Birikim’in bir önceki sayısını dosya konusu okuru, hele iletişim alanıyla uzak/yakın bir ilgisi varsa, heveslendirecek bir seçimdi. Derginin kapağı şöyle bir gözden geçirildiğinde yazarların büyük çoğunluğunun medya sektöründe aktif olarak çalışan medya profesyonelleri ya da medya üzerine söz söyleyegelmiş deneyimli kişilerden müteşekkil olduğu görülüyordu. Kapaktaki kadro umut vericiydi, çünkü “medya içerden kendini eleştiriyor” hissi yaratıyordu. Kendini eleştirenler tabiî ki, kapak fotoğrafında yer alanlar veya benzerleri değil, küçük bir cemaat oluşturabilmelerine rağmen etik tartışmalarına öncülük eden, “okur-yazar, sağduyulu, sorumluluk sahibi” gazeteci-yazarlardı. Yani “suyun başını tutan”lardan yine ses yoktu. Bu da ümitlenirken fazla ileri gitmemek gerektiğini gösteriyordu. Buna rağmen, dergiyi okumaya başladıktan kısa süre sonra bir şey insanı rahatsız etmeye başlıyordu: Medyanın yol açtığı etik problemler tartışılırken medyayı meydana getiren metinlerin, görüntülerin, seslerin ve de bunları bir söylem oluşturacak biçimde biraraya getiren sözcük seçimlerinin, vurguların, sentaksın, sayfa düzeninin, kurgunun, montajın, program akışının, başlıkların, spotların, haberi sunan spikerin, fotoğrafların, seçilen müziğin, yayın akışı hiyerarşisinin ve daha sayılamayacak birçok başka unsurun neredeyse bütünüyle gözardı edilmiş olması. Böylelikle medya etiki, yazarlar tarafından, izleyici/okuyucuya aktarılan ürünün yarattığı etkiler (hem de “güçlü etkiler”) üzerinden gidilerek sorgulanıyor. Etki sorunsalının kitlesel iletişim sürecinde gözardı edilemeyecek bir ağırlığı olmasına rağmen bu yaklaşım tartışmayı sadece medyanın zararlı etkilerine karşı fertlerin/kurumların, kimliklerin/değerlerin korunması etrafında döndürerek sürdürüyor. Bir ölçüde malumu ilam gibi olsa da medya karşısında izleyici/okuyucunun savunmasız, şuursuz bir sünger, bir kayıt aracı olmadığının hatırlanması gerekmektedir. Tabiî ki medyanın gündelik yaşam pratiklerimiz, düşünsel yapılanmamız, duygu dünyamız, tercihlerimiz üzerinde etkisi vardır. Ama bu etki hayatımızda yeri olan diğer unsurları (insan ilişkileri, kurumsal pratikler, karakter yapısı, eğitim düzeyi, hobiler, alışkanlıklar gibi) bertaraf edecek kadar mutlak değildir. En azından diğer unsurlardan dolayımlanarak bize ulaşmaktadır. “Medya ve Etiki” sayısında bunun üzerinde fazlaca durulmamıştır ama güncel medya eleştirisi ve analizinde önemli bir veri olarak kullanılmaktadır.
Bir başka eleştiri noktası yazarların çoğuna göre şiddetten, tahakkümden, partizanlıktan, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten ve daha nicesinden kurtulmanın yolunun nesnellik ve dürüstlükten geçiyor olması. Yine onlara göre, bunun önündeki engel de medya patronları ve onların çıkar hesapları yaparak girdikleri netameli ve karanlık ilişkiler. Neredeyse işadamı kimliği de taşıyan bu medya patronları piyasadan çekilse hiç etik problem kalmayacak. Oysa şu gözden kaçırılmaktadır: Medya ürünleri oluşturulurken kullanılan kaynakların seçimi, yansızlığı başından imkânsız kılmaktadır. Haberciler için “güvenilir kaynaklar” -bu özellikleri nedeniyle de en sık başvurulan kaynaklar- egemen güç/iktidar odakları için de güvenilirdir ve egemen söylemin idamesine katkıda bulunurlar. Bir muhabir haberi (veya magazin, belgesel, araştırma-inceleme yazısı; spor programı vb.) nasıl hazırlarsa ve hangi malzemeleri/formatı kullanırsa onun gazete sütunlarında, ekranda, mikrofonda yer bulabileceğini öğrenmiş, içselleştirmiş ve meşrulaştırmıştır. Aksi yönde bir çaba beyhudedir. Öyle ki, artık yaptığı işi sorgulamaz hale gelir. Çünkü medya ürünlerini hazırlama, kurgulama ve sunma süreci kemikleşmiş bir yapı içinde işler. Aksi yönde davranan kendini kapının dışında bulacaktır.
Medya ürünlerini meydana getiren dil ve ondan dolayımlanan söylem aracılığıyla izleyici/okuyucuya belli haritalar ve modeller sunan, kapalı bir metin olarak medya ürünlerinin, içinde yer aldığı toplumsal yapıdan ve onu oluşturan güç/iktidar ilişkilerinden (ezel-ebed devamlılık göstermese de) konjonktürel olarak etkilenmemesi düşünülemez. oysa medya ürünlerini üretim aşamasından ve alımlama sürecinden kopuk olarak ele alan yazarların yaklaşımı medya profesyonellerinin nesnel olabileceği savından yola çıkıyor. Dilin (buna görüntü dili de dahil) bizatihi yanlı olduğu ve tahakküm kurmanın “masum” gibi görünen bir aracı olduğu, somut tarihsel koşullar içinde toplumsal formasyondaki siyasal, ekonomik güç/iktidar ilişkilerinin dile ve oradan da medya ürünlerine yansıdığı dikkate alınmıyor. Belli ki dil araçcı bir yaklaşımla ele alınıyor ve bu yaklaşımda da dil saflığını muhafaza ediyor ve istismar edilmekten kurtarılmayı bekliyor. Ancak hakim medya eleştirisi dilin “bilinçdışı gibi yapılandığını”, yani kontrol altında tutulmasının mümkün olmadığını unutarak (ya da bu savı reddederek) bir zafiyete düşüyor. Böylelikle de eleştiriyi medya etkilerinin görünen ve somut olarak hissedilen biçimi üzerinden yapıyor. Medya sektörünün kurumsal yapılanması, medya ürünlerinin oluşturulması ve sunumu aşamaları ve alımlama süreçleri birarada analiz edildiğinde etik sorununun daha derinde yatan ama önemli bir boyutu daha gündeme getirilebilecektir.