Metadan Sonra (I)

Marx’ın Kapital’i meta’nın analizi ile başlar. Kitabının ilk paragrafında Marx şöyle gerekçelendirir bunu:

“Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği muazzam bir meta birikimi olarak kendini duyurur. Dolayısıyla, bu zenginliğin temel biçimi olan metanın analizi incelemelerimizin başlangıç noktasını oluşturacaktır.” (Le Capital. s.41)*

Eserinin sunuş, önsöz bölümünde Marx bu bölümün anlaşılmasının hayli zor olacağını da belirtmiştir: “Bütün bilimlerde başlangıç zordur” diye açıklar bunu da. Buradan Kapital’de sergileyeceği bilimsel yaklaşımın bu bölüm üzerine kurulduğu sonucuna varabiliriz. Nitekim yukarıdaki cümlenin hemen devamında, “Bu yüzden” der, “ilk bölüm özellikle de meta’nın analizi’ni içeren kısım bir hayli zor anlaşılır olacaktır.”

Marx burada sözünü ettiği güçlüğün, konunun son derece “basit” olmasından dolayı olduğunu belirtir. Metaya ilişkin analizinin, herkesçe bilinen bu basit gerçekliğin “ayrıntı” sayılabilecek kimi özellikleri üzerinde durduğunu da söyler. Ancak o “ayrıntı”ların önemsiz olduğu anlamına gelmez bu. Aksine:

Para biçiminde gerçekleştirilen değer biçimi son derece basit bir şeydir. Bununla birlikte, insan aklı iki bin yılı aşkındır, boşu boşuna bunun sırrına vakıf olmaya çalışmıştır. Oysa ki, bu esnada, çok daha karmaşık ve daha derin sırlar gizleyen biçimleri, en azından yaklaşık olarak analiz etmeyi başarabilmiştir. Niçin? Çünkü tam teşekküllü vücudu incelemek onun temel elemanı olan hücreyi incelemekten daha kolaydır... ..., günümüzün burjuva toplumunda emek ürününün meta biçimi veya metanın değer biçimi, ekonomik hücresel biçimdir. Az eğitimli bir insan için bu biçimi analiz etmek ayrıntılar içinde boğulmak gibi görünebilir; bunlar gerçekten ve zorunlu olarak ayrıntılardır, ama tıpkı mikrolojik anatomide bulduğumuz ayrıntılar gibidirler bunlar.” (K. Marx, a.g.e., s.35).

Burada hemen belirtilmelidir ki; Marx’ın Kapital’de eleştirisini yapacağı klasik-burjuva-ekonomi politik, ürünün meta olarak kavranılışını, üretimin meta üretimi haline gelişini “doğal”, sorunsuz ve ezeli bir gerçeklik olarak ele alır ve dolayısıyla da onun analizine girişmeyi gereksiz sayar. Marx ise aksine onu tarihsel, kapitalizme özgü bir gerçeklik olarak ele alır ve onun önceki üretim tarzlarında meta gibi görünen şeyle arasındaki o “ayrıntı” gibi algılanan farklılıklar üzerinde durur. Bu “titizlik”, kapitalizmi önceki üretim tarzlarına göre devrim yapan şeyin işte o “ayrıntılar”da gizli olduğunu sezen bir yaklaşımın gereğidir.

Nitekim, ürünün meta biçimi(ni alması)nin ekonomik hücresel biçim olduğunu söylemesi ve bunun incelenmesini mikrolojik anatomi ile uğraşmaya benzetmesi de bunu ifade eder. Ve yine ilginçtir ki, Marx aynı pasajda, hücrenin “esrarı”nı keşfetmeden, onun kabataslak tanımını olduğu gibi kabullenerek bir canlının anatomisini bir noktaya kadar hayli doğru biçimde inceleyebileceğimizi de söylemektedir. Ama bilindiği üzere, bu tür bir inceleme o “bir nokta”dan itibaren ileriye götürülemez olur, tıkanır, hattâ gayet yanlış sonuçlar çıkarmaya yol açar. İşte o zaman vaktiyle ayrıntı diye kaale bile alınmamış olan “hücre bilimi”nin işaret ettiği noktaların önemi ortaya çıkar. Anatominin çözümlenemeyen soru(n)ları, hücrenin “ayrıntılarının da ayrıntısı” olan genler, DNA, RNA molekül dizilerinin titiz analizlerine dönülerek bilinebilir, aşılabilir hale gelir.

Şüphesiz, Marx bu çıkarsamayı açıkça ve vurgulayarak belirtmez. Bunun nedeni onun -şimdilik- “ekonominin hücresel biçimi” ile ilgilenmeksizin, onu “sorunlaştırmak” sizin -kapitalist- ekonominin çok daha elle tutulur görünümlerini ele alarak yürütülecek bilimsel-pratik çaba ile de epey bir mesafe alınabileceğini düşünmesidir, belki de. Bilemeyiz ama, bildiğimiz şudur ki, Marx’ın bir bilim olma gibi gayet iddialı bir anlam yüklediği eserinin, bu bilime başlangıç, temel olarak koyduğu o birinci bölüm, sayısız tartışmalara konu olmuş eserinin en az hattâ hiç tartışılmamış, özel bir dikkatle ele alınmamış hemen hemen yegâne bölümüdür.

Bu bölüm, ilk yayımlandığında Kapital’e ve yazarına yöneltilen “metafizik”, “Hegelci sofist” gibi eleştirilerin de nedeni olmuştur. Marx, Kapital’in çeşitli baskılarına yazdığı önsöz ve sonsözlerde bunlardan söz eder. Gerçi onun bahsettikleri Fransız pozitivistleri ve Alman eleştiricileri gibi sosyalizm hareketi dışındaki akımlardır. Ancak az sonra değinileceği üzre benzer “eleştiriler”i bizzat sosyalizm hareketi içinden hattâ sıkı Marksist etiketliler tarafından da yapılmış, üstelik örtük ya da açık biçimde hayli geniş ve çeşitli kesimlerce de paylaşılmıştır bu eleştiriler. Bu eleştirmenlerin en tanınmışı olan ve yaygın kabul görmüş bir formülasyona bağlayan L. Althusser’in bu konuda söylediklerine az sonra değineceğiz.

Ama daha önce, Marx’ın “meta” üzerine yazdıklarının zor anlaşılır olabileceğine dair söylediklerine dönmemiz gerekiyor. Marx, bu zor anlamanın “az eğitimli” kişiler için söz konusu olabileceğini söylemekle birlikte; bizzat eserinin önsözünde düştüğü dipnot, bu “anlamama”nın sadece “az eğitim” ile ilgisi olmadığını, kimi pek eğitimlilerin dahi o bölümü “anlamadıkları”nı gösterir.

Marx, o dipnotta, bir süre yandaş oldukları, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kurucularından sayılan, gayet eğitimli F. Lassalle’den bahseder. Onun iktisat üzerine yaptığı hemen tüm genel teorik önermelerde kendisinin (Marx’ın) görüşlerini neredeyse kelimesi kelimesine aktardığına da değindiği o dipnotta; Lassalle’nin -Marx’ı da savunmak üzre- giriştiği bir polemikte; Marx’ın meta, değer biçimi üzerine söylediklerinin güya “özü”nü aktarırken, gayet ciddi yanlışlar yaptığını belirtir. Bu yanlışlık kasten yapılmış değildir. Marx da zaten Lassalle gibi biri bile anlayamamışsa, o bölümü “herkesin anlayabileceği biçimde” yazmak için elinden geleni yaptığını söylemek için düşmüştür o dipnotu.

Fakat yine de, bırakın herkesi, çoğu Marksistlere bile anlatmayı başaramadığı ortadadır. Bunun ise ne Marx’ın anlatım yetersizliği ile ne de okurlarının eğitim ve zekâ düzeyi ile ilişkisi vardır. Marx’ın eserlerinin, Kapital’in ve özel olarak o “meta” bölümünün belirli bir paradigma içinde okunagelmiş olmasından, kısaca zihniyetten doğan kaçınılmaz bir durumdur bu. Marx, ekonomi politiği eleştirerek aşmak için ömrünü vererek yazmaya oturmuştur Kapital’i. Ama Kapital, ekonomi politiğin aşılmasının değil, onu -burjuva-ekonomi politik sayıp karşısında bir diğer ekonomi politik inşâ etmenin malzemesi oluvermiştir. Oysa, sömürü, artı-değer, kriz ... başta olmak üzere pek çok konuda karşıt tespit ve görüşlerde örülmüş olsalar bile, bu iki ekonomi politik aynı genel ekonomi politik zihniyetinin türevleridir. Ve her aynı zihniyetin ürünleri gibi aynı ortak kabuller temelinde biçimlenmişlerdir. “Meta”nın nötr bir kategori, kavram olarak algılanması bu ortak temelin odağında yer alır. Marx, meta’yı analiz ederken, “meta üretimi”nin bizzat kendisini sorun olarak gören bir yaklaşımının peşindedir. Üretimin meta, mübadele değeri üretmeye koşullanmasının, bir tarihsel sürecin sonunda, kapitalizmle birlikte en tam ve mükemmel noktasına ulaşmış bir aşama, ama aynı zamanda da bu noktaya varışla birlikte “insanlığın gelişmesi” önünde tam bir engel haline geldiği fikrinden hareket eder Marx. Meta, daha doğrusu ürünün meta olarak algılanışı, öylece üretimi ve şeylerin -ki artık her şey “şey”dir- öncelikle meta olarak, meta edilebilirlikleri yönünden kavranılışları ve bu kavrayışın gereği ve sonucu olarak üretici ile ürünü arasındaki emek bağını kişiliksizleştiren, yabancılaştıran bir -üretim ilişkileri- düzeninin “doğallaşması”... Marx’ın yaklaşımında “sorunun kaynağı” buradadır. Oysa, onun bu yaklaşımı elden bırakmayarak, kapitalist toplum gövdesinin “anatomisi”ni ele aldığı yerlerde, yani organlardan, kan ve lenf dolaşım kanallarından bahsettiği yerlerde yaptığı “artı-değer”, “sömürü”, azalan kâr oranları gibi tespitlerden bir -burjuva karşıtı- ekonomi politik oluşturanlar için sorun, örneğin “sömürünün varlığı”dır veya krizlerin kaçınılmazlığıdır, nihai krizdir. Çünkü bu olgular işçi-emekçi sınıfların iktisadî ve -dolayısıyla- siyasal çıkar ve taleplerini “ekonomi politik bilimi” temelinde meşrûlaştırdığı gibi, bir işçi sınıfı iktidarı olarak sosyalizmin mümkün ve kaçınılmaz olduğunu da temellendirmektedirler. Kapital’de bu temeli büyük bir vukufla gösterdiği inancıyla Marx’a duydukları derin saygı, ekonomi politikçi bir bilimadamına duyulan bir saygıdır. Gerçi Marx “meta”nın ayrıntılı analizleriyle, metanın fetiş karakteriyle, makina-işçi ilişkisinin mahiyet ve anlamı üzerine “zor anlaşılır” şeyler de yazmıştır ama, bunlar onun filozof yönünü “tutamaması” olarak “hoşgörü”yle karşılanmalıdır. Kendisini “bilim” gibi en üst ve nötr bir otoriteye yaslayabilme imkân ve güvencesini Marx’ın Kapital’inde bulan bu -Marksist- sosyalizm, kurucusunun “bilim”ini yücelttiği oranda, onu süsleyen felsefi takı(ntı)ları da bir kenara atmakta hiçbir beis görmeyecektir.

Nitekim, 19. yüzyıl sonlarından itibaren böylece bir “gelenek” haline getirilen genel Marksist/sosyalist hareketin dönem dönem değişen hâkim eğilimlerinin tümü için de Marx, hareketin ekonomi-politik temellerini kurmuş bir “bilgin”den pek az fazla bir şeydir. Bilimden daha düşük bir statüye indirgenmiş olan felsefenin zemininden söyledikleri ise bu bilgin portresini keskinleştirdikleri takdirde ve o ölçü ve bağlamda söz konusudur artık. Oysa meta, metanın fetiş karakteri makina-işçi ilişkisinin mahiyeti ve kol emeğinin şahsında insanlık durumu gibi konularda gerek Kapital öncesinde ve gerekse Kapital’de yazdıkları o açıdan pek “işe yarar” gözükmezler. Dolayısıyla kaale alınmayabilirler. Bütün Kapital’in o konularda söylenenler ışığında, onların açtığı perspektifte okunması ve değerlendirilmesi gerektiği fikri tamamen dışlanmıştır.

Nitekim bu tutumun genel Marksist/sosyalist harekete egemen olduğu bütün bir dönem boyunca Marx’ın “felsefi” yönünü öne çıkaracak eserleri, Alman ideolojisi de dahil, Kapital’e hazırlık mahiyetinde olan çok geniş el yazmaları ya uzun süre yayımlatılmamış veya bir antika gibi algılanabilecek tarzda sunulmuştur.


1960’larda -Türkiye gibi Marksizmin uzun yılları yasaklı, dar bir çevrede ve bölük pörçük tanındığı ve tanınmasının da geleneksel-resmî- yorum aracılığıyla olduğu ülkeler dışta tutulursa- tüm dünyada Marx’a ve eserlerine yönelen, geçmişle kıyaslanmayacak kadar güçlü bir devrimci dalga yükselmeye başladı. Bu ilgi ve yükseliş resmî Marksizme -en azından onun en kurumsallaşmış versiyonuna- rağmen ve hattâ ona karşı da bir mahiyet taşıyordu. Özellikle “gelişmiş” kapitalizmin hüküm sürdüğü Batı toplumlarında bu hareket, o toplumların tam bir “tüketim toplumu” haline gelişleri ile eşanlı idi. Ve adeta bu sürece tepkinin, bu sürece girilmekle katmerlenerek insanî ve toplumsal gerçekliğin tüm gözeneklerini kaplayacak neredeyse ontolojik derinlikteki sorunların endişesini taşıyan, buna karşı, bu ihtimali aşacak bir devrimin arayışında olan bir hareketti bu. Resmî Marksizmlerin kalıplamalarını bir yana atıp doğrudan Marx’a, özellikle de onun resmî Marksizmler tarafından “el değmemiş” bırakılan o “felsefi” mirasına adeta içgüdüsel biçimde sarıldılar. Geleneksel Marksizmlerin çoğu kez afaroz ettiği ama buna rağmen Marksist olmakta direnen düşünür ve ekollerin, hemen tamamen Marx’ın, o “felsefi” mirasından esinlenerek yazdıkları heves ve umutla tartışılır olmaya başladı.

İşte tam bu noktada, resmî FKP üyesi Althusser ve onun önderliğinde bir grup, Marx’ın tüm eserlerinin ve özellikle de başyapıtı Kapital’in nasıl yorumlanması, “okunması” gerektiğine dair gayet hacimli ve iddialı bir çalışmayla ortaya çıktı. Althusser ve ekibinin, o zamana kadar -resmî Marksizm(ler) tarafından- net ve etraflı bir teorik eleştirisi yapılmamış ‘Stalinizm’e karşı belagâtli bir eleştiri de getiriyor olmaları onlara “muhalif” bir hava da verdiği için, Marx’ın nasıl yorumlanması gerektiğine dair tezleri 1960’ların yükselen devrimci -aydın- hareketi tarafından da ilgiyle karşılandı ve üzerlerinde etkili oldu. Althusserci tezlerin, dönemin en son sosyoloji, antropoloji ve dilbilim, psikiyatri akımlarından devşirdiği görüşlere de yer veriyor olması, Marx’ın mirasını tüm bu alanların katkılarıyla yenilemeye açık devrimci hareketleri etkilemesinin bir diğer önemli nedeniydi.

Fakat, esasta Althusser ve ekibi, resmî Marksizmlerin Marx’ı “tasnif ediş” tarzlarını yeni bir biçimde sunmaktan başka bir şey yapmıyordu. Resmî Marksizmler Marx’ın Kapital öncesinde ve Kapital’deki “felsefi” metinlerini sessizce yok sayıp, Kapital’i bir -karşı- ekonomi politik abidesi olarak yüceltirlerken; Althusser ve ekibi aynı ayrımı “Genç” ve “olgun” Marx’ları birbirinden ayırarak, hattâ daha ileri gidip arada bir “epistemolojik kopuş” olduğu iddiasını öne sürerek yapıyorlardı. Şüphesiz bu resmî Marksizm(ler)in bile “cesaret edemediği” bir ayırma tarzıydı. Çünkü “genç Marx”, yani Marx’ın 1859’da yayımladığı ünlü Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının -en azından kitap kadar ünlü- önsözü de dahil, Kapital öncesinde yazdığı hemen tüm metinlerin -özel olarak “Hegelcilikten kurtulamamak”la malûl- eskizler olduğu, dolayısıyla “esas Marx”ı asla temsil etmedikleri iddia ediliyordu. “Olgun ve gerçek” Marx Kapital’deydi. Ama son derece ilginçtir ki, bu Kapital’de de Marx’ın* “idealizm”den, “Hegel”cilikten kurtulamadığı bölümler vardı ne yazık ki! Ünlü 1. bölüm, yani Marx’ın “meta”nın tarihsel teşekkülünü, ürünün meta haline ge(tiri)lişinin “ayrıntı”larını ve metanın fetiş karakterini ele aldığı bölümdü bu.

Althusser, Kapital’in yeni Fransızca çevirisinin en başına yazdığı “uyarılar”da, kitabı okuyacak olanların mutlaka bu ilk bölümü bırakmalarını, ikinci bölümü yani “paranın sermayeye dönüşümü”ne ilişkin kısmı birkaç kez okuduktan sonra, “bunun ışığında” o bölümü okumaya girişmelerini -“emir kipinde” olduğunu belirterek- önerir. Çünkü Althusser’e göre artı-değer’in dolayısıyla sınıf sömürüsünün kanıtlandığı bu bölüm Kapital’in özüdür. Bu özün, bu kavramların ışığında okunduğunda, o birinci bölüm tamamen aydınlanmış olur. Aksi halde der Althusser, eğer Marx’ın kendi başlangıcından, yani birinci bölümden okumaya başladığınızda, ya hiçbir şey anlayamazsınız ve bırakırsınız kitabı; ya da çok daha kötüsü, o bölümde anlaşılacak bir şey varsa ondan çok daha farklı bir şeyi anlama ihtimaliniz çok daha fazladır diye sıkı sıkıya uyarır.

O birinci bölümü okumayı yasaklamanın ya da en iyisi kitaptan söküp çıkarmanın daha iyi olacağını söylemenin eşiğinde dolaşan bu sözleri edebilme “hak”kına dair epeyce konuşabiliriz. Ama konumuz bu değil. Metanın, metalaştırmanın bizzat sorun edilmesine, bu sorunun bütün bir kapitalist toplum analiz ve eleştirisinin “dibaçesi”ne, odağına konulmasına bu denli kategorik, sistemli ve sürekli karşı çıkışın derin nedeni ve mahiyeti üzerine düşünmek istiyoruz burada.

O nedenle, sadece şu an en yakınımızda durduğu için Althusser’in -genel geçer yargıyı da ifade eden- “Kapital’in özü” üzerine söylediklerine dönüyoruz. Althusser bu özün artı-değer’in keşfi, dolayısıyla sınıf sömürüsünün kanıtlanışı ve yine dolayısıyla sınıf mücadelesinin meşrûiyeti ve kaçınılmazlığı olduğunu söylüyor.

Bu bakış açısı ile Althusser, Marx’ın sık sık kapitalist üretim tarzı yerine kullandığı “meta üretimi” kavramını kullanmaz ya da herhalde “meta üretimi” ifadesinin nötr bir kavramın yinelenmesi olduğunu varsayarsak, “sömürü” vurgusuyla damgalanmış “kapitalist üretim tarzı” kavramının kullanılmış olmasını yeğlerdi.*

Oysa Marx, kapitalizm çağının “üretim” olgusuna eğildiğinde, onda hem -başka pek çoklarının da gördüğü- o “sömürü”yü görür ve hem de ürün(ler)ün artık tümüyle “meta”laşmasının, bütün üretimin bir meta üretimi karakteri kazanmasının yarattığı sorunu fark eder. Bu yaklaşımı izlersek; “sömürü”nün kalktığı ama ürünlerin aynı tarzda üretimine devam edildiği bir süreçte, sorun belki “iktisatçı”ların bakışında çözümlenmiş sayılabilir, ama Marx’ın işaret etmeye çalıştığı perspektifte sorun çok büyük ölçüde devam ediyor demek gerekecektir. Hattâ biraz daha ileri giderek, meta üretiminin öngördüğü, onun “üretimi arttırmak” adına zorunlu gösterdiği üretim (iş) ilişkileri kaçınılmaz biçimde “sömürü”yü de üretirler ve bir zamanlar “kaldırılmış” olsa da “kapitalist üretim biçimi”ne dönüşü “mecburi” kılar.

O halde “meta üretimi” kapitalist üretim tarzının “özü”dür, onun anasıdır. Dolayısıyla esas sorun “kapitalizmin sömürüsü”nü ortadan kaldırmak değil, “meta üretimi”ni sona erdirmek, onu “aşmak”tır.

Marx, Kapital’in birçok bölümüne dağılmış pasajlarda hem ürünlerin -ve bu arada vurgulayarak işaret ettiği üzre işgücünün de- meta haline gelişinden “sorunlu” biçimde söz eder; hem de gerek üreticinin bu “meta”laşmış ürünü ile ilişkisinde hem de alıcı (tüketici) olarak o metalarla ilişki ve anlamlandırma tarzımız üzerine analizlerde bulunur. Ünlü birinci bölümün “metaların fetiş karakteri”ne dair kısmı, çağımız düşünürlerinin “tüketim toplumu” fenomeninden söz ederken, ortaya koydukları endişe ve sorunların pek çoğunu içeren, bu “aşama”yı haber veren niteliktedir.

Bu sorunların “kapitalist olmayan” -“reel sosyalist” de denilebilir- toplumlarda da boy gösterdiğini ve sonuçlarını hatırlatmak bile gereksiz. Kapitalizmin “alternatifsiz” olduğu iddiasını pekiştiren bu sonuç, kapitalizmin “özü”nün “sömürü”de değil, -“sömürü kaldırıldığı”nda sosyalizmin üzerine kurulacağı altyapı nazarıyla bakılan- ileri endüstriyel üretim mekanizmasının bizatihi kendisinde aranması gerektiği noktasına getirir bizi. Yani, Marx’ın Kapital’ine başlangıç yaptığı “meta”yı sorunlaştırma perspektifine.

Şüphesiz Marx’ın kapital düzenini, onun ideolojisi -hattâ dini- ekonomi politiği eleştirmeye “meta”dan başlaması dahiyanedir. Ama “metalaştırma”nın o çağda bile akla getirilemeyecek alanlara yayıldığı, her şeyin öncelikle ve “asıl” olarak metaya dönüştürülebilirlik vasfıyla “değer”lendirildiği, dünyayı ve kendimizi dahi bu algılama içinde kavramaya alabildiğine zorlandığımız şu çağda, bu aşamada, Marx’ın sezgileriyle işaret ettiği noktalarla yetinemeyiz.

Ama yine de onun, meta üretmeye geçişle birlikte -üretici- insan ile ürünü arasında doğan ötekileştirici mesafe -“yabancılaşma”- ve aynı şeyin ürün-metanın ötesinde bizatihi kendi işgücüne, emeğine karşı da hissedebilir hale geliş ve giderek her şeyi genel bir mübadele değeri ölçütüne göre indirgemeye götüren ve “zorunluluk” olarak algılanan koşullar toplamına dair tespit, gözlem ve vargıları çıkış noktası değerindedir. Komünist Manifesto’nun kapitalist toplumu ve onun üretim düzenini insanlık tarihinde benzersiz kılan noktalar üzerine olan bölümü ile birlikte bütün bunlar, Marx’ın inşâsına çalıştığı devrimci perspektifin köşe taşlarından pek çoğunu içerir.

Elbette bütün o ipuçlarını, sınırsız bir çeşitlilik içinde hayatımızı kuşatan, ona derinliğine nüfuz eden çağımızdaki “tam gelişmiş” halleri bağlamında yeniden ele almak gerekecektir.

Şüphesiz yeni sorular sormak, daha doğrusu meta üretiminin, tüm ihtiyaçlarımızı “nesnelleştirme”ye, nesne -meta- ile karşılanabilir biçimde algılamayı empoze eden yapı ve ideolojisi başta olmak üzere, üretmeyi başlı başına, her şeyden öncelikli bir değer olarak yücelten temelindeki mantığı sorgulamak daha fazla gereklidir. Bu, meta üretimi çağının aşılabilmesinin düşünsel önkoşuludur her şeyden önce. Ve insan(lığ)ın üretici vasfından ziyade, yaratıcı vasfı üzerine yoğunlaşmasını mümkün kılan dinamiklerin adeta fışkırdığı şu 21. yüzyıl eşiğinde yeni, yepyeni ve hayat tasarlayabilme ve kurabilmenin unsurlarını keşfedebilmenin önündeki önyargılar sisini dağıtabilmek için de kesinlikle gereklidir.

O önyargı sisi dağıtılabildiği ölçüde, çağımıza kadar sürmüş olan ve her biri de kendini yineleyerek niceliksel büyüme üzerine kurulu üretim biçimlerinin ardarda gelişiyle yaşanan tarihin sonuna yaklaştığımızı ve üretken emekle karakterize edilen bütün bu çağların yerini niteliğin, niteliksel dönüşümlerin belirleyeceği yaratıcı emek çağlarının almakta olduğunu görebileceğiz.

Bu çağların, en azından şimdiden görülebilir olanının öznesi ancak bir azınlık olabilen -yaşadıklarımız gibi- bir çağ mı yoksa öznesi gerçekten bütün insanlık olan bir çağ mı olacağı sorusu, bu sorulara kimlerin tüm yüreği ve beynini seferber ettiğine bağlı olacaktır.

(*) A. Bilgi’nin çevirdiği Sol Yayınları’nın Türkçe Kapital’i ciddi çeviri yanlışlıkları ve ifade bozuklukları içerdiği için; Kapital’den yaptığım ve yapacağım alıntılarda, kitabın J. Roy tarafından tercüme edilen Fransızca 1969 Flamonarion Garnier baskısını kullandım.

(*) Althusser resmî Marksizmler gibi Marx’ı bir karşı -“devrimci”- ekonomi politik kurucusu bilgin saymaz. Ama yine de bir bilimadamıdır Marx, hem de sayılı, bizatihi bilim kurmuş “baba” bilgin deyimiyle “Tarih kıtasının” kaşifi, kurucusudur.

(*) Konumuzla doğrudan ilgili değil ama, geçerken belirteyim ki Marx’ın artı-değer keşfi ve kavramı, onun ekonomi politik eleştirisinin kuşkusuz odağındadır ve gayet önemlidir. Çünkü bu keşif, “ekonomi politik bilimi”nin üzerine inşâ edildiği, temel varsayımlardan birini, en önemlisini çökertmektedir. Metaların mübadelesinin -ki bu bilim açısından işgücü de bir metadır- eşit değerler üzerinden yapıldığı varsayımıdır bu. Bu varsayımın en azından -hiç de en az değildir ya- ücretli emek-sermaye ilişkisinde doğru olmadığının kanıtlanması ekonomi politiğin bilim olma iddiasını çürütür, onun yalnızca bir ideoloji olduğunu, olabileceğini ortaya koyar.