rolünü ulusalüstü hukuk kurallarını defalarca ihlâl ederek oynadı. Afganistan ve Sudan’a füze saldırıları düzenledi. Sudan’daki saldırıda çok sayıda insan öldü. 300’den fazla kişi kayboldu. Afganistan’da da ölenler, yaralananlar oldu. 1990-1991 Körfez Savaşı’ndan sonraki en vahşi saldırıyı da yılın son günlerinde yine Irak’a yaptı. Müslümanların ‘kutsal ayı’nın sivilleri de hedef alan bombalarla kutladı. Birleşmiş Milletler, ABD’nin jandarmalığına geçmiş yıllarda olduğu gibi boynu bükük kaldı. Birleşmiş Milletler’in insan hakları ve halkların hakları açısından düştüğü acz ve çifte standartlı konum bu yıl da daha da derinleşti. 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı sürecinde çok cılız sesle dillendirilen Birleşmiş Milletler’in etkisiz ve adil olmayan konumuna, alternatif sivil toplum kurumlarının evrensel birliğini dünya insan hakları savunucuları ve kurumları yüksek sesle tartışmak ve mutlaka oluşturmak göreviyle karşı karşıya. Böylesi bir çaba ve oluşum BM’nin köhnemiş yapısını da sarsabilir ve belki de amaçlarına uygun yeniden yapılanmasını gündeme getirebilir. Süper devletlerin egemenliği altındaki BM, her geçen yıl biraz daha işlevinden uzaklaşmaktadır. Bu saptamalar BM bünyesindeki çeşitli komisyonların insan hakları alanındaki çalışmalarını yadsımak anlamına gelmez.

1998’de de Cezayir’de sivillere yönelik katliamlar devam etti. Yapılan kısıtlı araştırmalar dahi, katliamlardan sadece köktendincilerin değil, sözde ‘laik’ darbeci iktidarın da sorumlu olduğunu kanıtladı.

Balkanlar bu yılda da yine gergin günler yaşadı. Yarı savaş, yarı barış diye nitelendirilecek günler geçirdi. Sırp şovenizminin azgınlığı Kosova’da ciddi hak ihlâlleri üretti.

İran’da özellikle yılın son günlerinde kökten dinci diktatörlüğün aydınlara, muhaliflere yönelik katliamları vahim boyutlara ulaştı.

Devletlerin idam cinayetleri başta ABD, Çin, İran, Suudi Arabistan olmak üzere bu yılda da ciddi boyutlardaydı.

Avrupa Birliği’ne dahil ülkelerde de yabancı düşmanlığı, mültecilere tanınan olanakların daha da kısıtlanması, Almanya’nın bazı bölgelerinde şeriat hukukunu andırırcasına cezanın şahsiliği ilkesine aykırı, çocuktan dolayı ailenin de cezalandırılarak sınır dışı edilmesi gibi uygulamalar dikkat çekti. Tüm bunlara rağmen sosyal demokrat-yeşiller ittifakının iktidara gelmesinden sonra, yabancılara vatandaşlık tanınma olasılığının güçlenmesi yüzbinlerce insanda ciddi beklentiler yarattı.

İnsan hakları kurumlarına ve savunucularına yönelik saldırılar başta Tunus ve Çin gibi ülkeler olmak üzere birçok ülkede had safhaya ulaştı.

Bu olumsuzlukların yanısıra ulusalüstü insan hakları hukukunun boyutlarının genişlemesinde bazı kıpırtıların yaşanması da umut verdi. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Avrupa Divanının birleşerek tek mahkemeye dönüşmesi ve bu mahkemenin yetkilerinin artarak, sadece sunulan delillerle bağlı olmayarak kendiliğinden de delil araştırabilme yetkisi ile donatılması önemli bir adım oldu. Ancak hâlâ yargıçların atanması açısından üye devletlerin gölgesi bu mahkeme üzerinde sürmektedir. İnsanlığa karşı işlenen suçlar ve yine savaş suçları açısından Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulması da önemli bir adım oldu. Ancak bu mahkemenin işlemesi için ilgili devletlerin onay verme şartı, oluşumun temel dezavantajı olarak amacın önünde engel teşkil etmektedir.

BM İnsan Hakları Komisyonu’nca ‘İnsan Hakları Savunucularının Korunmasına Dair’ iki belgenin kabul edilmesi de kayda değer bir gelişmeydi. Bunun yanısıra Paris’te toplanan insan hakları zirvesinin aldığı kararlar da dikkate alınması gereken olumlu gelişmelerdir.

1998’de, yoğun insan hakları ihlâllerinin yaşandığı Çin bir sürpriz yaparak, Türkiye’nin hâlâ kabul etmediği, insan hakları açısından önem taşıyan ‘Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ni kabul etti. Kafkasya’daki birçok ülke de idam cezasını kaldırdı.

İrlanda sorununda tarafların barış masasına oturması, yine BASK sorununda barışa giden koşullarda gelişmeler olması, Kolombiya’da tarafların siyasî çözüm için görüşmelere başlaması umut verici gelişmeler oldu.

Kendi coğrafyamıza baktığımızda ihlâl dökümleri açısından 1998’in daha önceki yılları aratmayacak şekilde vahim bir yıl olduğu görülür. Susurluk olayından sonra artan toplumsal tepki üzerine azalmış gibi gözüken faili meçhul cinayetlerde 1998’de tekrar artış gözlendi (167). Yargısız infaz, işkence sonucu ve gözaltında ölüm dökümü de İHD verilerine göre 103 rakamını gösteriyordu.

1998, Kürt sorununda devam eden savaşın devlet tarafından daha da şiddetlendirildiği bir yıl oldu. Çatışmalarda ölen insan sayısı yılın ilk 11 ayı itibariyle 1651’i gösteriyordu. Sivillere yönelik eylemlerde de 90 insan yaşamını yitirmişti. İşkencenin hızında da tüm coğrafya genelinde söylemlere ve sık sık yayımlanan genelgelere rağmen bir azalma olmadı. Boşaltılan, yakılan köy ve mezralara bu yıl 30 tane daha eklendi. 1998’de diğer yıllara oranla gözaltında kayıp olaylarında bir azalma gözlendi. ne var ki bu yılın bu açıdan bilançosu da yine küçümsenmeyecek bir rakam, 27.

1998’de devletin muhalif düşüncelere karşı savaşı hızından kaybetmeden devam etti. 293’ü aşkın yayın yasaklanırken, açılan davalarla ‘Düşünce suç’larından dolayı 2000 yıla varan hapis cezaları istendi. 350 yılı bulan hapis, 100 milyara yakın para cezaları verildi.

1998, coğrafyamızda başta insan hakları kurumları ve savunucuları olmak üzere egemen resmî görüşten farklı düşünen sivil toplum kurumlarının ve barış aktivistlerinin yoğun saldırılara uğradığı bir yıl oldu. Birçok İHD şubesi valilik kararıyla kapatılırken, Tunceliler Derneği gibi bazı yöre dernekleri de resmî görüşle uyuşmadıkları için mahkeme kararıyla kapatılma cezasına uğradılar. 1998 Mazlum-Der ve İslâmî vakıflar üzerindeki baskılarında yoğunlaştığı bir yıl oldu.

İHD Genel Başkanı’nın şahsında İHD’ye yapılan saldırı, insan hakları mücadelesine gözdağı teşkil ettiği gibi, kurumun sıçrama yapması, otokritik sürecini hızlandırması, yeniden yapılanması önünde de ciddi bir handikap oluşturdu.

Lozan’da azınlıklara tanınan hakların fiilî kısıtlamalarına bu yılda da devam edildi. Kiliselere bağış yolları ve gayrimenkûl edinme hakları tıkandı. Patrik seçimine dahi devletin ciddi müdahaleleri yaşandı.

Başta Erzurum Özel Tip Cezaevi olmak üzere birçok cezaevinde 1998’de de yoğun baskılar ve hak ihlâlleri yaşandı.

İstanbul gibi metropollerde Romanlara yönelik infazlar, baskılar, çocuklara yapılan işkenceler 1998’in utanç sayfalarını kabarttı.

Hatalı karayolları, özel taşımacılık politikaları sonucu trafik kazalarında ölenlerin sayısı adeta bir savaşta ölenlerin boyutuna ulaştı.

1998’in, Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’yle Ocak 1997’de başlayan, 28 Şubat kararlarıyla, Genelkurmay brifingleriyle, Batı Çalışma Grubu oluşumlarıyla devam eden üstü örtülü askerî darbe sürecinin pekiştiği bir yıl olduğu gerçeğinin de altını çizmek gerekir. Hükümet ve parlamento, cumhuriyetin sivilleşmesi ve demokratikleşmesi yönünde bir tek ciddi adım atmadığı gibi tam tersine askerî otoritenin hınk deyiciliği görevini fazlasıyla yerine getirdi. Başta Anayasa değişikliği olmak üzere, yıllardır talep edilen Ceza Yasası’nın ve Medeni Yasa’nın demokratikleştirilmesi bir başka bahara ertelendi. 3 yıl önceki kısmi Anayasa değişikliğine uyum yasaları dahi çıkartılamadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuruların 2500’ü aşması dahi parlamentoyu harekete geçiremedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin -bize göre sorunu çözmeyecek, yetersiz- DGM kuruluş yasasında kısmi reform önerisi dahi egemenlerce dikkate alınmadı. Adalet Bakanlığı’nın taktik ve Makyavelist nedenlerle gündeme getirdiği idam cezasının kaldırılması önerisi de askerî otoritenin sözde sivil sözcüsü Cumhurbaşkanı tarafından tartışmanın önü kesilerek adeta veto edildi. Öyle ki devletin başı, yargıyı adeta yönlendirircesine idam cezasının gerekliliğini savundu.

Üniversitelerin temel gereksinimi idari-mali-bilimsel özerklik iken, MGK’nın direktifleri doğrultusunda hazırlanan YÖK Yönetmeliği değişiklikleriyle 12 Eylül 1980 sonrası hızlanan kışlalaştırma süreci 1998’de pekiştirilmiş oldu. Bu yönetmenlik değişikliğine göre, düşünce ve inançları doğrultusunda davranan öğretim üyeleri sadece görevlerinden alınmakla kalmayacak, ömürboyu bilimsel uğraşları sonucu edindikleri bilimsel ünvanlarını da kullanamayacaklar. Bu yılda da okullarda anlamsız kılık kıyafet yasakları devam ettirilerek salt bu gerekçeyle yüzlerce öğrenci mağdur edildi. Yargı denetiminden muaf, kutsal ve dokunulmaz ‘Askerî Şura’ daha önceki yıllarda olduğu gibi, düşünce ve inançlarından dolayı ordu da ayıklama operasyonlarına devam etti.

Geride bıraktığımız yıl hukuk dışı çetelerle, ‘derin devlet’ kavramıyla ürkekçe ifade edilen kontrgerilla ile mücadele açısından da kamuoyunun aldatıldığı, havanda su dövüldüğü bir yıl oldu. Sorun mafya tetikçileriyle mücadeleye indirgendi. Olgunun sivil ve militer bürokrasideki kökenleri gizlendi.

1998, yolsuzluklarla, suistimallerle, rüşvetlerle ve kaset savaşlarıyla sistemin tüm organlarının nasıl çürüdüğünü çıplak bir şekilde görüldüğü bir yıl oldu.

Bu yılda da sadece hükümet ve Meclis’in değil, yargının da askerî otoritenin ölçümlerine bağlı olarak, egemen resmî görüşü hukuk ilkelerinin yerine ikame ederek kararlar verdiği bir yıl oldu. Hukukta önemli bir ilke olan fair teall (dürüst yargılanma) ilkesi ihlâl edilerek, düşünce ve inançlara savaş açıldı. Ülkenin en çok oy alan partisi (FP) mevcut reel hukuka göre dahi inandırıcı olmayan gerekçelerle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Siyasî partiler mezarlığına bir ekleme daha gerçekleşmiş oldu. HADEP üzerinde de baskılar had safhaya ulaştı. HADEP yöneticileri hakkında komik ve sudan gerekçelerle yapay davalar ve haksız tutuklamalar birbirini kovaladı. Kürtler üzerindeki geleneksel baskılar, son İtalya gelişmeleri bahane edilerek birçok yerde linç düzeyine, karakolda öldürme boyutlarına ulaştı. Sosyalizm iddialı muhalif partilerde meşrû etkinliklerinin çoğu engellenerek üstü örtülü darbe sürecinden nasiplerini aldılar. 1998’de geleneksel barış etkinlikleri geçmiş yıllardan daha fazla devlet terörüne marûz kaldı.

1996 sonlarından itibaren kıpırdamaya başlayan sivil itaatsizlik etkinlikleri 1998’de devlet baskısıyla boğuldu. Gözaltında kayıplara karşı gerçekleştirilen etkinlikler, kamu emekçilerinin toplu sözleşmeli grevli sendikalaşma hakkı için gerçekleştirdikleri meşrû etkinlikler zorla bastırıldı.

Askerî otorite ve iradesini bu otoriteye teslim eden organ ve kurumlar cumhuriyetin sivilleşmemesi ve demokratikleşmemesi için azami gayretlerini 1998’de de devam ettirdiler. Bu otoriteye göre demokratik çözüme kavuşması gereken bir Kürt sorunu yoktur. ‘Terör’ sorunu vardır. Yine bu egemen otoriteye göre özgürlükçü ve demokratik bir laiklik olamaz. Sınırları MGK tarafından çizilen, yaptırımcı ve yasakçı, devletin resmî dinî temelinde bir anlayış herkes tarafından kabul edilmesi gereken ‘laikliktir’.

Geride kalan yıl, geleneksel düşman edebiyatının pompalandığı, tüm komşularımızın düşman ilân edildiği, Kıbrıs sorununda Türk şovenizminin körüklendiği, Ortadoğu halklarının kardeşliğinin izlenen politikalarla daha da tehlikeye sokulduğu bir yıl oldu.

Avrupa Birliği’ne katılım hayallerini buzdolabına koyan egemenler, Avrupa Birliği hatırına lûtfetmeyi düşündükleri demokratikleşme kırıntıları paketini de Avrupa Birliği’ne kızarak rafa kaldırdılar. Devletin işlediği suçları örtbas etme yasası olan asırlık Memurin-Muhakemet Yasası’nı dahi değiştirmeyi ertelediler.

1998 aynı zamanda açlığın, yoksulluğun, işsizliğin ve pahalılığın da derinleştiği bir yıl oldu. Gerek dünya kapitalizminin yeni bir kriz dalgasına tutulması, gerekse özel olarak Rusya’da yaşanan ekonomik kriz çürük, adaletsiz, ekonomik yapıyı da derinden sarsarak, yüzbinlerce emekçinin işten atılma olgusunu gündeme getirdi. İşsizlik sigortasının da olmadığı coğrafyamızda çok sayıda insan için açlık kapıda.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 50. yıldönümüne ve cumhuriyetin de 75. yılına rastlayan 1998, haklar ve özgürlükler açısından, demokratikleşme ve sivilleşme açısından heba edilen bir yıl olarak geçti. Başta, Çin’in dahi Ekim ayında kabul etmek durumunda kaldığı ‘Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ olmak üzere insan hakları açısından çok önemli olan birçok sözleşme Türkiye’nin kapısını çalamadı. Kabul edilen sözleşmelerdeki çekinceler de devam ettirildi.

Ekonomik krizin yanısıra, siyasî kriz de derinleşti. Egemen görüşten farklı görüşlerin tercih edilmesi olanağının olamayacağı haksız ve adaletsiz seçim yasasıyla bir erken seçim topluma dayatıldı. Esas egemen otorite böylesi bir seçime daha güvenememekte, iki turlu-dar bölge sistemli değişikliği zorlamakta, aksi halde askerî açık müdahalenin de kapıyı çalabileceğinin işaretlerini vermektedir.

Geride bıraktığımız yılın bu genel panoramatik değerlendirmelerinden sonra gelelim yazımızın esas konusuna.

Yönetilenler açısından, sivil toplum kurumları açısından, insan hakları mücadelesi ve kurumları açısından 1998 itibariyle nasıl bir muhasebe yapabiliriz?

1998 hak ve özgürlükler mücadelesi açısından başarısız geçen, bu alandaki araçların, öznelerin yeterli becereyi gösteremedikleri, etkili politikaları üretemedikleri bir yıl olmuştur. 1997 başından beri belirgin olan insan hakları ve barış mücadelesindeki ivme düşüklüğü 1998’de daha da artarak devam etmiştir. Sivil itaatsizlik etkinliklerinde azalma ve etkisizleşme, gündem belirleyecek politikaları üretememe, temel problemlerde özgürlükçü bakış açısıyla alternatif yaklaşımlar üretememe, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir şekilde hissedilmektedir. Sivil toplum kurumlarının ne kadar sivil oldukları cesaretle tartışılmaya muhtaç haldedir.

Mevcut yasaların engellerine, egemen devlet anlayışının sivil örgütlenmelere karşı geleneksel düşman tavrına rağmen, 1990’lardan sonra yaşamın her alanında eksik-kadük de olsa sivil örgütlenmelerin hızlandığı ve yayıldığı bir gerçektir. Yasal yapıların yanısıra lokal sivil-meşrû inisyatiflerin de yaygınlaştığı gözardı edilmemesi gereken bir vakadır. Ne var ki, son iki senedir, mevcut yaygınlığa rağmen işlevsizlik, üretimsizlik, sivil toplumu etkileyememek, temel haklar için toplumsal rüzgârlar estirememek, itaat eden bireyden, sorgulayan, haykıran yurttaşa dönüştürememek, nereden gelirse gelsin ihlâllere, çürümüşlüklere, baskılara karşı toplum vicdanı doğrultusunda yanıt verememek, en önemlisi de eski ve çürümüş anlayış ve davranışların, yani egemen yaklaşımların karşısına yeni anlayış ve davranış biçimlerini koyamamak sivil toplum kurumlarının ve muhalif örgütlenmelerin somut durumunu oluşturdu.

Coğrafyadaki mevcut siyasal-sosyal ve ekonomik koşulların nesnelliği, egemen yapı ve yaklaşımların her açıdan çürümüşlüğü, özgürlükçü güçlü bir muhalif ayağa kalkışa verecek her türlü malzemeye sahip olduğu halde somut durum neden bunun tersidir? Nesnel koşullar niçin özgürlükçü olmayan akımları güçlendirmektedir? Bu durumu salt konjonktürel koşullarla, egemen iktidar aygıtlarının baskılarıyla izah etmek mümkün değildir. Kuşkusuz son iki senelik olumsuz görünümde askerî otoritenin toplumu zapturapta almadaki etkin başarıları bu durumda önemli bir faktör olmuştur. Sadece yasama ve yargı değil, STK’ların büyük çoğunluğu da bu süreçte egemen otoritenin yan kurumu gibi işlev görmüşlerdir. Sivil toplum kurumları birliği adı altında oluşturulan hat toplumun temel problemlerinde geleneksel resmî görüşün yılmaz bekçiliğini yapan bir hat olmuştur. Barolar ve diğer meslek odaları askerî otoritenin brifinglerine koşar adım giderken, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği, 1968’liler Birliği (Vakfı), Hacı Bektaşi Veli Dernekleri, çoğu Alevi dernekleri, DİSK, TÜRK-İŞ gibi kurumlar temel problemlere sivilleşme ve özgürlükçülük perspektifiyle değil, devletin temel tezleriyle yaklaşmışlardır. Bu oluşumların büyük çoğunluğu 1997 Ocak Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’yle başlayan sürecin besleyicisi ve tamamlayıcısı olmuşlardır. Cumhuriyetin 75. yılını devlet şatafatlı törenlerle, trilyonlar harcayarak, muhasebeden, otokritikten muaf aklamalarla değerlendirirken, STK’lar da 75 yılın irdelenmesini, cumhuriyetin niteliğinin nasıl olması gerektiğini, yeniden yapılanmayı gündeme getirmemişler, mevcut statükodan yana tavır koymuşlardır. Bu oluşumların adeta cumhuriyetin sivilleşmesi ve demokratikleşmesi diye dertleri bulunmamaktadır. ‘Devletin kutsallığı’ anlayışı önemli ölçüde bu yapılara da yön vermektedir. Farklılıkların kimliklerinin hak ve özgürlükleriyle kabul edilmesi, temel hak ve özgürlüklerde çifte standartsızlık, Kürt sorununun toplumun tümünün sorunu olduğu gerçekliği, temel problemlerde militarizmin yerini sivil ve demokratik çözümlerin alması, insan haklarının ulusalcılıklara teslim olamayacağı, evrenselliği, bütünselliği, bölünmezliği gerçekliği bu tür oluşumlar için çok fazla kıymet taşımamaktadır. Bazı örnekler verilecek olursa durumun vehameti görülür. ’70’li yıllarda DGM’lerin kaldırılması mücadelesinin öncülüğünü yapan DİSK, içinde bulunduğumuz süreçte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına artık konu olan DGM’lere karşı siyasî tutukluların yürüttüğü kampanyaya dahi ilgi göstermemiştir. STK’ların tamamına yakını da bu konu ile ilgili herhangi bir duyarlılık ve sorumlu bir tavır göstermemişlerdir. Oysa DGM’lerin kaldırılması sadece boykot yapan tutukluları mı ilgilendirmektedir, yoksa tüm toplumun demokratikleşmesi açısından gerekli bir amaç mıdır?

Kuşkusuz bu boykotun eleştirilecek yönleri de vardır. Basın davalarına girilmesi, tutuksuz dosyalara girilmesi etkinliğin içeriği açısından tutarsızlıktır. Boykot başarılı geçti değerlendirmesine katılmak mümkün değildir. Protesto davranış biçimlerini harcamamak ve daraltmamak gerekir. DGM’lere karşı en geniş kesimleri kucaklamak gerekirken (ideolojik ve inanç yaklaşımları ne olursa olsun) Mazlum-Der ve çevresi dahi bu etkinliğe çekilmek beceresi gösterilememiştir. DGM’lerle ilgili kamuoyu oluşturulmasında da zayıf kalınmıştır. Tabiî bu eksiklikler sadece içerdekilere mal edilemez. Dışardakiler de önemli ölçüde sorumludur.

Bu STK’ların büyük çoğunluğu kılık-kıyafet yasaklarını, Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma kararlarını, Yüksek Askerî Şura’nın kararlarının yargı denetimine kapalılığını savunabilmektedirler.

STK’ların büyük çoğunluğu sivil itaatsizlik ruhuna, evrensel etik açısından toplumsal refleksin doğasına uzaktırlar veya yabancılaşmışlardır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisini geride bırakılan yılın son günlerinde yaşanan ABD’nin Irak’ı bombalaması örneğinde görebiliriz. Dünyanın her tarafında ABD’de dahi STK’lar, insan hakları savunucuları çok aktif barışçıl etkinliklerle bu saldırıyı kınarken, coğrafyamızdaki STK’lar, muhalifler 1990-1991 Körfez krizi sürecinin tam tersine sınıfta kalmışlardır. Savaşa karşı anlaşılması olanaksız bir sessizlik yaşanmıştır. Cılız bir-iki açıklama dışında, İncirlik’in dahi kullanıldığı bu saldırıya tepki gösterilmemiştir.

Benzeri bir olumsuzluk İtalya’daki gelişmeler üzerine körüklenen şovenizm saldırganlığının linç boyutlarına ulaştığı süreçte de yaşanmıştır. HADEP’lilere ve Kürtler’e yönelik baskı ve saldırılar korkunç bir sessizlikle karşılanmıştır.

STK’ların bu konumuna, yukarıda da vurguladığımız gibi sadece devlet baskısı ve denetimi neden değildir. Bundan da önemlisi toplumsal geleneğimizde güçlü sivil itaatsizlik, özgürlükçülük, insan hakları kültürü birikimimizin ve alışkanlığımızın olmamasıdır. Çoğu STK’lar yarı-resmî devlet organları gibi çalışmakta, aracı kutsallaştırmakta, doğrudan demokrasi ilkelerine kendi bünyesinde devlet kadar uzak durmaktadır. Adeta biçimde eleştirilen devletin, minyatür benzerleri ortaya çıkmaktadır. Bu iki faktöre geleneksel solun kendi araçlarına adeta Hegelci devlet anlayışıyla yaklaşmasından kaynaklanan, özgürlük felsefesini makyavelist gerekçelerle kadük etmesinden kaynaklanan yanlışlıkları eklemek gerekir.

Örneğin 1998’de de sol adına örgüt içi infazlar, sivillerin yaşamını riske sokan eylemler, temel hak ve özgürlüklerde çifte standartlı davranışlar, cezaevlerinde ikinci cezaevi koşulları sıkça üretilmiştir.

Sol adına azınlık da olsa bir kesimde (Hep İleri-Aydınlık) insan hakları mücadelesinin evrenselliğine karşı çıkan, insan hakları mücadelesi ve kurumlarını emperyalizmin taktiği gören, ulusal çit-iç sorun-kutsal devleti koruma anlayışlarını teorize eden cepheden saldırılar üretmişlerdir. İnsan hakları mücadelesi ve kurumlarını özgürlükçü felsefe ışığında irdelemek, yanlışlarını, zaaflarını vurgulamak ayrı şeydir, bu özgün alanı emperyalizmin bir taktik alanı olarak değerlendirmek farklı bir şeydir. Bu konuyu ileriki bölümlerde biraz daha ayrıntılı değineceğiz.

1998’de kamu emekçilerinin toplu sözleşmeli grevli sendikalaşma hakkı yönündeki meşrû direnmeleri devam etmesine rağmen etkinlik açısından daha önceki yıllara göre ivme düşüklüğü bu alanda da görülüyordu.

Düşünceyi ifade özgürlüğü yönündeki çabalarda, bu alandaki mağdurların, yargılananların ve cezaevine girenlerin sayısı artmasına rağmen güçlü bir toplumsal rüzgâra dönüştürülemedi. Haftalarca sürdürülen (yaklaşık 40) Meclis’e telgraf ve kart etkinliği, İstanbul’dan Ankara’ya yapılan önemli ve katılımlı düşünce özgürlüğü yürüyüşü, aydın inisyatifinin periyodik suç duyuruları bir yana bırakılırsa, bu konuda da bir sessizliğin yaşandığı saptanabilir.

İnatla sürülmek istenen ve 200’lere yaklaşan gözaltında kayıplara karşı gerçekleştirilen sivil itaatsizliğin gerek katılım açısından, gerekse değişik kesimlerin ilgisi açısından bir ivme düşüklüğü içinde olduğu görülmektedir. Bunda artan baskılar kadar bundan da önemlisi etkinliğe destek veren muhalif siyasî eğilimlerin geleneksel yanlışlarının, etkinliğin özgünlüğünün yeteri kadar korunamamasının rolü vardır.

1998 coğrafyada yaşanan savaşın tahribatlarının daha da derinleşmesine rağmen savaşa karşı sivil seslerin son yıllarda en az çıktığı, yapılan etkinliklerin geçmiş yıllara göre daha da cılız kaldığı bir yıl oldu. Bu konuda muhaliflerde de bir barış kültürünün ve ciddi bir barış projesinin bulunmayışı önemli bir faktör. 1997’lere kadar yavaş yavaş da olsa kıpırdamakta olan barış çabalarının zayıflamasında, doğru davranış ve politika biçimlerinin üretilememesinin, basmakalıp slogan düzeyinden kurtulamamasının da önemli rolü var. Ötekini anlamadan, diğer tarafın da mağduriyetini görüp kucaklamadan güçlü bir barış hareketinin yaratılması mümkün değil. Coğrafyadaki barış sorununun bu coğrafyanın iç dinamizmi ile çözüleceğini görerek, buna göre politikalar üretmek gerekir. Tek başına uluslararası ilişkileri ve ulusalüstü kamuoyunu temel dayanak alarak üretilen etkinlik ve politikaların başarısızlığı şu ana kadar sık sık yaşandı ve görüldü. Yani Kürt sorununda çözüme etkili güçlü bir barış hareketi yaratabilmek için Türk kamuoyunu etkileyebilecek, barış sorununa çekebilecek, savaşa hayır dedirtebilecek, ötekinin de mağduriyetini kucaklayabilecek, sadece kendi mağduriyetinden yola çıkmayacak davranış biçimleri ve politikalar üretmeyi becerebilmek gerek. Bu açılardan bakıldığında 1997 Hanover Barış Girişimi’nin bir başarısızlık örneği olduğu objektif olarak teslim edilebilir.

Barış kültürünün ve ciddi barış projelerinin yaşam şansının artması için barış mücadelesi verenlerin nekrofil bir kimlik oluşumunu reddetmeleri gerekir. Yani ölmenin kutsallaştırıldığı, savaşın yarattığı şehit, gazi, kahraman fetişizmiyle çatışma kültürünün derinleşmesine karşı politikalar üretilebilmelidir. Kürt sorununun demokratik yolla çözülmesi için hiç unutmamak gerekir ki, bu yönde Türk halkından da güçlü bir istemin maddiyata dönüşmesi gerekir.

İşte ustalık ve beceri bunu yaratabilecek barış politikalarını ve projelerini üretebilmektir.

Bu açıdan hepimizin de başarısız ve kısır olduğu ortada. Geniş Türk kamuoyu hâlâ savaşçı, şoven politikaların güdümünde ve diğerinin mağduriyetine karşı sessiz ve duyarsız. Bunu nasıl değiştireceğiz? Problem burada.

1998 amaç ve politika üretimi açısından, gerekse kurumlaşma açısından İHD’nin de etkisinin daha da azaldığı, başarısız olduğu bir yıl olmuştur.

İnsan Hakları Mücadelesi’nin etiği, politikaları ve bu alanın kurumlarının işlevi açısından, İHD ve problemlerini İnsan Hakları Yazıları’nın 1. ve 3. özel sayılarındaki yazılarımızda çok ayrıntılı tartışmıştık. Şimdi sadece bu hatırlatma ile yetineceğiz ve orada belirttiğimiz hususları gözardı etmeden, 1998’deki önemli konulardaki derneğin politikasız ve işlevsizliğine işaret etmeye çalışacağız.

Son gelişmelerden başlayarak örnekler verecek olursak:

a) ABD ve İngiltere’nin, Irak’ı bombalamasıyla başlayan savaş sürecinde (ki Ramazan nedeniyle ertelenmiş gibi gözükse de süreç tüm sancılarıyla devam ediyor), coğrafyamızdaki diğer toplumsal muhalefet oluşumları gibi, İHD’nin de tavrı dayanılmaz bir pasiflik ve sessizlik olmuştur. Bunu hoşgörmek mümkün değildir. İnsan hakları kurumları için dünyanın neresinde olursa olsun, savaşlara karşı aktif tavır hayatî bir önem taşır. Savaşın gerekçesi ve cereyan ettiği topraklardaki iç dinamikler üzerine etkisi ne olursa olsun (bu etki somut olayda Saddam rejiminin devrilmesi olabilir, muhalif Kürt hareketine yeni kanallar açılmış olabilir vs.), insan hakları kurumları kendilerini bu tür ihtimal hesaplarına sokmadan, savaşa karşı kesin bir çığlık olabilmelidirler. Nitekim 1990-1991 Körfez krizi döneminde genel olarak İHD şubeleri, özel olarak da İstanbul şubesi her gün savaşa karşı sokaktaydı. Yaşanan gözaltılara rağmen savaşa karşı aktif tavır sergilenmiş ve toplumun diğer kesimleri de harekete geçirilebilmişti. Şimdi ise aynı şeyler yaşandığı halde, açık seçik İncirlik Üssü de kullanıldığı halde genel olarak tüm muhalif kesimler bir ölü sessizliği içinde olduğu gibi, İHD de işlevini unuturcasına bu olay karşısında yanlış bir konumlanma içinde kalmıştır. İHD Genel Merkezi’nin tavrı yüzeysel bir açıklamanın ötesine geçmemiştir. Dünyanın her tarafında insan hakları savunucuları ABD ve İngiltere saldırısına aktif tavırlar alırken, İHD’nin sessizliği gerçekten düşündürücüdür. İHD bazı muhalif siyasî odakların değerlendirmeleri ne olursa olsun, kendi işlevinin aslî konularından biri olan savaşa karşı net tavırda, aktif tavırda tereddüt etmemesi gerekirdi.

b) İçişleri eski bakanı Meral Akşener’in oluşturduğu telefon çetesiyle, haberleşme özgürlüğü ihlâline ilişkin de İHD’nin ilgisizliğini anlamak mümkün değildir. Bu konuda İHD, ÖDP’den işlev olarak daha aktif bir konum sergileyebilmeliydi.

c) İHD’nin enternasyonel tepkiler vermeyi de geliştirmek bir yana adeta unutulduğu gözlemlenmektedir.

İran’da muhalif aydınlara yönelik kontra cinayetlerine, ABD ve Çin’de artarak devam eden idam uygulamalarına bu coğrafyadan da büyükelçilik ve konsolosluklar nezdinde tepkiler verilebilmelidir.

d) Düşünceyi ifade özgürlüğü ve özgürlükçü laiklik konularında her zamankinden de pasif bir süreç gözlemlenmektedir.

e) Yapılması muhtemel ama kuşkulu seçimlerle ilgili, özgürlükçü, demokratik politik hak talepleri bir süreçte yüksek sesle haykırılabilmeli, seçim yasasının anti-demokratikliği, yapılmak istenen daha da kısıtlayıcı değişiklik tasarıları teşhir edilebilmelidir.

f) İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 50. yıldönümü gerek şubelerce gerekse genel merkezce iyi değerlendirilememiştir. Bir ivme getirilememiş, hattâ daha önceki yılların etkinlik programlarının gerisinde kalınmıştır.

g) Cumhuriyetin 75. yılı esprisi, 75 yılın hak ve özgürlükler açısından bir irdelenmesine, muhasebesine dönüştürülememiş, insan hakları açısından cumhuriyet konusu alternatif önerilerle toplum gündemine sokulamamıştır.

Bu konudaki egemen ve kof yaklaşım teşhir edilememiştir.

h) İHD amacının aslî konularında dahi politika üreterek, gündem belirleme açısından işlevini yerine getirememiştir.

1998 genel af açısından güçlü bir rüzgâr estirilmesi yönünde birçok açıdan potansiyel taşıyan bir yıl olduğu halde, İHD bu konuda dahi doğru bir bakış açısıyla etkin bir çalışma yürütememiştir. İHD bu konudaki geleneksel anlayışını terk ederek, konjonktürel ortamın pompaladığı ‘herkesin kendisine göre affı’ anlayışına ayak uydurarak yanlış ve etkisiz politika üretmiştir. Geçmiş yıllarda bu konuda net olan ve etkili çalışmalar yapan İHD, 1998’de suç, ceza ve cezaevleri konusuna özgürlükçü perspektifle yaklaşmayarak, bu kavramların statik ve eski içeriklerine bağlı kalarak, konjonktürel rüzgârlardan esinlenen bir anlayışı sergilemiştir.

Felsefi olarak, insan hakları açısından suç, ceza, cezaevi kavram ve olgularını tartışmalıyız. Suçlara karşı toplumsal savunma devletlerin iddia ettiği gibi, cezaevinde mi yerine getirilir, yoksa cezaevi dışında her yerde mi? Devletin taş ve demirden yapılmış cezaevlerini mi çözüm göreceğiz, yoksa geleneksel ceza hukukunun yerine bireyi koruyan, dönüştüren bir toplumsal savunma hukukunu mu insan hakları açısından geliştireceğiz? Suça göre ceza mı esas alınmalı, yoksa bireye göre önlem mi? İnsan hakları açısından amaç kamuyu savunmak mı olmalı, yoksa suçluyu tanımayan ve tanımayı reddeden topluma karşı, bireyi korumak, toplumsallaşıncaya değin bireyi iyileştirmek mi olmalı? Toplum, suçluyu toplumdan dışlayarak mı korur, topluma yeniden döndürerek mi?

İnsan hakları savunucuları suçun da, cezanın da temelini tartışmak durumundadırlar. Ceza insan doğasına aykırıdır. Cezanın yerini insan doğasını gözeten temel bir amacı olan farklı bir eylem almalıdır.

Bu sorulara egemen klasik söylemden arınarak yanıt verilirse insan hakları savunucularının neden genel affı savunması gerektiği, affın kapsamında da ayrımlar yapmaması gerektiği ortaya çıkar. (Bkz. İnsan Hakları Yazıları sayı 3, ‘İnsan Hakları Açısından Suç, Cezaevleri ve Genel Af’ başlıklı yazım.)

ı) İnsan haklarını çok yakından ilgilendiren temel konularda statik kalıpların ve düşüncelerin alternatifi yeni ve özgürlükçü yaklaşımları üretirken, aynı zamanda, sadece reddiyeci değil, pozitif düzlemde hak taleplerini de gündeme getirmek gereklidir.

Bu hem bireysel hakları açısından, hem de sosyal haklar açısından gereklidir. Bu nokta gerek muhaliflerin gerekse insan hakları platformlarının en verimsiz olduğu noktalarındandır.

Örneğin toplumun demokratikleşmesi ve sivilleşmesi ile ulusalüstü insan hakları hukuku arasındaki bağ açısından Anayasa Mahkemesi’nin varlığını insan hakları savunucularının ve kurumlarının artık tartışma konusu yapması gerekir.

Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku’nun gelişimi karşısında artık anayasalar bir toplum için en üstün bağıt olma özelliğini ve esprisini yitirmiştir. Hattâ anayasalar ulusalüstü hukukun gelişimi önünde tutucu bir hat oluşturmaktadır. Gerek ulusalüstü hukukun gelişimi, gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin işlevi dikkate alındığında, iç hukukta da Anayasa Mahkemesi’nin yerini İnsan Hakları Mahkemesi’nin alması gerektiği bir açılım olarak savunulabilir. Böylesi bir mahkeme, yasaları ulusalüstü insan hakları hukuku açısından denetleyebilmeli ve böyle bir yargı organına sadece partiler veya belli kurumlar değil, tek tek bireyler de başvurabilmelidir. Bu tür bir yargı organının üst organı da doğal olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olacaktır.

Toplumun sivilleşmesi ve demokratikleşmesi açısından İnsan Hakları Savunucuları referandumu, yerel yönetimlerde adem-i merkeziyetçiliği, mülki amirliklerin yani valilerle, kaymakamların halk tarafından seçilmesini savunmalı, toplum gündemine getirmelidirler. İnsan haklarının ve özgürlüklerin gelişmesi açısından doğrudan demokrasiye geçişi hızlandıracak taleplerin birer hak kataloğuna dönüşmesi önemlidir. İnsan hakları mücadelesi iktidar alanlarını daraltacak, özgürleşme alanlarını genişletecek pozitif düzlemde hak taleplerini ürütebilmeli, toplum gündemine yerleştirebilmelidir. Bu açıdan bakıldığında coğrafyamızdaki insan hakları mücadelesi yoğun bir fakirlik yaşamaktadır.

i) 1998 barış mücadelesi açısından da daha önce de vurguladığımız gibi başarısız geçen bir yıl oldu. Bunda devletin şiddet politikalarının dozunun artması, şovenist dalganın büyük medya vasıtasıyla kitle kamuoyu oluşturulmasında etkin olması, sivil toplum kurumlarının büyük çoğunluğunun resmî görüş çemberinden kurtulamaması kadar, barış için mücadele eden kurumların yeni davranış biçimleri geliştirememeleri, eskiyi tekrarları, savaşın tüm mağdurlarının vicdanına hitap edebilecek bir hattı yakalayamamaları da etkili oldu.

İHD de kendi işlevini uygun, objektif, kuyrukçu imajını vermeyen, kendine güvenli aktif politikalar sergileyemedi. Her konuda olduğu gibi, barış konusunda da savaşın taraflarıyla özdeşleşmeyen, savaşın bir tarafına eklemlenmeyen politikalara ve etkinliklere gereksinim vardır. İnsan hakları açısından barışı sadece askerî ve siyasî bir projeye, sadece ateşkese indirgememek gerekir. Barış projesinin askerî ve siyasal yönü kadar sosyolojik, psikolojik kültürel bir proje olarak da, odağına araçları değil, insanın insanla, halkların halklarla barışmasını koyarak da bakabilmek gerekir. Böyle bakınca somut olarak, savaşın taraflarından birinin taktik ve diplomasisine güdümlenmeden, coğrafyamızda yaşayan tüm halkların, yönetilenlerin devam eden savaşa dur diyecek bir bilinçlenmesini, kültürleşmesini yaratabilmek gerekir. Savaş ile ilgili insanî hukuk kurallarını somut olaylar karşısında savunmada ürkek olmamak, tüm tarafların mağduriyetini dikkate almak, şovenizmi beslemeyecek bir üslûbu yakalamak, uluslararası diplomasiye esas rol veren, ona kaderini bağlayan bir barış mücadelesi anlayışı yerine, coğrafyamızdaki kamuoyunu ‘Savaşa hayır’ diyecek bir hattı esas alan söylem ve pratikleri geliştirmek gerekir.

Barış, bu coğrafyada yaşayan tüm kesimlerin barış gereksinimini algılaması ve harekete geçmesiyle gerçekleşecektir. Bu, konunun enternasyonal yönünü, uluslararası kamuoyunun rolünü yadsımak anlamına gelmez.

j) 1998, İHD açısından bir muhasebe, yeniden yapılanma, yenilenme yılı olamamıştır.

1998’de 13. yıla giren İHD Ekim’de 8. Kongresi’ni gerçekleştirdi. Kongre kararları ve sonuç bildirgesi incelendiğinde, gerek bildirgenin, gerekse kararların her genel kurulun alışılmış karar ve bildirgesinden farklı olmadığı görülür. Oysa bu genel kurulda 13 yılın bir değerlendirmesi yapılarak, özellikle son 3 yıldır yaşanan ilkesizliklerin, başarısızlıkların, giderek sıradanlaşmanın tartışılması gerekirdi. Gerek etik ilkeler anlamında, gerekse kurumlaşma açısından bağlayıcı genel kurul kararlarına gereksinim vardı. Bu konudaki ayrıntılı tartışmayı, İnsan Hakları Yazıları’nda (sayı 3) ‘İHD, doğal yolunda kendini yenileyecek mi, yoksa geleneksel anlayışa tamamen teslim olarak elvada özgünlük mü diyecek’ başlıklı yazımızda yaptığımız için özetle temel bazı hususları belirtelim.

1- 13 yıllık deney göstermektedir ki, İHD’nin işlevine uygun gerçek bir İnsan hakları kurumu haline gelebilmesi için temel hak ve özgürlükler açısından etik ilkeleri koruyacak ve geliştirecek üyelik kriterlerine gereksinim vardır. İnsan haklarına yaklaşımı ne olursa olsun, herkesin üye olabildiği bir yapının özgürlükler açısından tutarlı ve inandırıcı bir mücadele verebilmesi mümkün değildir. Bu genel kurulda, bu konuyu yine atlamış, karman çorman bir platform anlayışı muhafaza edilmiş, üyelik açısından etik değerler önemsenmemiştir.

2- İnsan hakları kurumları açısından ezilenden yana taraf ama bağımsız olmak, mağdurla özdeş olmamak, öznelerin haklarını savunurken, öznelere eklemlenmemek, partilerden-hükümetlerden-devletlerden bağımsız olmak yaşamsal önem taşır.

İHD bu açıdan önemli zaaflar taşımaktadır. İHD tarihinde zaman zaman bu açıdan önemli problemler ve krizler yaşanmıştır. Yaşanan deneylerden sonra bu genel kurulda, İHD temsili ve karar organlarında görev alanların, bu görevleri devam ettiği sürece, başta partiler olmak üzere başka kurumların temsilî organlarında görev almamaları, herhangi bir seçimde sıfatlar muhafaza edilerek aday olunmaması gerektiği, en azından bir ilke kararı olarak kabul edilmeli ve gerekçeleriyle tüm şubelere gönderilmeliydi. Ne var ki 1995’te ve daha sonrasında yaşanan ciddi tahribatlara yol açan problemlere rağmen bu konu atlanmış ve işin doğası gereği olması gereken temel bir ilke genel kural kararı olarak dillendirilmemiştir.

3- İnsan hakları kurumları alternatif iktidar aygıtı örgütlenmesi değildir. Mevcut politik örgütlenmelere alternatif bir politik örgütlenme de değildir. Amacı iktidar alanlarının karşısında özgürlük alanlarını genişletmek, her türlü iktidar aygıtından bağımsız olmaktır. Dolayısıyla doğrudan demokrasi yöntemlerini geliştirmeyi, bunu kendi içinde de yaşama geçirmeyi becerebilmelidir. Bu açıdan insan hakları kurumlarında delege sistemi olmamalıdır. Her İHD aktivisti genel kurullara katılabilmeli, kararlarda söz sahibi olmalıdır.

Ne var ki, bu genel kurulda da delege sisteminin kaldırılması yönünde bir tüzük değişikliğine gidilmemiş, eski hal korunmuştur.

4- Otokritik söz konusu değildir. Yeni hedefler, kurumlaşma açısından yeni altyapı organları (bunların ne olması gerektiği yukarıda değindiğimiz yazıda belirtilmiştir) tartışması ciddi bir şekilde genel kurulda açımlanmamıştır.

Böylesi bir yazıda bu önemli paragrafı özetleyerek geçiyoruz. 1998 bu açıdan da umut verici bir yıl olmadan geçmiştir.

k) Özellikle son iki senedin başta İHD genel başkanı olmak üzere İHD yetkililerinin açıklama ve söylemlerinde, coğrafyamızdaki İnsan Hakları Mücadelesi’ni Avrupa Birliği hedeflerine ipoteklemek imajını veren, Avrupa Birliği’ni insan hakları açısından da bir ideal olarak vurgulayan, özgürlükler mücadelesi açısından yanlış ve sakıncalı ifadeler sık sık görülmektedir (İngiltere Dışişleri Bakanının ziyaretinden sonra yapılan açıklama, 30.12.1998 günlü İHD Genel Başkanının 1998 değerlendirmesi metni vs.).

Oysa bu konu 1922-1995 sürecinde yetkili organlarda değerlendirilmiş ve şu sonuca varılmıştı: “İnsan hakları kurumları Avrupa Birliği’ni bir ideal hedef olarak gösteremezler. Sadece Avrupa Birliği değil, hiçbir devletler topluluğu, bir insan hakları kurumu için ideal hedef olamaz. Dolayısıyla Avrupa Birliği’ne girilmeli veya girilmemeli diye bir politika saptanamaz. Girilse de, girilmese de insan hakları kurumlarının görevi her yerde, her koşulda, iktidar aygıtlarının hak ihlâllerine karşı mücadeledir. Mevcut bozuk iç hukuk yapısından dolayı Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin alınmamasını vurgulamak ayrı şeydir, Avrupa Birliği’ni ideal olarak gösterip, savunmak ayrı şeydir.”

Kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Türkiye’nin uyması gerektiği, bu açıdan yapılan ihlâllerin teşhiri net olarak vurgulanmalıdır. Ancak İnsan Hakları Mücadelesi’nin bir hedefi gibi Avrupa Birliği gösterilmemelidir. Bunlar farklı şeylerdir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de dahil, tüm ulusalüstü sözleşmeler İnsan Hakları Mücadelesi açısından asgari hatlardır. Hedef veya ideal değildir. 1992-1995 sürecinde işte bu politikaya dikkat edilmişti. Ne var ki son yıllarda yanlış ve sakıncalı imajlar verecek söylemler hızlanmış, Avrupa Birliği’ne angaje bir uğraş belki çok da farkında olmadan dillendirilir olmuştur.

l) Son olarak 1998’de solun bir kısmından gelen ve çoğu kez devletlerin İnsan Hakları Mücadelesi’ne ve kurumlarına bakışıyla da bir çarpıtmaya da kısaca değineceğiz.

İnsan hakları kurumlarının eleştirdiği devletler genellikle bu eleştirileri ve kurumları dış güçlerin bir oyunu olarak gösterme kolaycı kurgusunu işlemişlerdir. Halen de sürdürmektedirler. Geçmişte Uluslararası Af Örgütü, sosyalizm iddialı Doğu Avrupa ülkelerince böyle suçlanmıştır. Aynı örgüt, kapitalist sistem tarafından da, eleştirel konumda, sol propagandaya alet olmakla suçlanmıştır. Bugün Çin ve Kolombiya’daki insan hakları ihlâllerini eleştiren hümaniter kurumları Batı sisteminin aleti olmakla suçlamakta, problemleri kendi iç meselesi olarak görmektedir. İran, Irak, Türkiye gibi birçok devletin bakış açısı da farklı değildir. Tabiî bu bakış açısının beslenmesinde Batılı devletlerin insan hakları problemleri karşısındaki tutarsız, çifte standartlı tavırlarının da önemli katkısı vardır. Devletlerin tavrını özetle geçtikten sonra, esas olarak solun bazı kesimlerinin yaklaşımı üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Özellikle Aydınlık ve Hep İleri, bazen de SİP’in bazı yayınlarında, zaman zaman da bazı sol iddialı dergilerde ileri sürülen görüşlere göre NGO’lar emperyalizmin güdümündedir. İnsan hakları, globalleşmeyi hedefleyen yeni dünya düzeninin ideolojisidir. İHD gibi kurumlar da bu çerçevenin dışında değildir. Özet olarak ileri sürülen görüşler bunlar.

Başlıbaşına eleştirilmesi ve teşhir edilmesi gereken bu görüşlere bu yazıda özet olarak dokunacağız. Bir kez sol adına ileri sürülen bu yanlış görüşlerin temelinde: İnsan haklarının evrenselliğini, bölünmezliğini, bütünselliğini inkâr vardır. Devlet, parti gibi araçları kutsallaştırmak, amaçların yerine ikame etmek vardır. Enternasyonal bakış açısı değil, milliyetçilik vardır. en tehlikelisi insan hakları sorununu taktik, gel-geç bir sorun düzeyine indirgemek vardır. Kuşkusuz bu yanlış görüşün besleyicisi daha birçok faktör vardır. Ama burada önemlilere işaret ederek geçiyoruz.

Burada şu gerçeklerin de altını çizmek gerekiyor. Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri politikalarını insan hakları söylemleriyle süslemeye özel gayret göstererek, politikanın iç dinamiklerini uluslararası kamuoyundan gizlemeye çalışıyorlar. Ne var ki bu sadece bu ülkelere özgü değil. Ecevit, Kıbrıs’a çıkarma yaparken, barış gerekçesine sığınıyordu. Saddam birçok saldırganlığını insan haklarıyla izaha yeltendi. NGO’ların ABD ve Batılı ülkelerce kontrol ve yönlendirme altına alınmak istendiği de bir gerçektir. OECD gelişme merkezinin istatistiklerine göre NGO’lar ABD, Japonya, Almanya ve Fransa’dan sonra dünyaya para aktaran beşinci güçtür ve NGO’ların yaptığı parasal yardımların % 25’i doğrudan hükümet fonlarından karşılanmaktadır. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki birçok NGO’lar kendi devletlerinin bir tür dışişleri seksiyonu gibi çalışmaktadırlar. Burada şu hususu vurgulamadan geçemeyeceğim. Türkiye’de bu noktada eleştiri yapan bazı sol eğilimlerin Avrupa’da kurdukları dernekler de aslında belli nicel koşullar oluştuğunda bulundukları ülkelerden, devletten finans almaktadırlar.

Söylemek istediğim homojen bir NGO tahlili yapmak mümkün değil. Sömürgeci sistemin güdümünde NGO’lar vardır, bağımsızlığını koruyan, özgün politikalar üreten NGO’lar vardır. Irak’ın dahi biri resmî (sahte), diğeri gayri-resmî iki İnsan Hakları Derneği yok mudur?

Türkiye’de de STK’ların birçoğu resmî görüşün propagandistliğini yaparak devletten her türlü desteği almakta bir bahis görmemektedirler. Ama bunun yanısıra toplumun vicdanı olmaya çalışan ve her türlü engele rağmen çırpınan STK’lar da vardır.

Türkiye’deki insan hakları kurumlarının durumu nedir? İHD, İHV, Mazlum-Der gibi oluşumlar eksikliklerine, zaaflarına, zaman zaman yukarıda örnekler verdiğimiz yanlış söylemlerine rağmen, yeni dünya düzeninin aleti suçlamasını hak etmemişlerdir.

Doğrusu nedir? İnsan hakları kurumları devletlerden, partilerden, hükümetlerden bağımsızlıklarına hem yapısal olarak, hem de bakış açıları olarak dikkat etmelidirler. Mücadeleyi herhangi bir devletler veya partiler birliğine ipotek etmemelidirler. Avrupa Birliği’nden proje karşılığı alınan krediler, güdümlü politikaları gündeme getirmemelidir. Doğrudan bir devletten veya hükümetten yardım alınmamalıdır.

En önemlisi de bakış açılarında, tahlillerde özgürlükçü ve sivil olabilmektir. Yani insan hakları kurumları dili özgür, vicdanı özgür, düşüncesi özgür kurumlar olmalıdır. Yeni dünya düzeni, insan hakları mücadelesi ve kurumları konusuna, bu açıdan solun bazı kesimlerinin yaklaşımına ayrı bir yazıda daha ayrıntılı değineceğiz. 1999’un 2000’lere özgün ve özgürlükçü tohumlar üretmesi dileğiyle.