Yıl 1995, yer Belgrad. Dayton Barış Antlaşması’nın imzalandığı günün gecesi... Dünya medyası antlaşma haberi eşliğinde yapay bir barış havası estirirken, Belgrad’ın sakinleri bambaşka bir havayı solumakta. Gerçekte onlar için ‘olağan’ bir gece bu; her an çığırından çıkmaya hazır bir şiddet ortamında soluk alıp vermeyi öğrenmiş herkes için olağan sayılabilecek bir gece. Böyle bir gecede her şey olabilir. Caddede ilerleyen bir taksinin içindeyseniz mesela, ve yurda henüz dönmüş biri olarak birtakım umutlardan söz ediyorsanız, taksi şoförü size mutlaka acıma duygusuyla yaklaşır. Yol üzerinde, arabasına ‘dokundurtan’ genci linç etmeyi kafaya takmış birine rastlarsınız. Başka bir yerde birileri, anıları ve kuşları arasında dingin bir hayat kurmuş görünen yaşlı adamın evine dalıp ortalığı kırıp dağıtır. Bir başka çılgın, gece otobüsüne el koyduktan sonra içindeki yolcuları tekinsiz bir maceraya ortak eder. Yine böyle bir gecede, küçük bir itirafla başlayan dost muhabbeti cinayetle sonuçlanır örneğin. Özetle, korku ve öfkeyle yoğrulan gündelik hayat, her an şiddetin en katı biçimlerine bürünebilir: Dayak, işkence, linç, yıkıp yakma, kan dökme, cinayet, vs.
Goran Paskaljeviç’in Barut Fıçısı (Bure Baruta, 1998) adlı filmi, birbirlerine dolanmış çeşitli öykücükler üzerinden, bir kentin sıradan bir gecesini yansıtıyor perdeye. Ama bu kent Belgrad olunca, o gece de biz seyirciler için ‘sıradan’ olamıyor. Savaşın, cephe gerisinde ektiği tohumların en berbat sonuçlarıyla yüzleşiyoruz filmde. Her öykü ayrı bir şamar etkisi yaratıyor. Sakin bir iskelede romantizmin doruk noktasına vardığı bir anda bile, birdenbire kafamıza tuğla yemiş gibi oluyoruz.
Bir yandan ambargonun, öte yandan savaş ekonomisinin ağır yükü altında ezilen Yugoslav toplumu, Hans M. Enzensberger’in ‘moleküler iç savaş’ adını verdiği bir iklimde yaşıyor yıllardır. Miloseviç’in elindeki savaş aygıtı, kurbanlarını yalnızca cepheden seçmediği gibi, türevlerini de her yerde üretiyor: Sokakta, evde, barda, trafikte, belediye otobüsünde ve en kötüsü insanların beyninde. Toplumsal yaşamın bütün dehlizlerine sinmiş böylesi bir savaşın ortasında, yönetmenin de dediği gibi, insanlar infilak etmeye hazır birer küçük ‘barut fıçısı’na dönüşüveriyor. Paskaljeviç’in filmi, patlamanın eşiğine gelmiş koca bir ‘barut fıçısı’nda yaşanan ufak tefek parlamalardan söz ediyor yalnızca. Yine de Barut Fıçısı, seyirciyi allak bullak etmeye yetecek kadar gerçekçi ve karamsar bir film. Denebilir ki yönetmen, gerçeğin karasını göstermekle yetinmiş; umudun beyazını (ya da rengi her neyse) yaratmaksa seyirciye düşüyor. Tıpkı karabasandan uyanma umudunu birilerine bağlama şansı kalmayan Yugoslav halklarının durumunda olduğu gibi.
Goran Paskaljeviç hakkında kestirme bir ifade aramak gerektiğinde, onu Yugoslav sinemasının diğer önemli ismi Emir Kusturica ile karşılaştırmak kaçınılmaz oluyor. Kusturica’nın eriştiği uluslararası ünden yoksun olmakla beraber (ayrıca onun gölgesinde kaldığını iddia etmek pek yanlış olmaz), Paskaljeviç filmlerini tanıyanların gönlünde kısa zamanda özel yer edinen bir yönetmen. Dejan Dukovski’nin bir oyunundan uyarladığı bu son filmi, bazı Yugoslav eleştirmenler tarafından ’90’lı yıllarda ülkelerinden çıkan en iyi yapım olarak nitelendirildi. Venedik Film Festivali’nde FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri) ödülü alan film, en son Avrupa Film Akademi’sinin 1998 ödüllerinde yine eleştirmenlerin tercihi oldu. Goran Paskaljeviç filmiyle birlikte, Altın Portakal Film Festivali kapsamında bu yıl ilk kez gerçekleşen ve şaşılacak kadar iyi filmler barındırmasına rağmen nedense bir toplu gösteri boyutunu aşamayan Antalya’daki 1. Uluslararası Film Festivali’nin de konukları arasındaydı. Aşağıdaki söyleşi yaz sonlarında Antalya’ya yaptığı bu ziyaret sırasında gerçekleştirildi.
Bu filmin en başında yurtdışından gelmiş bir adam var. Çeşitli umutlarla ülkesine dönüyor. Sonu en trajik biten öykü de onun öyküsü...
Evet, yeniden aşkını bulmaya geliyor. Hem ülkesinin politik durumundan kaçmak hem de çok para kazanmak üzere yıllar önce yurdunu terk etmiş.
Aynı şekilde sizin bir önceki filminiz Başkalarının Amerikası (Someone Else’s America) tümüyle göçmenleri anlatıyordu. Göçmenlik ya da sürgünlük favori temanız mı?
• Sürgünlük bir şekilde benim de kaderim ve temam oldu. Çünkü ait olduğum ülkeyi seviyordum, fakat bir an geldi ve terk etmeyi düşündüm. Toplumda çokça esmeye başlayan milliyetçi rüzgarlar hoşuma gitmiyordu, bu sırada da Christine’le (Fransız eşi) tanışmıştım, böylece Paris’te yaşamaya karar verdim. Bu dönemde sürgünlük/göçmenlik üzerine bir film yaptım, Başkalarının Amerikası diye. Bundan sonra da, sık sık Belgrad’tan uzak kaldığım için, orada neler olup bittiğini anlamama yardım edecek bir tür mesafe edindim. Her gün olayların içindeyseniz, bazen oyunun bir parçası olabiliyorsunuz çünkü.
Barut Fıçısı’nın asıl meselesi, şimdiki Yugoslavya’nın durumu mu?
• Asıl mesele, filmde küçük bir oyun gibi yinelenen “Suçlu kim?” sorusunda yatıyor. Yugoslavya’da bugün olup bitenler konusunda, herkes suçu başkalarına atıyor. Kimse kendi suçunu göremiyor. Oysa herkes bu ülkede olanlara dair kendi sorumluluğunu üzerine almak zorunda. Bunun hepimizin ortak utancı olduğunu anladığımız anda, durumu değiştirmek için ilk adımı da atmış olacağız. Bence, benim kuşağımın tamamı bu suça ortak.
Peki esas suçlu kim, ya da en büyük suç kimin?
• Kesinlikle siyasî zümre ve rejimin kendisi. Çünkü güç onlarda, sıradan insanlar fazlasıyla manipüle ediliyorlar. Özellikle bu uzun ambargo döneminde... İnsanlar kafese kısılmış gibiler ve tansiyon çok çok yüksek. Gezip görme, daha fazla ya da daha farklı enformasyon edinme olanakları yok. Bence bu ambargo Miloseviç ve diğerlerini değil, tersine yoksul insanları vurdu. Yaşamlarını sürdürebilmek için benzine karaborsada üç kat para ödemek zorunda bırakılan yoksullar ödedi ambargonun bedelini.
Şu anda bir ‘öteki Sırbistan’dan söz edebilir miyiz? Savaşta çıkarı olmayan, rejime boyun eğmeyen. muhalif bir Sırbistan’dan...
• Her zaman söylerim, benim için iki Sırbistan var. Biri resmî olan, diğeri acı çeken ve bedel ödeyen Sırbistan. Bu ikincisi, hatırlarsınız iki yıl kadar önce, tam üç ay boyunca sokaktaydı. Yüz binlerce insan bu uzun zaman boyunca gösterilere katıldı. Tamamen kendiliğinden gelişen bir hareketti, insanlar rejime dur demek ve demokratik bir ortamda yaşamanın olanaklarını genişletmek istiyorlardı. Ülke tarihinin en büyük gösterisiydi, hemen her gün sokaktaydık. Ama ne oldu? Üç ayın sonunda gösteriler birden sona erdi. Bu hareketin başına geçen muhalefet liderleri onu sattılar. Hareketin kontrolünü yitirmeye başladıkları anda onu dize getirmeye ve katletmeye yöneldiler.
Barut Fıçısı, daha çok bugünkü Balkan gerçeğine oturan tarafıyla ilgi çekeceğe benziyor. Ama öte yandan film, en genel anlamıyla şiddet üzerine. Onu çekerken, Balkanlar’da şimdi olup bitenlere dair ipuçları vermek gibi bir amacınız da var mıydı?
• Gerçekte yoğun bir şiddet toplumunda yaşıyoruz, hepimiz büyük bir gerilim altındayız. Ülkemde yakın vadede, mesela önümüzdeki aylarda olabilecek şeylerden ürküyorum. Ambargo baskısı altında gittikçe yoksullaşan bir halk, hoşgörüsüz bir rejim, satılmış bir muhalefet... Çıkış için insanlarda en ufak bir umut yok, halk sefalet içinde. İnsanlar birer küçük barut fıçısına dönmüş. Filmdeki otobüs sahnesi örneğin, bence ciddi bir politik anlam taşıyor. ‘Uyanın artık’ diyen o herif...
Evet, fakat film bireyler arasındaki şiddet üzerinde yoğunlaşıyor. Temel düsturu da ‘şiddet şiddeti doğurur’ şeklinde özetlenebilir sanırım. Peki, bu şiddetin toplumsal çılgınlık düzeyine sıçraması için, araya başka etkenlerin girmesi gerekmiyor mu?
• Ben bir insanlık durumunu göstermeye çalıştım. Filmin kahramanları şiddete meyilli fakat en nihayet insanlar. Ve ortada birçokbireysel şiddet varsa, eninde sonunda bu sosyal histeriye dönüşür. Başka ülkeleri düşünelim, Venedik’te Güney Amerikalı insanlarla konuştum. Filmi kendilerine çok yakın bulduklarını söylediler. Yine de Balkan halklarında bir aşırılık var. Maçoluk var. (Halbuki evde kadınlar egemen!) “Biz Balkanlılar için bu filmin özel bir yanı var,” dedim Latin Amerikalılar’a, “peki sizin için ne anlam ifade ediyor?” Dediler ki, “Bizim toplumlarda da aynı gerilim var.” Kısaca, gerilim üreten her toplumda bu filmde anlatılan şeylerle karşılaşabilirsiniz. Fransa’da bile Ulusal Cephe gibi bir parti yükselişe geçebiliyor. Yabancılardan nefret ediyorlar, sizi bir hiç uğruna öldürebiliyorlar. Daha birkaç hafta önce Fransa’da, iki adam sokakta basit bir olay yüzünden tartışmaya başladı, ve daha üç dakika geçmeden, biri -ki sonradan Le Pen yanlısı olduğu öğrenildi- silahını çekip ötekini öldürüverdi. Yani böyle şöyler, belki Champs Elysees’de değil ama, Fransa’da bile olabiliyor. Kısacası, evrensel bir şeylerden söz ediyor. Tabiî, bizim toplum ne yazık ki, şiddete çok daha eğilimli; sürüp giden bir savaş, gittikçe semiren bir mafya... Bu ortamda insan yaşamının değeri bir hiç.
Eskiden araba kullanırken, birisi yanımdan çılgın gibi geçtiğinde pencereyi açıp ona bağırıp çağırabilirdim. O da bana bağırır, ama sonra iş tatlıya bağlanırdı. Oysa şimdi dehşetli korkuyorum, adam silahını çekip seni vurabilir. Bugün kahvelerde bir sürü bomba patlıyor, çocuklar ellerinde bombalarla oynuyor.
Bu noktaya nasıl gelindi?
• En büyük problem şu: Eğer bir şeye inancınız kalmamışsa, umudunuz da yok demektir. Yoksul bile olsanız, eğer umudunuz varsa savaşacak gücünüz olur. Ne oldu? Tito’dan sonra, herkes birer Tito olmaya soyundu. Ve iyi bir ekonomik program falan sunmak yerine, en kolay şeyi yaptılar. Halka şöyle dediler: “Evet problemlerimiz var, ama bütün suç ötekilerin, ben sizi ötekilerden koruyacağım.”
Yani milliyetçiliğe sarıldılar...
• Bir ulusun başına gelebilecek en kötü şey de milliyetçiliktir. Sadece sunacak başka bir şeyi olmayanlar, kimliğini öne çıkarır. Ben Türküm, ben Sırbım ve senden iyiyim. Nedir ki bu? Havayı satmak gibi bir şey. ‘Hırvatlar’ı tepelersek daha iyi şartlarda yaşarız’ safsatasına ancak ilkel kafalar inanır.
İnsan saldırıya uğradığı zaman da bir kimliğe sığınıyor.
Ben Sırp olmakla gurur duyuyorum, kültürümle, vs. Bu çok normal. Ama sahip olduğum tek şey buysa, çok yoksulum demektir. Bence, özellikle Balkanlar’da bugün en çok ihtiyacımız olan şey hoşgörü.
Biliyorsunuz ‘Sırp’ sözcüğü günümüzde herkeste kötü çağrışımlar yapıyor. Bir Sırp olarak bu sizi nasıl etkiliyor ya da etkiliyor mu?
• Çok etkiliyor. Her şeyden önce, ben dünyanın ‘iyiler’ ve ‘kötüler’ diye ikiye ayrıldığını kabul etmiyorum. Bu bir Amerikan efsanesi; kötü yerliler ve iyi kovboylar... Şu anda Sırp olmak, her zamankinden daha zor. Bir Fransız sinemacıyla konuştuğunuzda hiçbir zaman politikadan söz edilmez, onun filmlerinden konuşursunuz. Bense karşımdakilere açıklama yapmak, özür bildirmek, şunu bunu izah etmek durumundayım. Ve her zaman biraz kötü adam oluyorsunuz. Ben bunu çok hissetmiyorum gerçi, çünkü uzun zamandır dışarıda yaşıyorum, açık görüşlüyüm ve fikirlerimi direkt söylüyorum. Sırbistan’ı savunan biri de değilim. Sırplar, “Evet gaddarlık yaptık, ama Hırvatistan’da Hırvatlar, Bosna’da da Müslümanlar aynı şeyleri yaptı,” diyerek kendilerini savunamazlar. Beni ilgilendiren ve utandıran, kendi toplumumun gaddarlığıdır. ‘Onlar da kötü’ demek çok kolay. ‘Evet ben kötüyüm, ama onlar da kötü.’ Deli saçması... Ben sanatçıyım ve kendi toplumumun kötü tarafları üzerine düşünüp konuşmak zorundayım.
Sizce milliyetçilik mi savaştan besleniyor, savaş mı milliyetçilikten?..
• Bence ikisi interaktif. Örneğin şu günlerde neler olacağı bilinmez, birkaç gün içinde bombalanabiliriz, NATO tarafından.* Bu da milliyetçiliği daha da körükleyecek. Kosova’daki sorunlar kuvvet kullanarak çözülemeyeceği gibi, Sırbistan’daki sorunlar da bir NATO müdahalesiyle son bulamayacak. Demek istediğim, daha fazla diyaloga gerçekten açık olmak zorundayız. Biraz bayat bir politikacı cümlesi gibi oldu, ama doğru. Ve bence sinemayla, kültürle, vs. sınırlar daha kolay aşılabiliyor. Şu anda burada Türkiye’deyim, filmimi gösteriyorum, sizinle konuşuyorum... Venedik’teyken çok etkilendiğim bir şey oldu. Gösterimden sonra film on dakika boyunca alkışlandı, benim de sanatçı gururum okşandı tabiî. Salondan çıkarken yanıma iki adam geldi. “Müthiş bir film” dediler, benimle aksanlı bir Fransızca konuşuyorlardı. Nereli olduklarını sordum, dediler ki biz Arnavut gazetecileriz. İnanabiliyor musunuz? Birbirimize içki ısmarladık, yarım saat kadar konuştuk ve karşılıklı pek çok ortak şey keşfettik. Ben, dünyanın uluslar şeklinde ayrıldığını düşünmüyorum; dünya uluslara değil sınıflara bölünmüştür. Köyünde yaşayan kendi milletinden biriyle anlaşmak zor, ama ikimiz burada daha rahat anlaşabiliyoruz.
Filme dönersek, oradaki taksi şoförü öyküleri birbirine bağlayan bir karakter gibi. Olup biten her şeyi görüyor, ama bir şey yapamıyor, zaten o da şiddetin en kötüsüne bulaşmış. Taksi şoförünün belli bir kesimi sembolize ettiğini söyleyebilir miyiz?
• Gerçekten bilmiyorum, eğer bir sembol gördüyseniz sizi yalanlayamam. Onu olayları bir arada tutmak için kattım filme ve ona böyle bir küçük öykü verdim. Belki de benim o.
Ya, şu 68 kuşağından olan deli adam?..
• 1968’de Yugoslavya’da da güçlü bir öğrenci hareketi oluştu, tıpkı Fransa’daki gibi. Tito ise, ona ihanet etti. Gösterileri yatıştırmak için, “Peki,” dedi, “İstediğinizi alacaksınız.” Herkes evine dağıldıktan bir ay sonra da sözüne ihanet etti. Bu nedenle bu kuşağın büyük bir kısmı hiçbir şeye inanmaz oldu. Buradaki adam da, alkol ve uyuşturucu dışında hiçbir şeye inancı kalmamış bir nevi çılgın. Filmde görüyorsunuz, odasının duvarında büyükçe bir faşist sembol, altında da komünist sembol yer alıyor. Bence bizim toplumuzda, şu anda gerçek sol yok. Bunu ben de bir solcu olarak söylüyorum. Kendilerine sosyalist ya da komünist diyenler, faşist gibiler. İki ideolojinin bir karışımı.
Milesoviç de kendini komünist sayıyor.
• İnanıyor musunuz? Belki başlarda, on yıl önce, bir şeyler yapmaya çabalayan dürüst bir adamdı. İki odalı bir dairede yaşayan, epey sempatik bir adamdı. Hepimiz bir şeyler yapacağına inanmıştık. Eninde sonunda bir diktatör olan Tito’yu reddetti. Şimdi Hırvatistan’ın büyük diktatörü Franjo Tujman gibi yapmadı. Tujman, hep iktidardan yanaydı, Tito’yu tuttu, zaten onun generaliydi. Milesoviç ise Sırbistan’da birliği sağlamak istiyordu, ama Büyük Sırbistan’ı kurmak değil. Fakat sonra milliyetçilik çok hızlı biçimde tırmandı. Miloseviç de buna engel olmadı. İlk başlarda ben de ona inanmıştım.
Biliyorsunuz Kusturica da inanmıştı ona.
• Evet, ama Kusturica üç yıl öncesine kadar ona inanmaya devam etti. Her şey artık çok açıkken ve Bosna’da savaş sürerken bile. Şunu da unutmayın ki, Emir, Underground için ondan üç milyon mark aldı. Emir, Miloseviç için iyi bir reklam aracıydı. “Bakın Yugoslavya’nın en ünlü Müslümanı bile beni destekliyor” diyebiliyordu. Şimdi de Karadağ’ın başkanıyla yakın arkadaşlar. Bilmem niye hep başkanlara ihtiyaç duyuyor.
İtalya basınında Kusturica’nın Venedik’te yarışmaya katılmanızı engellediğine dair yazılar çıktı. Doğru mu?
• Evet, böyle yazılar çıktı. Çekimler sırasında da onunla problemlerim oldu. Onun şirketinden ekipman almıştım, çekimlerin orta yerinde hiçbir açıklama yapmadan onları geri aldı. Bunun bedelini ödedim, üç hafta acısını çektim. Bundan sonra da Venedik’te, ne olduysa bilmiyorum, oraya filmimin kasetini gönderdim. Festival yönetmeni, son karar için birkaç gün beklememi istedi. Ardından yarışma dışı katılmamı önerdi. Her halükârda Venedik’e gitmek istedim, çünkü filme çok güveniyordum. Nitekim, amacına da ulaştı, büyük bir ilgi gördü, ödül de aldı. Bazı İtalyan gazetelerinin yazdığına göre, Kusturica, Laudadio’ya (festival yönetmeni) benim filmim girerse kendi filmini geri çekeceğini söylemiş. Doğru mu bilmiyorum, ama bunu okudum. Laudadio da festivalden sonra görevinden ayrılırken üç önemli gerekçe açıkladı: Birincisi, bu yıl İtalya’nın kazanması için (Gianni Amelio’nun filmiyle) büyük baskı yapılması; ikincisi, benim filmimi yarışmaya katmamakla büyük bir hata yapması; üçüncüsü, organizasyondan kaynaklanan nedenler. Kusturica böyle bir şey yaptı mı bilmiyorum, ama o beni sevmez ben de onu, orası açık.