İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1998’de 50. yılına girdi. Evrensel Bildirge, ilân edilişinden bu yana insan hakları konusunda en değerli belge olmayı sürdürüyor. Bu değer, insan hakları düşüncesiyle hukuk arasında bir köprü oluşturmasının yanı sıra, kapsamıyla da ilgili. Evrensel Bildirge, insan hakları taleplerinin, devletler tarafından hukuk yoluyla uygulanması yönünde bir kollektif söz verme eylemini ifade ediyor ve bu söz de, hükümetlerin, yetkileri altındaki kişilere muamelelerini ölçmek ve onların bu muameleyi geliştirmelerini talep etmek için bir mihenk taşı oluşturuyor.
Evrensel Bildirgeden bu yana, genişçe bir uluslararası belgeler külliyatı oluştu ve bunların sayısı giderek artıyor. Uluslararası belgelere baktığımızda, insan haklarından anlaşılanın, belirli bazı gerekçelerle, devletlere yönelik talepler olduklarını görüyoruz. (Bunlar uluslararası belgeler, yani devletler adına hükümetlerce yapılan hukuksal belgeler olduklarına göre, böyle olması yerindedir elbette.) Başka bir deyişle, uluslararası hukuk bakımından insan hakları, devletlerin hukuklarını ve onlar adına yapılan pratikleri belirlemesi istenen, devletlerin hukuklarında onlara uygun ya da onları gerçekleştirebilecek yapıda kurallara yer verilmesi ve onlara aykırı olanlara da yer verilmemesi istenen haklardandır.
Ne var ki, uluslararası belgeler, sayısız talep içeriyor ve bu taleplerden bazıları da birbirine karşıt sonuçları istiyor. Bu durumda, karşıt değerlere götüren istemlerin, bazen de insan hakları ihlâllerine yol açan ya da onlara gerekçe oluşturabilen istemlerin uluslararası belgelerde, hattâ Evrensel Bildirgede de yer alması, insan haklarının korunması ve geliştirilmesinin önünde engel teşkil edebiliyor. Bir yandan da, 1948’den bu yana yapılan uluslararası hukuk belgelerinin insan haklarını korumada giderek kazandığı önemli yer ve insan haklarının daha çok bu belgelerin yapıldığı yerlerde tartışılması, giderek insan hakları konusunda bir tür hukuk fetişizmine ya da daha açık bir deyişle, insan haklarının, bu hakların devletlerce uygulanmasına yönelik hukuksal düzenlemelere indirgenmesine yol açtı. Böylesi bir yaklaşım, insan haklarıyla ilgili hukuksal düzenlemelerin başka hukuksal düzenlemelerden türetilmesi gibi pek “aklı başında olmayan” bir yöne savrulmayı getiriyor ve bu da, uluslararası belgelerde yer alan problemlerin çözülmesini zorlaştırıyor.[1] İlk bakışta kavramsal görünebilecek olan bu sorunlar (ki insan hakları da bir yaşama geçirilmesi gereken bir kavram olduğuna göre, onunla ilgili kavramsal problemler hiç de azımsanmamalıdır) aşağıda göstermeye çalışacağım gibi, yaşamsal sorunlara işaret etmekte, bazen de bu yaşamsal sorunların ebeliğini yapmaktadır.
Bu yazıda, insan haklarının onları korumayı amaçlayan hukuksal düzenlemelere indirgenmesinin getirdiği sorunlara ve bunların pratik sonuçlarından bazılarına değineceğim. İnsan hakları insan olmayla ilgili olduğuna göre de, insan haklarının hukuksallaştırılmasında, insan olmayla ilgili olmayan istemleri koruma istemleri bu yazının konusunu oluşturuyor.
I
BM Genel Kurulu,
Bütün halklar ve uluslar için bir ortak başarı ölçüsü olarak bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilân eder, öyle ki;
Her birey ve toplumun her organı bu Bildirgeyi daima göz önünde bulundurarak, bu hak ve özgürlüklere saygının yerleşmesini amaçlayan eğitim ve öğretim yoluyla; ve hem üye Devletlerin halklarında hem de egemenlikleri altındaki halklarda bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin olarak tanınmasını ve gözetilmesini amaçlayan ulusal ve uluslararası tedrici önlemler alarak çaba göstersinler.
Evrensel Bildirgeyi yapanlar, devletlerden, bildirgede yer verdikleri hakların uygun yollarla ve bu arada hukuk yoluyla yaşama geçirilmesini istemiştir. İnsan haklarına dayalı olarak eylemde bulunma ve başkalarına muamelede bulunma istemi, yalnızca devletlere değil, kişilere ve kişi gruplarına da yöneliktir. Evrensel Bildirge, devletlerin de, insan haklarına dayalı etkinlikte bulunmasını ve toplumsal, iktisadî ve siyasal düzenlemelerini, insan haklarının gerçekleştirilmesi ve korunmasını sağlayacak şekilde yapmalarını ister. Dahası, hükümetlerin oluşturdukları uluslararası siyasal ve iktisadî düzenlemelerin de insan haklarına dayalı ve insan haklarını koruyacak, geliştirecek şekilde olmasını ister. Her durumda hükümetlerin, insan haklarını korumak ve geliştirmek için (liberal kabulün aksine) eyleme ödevleri vardır. Kişilerin de, eylemlerinde insan haklarını koruma ve geliştirme; bu arada, kendi insan haklarını da koruma ve geliştirme ödevleri vardır; tarihsel deneyimlerin sonucu olan insan haklarının devredilemezliği ilkesi, insan haklarının yalnızca (toplumsal sözleşme kuramlarında tartışıldığı gibi) devlete devredilemezliğini değil, kişinin içinde bulunduğu, içine doğduğu gruplara (aile başta olmak üzere) devredilemezliği olarak anlaşıldığında anlam kazanır.
Ama bunu ortaya koymakla iş bitmiyor: Evrensel Bildirgenin belirli tarihsel ve kültürel koşullarda yapılmış olması, batının tarihsel deneyim ve değer atfetmelerinin[2] Bildirgede zaman zaman belirleyici olmasına yol açmıştır. Örneğin insan haklarının devredilemezliği ilkesine karşın, “Herkesin, kişiliğinin özgürce ve tam gelişmesine olanak sağlayan tek ortam olan topluluğuna karşı ödevleri vardır” (madde 29/1) denmektedir. Bu formülasyon, bir sonraki formülasyonda insan haklarının kısıtlanabileceği hallere dayanak oluşturur: “Herkes, hak ve özgürlüklerini kullanırken, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ile demokratik bir toplumdaki ahlâk, kamu düzeni ve genel refahın adil gereklerinin karşılanması amacıyla, yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olabilir.” “Demokratik bir toplumun ahlâkı” ya da “kamusal düzeni”, insan haklarının yasalarla kısıtlanmasının meşrû bir gerekçesi olarak vazediliyor. İnsan haklarının hukuksallaştırılmasında bu sınırlama maddesi giderek genişleyecek, ulusal güvenlik ve ulusal egemenliğin ögeleri, giderek insan haklarının sınırını oluşturacaktır. Başka bir deyişle, insan hakları normlarının korumayı amaçladığı değer, insanın değeri (ya da “insanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru”), insanın arızi olarak geliştirdiği kurumların korunması amacıyla sınırlandırılabilir.
Herhangi bir toplumun ahlâkını korumayı amaçlayan bir hukuksal çerçeve, insanın olanakları yerleşik ahlâkın kalıplarına sığmayacağına göre, insan olanaklarının gelişmesini kısıtlamak; en nihayetinde, Evrensel Bildirgenin korunmasını ve geliştirilmesini istediği bu olanakların taşıyıcısı olan insan türüyle çatışmak zorundadır.
Evrensel Bildirgede “kültürel” bir kabulü en açıkça yansıtan hak, mülkiyet hakkıdır. Mülkiyet hakkı bir sınıfın çıkarının hak olarak öne sürülmesini ifade eder. Mülkiyet hakkı, kişinin sınıfsal “kimliğini” belirleyen bir özelliğin (mülkiyet sahibi olma özelliğinin) korunmasını ister; insan olmasıyla ilgili bir özelliğinin değil. Ama uluslararası belgelerde pozitif hukukun korumasıyla bir insan hakkı olarak tanınan mülkiyet hakkı, milyarlarca insanın beslenme ve çalışma gibi (insan olmalarıyla onlara açık olan olanakları gerçekleştirmelerinin önkoşulu olan) temel haklarının ihlâl edilmesinin gerekçesini oluşturur. Böyle bir durumda insan haklarının, güçlü olanların (söz konusu tarihsel özellikleri nedeniyle güçlü olanların) hakları olabiliyor. Aynı zamanda, mülkiyet hakkının insan hakkı olarak benimsenmesi (bu, yalnızca batıdaki bir sınıfın kültürü onu insan hakkı olarak gördüğü için böyledir), hakkı korunanın “kimliğiyle” ilgili bir çıkmaza götürür bizi: Mülksüzlerin “kimliği”ni sorduğumuzda belirginleşecek bir çıkmazdır bu: Onların durumunda, eşit korunması gereken hakkın nesnesi yoktur ya da, mülkiyeti olmayan insan değildir. Elbette, yalnızca hukuksal belgeleri mutlaklaştırdığımızda ortaya çıkan bir çıkmazdır bu.
Cangızbay’ın belirttiği gibi kişinin kendisinin belirlemediği özellikleri, yani fizyolojik ya da içine doğduğu grupta bulunan özellikler, seçilmedikleri için daha üstün ya da daha aşağı olamazlar: “zira bütün bunlar, insanın nesnesine tekabül ediyor olmalarından ötürü hiçbir hakka kaynaklık edemezler ama, işte tam tamına bu yüzden de, hak sahibi olacak öznenin varlıksal temelini oluşturuyor olmalarından, yani bunlarsız söz konusu hak öznesinin varlığından söz edilemeyeceğinden ötürü de, tümüyle dokunulmaz kılınmak zorundadırlar”.[3] Elbette bir sonraki adım da, insanın hangi özelliklerinin “varlıksal temel” denilene ilişkin olduğunu belirlemek kaydıyla. Çünkü fizyolojik özelliklerden farklı olarak tarihsel özellikler, insan kendini içinde bulunduğu koşulların dışına çıkartma, hiç değilse onlara dışarıdan bakma yeteneğine sahip olduğuna göre, seçime tâbidir aynı zamanda. Tarihsel özellikler dönüştürülebilir; insan hakları, bu tarihsel olarak belirlenen özelliklerinin dönüştürülmesinde ve bu dönüştürmenin nasıl yapılacağında anlamını bulur.
II
Evrensel Bildirgede belirtilen hakların uluslararası pozitif hukuka aktarılması çabaları, sömürgeciliğin sona ermekte olduğu ve BM’de sömürge statüsünden yeni kurtulan devletlerin (uluslararası hukukun devlet kabul ettiklerinin) rolünün arttığı bir tarihsel dönemde gerçekleşti. Bağımsız ulus-devlet ideolojisinden bakıldığında, insan haklarının ancak “ulus” devlete kavuştuğunda korunabileceği kabulünün yaygınlık kazanması olağandır. Böylece insan haklarının koşulu farz edilen durumların talep edilmesi de, insan hakları diliyle yapıldı. Böylece BM Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ile Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesinde “ulus”ların ve “kültürel” grupların da insan hakları hukukunun korumasına mazhar olmaya başladığını görüyoruz. Yine bu dönemde Dünya Bankası’nın telif ettiği “ulusal kalkınma” ideolojisi de, yeni doğan milliyetçiliklere, yeni hükümet ideolojilerine eklemlendi.
Bu taleplerin insan hakkı olarak istenmesi, onların hepsinin aynı şekilde temellendirilebilmesini gerektirir. Örneğin kültürel grupların korunmasını isteyen bir insan hakkının olması, onun, düşünce özgürlüğünü (özgür düşünme hakkı olarak anladığım normun istediği durumu) isteyen insan hakkı ile aynı değere götürebilmesi anlamına gelir. Bir insan topluluğunun geçmişte oluşan kültürel özelliklerine dayanılarak tanımlanması, bu kültürel özelliklerin, o grubu oluşturan kişilerin kimliğini oluşturan özellikler olarak görülmesi demektir. Böylece söz konusu kişiler, geçmişte oluşan bu özelliklerin taşıyıcısı olarak vardırlar ve bu özellikler, insan türünün üyeleri olarak bu tek tek kişilerle (en azından) aynı korumaya sahiptirler. O topluluğun yeni üyelerinin eğitiminde bu kültürel özellikler, ayrıcalıklı bir yere sahiptir; bu özelliklere aykırı, onlara zarar veren fikirlerin, yeni üyelere öğretilmesi, (eğer bu özelliklerin korunması, insan haklarının bir ilkesi gibi görülüyorsa) insan haklarına aykırıdır. Böyle bir gruba hasbel kader mensup olan bir kişiye, kendini “ne olmak istediğiyle” tanımlama olanağı,[4] insan türünün tarihsel olarak ortaya koyduğu olanakları gerçekleştirme yolları kapatılmıştır. Dolayısıyla böyle bir kültürel grubun durumunda insan haklarının gerektirdiği, yeni üyelere düşünmeyi öğretmek değil, belirli bir şekilde düşünmeyi, kendilerinden önce gelenler gibi ya da söz konusu kültürel özelliklerin sınırları içinde düşünmeyi öğretmektir. Kültürel grup olduğu söylenenlere bakarsak, örneğin kan davası, namus cinayeti ya da kadın sünnetini insan onuruna aykırı görmeye yol açacak bir düşünme, bu toplulukta öğretilmemelidir.
Bu türden kültürel özelliklerin kabileden daha geniş bir insan topluluğunu oluşturamayacağı sanırım yeterince açıktır; sorunlu olan, günümüzde cemaatlerin ya da kabile gibi tasarlanan insan topluluklarının, “tarihsellik” adına tarihten de korunmasının istenmesidir. Günümüzde açıkça görülemeyen, yaşama hakkı ya da düşünce özgürlüğü ile herhangi bir topluluğun korunmasıyla ilgili hakların aynı türden olamayacağı, aynı şekilde temellendirilemeyeceğidir. Bunların sonuçları da aynı olamaz.
III
Oysa Viyana Konferansı Sonuç Bildirgesi, “bütün insan haklarının herkes için gerçekleşmesini”, yani uluslararası belgelerdeki bütün normların herkese uygulanmasını istiyor. Din özgürlükleri insan hakları olduğuna göre inanmayanlar da bu hakları gerçekleştirmek için; kültürel grup hakları insan hakları olduğuna göre, bu grupların aykırı, başkaldıran üyelerinde bu hakları gerçekleştirmek için epeyce baskı ya da, liberal yoldan gidersek, epeyce manipülasyon gerekecektir. Sözgelimi onca özenle biçilmiş “kültürel kimlikleri” başkaldıran kişilere giydirebilmek için, o insanların, -ideolojik anlamda da olsa- epeyce kanını (bazen de, Hindularda kadınların ölen kocalarıyla birlikte yakılmasında ya da Afrikalı Müslümanlarda kadınların sünnet edilmesinde olduğu gibi, fiilen) epeyce kanlarının akıtılması gerekecektir.
IV
İnsan olma sorununu getirmek, bugün insanların insan kimlikleriyle gündelik yaşamları arasına giren millî kimlikleri arasındaki gerilime değinmeyi gerektiriyor. Kimlik sorunu, millî devletle birlikte bugünkü kapsam ve önemini kazandı. Millî devletin kavmiyeti, kimliğini devlette bulan kişilerden oluşur. Kimlik problemi, ulus-devletçi ideolojinin icadıdır. Ulus-devletin hükümeti, insan kişileri “yurttaş” yapmak için onları “kimliklerine” göre sınıflandırır ve ancak ondan sonradır ki, onları bu kimliklerinden arındırmaya, en azından bu kimliklerinin geçerli olmadığı alanları tanımlamaya kalkışır. Bu ikisi arasında derin bir fark vardır: Çünkü arındırma işlemi, etnik temizliğe kadar varabilir.[5] İnsan hakları ihlâllerinin en tekinsiz tezahürü olan etnik temizlik, kendilerine “uluslararası toplumca”, yani “egemen devletler”in oligarşisince ulusal kisveler biçilmiş yeni devletlerde, Balkanlardan başlayarak, “bağımsızlık” ve “ulusal kurtuluş” ideolojisine marûz kalan bütün coğrafyalarda yaşandı.
V
Bugün evrensel insan hakları fikrini Batılı olduğu gerekçesiyle reddeden “Üçüncü Dünya” hükümetleri ve onların kültürcü suç ortakları, ulusallığın ya da yerelliğin de batılı icatlar olduğunu kabule pek yanaşmıyorlar. Afrikalı müslüman kadının klitorisini, yani onun seçmediği bedeninin bir parçasını “otantik” tanrılara kurban edilmesini coşkuyla karşılayan Amerikalı kültürcüler, kendilerinin özgür düşünme hakkını da aynı tanrılara kurban etmiş oluyorlar. Çiğnedikleri o kadının onuru değil, kendi onurlarıdır: Afrika’nın bilmediğimiz köyündeki o kadının seçme hakkı yoksa da, onların seçme hakkı var. Ama bu şekilde kültür savunusu yapanlar, seçme olanağını, yalnızca süpermarketlerde kullanarak bu olanaklarını köreltmiş olabilirler.
Belki kültürcüler ve siyaset alanında da “gerçekçi”ler masumdur. Çünkü “dünya böyle”, “gerçek dünya kitaplardaki gibi değil” ve “verili koşullar/sistem böyleyken biz ne yapabiliriz ki?” Ama insan haklarını savunmayı, belirli türden bir istemeyi: dünyayı dönüştürmeyi istemeyi seçmek ve etkinliklerini de bu seçime göre belirlemek mümkündü. Seçmeyen onlardır ve o gerçek dünyayı, belirli bir şekilde gördükleri gerçekliği seçiyorlar. Yapılması gereken, olanaklı olanın neler olduğunu belirlemek ve gerçek dünya da, seçimlerimizle, yapıp etmeyi seçtiklerimizle kuruluyor.[6]
VI
İnsan haklarını gruplara atfedilen bazı özelliklerle temellendirme ve güvence altına alma çabaları, bazen de Evrensel Bildirgenin dayandığı tasarımların zaten bütün “kültürlerde” bulunduğu iddiası üzerinden ilerlemeye çalışıyor; “ortak paydalar”dan “örtüşen bir konsensus” çıkarmaya çalışıyor. Örneğin Sunter’e kalırsa, “İnsan haklarının temelinde yatan insan onuru, eşitlik, özgürlük, dayanışma gibi merkezî kavramlar, farklı biçim ve tezahürlerde de olsa, bütün kültürlerde bulunurlar... Bütün büyük dinsel ve etik sistemlerde altın kuralın varlığını tespit etmek ve bunu insan haklarının asli temeli saymak mümkündür”.[7]
Vaclav Havel de, 16 Mart 1998’de BM insan Hakları Komisyonunda yaptığı konuşmasında, BM’nin, “manevi değerlerin, günümüz dünyasında yaşayan farklı kültürleri birleştiren ortak bir paydasını bulma arayışına sahne olmasını” öneriyordu: “manevi bir temel.” Böylesi bir yaklaşımın kolayca pek çok yandaş bulacağı açıktır. Aslında Asya ülkelerinin ağırlıklı bir rol oynadığı 1993 Viyana Konferansı’ndan da bu tür sonuçlar (ters bir yönde de olsa) çıkarılabilir. Bu kez “manevi” ya da “kültürel değerler”, her hükümetin insan haklarını dilediğince anlayabileceği ilkesine dayanak oluşturmuştur.
VII
İnsan haklarının, yalnızca insan olmamızla ilgili -insan türünün olanaklarının gerçekleştirilmesiyle ilgili- istemler olduğunu vurgulamam, kavramlarla ilgili bir işgüzarlık gibi görünebilir. Oysa ağır insan hakları ihlâllerinde “evrensel” olarak görülen temel bir özellik de bu vurgulamanın haklılığını gösterir: öncelikle kişinin insan “kimliğinden” sıyrılması, ihlâlin başlangıcını (amaç da insan olanı yok etmektir çoğu durumda) oluşturur. İşkence tezgahlarından geçenlerin sıkça belirttiği bir kuraldır: Her şey, ilk tokatla ya da ilk hakaretle başlar. İran’da uygulanan taşlayarak öldürme cezasının görüntülerini izleyenler de, ilk taşın ne kadar önemli olduğunu dehşetle fark edecektir. Bu anın etrafında bir gerilim vardır. Kişiye bir kez dokunulduğunda, kişinin başkası olduğu da tescil edilmiş olur. Söz konusu gerilimi kaldırmanın modern bir yolu da, bu tescilin yine kimliklendirmeyle yapılmasıdır; fark belirlenmelidir. Etnik, dinsel, cinsel bir kimlik olabileceği gibi, “terörist” ya da “yıkıcı” gibi bir kimlik de olabilir bu. Bu tescil işleminden sonra, artık görevli görevini yapabilir. Stalinizm, işkence aygıtının nesnesi haline getirilecek olan kişilerin önce “terörist” olarak etiketlenmesini icat etmişti. Komünizme karşı cihat açan ABD yönetimi, “İlerleme İçin İttifak” programından başlayarak, bu icadın hakkını pek çok ülkede verdi.
Bir Maya köyünde zorla korucu yapılanlara öldürmenin nasıl öğretildiğini anlatıyor Millett: Rasgele iki köylünün “terörist” olduğuna karar verilmiştir; böylece terörün ilk kurbanları olacaklardır köyde: “Haydi bakalım korucu beyler, bu iki teröristi sizin cezalandırmanızı istiyorum; siz yakaladınız, siz geberteceksiniz” der komutan. Korucular dehşete kapılır. “Karıdan farkınız yok” der komutan. “Öldürmeye alışkın değiliz, Hıristiyanız biz” der bir korucu. “Duyguları nasırlaşmış, asker emeklisi bir korucu öne çıkarak, dizlerinin üzerine çökmüş olan ilk tutsağın, Jesus’un kafasına okkalı bir sopa indirdi.” Öteki köylüler de ona katılabilirler o zaman.[8]
Michel Foucault’nun tavuk çiftliğinden esinlenilerek planlandığında ısrar ettiği Nazi imha kamplarında yaşayan Primo Levi, “Bizleri daha sonra ağır ağır öldürebilmeleri için, önce insan olarak yoketmekteki kararlılıklarından” söz ediyordu.[9]
Katliam ve işkencecilerin reddettiği de, kişileri işkence tezgahlarında ayakta tutan da, insan olmayla ilgili olan şeylerin hatırlanması, söz konusu “kimlik” dayatmasına direnmedir. Bu olanak, Nazi kamplarında ve Latin Amerika diktatörlüklerinin gizli tutuklama yerlerinde bile gerçekleştirilebilmiştir. Brezilya’da Milli Güvenlik Konseyi terörünün hüküm sürdüğü yıllarda böyle bir yerde işkence gören Alicia Partnoy’un anıları buna tanıklık ediyor: İşkencehanede her gün ekmek dağıtılır; ekmek, insanların dünyasını işkencehaneye getirir her gün. Kate Millett şöyle aktarıyor: “Yegane ‘güvenilir’ şeydir o, ayrıca ‘haklılığımızın, bu canilere karşı kavgaya baş koymamızın en mantıklı dayanığıdır.’ Ekmek bambaşka bir anlam taşır: onu takas edebilir, paylaşabilirsiniz. ... Yalnızlıklarının büyüdüğünü, aradıkları dünyanın ‘gölgeler altında yokolduğunu’ hissederken ekmek, ‘gerçek değerlerin hâlâ canlı olduğunu’ hatırlatır onlara”.[10]
Lice’de bir subaydan işitmiştim ilk kez: “Teröristler bataklıktaki sivrisinek, asıl sorun bataklığı kurutmak!” Ardından Türkiye basın yayın organlarında ve akademisyenlerin dillerinde hızla yayıldı bu teşbih. Bu sözler, ABD ordusunun Orta ve Güney Amerikalı, Endonezyalı ve Türk asker ve polislere verdiği işkence ve katliam eğitimini verdikleri okullarda kullanılan “ayaklanma bastırma” ya da “terörle mücadele” el kitaplarında yer aldı ilkin. Bu kitaplardan birinde yer alan şu sözler, bu teşbihin (pratikten de bildiğimiz) anlamını ortaya koyuyor: “Sivil halka karşı kitlesel anti-terör değil, seçici terör kullanabilirsiniz, yani soykırım bir seçenek değildir.”[11] Millett, seçici terörün hedefi olacak halkın oranını saptamaktan kendini alamıyor: “Ordu, ayaklanma karşıtı önlemler [ya da terörle mücadele önlemleri] kapsamında, katliam koşullarının doğduğuna karar verirse, bu yüzde çok yükselebilir. Ayaklanma karşıtı önlemlerle ilgili olarak, silahlı direniş hep denizdeki balıklar gibi algılanmıştır; balıkları yakalamayı başaramayan ordu, denizi kurutacak, yani direnişçileri dayanaklarından yoksun bırakacak, gerekirse halkı topyekûn imha edecektir.”[12] Ne yazık ki, ABDli görevlilerin hiç de gerekli olmayabileceğine müşterilerini ikna etmeye çalıştığı soykırım (Türkiye gibi “güvenlik güçleri”nin sınırı asla geçmediği ve gerçekten de seçici olduğu ülkelerde değilse de) Guatemala’da, El Salvador’da ve Doğu Timor’da fiilî bir seçenek olmuştur. Hem de soğukkanlı bir şekilde uygulanmıştır. El Salvador’da yaşanan El Mozote katliamının tanığı şöyle diyor: “Askerlerde öfke belirtisi yoktu. Teğmenin emirlerini yerine getiriyorlardı sadece”.[13]
“Milli güvenlik devleti” fenomeninin, Evrensel Bildirgeden sonra hukuksallaştırılan insan hakları istemlerine sınır olarak çizilen bu kavram etrafında yeniden örgütlenen günümüz devletlerindeki hükümet etme anlayışının aşırı bir biçimi olan bu fenomenin tekinsiz paradoksudur bu: Katliamcıların ya da işkencecilerin yalnızca görevlerini yapan “devlet görevlileri” olması ordudan ve polisten ibaret bir devlet, neo-liberal ve Nazi ideolojilerinde tahayyül edilebilir ancak ve tek tezahürü (belirli bir dönemde ve halkın belirli bir kesimi bakımından ortaya çıktığı yerlerde de olsa) “faili meçhul cinayetler”, “yargısız infazlar”, işkence, hattâ soykırım olan bir “devlet”, (bütün bu terimler, daha çok “devletler”in “yurttaşları”na yaptıklarını belirtir) Nazilerin ve neo-liberallerin bile tahayyülünü zorlar. Yüzyılımızın bize öğrettiklerinden biri de şu olmalı: devletler olmadan da hükümetler var olabilir. Ama millî devlet ideolojisi, bunu öğrenmemizi zorlaştırmaktadır. “Millî devlet” ideolojisinin güçlü olduğu yerlerde, devletleri de gördüğümüzü sanırız.
VIII
Yukarıda da belirttiğim gibi, bu sorunlar, belgelerde sıralanan hakların karşıt değerlere (ki değer olduğuna inanılanların da değer olup olmadığı, her şeyden önce bilgisel bir etkinliğin konusudur) götürmesiyle ilgili bir sorundur. Bu sorunun bir yönü açıkça belli olmalıydı: İnsan hakları, insanla ilgili, kişinin insan olması nedeniyle hak ettikleridir. Açıkça belli olmayan, kişinin insan olmasının niçin ona belirli bir tarzda muamele edilmesini ve kendisi için belirli olanakların açık tutulmasını gerektirdiğidir. Bu yazıda, sorunun bence açık olması gereken yönleriyle uğraştım. Çünkü günümüzde açıkça belli olanı görmemek maharet sayılıyor. Uluslararası belgelerin pek çoğunu yapanların eninde sonunda hükümet temsilcileri olması, günümüz hükümet etme anlayışı ve hakim olan millî devlet ideolojisi (ki bu yazıda devlet kavramının olabildiğince etrafında dolaşmaya çalıştım) nedeniyle, onların görmezden gelmeye teşne oldukları bir “kimliğin”, insan olmanın, insanların haklarını düzenleyen belgelerde bile muğlak bir hale getirilmesine yol açıyor.
Asıl yapılması gerekeni -“insanın hangi haklara sahip olacağını baştan bir kerede saptayıp ardarda sıralamaya girişmek değil, insanın, neden kendisinin haklarından söz edilen bir varlık olduğunu ya da kendisinin haklarından söz edilen varlığın neden insan olduğunu ortaya koymaktır”[14]- açıkta bırakıyorum. Asıl yapılması gerekenin ilk adımlarını İoanna Kuçuradi şöyle atıyor:[15] “İnsan olmak, yani belirli olanaklara ya da yeteneklere sahip olan bir tür olmak, bu türden olan her bireyin öbür bireylere belirli bir şekilde muamele etmesini ve öbür bireylerin de ona, belirli bir şekilde muamele etmesini gerektirir: öyle ki, kişiler, insanın değerini (varlıktaki özel yerini) ya da onurunu belirten ve oluşturan olanaklarını gerçekleştirebilsin...; insan olmak, ayrıca her kişinin, (yapabilecek olanların ve yapabilecekleri kadarıyla) insanın olanaklarını gerçekleştirme imkânına sahip olmasını gerektirir.” Kuçuradi’ye göre Evrensel Bildirge, onun temelinde yatan insan olma bilincini bilgiye dönüştürdüğümüzde, “bu olanaksızlığın koşullarını” dile getirir. Dolayısıyla her kişinin, insan türünün üyesi olmakla önünde açılan (ve açılabilecek olan) olanakları gerçekleştirmesini mümkün kılan koşulların her biri, bir insan hakkıdır. “İnsan haklarının her birinin istediği ya da istemesi beklenen, bu tür bir koşulun, söz konusu hakkın türetildiği tarihsel gerçeklik içinde yaratılması ya da gerçekleştirilmesidir. Bu tür bir istem bir kez türetildiğinde, her insan için geçerli temel bir hak haline gelir - ama bu aslında farklı gerçek durumlarda farklı gerekleri olan bir haktır.”
[1] Bu durumla ilgili problemleri dikkatli bir göz fark edebilirdi; ancak bu problem pek ele alınmadı. Bunun istisnaları arasında özellikle İoanna Kuçuradi’nin çalışmaları sayılmalıdır. Bkz. “Felsefe ve İnsan Hakları”, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri. Ankara, 1980 ve Ideas Underlying Global Problems 3: The Idea and the Documents of Human Rights başlıklı kitaptaki makalesi (yayına haz. I. Kuçuradi. Ankara: International Federation of Philosophical Societies and Philosophical Society of Turkey, 1995. Yine bu kitapta K. Tomasevski, “The Right to Define What Human Rights Are: International Human Rights Law Making”, s. 59-73 ve aynı yazarın “Global Zirvelerde İnsan Haklarının Aşındırılması,” İnsan Hakları Yazıları, sayı 1.
[2] Bu kavram için bkz. İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri. 2. b. Ankara, 1998.
[3] Kadir Cangızbay, “İnsan Hakları Kavramı”, İnsan Hakları Yazıları, sayı 3 (1998), s.112.
[4] Abdullah Kaygı, H.Ü. Evrensel Bildirgenin 50. Yılında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları Konferansındaki bildirisi: “Geçmişle Gelecek Arasında Kimlik”, 1998.
[5] Cangızbay, a.g.y., s. 116.
[6] İoanna Kuçuradi, Nairobi Konferansındaki “Felsefe ve Sosyal Adaletsizlik” başlıklı bildirisi, 1981.
[7] Walter Sunter, “İnsan Hakları Kavramı”, İnsan Hakları Yazıları, sayı 3 (1998), s. 50.
[8] Aktaran, Kate Millett, Zulüm Politikaları: Siyasi Tutukluların Tanıklıkları Üzerine Bir Deneme, 1998, s. 212.
[9] Aktaran, Millett, a.g.y., s. 45.
[10] A.g.y.., s. 200.
[11] Aktaran, Millett, a.g.y., s. 227.
[12] A.g.y., s. 227.
[13] A.g.y., s. 228.
[14] Kadir Cangızbay, “İnsan Hakları Kavramı”, İnsan Hakları Yazıları, sayı 3 (1998), s.111.
[15] “Human Rights: The Idea, the Demands and the Instruments”, The Idea and the Documents of Human Rights içinde, s. 80-81.