Son yıllarda, özellikle görsel medyanın iştahla sarıldığı konu ve kesimlerin başında, gençler geliyor. Kimi zaman bizzat gençlik ve gençler odağa yerleştirilirken, kimi zaman da çeşitli mevzulara “genç bakış” penceresi açılıyor.
Gençlerin doğrudan mevzu edildiği veya “genç bakış” ihtiyacının” karşılandığı tali meselelerde, “bir de gençlere soralım” veya (daha kısa olarak) “onları dinleyelim” şablonu artık daha sık kullanılıyor.
Haber bültenlerinden magazin programlarına, tartışma programlarında sokak röportajlarına kadar birçok görüntüde artan sayıda genç çehre ile karşılaşıyoruz.
Aslında, bu “gençliğe kulak verme” atağını ilk TRT başlattı. TRT’nin bu ilk oluşu, hem son dönem gelişen modadaki öncülük, hem de “tek kanal” döneminin derinlerindeki denemeler anlamında. Eskiden örnekleri, (Eğitim, Kültür Dairesi yapımları dışında) ’70’li yıllarda yayın ömrü hayli sınırlı olmakla birlikte ilginç bir deneme olarak kayda geçmiş Forum programını hatırlatarak geçelim.
Yakın zamanlardaki örnekler ise, resmilik dozu bir hayli yüksek, genellikle seçilmiş-sınırlı örneklerle ve hâkim bir “uzman” ya da “otoriter büyük” kontrolünde, oldukça soyut mevzularla ilgili “tartıştırma” temrinleri olarak tanımlanabilir. Bunca yıldır bildiğimiz TRT’den de daha fazlasını beklemek haksızlık olur.
Son iki yıldır, konunun bir “patlama” haline gelmesinde “özel kanallar”ın özel katkısı ise tartışma götürmez. 32. Gün, Siyaset Meydanı, A Takımı gibi programlarda başlayan bu eğilim, yine 32. Gün’ün üniversitelerde kitlesel bir ölçeğe taşıdığı bir aşamaya geldi. Son olarak da Objektif programı bu tarzın “tepe tüyü”nü dikti.
“GENÇLERİ DİNLEYELİM” TRENDİ
Kalın fırça darbeleriyle çizdiğim bu tablonun zeminini oluşturan bir sürü neden var elbette. Bu nedenlerden bazılarına kısa özetler halinde değinmek gerek: En başa, yayıncılık dünyasının “trend” ihtiyacını yerleştirmek doğru olur herhalde. Bilindiği veya hatırlandığı ya da hiç haberdar olunmadığı gibi, ’80’li yılların sonlarına doğru önemli bir hamle yapan dergicilik ve özellikle de Nokta çizgisi, trend avcılığı, trend keşfi, trend mucitliği ve giderek trend uydurmacılığı ile epey mesafe almıştı. Bu dalga, başlangıç noktasından hızlı bir çıkış yapmakla birlikte, çok da uzun ömürlü olamadı. ’90’lı yıllara girildiğinde endazesi kaymış, ağırlık noktası değişmiş tuhaf bir toplumsal-siyasal atmosfere girilmesi ile birlikte, bu dalga artık herhangi bir sörf tahtasını taşıyamayacak kadar cılızlaştı. Bir başka söyleyişle, trendler sentetikleşti. ’90’ların ortasına gelindiğinde ise, Türkiye artık trendi olmayan bir ülkeydi. Hemen hiç bir şey yükselmiyor, ya da bütün yükselişler çok kısa sürüyordu. En azından, bütün bir ’90’ların son dönemecine girdiğimiz bu yıllarda (’97’nin son yarısı, ’98 ve ’99’un ilk ayları) ise, yeni yeni trendlerin tedavüle girdiğine tanık olduk. Bunları Siyaset Meydanı başlıklarından da izleyebiliyoruz: Türkü, magazin, gençlik...
Kalabalık olanı veya son kullanma tarihi geçen bir kavram olarak “in” olanı trend haline getiremiyorsanız, bulduğunuz veya arzuladığınız trendleri kalabalıklaştırmak veya hâkim kılmak zorunda kalırsınız. Fakat bu, kolayca bir “dayatma” tespitiyle açıklanabilir olmaktan hayli uzak, çok değişkenli ama aynı ölçüde basit bir takım düzeneklerin ürünü: Bir kere müşteriyi suça ortak etmek en hayatî nokta. Yani, “dayatma” hortumla mideye doldurulamıyor. Onu lezzetli yapamasanız bile cazip yapmak zorundasınız.
Neyse lafı fazla uzatmayalım: Gençlik, fikirlerinden, yönünden, çeşitliliğinden ve daha birçok özelliğinden bağımsızlaştırılarak kendi başına bir trend haline getirildi. Tıpkı bir zamanlar eski olmanın, farklı olmanın ve yeni olmanın getirildiği gibi. Üstelik de, çok standart ve oldukça yaşlı “geleceği emanet edeceğimiz gençler” söyleminin üzerine oturarak. (Bu parantez önemli: çünkü bugüne kadar kimse geleceği gençlere emanet etmedi. Ya da emaneti alanlar hiçbir zaman genç olmadı. Emanet yaşlı zaten)
KONUŞAN VE SUSMAYI DÜŞÜNMEYEN TÜRKİYE
“Gençleri dinleyelim” modasının bir başka nedeni de; “Konuşan Türkiye” sloganının bir özgürlük söyleminden ziyade, bir talimat olarak algılanmasında ifadesini buluyor. Dinlemenin, öğrenmenin, bilmenin, tutarlılığın ve daha da önemlisi “durma”nın bir erdem olmaktan çıkıp, konuşmanın, laf söylemenin ve daha çok söz üretmenin önemli hale gelmesi. İlginçliğe, çarpıcılığa ve daha çok kişi tarafından duyulmasına feda edilen içerikler ile kesinliğe, keskinliğe ve hedef vurmaya odaklanmış biçimler dünyasındaki bir konuşkanlık bu. Özellikle saatlerce süren Siyaset Meydanı’nın değişmez cümlesi, “kaç saattir dinliyorum kimse meselenin özüne dokunmadı” da, bu konuşkanlığın doruk noktası. “Konuşan Türkiye”, dinlemeyen memleket. (“Herkes konuşmaya başladığında dünya sağırlığa uyanacak” Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı.)
Burada, özellikle bu işlerin failleri şunu söyleyebilirler: “Ne söyledikleri ve nasıl söylediklerinin ne önemi var? Sonuçta, onların düşündüklerini öğreniyoruz. Bu da, azımsanacak bir şey değil”. Fakat, eğer söz, ikinci bir kişiye gittiği anda söz oluyorsa; birinin söyledikleri sadece kendisi olamaz ki. Ve nerede ve nereye söylediğinden bağımsızlaştırılamaz. Ve yine biz, onların düşüncelerini değil, mevcut zemine kattıklarını izleriz ancak. Biraz kaba kaçacak ama, hayvanat bahçesinde vahşi hayatı aramak gibi bir şey bu. Ama bir yerde siz de haklısınız; bugünün çocuklarının başka şansı da yok galiba.
Gençliğin kalabalık bir tüketici topluluğu olması, televizyon dünyası için “ucuza malolacak” katılımcılar olması, dinozorlara karşı doğal müttefik olarak algılanmaları gibi yan nedenleri de ekleyerek bu bahsi kapatalım.
GENÇLER NE KADAR GENÇ?
Yukarıda sıraladığımız ve belirtmeyi unuttuğumuz birçok nedenle karşımıza çıkan “gençleri dinleyelim” hareketinden elimize kalan ne? Özetin özeti: Toy muhafazakârlarla, bunak liberallerin atışması. (Buradaki “muhafazakâr ve liberal” sıfatları, dar siyasî anlamlarıyla değil, en geniş manalarıyla kullanıldı)
Bu tablo karşısında, haklılıklarını kanıtlamanın sarhoşluğu içinde ellerini ovuşturanlardan da, “kararlı-dirençli” bir yeni nesil görmenin heyecanıyla avuçlarını patlatanlardan da olmadığımı söyleyeyim. Çünkü, bu benim gerçekten karnımı ağrıtıyor.
Gençlik söz konusu olduğunda, yüzyıllardır değişmeden sıralanan bazı vasıflar vardır: Ataklık, özgürlükçülük, delikanlılık, yenilik, ilericilik, isyankârlık, heyecanlılık, dinamizm, farklılık vb. Bunların pek çoğu da, fizyolojik ve psikolojik temelleri ortaya konmuş bilimsel hakikatler. Ancak, bu özelliklerin “mutlak” olabilmesi ancak laboratuvar koşullarında mümkün. Çünkü, bu sıfatların hepsinin toplumsal anlamları mutlak değil.
Bir süredir, gençlerin yer aldığı her türden programı büyük bir dikkatle izlemeye çalışıyorum. Gençler konuşuyor, tartışıyor, tepki gösteriyor ve talepler sıralıyor. Ama, bütün bunların arasından çok az “genç” ses çıkıyor. İster “Başkanlık sistemi” tartışmasında, ister “Türkülerin otantikliği” meselesinde, ister üniversite sorunlarında, ister müstehcenlik konusunda olsun; programcıların talimatı üzerine “gençleri dinlemeye” başladığımızda “taş plak” lezzetinde sözler işitiyoruz.
Tarkan’a en çok onlar kızıyor. Çıplaklığın yasaklanmasını onlar istiyor. Uzmanlığı en çok onlar önemsiyor. Kontrolü en çok onlar talep ediyor. Cümlelelerini birilerine benzetmeye en çok onlar uğraşıyor.
Lafa özgürlükten giren ve “türkülerin devlete karşı halkın sesi” olduğundan bahseden genç bir konservatuar öğrencisi, sözünü Nida Tüfekçi gibi tamamlayıp, devlet denetiminden medet ummakta bir beis görmüyor. Veya sistemin dayatmasından dem vuran bir gazeteci adayı, sansürü göreve çağırabiliyor.
HANGİ GENÇLER?
Konuşkan kalabalıklar arasında, kendi başına bir “değer” haline gelen kategorik bir kütle oluşturan gençler, genellikle tartışmanın ateşleyicisi olarak rol ediniyor. Fakat bu ateşleyicilik, yeni fikirleri yürürlüğe sokarken değil, ya çok keskin bir tepki ya da çok katı bir savunma şeklinde tezahür ediyor. Genellikle bu tür çıkışlar da, program yapımcısı/sunucusu tarafından, amaç hasıl olduğu için hemen kesiliveriyor. Program yapımcısı/sunucusunun dikkat kesilmiş ifade takınarak ve gözleriyle “işte” diye işaret ettiği uzunca konuşan gençler ise; genellikle “büyümüş de küçülmüş” cinsinden. Hani anne babalarınızın örnek göstermesinden usandığınız, aklınıza geldiğinde tüylerinizi diken diken eden tiplerin daha rafine örnekleri. Bunlar da genellikle “2000’li yıllara gelirken” veya lisan bilenleri “milenyum” falan diye lafa giren ve erken yuppie edasıyla konuşan gençler. Şimdi bir de (Objektif programı ile) “sessiz çoğunluk” lafı çıktı. Bu sıraladığımız ayrım, siyasal tutumlardan bağımsız.
Siyasal tutumlara göre gençleri ayrıştırdığımızda ise, bir siyasî gruba bağlı olmak veya olmamak anlamında; politize olanlar ve olmayanlar var. Fakat, konuşmalardan çıkan sonuç; bu manada politize olmayanların, çok daha net bir politik tavır sergiledikleri. Çünkü, bu gençler yollarını çoktan çizmiş ve ilk vitrin deneylerine çıkmış olmanın ruh hali ile duruşlarını oluşturuyorlar. Devrin ruhuyla daha barışıklar. Sistemle meselelerinden çok, ricaları ve “beni görün” dertleri var. Bunlara kısaca “lavuk” diyoruz. Fakat, bu noktaya dikkat; en çok bunlar prim topluyor. Bazen aralarında ideal damat veya gelin olma potansiyeli yüksek temiz çocuklar da yer alabiliyor.
Politik aidiyetleri bulunan gençlerin ise, keskin farklılıklara rağmen ortak olan bazı tarafları var: Hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, görüşleri değer, inanç, ilke filan gibi son derece soyut ve biraz da naif bir yörüngede seyrediyor. Çok daha köşeli sözler söylemelerine rağmen “dışarıya” konuşma konusunda daha beceriksizler. Katıldıkları tartışmalarda kendilerinden yaşça büyük olanları, söyledikleriyle değil ortak kodları kullanma sıklığı ile ayırtediyorlar. Bunlara da kısaca, “ideolojiler öldü” devrinin garipleri diyoruz. Ekran başındaki holiganlardan en çok tezahüratı bunların aldığına hiç kuşku yok. Arada bir aklı başında konuşmaya kalkanlara ise, hızlı televizyon dünyasının pek tahammülü olmuyor.
Politik gruplara mensup olanların sağ cenahı, ekranlardan kendi kalabalıklarıyla çok daha kolay buluşuyor. Çünkü, zaten çok yerleşikleşmiş basit kodlar üzerine kurulmuş bir söylemi tekrar ediyorlar. Konjonktür de hayli elverişli. Özellikle İslâmcılar, “mağduriyet” üzerinden hayli etkili bir retorik kurmuş durumdalar.
SOLCU GENÇLERİN
HAL-İ PÜRMELALİ
Gelelim solcu gençlere. Sanıldığı ve iddia edildiğinin aksine televizyon dünyasında kendilerine daha fazla yer bulabiliyorlar. Bunun sağcıların iddia ettiği gibi “68’li abilerden” kaynaklandığını düşünmüyorum. Ancak, bulabildikleri bu yeri doldurma konusunda ciddi sorunlar var.
İlk bakışta, başka vesilelerle de sık sık değindiğimiz; “herkese konuşabilen, etkili bir yeni dil geliştirilememiş” olması doyurucu bir gerekçe olabilecekmiş gibi geliyor. Zaten bunun günahı da gençlere ait değil. Fakat, biraz daha ısrarlı bir takip; “derdini anlatma zorluğu” kadar, bizzat dertte de bir sorun olduğunu gösteriyor. Bu sorunu da, sözlerden değil reflekslerden okuyoruz. Elbette, bunun günahı da, daha çok başkalarına ait.
Özellikle statüko ve otorite ile ilişkide önemli kırılmalar var. Yine kendi günahları olmamasına rağmen, “savunmacı” ruh hali, duruşlarını önemli ölçüde belirliyor. Bu “savunma” çizgisi, çoğu zaman mevcudun sınır boylarındaki terk edilmiş arazilerdeki mevzilere dönüşebiliyor. Bazen de daha tehlikeli olarak, başkalarının kurdukları barikatlardaki siperlerin arkasına düşebiliyorlar. Soru sormayı bırakıp açıklama yapmaya girişiyorlar. O zaman da, “devleti göreve” çağırmaktan “yasaklama talepleri”ne kadar uzanan bir hatta, dert güme gidiyor. Bütün bunlara karşı en az duyulan şey ise, heyecanlı bir “başka hayat” özlemi. Bir de, daha çok “derdini anlatamamak”la ilgili olsa da, derdi de sakatlayan; meseleleri sindirilmemiş bir bütünlük içinde algılama çabasına işaret etmek gerekiyor. Her meseleyi en büyük bütün içinde algılama ve çoğunlukla o bütünün yanlış bir yerine oturtma yüzünden, derde yabancılaşmanın her türü yaşanıyor.
Ayrıca çoğu zaman, o “en kocaman bütün” öylesine resmediliyor ki; bu kallavi şey karşısında yapılacak bir şey kalmıyor. Daha küçük bütünlükler ise, kolayca “dert” skalasının dışına düşüyor. Genellikle, “öyleyse” sorularının cevabının boşlukta kalması da bu yüzden. Boşlukta kalmadığı zaman da, doğru argümanlardan çıkıp, olmadık yanlış neticelere kolayca rampa edilebiliyor.
DİLSİZLİĞİN DİLİ
“Derdini anlatma” zorlukları bahsine gelince; en ciddi sorun, nerede ve nereye konuşulduğu sorusunda düğümleniyor. Hadi, “nerede?” sorusunu da bırakalım, ama kime konuşuluyor? İşte bu noktada, “dışarıya konuşma” konusunda solcu gençlerin hayli engelli olduklarını görmek zor değil. Televizyon dünyasının ve hâkim atmosferin kendilerini sıkıştırdığı düzlemde, “içeriye” de pek konuşamıyorlar aslında.
Daha önceki bölümlerde, gençlikle ilgili genel kabul gören vasıfları sıralarken işaret etmediğimiz bir başka özellik de, gençliğin sanıldığının aksine içeriye dönük bir kapalılığa yatkın oluşu. Bunu psikologlar nasıl açıklıyor pek bilmiyorum ama kapalı jargon oluşturma, beğenilerin bulaşıcılığı gibi eğilimler gençlere çok yabancı değil. Bu anlamda, kuşak çatışması denen şeyin sürekliliği de son derece anlamlı. Fakat, burada bahsedilen “dışarısı”na yine genç olan başka insanları da kattığımızda mesele büyüyor. Çünkü, solcu gençler, “içeriyi” iyice daraltarak, sadece kendi ait oldukları dar gruplarına konuşuyorlar. Üstelik de, kendi var etmedikleri bir jargonla. Aidiyetin yeniden üretilmesi çoğu zaman yeterli sanılıyor. Dolayısıyla, kararlılık ile cesaret arasındaki refüj atlanmış oluyor.
Dilde, “sol” renklerin oluşması ve bütün kavramların bu zeminde yeniden üretilmesi elbette, sadece gençlerin görev ve sorumluluk alanında değil. Ama, hazırlanmış bildirilerin paragraflarını ezbere tekrar etmek de hiç işleri olmamalı.
Sağlam ve katı kodların üzerine inşâ edilen bir söylev garantili sonuç verebilir ama başarılı bir sonuç asla. Eğer, hamamda kendi sesine hayran olanlardan değilseniz.
Tekrar ediyorum, bu malüliyet, gençlerin becerdikleri bir şey değil. Hattâ çok daha açık söylemek gerekirse, bu gençlere pek az yardımı olmuş abilerin eseri. Bazen de boynuz kulağı geçiyor. Fakat, insan yine de, “biz gençler” diye söze başlayanların bunu kırmak konusunda daha istekli olduklarını görmek istiyor.
SOLCULARIN MEDYA PERFORMANSI
Çok kanallı devrin kısa tarihi boyunca, televizyonlara konuk edilen solcuların yaş ve kuşak ayırmaksızın total bir beceriksizliğin altına imza attıklarını düşünüyorum. “Televizyonlara konuk edilen solcular”dan, bu kimlikleriyle ve bu kesimleri temsilen gelenleri kastediyorum. Bu konuda, gençler kadar başarısız bir örnek olarak; ’68’li kuşaktan Ertuğrul Kürkçü, Doğu Perinçek ve Bülent Uluer’in katıldığı 32. Gün programı, üzerinden epey süre geçmiş olmasına rağmen taze vakalardan biri sayılabilir. Benzer örnekler çeşitli zamanlarda tekrarlandı. Son zamanlarda ise, daha çok solcu gençleri izliyoruz.
Yukarıda saydığım başarısızlık veya başarısız görüntü verme nedenlerini bir daha tekrar etmeyeceğim. Fakat, gençlerin de “boynuz-kulak” benzetmesini bir daha doğrularcasına yineledikleri tutumların, pratik nedenleri üzerinde biraz konuşmak lazım.
Bir kere, kavranmamakta ısrarla direnilen şey; televizyonda cereyan eden şeyin gerçek hayatla ilgisi çok sınırlı, sanal bir oyun olduğunun anlaşılamaması. Gösterilen tavırlar, hayatın içinde ve “doğal” ortamında ne kadar doğrudur tartışması bir yana, televizyon dünyasında külliyen hatadır.
Bazen fanatik izleyicilerin de, ekranda kendilerine tanıdık gelen tavır ve sözlere olumlu reaksiyonlar verdikleri oluyor ama televizyon genellikle “başka” insanlarla birlikte seyrediliğinden, izleyici daha kolay ayılıyor. Kameralarının önündekiler ise, kurt programcı/sunucuların elinde çok önemli bir şeyler yapıyormuş zehabına kapılarak tam gaz devam ediyor. Üstelik bunları asla kim oldukları konusunda fikir sahibi olmadıkları ve yüzyüze kalmadıkları onbinlerce insanın karşısında yapıyorlar.
Televizyon çok etkili bir araç, bir anda onbin-yüzbinlerce insana doğrudan ulaşıyorsunuz. Fakat, asla unutulmaması gereken, her halinizin, her sözünüzün aynen bire bir aktarılmasına rağmen, insanların kafasında çok çok az şey kalacak. Bunlar da, genellikle televizyon dünyasının profesyonellerinin ustalıkla altını çizdikleri dışında, sizin en dikkat çeken sözünüz, ama çoğunlukla tavrınız olacaktır. Bazen “karşıdakini” konuşturmak, konuşmasını engellemekten daha başarılı bir sonuç verebilir. Çünkü, televizyon dünyasında sizin orada elde ettiğiniz küçük başarı değil, toplam görüntü üzerinden kalan küçük bir tortu belirleyici.
OBJEKTİF’İN GÖSTERDİKLERİ
Bu yazıya komşu yazıda, Kerim Özkonur, kendi cephesinden Objektif programı hakkındaki değerlendirmelerini yazdı. Onun için bu konuya, özellikle de sol kamuoyu tarafından algılanışı meselesine fazla girmeyeceğim. Ama, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımın somut örnekleriyle dolu iki programa ilişkin birkaç laf etmek istiyorum.
İki hafta üst üste, İstanbul Üniversitesi anfilerinden canlı olarak yayımlanan ve yaklaşık olarak altı-yedi saatlik toplam sürede ciddi bir reyting alan Objektif programı, herkes açısından çok önemli bir fırsattı. Aynı zamanda da bir laboratuvar.
Programın yapımcısı ve sunucusu olan Kadir Çelik’in, benzer programları yapan diğer meslektaşlarının aksine daha ilk dakikalarda kontrolü kaybetmiş olması ise ek bir fırsattı. Sayısal üstünlük, diğer grupların protesto ederek salonu terk etmeleri gibi belirleyici yan unsurları saymıyorum.
Peki, bu saatler süren yayından, solcu çocukların söylediği hangi söz kaldı: Asabilikten dudakları dişlerine yapışmış İP’li kızın İslâmcılara saldırışının bir sonraki programının jeneriğine çıkmış olması da kalan pek bir şey olmadığını göstermiyor mu?
KEMAL CAN