İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 50. yıldönümü münasebeti ile dünya gündeminde önemli bir yere oturan insan hakları kavramı daha bir konuşulur hale geldi. Elli yıl içerisindeki haklar konusunda insanlık ne kadar mesafe aldı sorusu önemini korurken, elli yıl öncesinde insan hakları kavramının gelişimini de dikkate almak ihtiyacı ortaya çıkar.
İki insan ilişkisinde sorunların yaşanmasını insanın yapısının gereği olarak aldığımızda, insan tekinin diğer insanlarla bir dizi sorunu olması muhtemeldir. İlk insan kümesinden günümüze dinamik bir devinim olarak insan haklarını ele almak, kanımca, daha doğru olacaktır. Kabile hayatından çok uluslu paktlara uzanan değişimin sosyal çehresinde avcılıktan, elektronik çağa uzanan süreci göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Uygarlıklar arası etkileşimler, savaşlar, barışlar ve sonuç olarak insanlığı, topyekün ödediği bedel sonucu olarak, elde etmiş olduğu ilkeleri insanlığın ortak üretimi olarak görmek gerekir. Toplumlar değişse de dinlerin ortaya attığı ve toplumda yer eden temel ilkelerle; toplumun tecrübe yoluyla tespit ettiği, dinlerin de onayladığı temel dayanışma alanını “Doğal Hukuk” olarak tarif etmek mümkündür.
İnsan Hakları özgün başlığına Batı uygarlığının devinimi sonucunda kavuştu. Batı’da aydınlanma öncesi yaşanan sancılar ve sanayi devrimi ile birlikte bilginin sistematize edilişiyle İnsan Hakları hiyerarşik sıralamada özgün başlığına kavuştu. Thomas Hobbes , John Locke , Rousseau tasarladıkları devlet modelinde insan haklarına önemli parantezler açtılar.
Locke’un “insan haklarına saygıyı kaldıran devletin meşrûiyeti kalkar” vurgusu hâlâ çok uzağında kaldığımız bir tespit olarak önemini korumaktadır.
Sanayi devrimi, kas gücünden motor gücüne geçişle birlikte toplum hayatında ve dolayısıyla devlet yapısı ve anlayışında önemli farklılıklar getirdi. Feodal dönemde kilise ve soylu sınıf karşısında doğuştan eşitsiz olan kitleler Fransız Devrimi ile birlikte “eşitlik” kavramının öne çıkmasında etkili oldu. Yine mülk edinebilme ve teşebbüs serbestisinin ifadesi olarak “özgürlük” de bir diğer kavram olarak yükselişe geçti. Üretim-tüketim ilişkisinde makinanın egemen olması ile birlikte yeni paradigma kenti, ulus-devleti ve bireyi ortaya çıkardı. Kent, dar mekânda yoğun ilişkilerin yaşandığı yeni mekân olarak ilişkileri sistematize etmeliydi. Yeni tanımlar, yeni aktörler birlikte “sözleşmeli yaşam” kendini var etme sürecine girdi. Birey ve devlet merkantilist dönemde birbirine çok ihtiyaçlı iki olgu olarak ortaya çıkarken sermaye birikimi ile birlikte gelişen sanayi kapitalizmi bir süre sonra devletin işlevini tamamladığını seslendirir oldu. Batı tecrübesi, haklarını, dünyayı reddeden bir din anlayışına karşı, ahireti reddederek sekülerleşen insan tipiyle elde etti.
Tarım medeniyetinin etkin gücü İslâm’ın söyleminde “eşitlik ve özgürlük” kavramlarına karşı hak ve sorumlulukların üst başlığı olan “adalet” kavramı öne çıkmıştır. Klan Medeniyeti’nin birey ve toplum alanında adalet regüle kavramı oldu.
1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yayımlanış tarihini eksen aldığımızda bu tarihe uzanan süreçte yapılan önemli bazı belgelere vurgu yapma gereği hasıl olur. Medine Site Devleti’nde İslâm ve farklı inanç grupları arasında yapılan ve hayata geçirilen Medine Vesikası... 1215 yılında Magna Carte... 1679 yılında hukuk dışı uygulamalara karşı Corpus’un geliştirdiği metin... 1776 Virginya İnsan Hakları ... 1791 Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi...
GÜNÜMÜZ DÜNYASI VE İNSAN HAKLARI
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Birleşmiş Milletler tarafından onaylanıp tavsiye niteliği ile yayımlanmasının ardından bildirinin bir yansıması olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hazırlandı. 1954’te Türkiye’nin de kabul ettiği AİHS bağlayıcı özelliğe sahip ve anayasa hükmündedir.
AİHS’de yer alan otuz madde ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, levhalarda ve kitaplarda durduğu gibi hayat içinde durmadığı ortaya çıktı. Günümüz dünyasında hukuki açıdan insan hakları ihlâlleri, ahlâkî açıdan insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır. İnsanlığın gelişiminin, tükettiği enerji veya yıllık harcaması ile belirlendiği yerde zihinsel bulanıklıktan da bahsetmek mümkündür. İnsan haklarının en büyük sıkıntısı ülkeler arası “politik kart” olarak kullanılmasıdır. Çarpıklığın bu hakları korumakla mükellef kurumlardan başladığını görmekteyiz. Birleşmiş Milletler’de hâlâ beş ülkenin veto hakkını elinde bulunduruşu devletlerin tüzel kişilikleriyle nasıl bağdaşabilir? Gelişmiş ülkeler, barış ve insan hakları konusundaki “duyarlılıklarını” aynı zaman diliminde, matbaalarda yaldızlı insan hakları metinleri basarken, silah fabrikalarında kitle imha silahları üreterek göstermektedirler. Bu tutum insan haklarının ahlâkî temelden yoksunluğunu göstermektedir. Hiroşima, Hama ve Halepçe gibi tüm insanlığın sorumlu olduğu, katliamların gerçekleşmesine insan hakları metinlerinin sessiz kalışı, haklı olanın güçlü mü olması gerekir? sorusunu haklı kılar. Dünyada sayıları sadece 358 olan dolar milyarderlerinin bütçesi dünya nüfusunun % 45’ine; yaklaşık 2.5 milyar insanın bütçesine denkse, sosyal adalet kavramının yeniden sorgulanmaya ihtiyacı var demektir.
Dünyanın ana sorunu çok dinli, çok kültürlü ve farklı etnik grupları birarada adil paylaşımla yaşatma sorunudur. Globalleşme, çeşitliliğe karşı teknolojik rafine bir dayatma olarak ihtiyacını sürdürüyor. Yeni Dünya Düzeni, tek tip insan üretimine yönelerek öngördüğü insan tipine uymayan inanç ve kültürleri meşrû görmemektedir. Hiç de hukuki ve ahlâkî olmayan yöntemlerle bu düzenlemeyi yapan hâkim irade haklılığına değil, sadece, “güc”üne güvenmektedir.
TÜRKİYE VE MAZLUM-DER PRATİĞİ
Haklar düzenlemesinde üç kuşak haktan söz edilmektedir. Birinci kuşakta temel haklar; ikinci kuşak ekonomik ve kültürel haklar ve üçüncü olarak da çevre, yaşanabilir bir dünya gereksinimi. Türkiye gibi gelişmek zorunda olan ülkeler, evrensel sorunlara ilave devlet ve halk çatışması sonucunda ortaya çıkan pek çok ekstra sorunla karşı karşıyadır.
Düzenleyici devlet anlayış; halka rağmen halka “doğru”yu anlatma vazifesi ile kendini “mesul” hisseden jakoben tavır özel alana kadar varlığını hissettirir. Birinci kuşak temel hakların kullanılması dahi devletle olan mesafeye bağlı olarak değer görür. Düşüncenin, inancın örgütlenip yaşanabilmesi “fiili” durumla ilgilidir. Yazılı hukuk ile fiili durum arasında geniş bir açının var olduğu bu yapılarda birey potansiyel tehlike olarak korumasız bir şekilde, karşısında tüm güçleri yanında “mahkemesi” dahi olan, her şeyin doğrusunu bilen güçlü bir devlet bulur.
Devletin kendini hakikatin merkezinde koyduğu “doğru” ve “yanlış”ı belirleme hakkını kendinde gördüğü toplumlarda, toplumsal barıştan bahsetmek mümkün değildir. Söz konusu ortamda güven yerini “korku”ya bırakır.
Türkiye’de devlet, ideolojik yapısı ile inançlar, etnik kimlikler ve düşünce üzerinde belirleyici, düzenleyici konumu ile çeşitliliği tek tipe indirme eğilimindedir. Bu niyetini de gerektiğinde fiziki dille icra etmektedir. Böyle bir tabloda insan hakları mücadelesi daha bir önem arzetmektedir.
Bu şartlarda çalışan Mazlum-Der Müslüman kimliği ile tebarüz etmiş insanlar tarafından kurulmuş dokuz yıllık mücadele hayatına sahip bir dernek olarak önemli misyona sahip. “Kim Olursa Olsun Zalime Karşı; Kim Olursa Olsun Mazlumdan Yana” ilkesi ile ana felsefesini oluşturan Mazlum-Der duruşu ve bağımsız yapısı ile hem ülke, hem de aynı referansları paylaştığı camianın önünü açmakta, öncü olma çabası içindedir.
İslâm inancı bu anlamda insan hakları anlayışına farklı bir dinamik yaklaşım getirmekte, içkin ve aşkın boyutu ile mücadeleye farklı bir ivme kazandırdığı da söylenebilir. Mevcut insan hakları literatürünü, başlama ve bitirme, sınırları ile aşan bir yaklaşımla temellendiren İslâm inancı, insanın daha anne karnında haklarını başlatır ve “hesap günü” kavramı ile daha duyarlı hale getirir. Kamil insan olmayı, zulmetmeme ve zulme uğramama zemininden kalkarak oluşturan anlayışta temel dinamik “Allah rızası”dır. Rızayı kazanabilmek için dünyada bir başka insana zarar bir yana, faydalı olmayı öngörür.
“En hayırlınız insanlara en faydalı olanınızdır” hadisi ve sürekli “salih ameli” vurgulayan ayetler ve “bir insanı öldürenin tüm insanlığı öldürmüş olacağını” beyan eden ayetlere pek çok ekleme yapmak mümkün. Yine tarihten pek çok olumlu ve olumsuz örnek verilebilir. Bu anlamda Medine modeli ilham kaynağı olmakta ve Osmanlı’da birarada barış içinde yaşama tecrübesinden örnekler alınabilmekte.
Özetle “Allah rızası” toplum yararına artı bir duyarlılık kazandırmayı murad ediyor. Haklarla eşgüdümlü olarak sorumluluk yüklüyor her insana.
Türkiye’de devletin yan kuruluşu hükmündeki pek çok, sözde, sivil toplum kuruluşu yanında iradesini kendi üyelerinin seçtiği yönetim kurulundan alan STK sayısı oldukça az sayıda. Gerçek STK olan bu kurumlar devlet tarafından, sindirilmesi, sesi kısılması gereken kuruluşlar olarak işaretlenirken, uluslararası arenada mücadelesi, raporları ve duruşu ile objektif olma çabası takdirle karşılanmakta ve değerlendirilmektedir.
Ahlâkî temelde, sorumluluk üstlenen insan hakları mücadelesi Türkiye ve dünya için büyük önem arzetmektedir. Temel haklarda etnik ve inanç kimliğine; ırkına cinsiyetine bakmaksızın dayanışmak insan olmanın vasatını oluşturmaktadır. Önce bu doğal hukuk alanındaki dayanışmanın, dünyanın her yerinde oluşmasının mücadelesi gerekmektedir.