Yaşasın Durma Hakkı

“Ruhen aristokrat olanlar çok da heveskâr değildirler; yaratıları sessiz bir sonbahar gecesinde bir ağaçta tomurcuklanır, sonra da düşüp gider. Ama bu yaratıların yeri yeni bir şey tarafından kolaylıkla doldurulmaz. Kör etkinliklerde bulunma arzusu, kabadır; kıskançlığa, özentiye ve hırsa hizmet eder.”

Friedrich Nietzsche

Öncelikle şunu söyleyelim; yalnız olmadığımızı biliyoruz. Biz durmak istiyoruz. Gerçekten de yalnız olmadığımıza eminiz. Aklınıza ilk geleni biliyoruz; ama, hayır, kendimizi kaybetmiş, kenara atılmış gibi hissetmiyoruz. Bilakis, oldukça rahat ve huzurluyuz. Dışarı çıkıp hırs ve hızla ilgili herhangi bir şey yapmadığımız sürece de oldukça eğlenceli geçiyor zamanımız. Özellikle içimizi yakan bir istek, talep yok; kimseden hiçbir şeyi çekip almak istemiyoruz. İnsanlığın yoluna biz olmadan da devam edebileceğine emin olduğumuz kadar, bizim varlığımızın da çok fazla bir şey değiştirmeyeceğinden ziyadesiyle eminiz. Bu hissiyat, bizi zaman zaman mana krizlerine soksa da çoğu zaman rahatlık sağlıyor: Hiçbir şey yapmak zorunda değiliz. Büyük yarışın olabildiğince uzağında olmak istiyoruz. Çünkü yarışanlar güruhuna yakınlaştığımız her an kışkırtabilir, yarışın içinde bulabiliriz kendimizi; bunun farkındayız. Hırs çemberine dahil olmamak neredeyse tek gayemiz. Kısa bir süre önce, aşağı yukarı herkesin deli olduğuna kanaat getirdik. Sizce tropikal bir iklimde yan gelip yatmaktansa çok çalışıp çok para kazanıp, olabildiğince çok şey yapmayı istemek delilik değil midir? Bizce tastamam deliliktir bu. Çalışmak insanca değildir, zorunlu olduğumuz için çalışırız. En az zamanda en çok iş, en az işle en çok para sloganı doğrudur bize kalırsa, bunu aşan herhangi bir zorunlu olmayan etkinlik delilik sınıfına girer. Bütün bu düşünceler içinde bir süredir hiçbir şey yapmamaya özen gösteriyoruz. “Ya para?” derseniz, bu sanıldığı kadar ölümcül olmuyor. Hiç parayla yaşamayı öğreniyor insan sebat ederse. Biraz zor oluyor, ama tüketim toplumunun döngüsünün daha zahmetli olduğunu herkes deneyerek görebilir. Ne kadar çok para kazanırsanız o kadar çok harcarsınız ve daha çok harcamak için daha çok çalışırsınız. Esasında bize sıkıntı veren çalışmak değil. Sabahtan akşama kadar alçı karabiliriz ya da yazı yazabiliriz. Her ikisi de keyifli olabilir. Ne ki, insan denen mahlûkat her zaman zorluk çıkarmak için bekler pusuda. Yaptıkları işi çok ciddiye alan memurları bilirsiniz. Önünde duran damgayı kağıda basmak için insanı yedi ejderha testine tâbi tutmak isteyen memurlarla birlikte çalışmak, saçma sapan ruh hallerine katlanmak kadar yorucu bir şey olabilir mi hayatta? Tanrı hepimizi yaptığı işi fazla ciddiye alan, işiyle var olan insanlarla birlikte aynı yerde çalışmaktan korusun. Hırs çemberi dediğimiz şey de onların oluşturduğu büyük işbirliği halkası. Eskiden sanırdık ki, herkes bizim gibi düşünüyor. Yani aslında herkes yaptığımızın saçma olduğunu biliyor, herkes bu tuhaf hiyerarşi ağını manasız buluyor da, “Ne yapalım? Hayat böyle” diyerek katlanıyor sanırdık. Sonra anladık ki, büyük bir çoğunluk yaşadığı şeyi cidden, içtenlikle yaşıyor; hattâ inanıyor. Müdürden korkmak, müdüre diğer arkadaşlarına davranmadığın kadar iyi davranmak, müdüre dünyanın en zeki ve en muhteşem insanı muamelesi yapmanın herkes için katlanmak zorunda olduğumuz bir zulüm gibi geldiğini sanmıştık. Öyle değilmiş meğer. Bunu içtenlikle yapanları gördük, bütün kalbiyle. Onları görünce devrim denen şeyin daha epey zaman alacağını anlamış olduk. Bu insanlar var olacaksa devrimin de bir manası olmayacaktı zaten. Kaşarlı tost yapılan, sucuklu tost yapılan ama kaşarlı sucuklu tost isteyince “Yasak kardeşim!” denilen bir ülke için zaten devrimden ya da benzeri bir şeyden söz etmek mümkün değil. Bir de bu var tabiî; anlaşılma ve anlama problemi. Taksiciler neden “Yolu bilmiyorum” diyemez? Neden bir örnek giyinen memur kadınlar onlara iyi davrandığınız oranda size bulaşık bezi muamelesi yaparlar? Niye kapıcılara kötü davrandığınız oranda size kedi gibi sırnaşırlar? Ve neden bazıları (mesela biz) onların bu hallerinden kendimiz utanıp yüzlerine bakamayız? Ezan okunurken ulumaya başlayan mahalle köpeklerini öldüresiye taşlamaya başlar bazıları, niye? İnsan niye çocuğuna Satılmış ismini koyar?

Bu sorulardan daha yüzlerce var. Ama anlaşılma ve anlama problemi en öldürücü problem değil yine de. Sinir durumuna göre insan gülüp geçebilir ya da birden hıçkırıklarla ağlayabilir. Asıl sorun hırs çemberi. Her yerdeki büyük acele, büyük ciddiyet, büyük etkinlik... Buna, kısaca sınav kâğıdını kusursuz doldurup bu yetmezmiş gibi bir de ekstrasını yazma isteği diyebiliriz. Genellikle bütün hayat sınav kâğıdına döndürüldüğü için, bir satır fazla yazmanın psikolojisini anlamak gerekir. Örneğin hayatımızın en büyük kısmını işgal eden mesleki faaliyet, tuhaf şeydir. İşinizi ortalama değil mükemmelen yapmanız bile yeterli olmaz. Nice insanlar gördük ki, işlerini harika yaptılar, ama yine de kovuldular. Çünkü iş, yani o en kutsal ve en zorunlu etkinlik alanında, işin kendisinden başka ve işin kendisinden büyük bir oyun döner. Tıpkı oğlan çocukların uydurdukları erkeklik ispatı oyunları gibi tuhaf, adlandırılmayan, görünmez, ama iş hayatında en belirleyici numaralardır bunlar. Bunlardan birincisi, mutlu görünmektir. Her daim mutlu! İkincisi, “Bu işi yapmak için deliriyorum” diyen gözlere sahip olmaktır. Üçüncüsü, çok önemli şeyler biliyor, ama söylemek istemiyor gibi davranmaktır. Dördüncüsü ve en zoru, açıkladığın fikirleri dünyanın en bulunmaz, mucizevi, dahiyane düşünceleri olarak göstermektir. Bunu yapmak için en az on yıl geçmesi gerekir. İyi insan taklidi yapmayı, “Biz bir aileyiz” hissiyatını yaratmayı, atak, dinamik görünme zorunluluğunu bahis konusu bile yapmadığım gibi, patronu çok sevmeyi, en çok sevmeyi, hep onun iyiliği için çalışmayı da saymıyorum. Onu zaten her Türk genci doğal süreç içinde öğreniyor sanıyorum. Doğal süreci bilirsiniz. Bütün bunlar elbette ilkokulda temizlik kolun olmakla başlar. Kitaplık kolu olursun, kitap okursun; araç gereç kolu olursun, haritalara bakarsın ve okul içinde çeşitli keşifler yaparsın; kültür kolu olursun, dersi ekersin; ama, bir insan neden ve nasıl temizlik koluna girmek gibi bir psikolojiye sürüklenebilir? Zannımca, daha sonra elektrik faturalarını zamanında ödeyen, repo faizlerini, hazine bonosu getirisini lanet olası bir zorunluluk olarak değil, içtenlikle takip edenler de bu gruptan çıkar.

Fakat elbette bizim bahis konumuz bunlar değil. Bütün bu hırs, acele, ciddiyet ve anlamsızlık çemberi içinde durma hakkından söz etmeye niyetliyiz. Öncelikle tanım yapalım. Durma hakkı nedir?

ENERJİ EMPERYALİZMİ

Durma hakkı atla deve değildir. Tamamen durmaktan ibarettir. Hiçbir şey yapmaya zorunlu hissetmemek, böyle hissettirenleri savuşturmak, savuşturma çabalarından usanç geldiği oranda yalnızlığı tercih etmektir. Bu noktada enerji emperyalizminden söz etmeme lütfen izin verin. Durma hakkını kullanmak isteyenlerin en büyük düşmanı, enerji emperyalizmidir. Bunun kaynağının Amerika olduğu, hilafsız bir gerçektir. Tereddüte yer yoktur ki, bu ruh hali, bu genel durum da birçok zararlı şey gibi Amerikalıların icadıdır. Bu insanlar genellikle sabahın erken saatlerinde koşuya çıkar, çeşitli kurslara kaydolur, okuması gereken kitapları okuyarak onlardan anlaması gereken şeyleri anlayıp, hissetmesi gereken şeyleri hisseder. Çeşitli programlar dahilinde tatillerini geçirdikten sonra, çeşitli programlar dahilinde yakın çevresine tatilinin ne kadar “dolu” geçtiğini anlatır. Yani şunu demek istiyorum, onlar tatilde bile durmazlar, durmayı beceremezler.

Bakınız kulağa ne hoş geliyor. Durmak... İnsan bu sözcüğü söylediğinde bile duruyor. Durup kalıyor. Ama bu güzelliği anlamayan çoğunluk için durmak, en büyük günahlardan biri. Bu tabu henüz ülkemizde televizyon programlarında ele alınmadığı için ihmal ediliyor. Ele alınsa sanıyorum en çok üzerinde durulması gereken konu, durmanın güzellikleri ve inceliklerinin yanısıra, durma hakkını kullananlara yapılan eziyet olacaktır. Şöyle ki...

İSKENDER’DEN BU YANA GÖÇ EDENLERİN ZULMÜ

Kuşkusuz ki, tarihteki en büyük duran kişilik Diyojen’dir. O büyük adam ne diyor İskender’i görünce? Kara cahil olmayan herkes bilir ki “Gölge etme başka ihsan istemem.” Gerçi bunu Nasreddin Hoca’nın söylediğini sananları da gördüm, fakat bu hiç önemli değil; önemli olan mana. İhsan bildiğiniz üzere iyilik demek oluyor. Adam demek istiyor ki, git başımdan. Neden? Çünkü kumandanlar, saray bilginleri, yardımcılar, onların yardımcıları, onların da yardımcıları, askerler derken... Diyojen neyi görüyor? Aptalca bir ciddiyetin dallanıp budaklandığı oranda saygı yaratan bir hengameye dönüştüğünü. Yani Diyojen bir şey istediği takdirde düşürüleceği tuzağın farkına varıyor. İşte hırs çemberi dediğimiz durum, işte gölge edenlerin İskender’e kadar uzanan karanlık tarihi. Kimse ona “Baba sen ne yapıyorsun?” demediği için İskender dünyayı ele geçirmek gibi tuhaf ve yararsız bir fikrin peşinden gitmiyor muydu? Diyojen ise ne yapıyordu? Çok basit: Duruyordu.

Bugün hâlâ İskender ve onun gibilerin gölge ettiğini anlatmak istiyoruz elbette. Ama artık bunun çeşitli yöntemleri var. Örneğin “Ne yapıyorsun?” sorusuna karşılık “Hiç” cevabını alanların, lafı dolaştırıp tekrar bu soruyu sorduklarında “Gerçekten hiçbir şey yapmıyorum” karşılığını alınca yaptıklarını ele alalım. Size öyle bir bakarlarki, Mars’tan henüz Dünya’ya vasıl olduğunuzu sanırsınız. Genellikle sohbet arasında “E, neler yapıyorsun?” sorusunu yeniden soranlar da vardır. Nedeni basit, inanmak istemezler. Hiçbir şey yapmayan bir insan düşleyemezler. Çünkü tüketim toplumunun yarattığı “sıkıntı” denen illete fena halde tutulmuştur hepsi. Sürekli etkinlik halinde oldukları için bir şey yapmadıkları her anda, 1. zamanı boşa harcadıklarını, 2. bir işe yaramadıklarını, 3. sıkılarak depresyona gireceklerini sanırlar. Yanlış, tamamen bir yanılgı. Birincisi zaman hayata eşittir. Zaman, hayat dışında hiçbir şey değildir. Tabiîdir ki, camdan ö-öyle dışarı bakarak geçirdiğiniz zaman ile mağazada en güzel kazağı bulmaya çalışırken geçirdiğiniz zaman arasında bir fark yoktur esasında. İkisi de hayatınıza dahil. Ayrıca hayat harcanacak bir mal olmadığı için doğal olarak zaman da üzerinde tasarruf edilebilecek bir şey değil. En azından “gerçekte” öyle değil. Üstelik Descartes zamanın bir “uzunluk ve kısalık değil, genişlik ve derinlik meselesi” olduğunu söylüyor; o da ayrı bir konu. İkincisi, işe yaramak. İnsanlar “işe yarasın” diye var olmuyor elbette. Öyle oluyorlar, kendiliğinden oluyorlar. Bir işe yarama isteği, yanılsaması kesinlikle sizi bir konserve açacağı yerine koyar. Çünkü konserve açacağı da bir işe yarar ve kabul edersiniz ki, bazı insanlar bir konserve açacağının ne kadar zorlansa da veremeyeceği kadar da zarar verebiliyor. Oysa bu kardeşlerimiz durabilseler daha hayırlı bir iş yapmış olurlardı. Üçüncüsü, insan sıkılmamayı öğrenebilir. Aslında biz, sıkılmamayı doğuştan biliyoruz. Can sıkıntısı denen şeyi ilkokul denen makinaya sokulduğumuz andan itibaren öğreniyoruz. “Tatil planı” denilen ve büyük bir komplo olan şeyden haberiniz vardır herhalde. Tatil planı ilkokul öğretmenleri tarafından tatil başlamadan önce öğrenciye salık verilir. Bunu yapmayanların toplumsal bir yara açacakları duygusu da özenle işlenir. Bu planı öğrencinin yapması gerekir. Böylece tatil günlerini saat saat planlayan öğrenci, “zamanı boşuna harcamamayı”, “işe yaramayı” ve en önemlisi “sıkılmamayı” öğrenir. Ama o zaten sıkılmıyor ki. O tatil planları ilk günlerde yapılır. Sonra kaytarılır. Kaytarılırken vicdan azabı duyulur. “Acaba diğerleri plana uyuyor mudur?” diye dertlenilir. Gün içinde yapacak bir şeyin kalmaması ve planın da terk edilmiş olması nedeniyle “iç sıkıntısı” yaşanır. Bakınız taşlar yerine nasıl yavaş yavaş konuluyor. Böylece iş hayatına girdiğinde “Hafta sonu ne yaptın?” sorusuna “Hiç” yanıtını alınca hayrete düşen insanlar yetişir.

DURUYORUM, ÖYLEYSE DEVRİMCİYİM

Öncelikle şunu belirtmek isterim; durmak dediğimiz ulvi uğraşının tembellikle hiçbir ilgisi yok. Tembellik de güzel bir şey, fakat durmak daha belirgin hattâ daha devrimci bir tavır. Tembellik bir oluşu, bir kişilik özelliğini anlatabilirken; durmak, süregideni bilinçli olarak, taammüden kesintiye uğratmak anlamına geliyor. Bu da, açık söylemek gerekirse, sistem karşıtı bir tavır. Pasif bir direniş diyebiliriz. Düşünsenize, dünyadaki bütün çalışanlar, bütün eğlenenler, bütün konuşanlar, bütün gidenler gelenler, bütün hesaplayanlar dursa ne olur? Sistem ne biçim çöker... Bizce harika bir plan bu, ama çeşitli çevrelerce ciddiye alınmayacağı da ortada. Bu büyük düşün ardından giden yalnız biz değiliz elbette. Bakınız Yazar Maverick, Bartleby adlı kısa romanında ne anlatıyor:

Bartleby bir büroya küçük bir memur olarak giriyor. Her sabah zencefilli çöreğini ağır ağır yiyen Bartleby, önüne yapmak istemediği bir iş geldiğinde sadece şöyle diyor:

“I prefer not to.” (Yapmamayı tercih ederim.)

İsyan etmiyor, reddetmiyor sadece durmak yönündeki tercihini belirtiyor. İşi isteyenler şaşırıyor, şaşkınlıktan dona kalıyor. Derken Bartleby sık sık aynı cümleyi tekrar ettiği için bürodaki işler yürümez hale geliyor ve bürodakiler de duruyor. Bakınız yöntem nasıl işe yarıyor. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Bartleby’nin içtenlikle durmak istemesi ve durmaktan başka bir kastı olmaması.

DURMAYA YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN TAVSİYELER

İnsan durmaya yeni başlarken bünye bu yeni durumu tabiîdir ki önce reddeder. Yukarıda bahsettiğim zulüm dolu tarih öyle derinlerimize nüfuz etmiştir ki, insan durmaya başladığı ilk günlerde artık hep duracağını, bir daha hiçbir şey yapamacağını, istediği şeyleri de yapamaz hale geleceğini sanır. Oysa hiç de öyle değildir, insan durup dururken, dışsal bir zorunluluk olmadan da, birgün eğer “cidden” isterse bir şey yapabilir. Durmayı öğrenmek, zaten bu yüzden önemlidir. Yaratılan, uydurulan zorunlulukların etkisini azaltarak, “cidden” ne istediğinizin farkına vardırır. Takdir edersiniz ki en büyük duran kişi Diyojen bile hayatı boyunca fıçının içinde oturmaktan başka şeyler de yapmıştır. Ama durmak öyle güzel ve huzurludur ki, ancak gerçekten istedikleriniz için, gerçekten size ait olan zorunluluklar ve hayaller için kalkıp hareket edersiniz. Yoksa faydacı bir zihniyetle, birilerinin işine yaramak ya da yaratılan bir tür hayat miti için bir işe yaramak için herhangi bir etkinlikte bulunmak gerekmez; durmayı öğrendiğinizde zaten böyle fuzuli işler için tuhaf bir takatsizlik, ilgisizlik, hevessizlik hissedersiniz. Faydacı zihniyet bu hevessizliğe “depresyon” adını taksa da bu, büyük bir yalandır esasında. İnsanın bu dünyada canının hiçbir şey yapmak istememesi, durmak istemesi kadar doğal, haklı, insanî bir başka şey daha olamaz. Yani yeni başlayanlara ilk tavsiye, sakin ve kararlı olmalarıdır. Başkalarının telaşlı uyarılarına, kışkırtma çabalarına kulak asmamak gerekir. Yine de durmayı öğrenmek için en iyi yöntem, kedileri izlemektir. Yeryüzünde kediler kadar iyi durabilen bir başka yaratık daha yoktur. Köpekler gibi birilerine yaranma tedirginliği ve telaşıyla ortada koşuşturmak ne kadar berbatsa, kediler gibi durabilmek o kadar ulvidir. Çünkü kediler var olmaktan başka bir işe yaramazlar ve yaramaya çalışmazlar. Ama tarih boyunca uygarlıklar tarafından el üstünde tutulanlar da onlardır. Durmayı öğrendikten sonra yapacağınız her şeyin doyulmaz bir tadı, ağır bir anlamı, “yeri kolay doldurulamaz” bir işlevi olacaktır. Hırsa, kabalığa, kıskançlığa hizmet için “işe yaramaya” çalışmaktansa, yaşasın durma hakkı! Yaşasın duranlar! Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa!