“Eğer toplum yaşamı toplumsal istekleri doyuracaksa, bu toplum yaşamının iktidar aşkından türemeyen bir felsefeye dayanması gerekir.”
Bertrand Russell[1]
GİRİŞ
Bizler, iktidar kurmayı da, iktidar ilişkilerini de nihai olarak doğadan öğrendik. Doğadan doğduk; doğayı bilincimizle ve emeğimizle değiştirene dek onun “nesnesi” olarak yaşadık. Doğayı kendi isteğimiz (bu isteğin belirlenmesinde de doğanın nihai rolünü es geçmemek gerekir) doğrultusunda değiştirirken özne-nesne ikiliğini (dikotomisini) keşfettik. Doğadan doğduğumuz ve ondan kopamayacağımız için nihai anlamda doğanın (ve hareketin yasalarının) “nesnesi” olmaktan kurtulamayacağız.
Buna karşın, doğanın bizi bilinçsiz olarak “nesneleştirmesi” artık, ancak bizim bilincimiz aracılığıyla olabilecektir. Bu açıdan, doğal hareketlerin “doğal” sonuçları, eskisi kadar bizi etkileyememektedir. Her sonuç, eninde sonunda, son kertede doğa kaynaklı olması bakımından “doğal”dır. İnsanlaşmanın işlevi ise, bu doğal determinizmi kırabilmesindedir. Yani doğadaki her olay, işin içine insan ögesi girdiğinde beklenen birebir sonuçları doğurmayabilir. En azından bu sonuçları yazgımız olmaktan çıkarma aşamasına ulaştık. Yani artık, doğanın öznesi de olmayı öğrenmiş durumdayız. Keşke, sadece doğanın öznesi olmayı öğrenmekle yetinseydik... Oysa biz insanlar, cansız doğayı nesneleştirdiğimiz gibi, canlı doğayı (bitki ve hayvanları) ve ardından türdeşlerimizi de nesneleştirmeyi becerdik!
Kuşkusuz, özne-nesne ilişkisi diyalektik olarak algılandığında nesnesiz bir öznenin, yani yaşayan ve eyleyenin var olamayacağı görülebilecektir. Nesneleştiren öznenin, aynı zamanda o nesnenin nesnesi konumunda olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin çiçek yetiştiren bir kişi, aynı zamanda o çiçeğin büyümesinin bir aracıdır. Başka bir açıdan; sözgelimi, efendisini yıkayan kölenin yıkama eylemenin nesnesi kuşkusuz efendi konumunda olandır. Fakat bu diyalektik ve dilbilimsel çıkarım, ancak felsefi anlamda işe yarayabilir. Yoksa, “ha köle olmuşsun, ha efendi... eninde sonunda nesnelikten kurtulamıyorsun” rehavetini bahşetmez. Köleleştirme bu kadar basit sonuçlar doğursaydı, efendiyle köle, canları sıkıldıkça yer değiştirirdi!
İktidarın en kaba tanımı da, geldiğimiz bu sonuçtan çıkarılabilecektir: İktidar bir bilinçli nesneleştirme sürecidir. Dolayısıyla doğa durumunda iktidar yoktur. Yani bir hayvanın ya da bir akıl hastasının (sosyo-patolojinin akıl hastalığı sayılmaması gerekir) iktidar kurması söz konusu olamaz. Bu ögelerin insanı bir eyleme zorlaması ve buna bağlı olarak gösterilen direniş, bu nedenle politik bir süreç değil; tipik bir doğayla mücadele sürecidir. Kendinden daha basit varlıkları (cansız ve canlı doğayı) nesneleştirme hakkını kendinde gören bir kısım insan ise, bu işi daha ileri götürüp türdeşleri arasında da benzer ayrıma giderek “daha basit ve daha güçsüz” olarak nitelediği insanları da nesneleştirme hakkını kendinde görmüştür; görmektedir.
Günümüzde de iktidar olgusu nasıl tanımlanırsa tanımlansın, makro ya da mikro iktidar süreçlerinde bu sonuç değişmemektedir: İnsanlar arası ilişkilerde farklılığın getirdiği avantajlar, toplumun (toplum, iki kişilik de olabilir milyonlarca kişilik de olabilir) değil de avantajlı farklılığı taşıyan kişi ya da grup (buna sınıf da diyebilirsiniz) çıkarları için kullanılıyorsa, iktidar süreci ham ya da olgun olsun; mikro ya da makro olsun, başlamış demektir.
Bu yazı, makro ve mikro iktidar olgularını açıklamayı ve çözümlemeyi amaçlarken, aynı zamanda bunların hukuk olgusuyla da ilişkisini ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Makro iktidar süreci, mutlaka bir yapı ya da kuruma gereksinim duyarken; mikro iktidar, düzensiz bir süreç olarak, ne yapıya ne de kurumlaşmaya gereksinim duyar. Mikro iktidarın böyle bir yönelime, yani kurumlaşmak ve hukuk yaratmak gibi düzenli bir sürece girmesi, zaten onun makro iktidara dönüşmeye başladığının göstergesidir. Bu makro iktidara dönüşüm süreci, sınıfsız toplumların çözülüş süreciyle çakışır. İlk makro iktidar denemeleri büyük olasılıkla kadınlar ve yetişkin olmayan erkekler üzerinde yapılmıştır. Toplumsal işlevleri sayesinde kadın ve çocuklara göre “üstün” bir konum kazanan yaşlı erkekler, bu çözülme sürecinin baş öznesi olmuştur.[2] Ayrıca kadın ve çocukları nesneleştirmeye yönelik törenler[3] statik ve yalnızca yetişkin/yaşlı erkek grubunun çıkarlarına -kadın ve çocukların, dolayısıyla tüm bir toplumun çıkarları aleyhine- hizmet eden kuralları toplumsal yaşam sürecine sokmuştur.
Sonuçta Engels’in “...ilk sınıf baskısı(nın) da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla” ortaya çıktığına, yani ilk köle sınıfın kadınlar olduğuna dair saptaması, çocukların da eklenmesi kaydıyla, haklı görünmektedir.[4] Artık bu evrede, ritüel biçimde olsa da statikleştirilmiş bir hukuk ve kurumsallaşma yaratılmıştır ve bu, tamamıyla toplum değil, kişi/grup (yetişkin erkek) kaynaklıdır. Fakat mikro iktidar, makro iktidarın belirlediği yapı içinde o yapıyı korumaya ve yeniden üretmeye hizmet edebileceği gibi o yapıyı bozucu bir işlev de taşıyabilir. Bütün bu olasılıkların değiştirmeyeceği tek bir sonuç vardır: İnsan, iktidar hastalığına (sosyo-patolojisine) yenik düşer. Bu sonuç karşısında, iktidarı tümden yok etme amacıyla kurulmuş bir (makro) iktidar da, hiç değilse amacı gerçekleştirene dek, aynı paradoksla baş başa kalır.
Hukuk ve iktidar ilişkisi kurulurken, genellikle kastedilen makro iktidarlardır. Çünkü hukuk, makro iktidar alanında kurulur. Bununla birlikte etkisini mikro alanlarda yaratılan iktidar süreçlerinde de gösterir. Öte yandan, hukuka aykırı, fakat hukukun erişemediği bir mikro iktidar alanı da her zaman var olabilir. Çünkü makro iktidarın işletim sistemi olan hukukun mikroskobu yoktur! Herşeye rağmen, hukukun bu olanaksızlığı, mikro iktidarın kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Çünkü mikro iktidarların var olmasında makro iktidarın ve onun işletim sistemi olan hukukun (ve hukukun belirlediği eğitim ve kültür yapısının) rolü öylesine önemlidir ki, makro iktidar ve hukukta nitel dönüşümler gerçekleşmedikçe mikro iktidarla yapılan savaşımlar, hiçbir zaman makro etkiler gösteremeyecektir.
İKTİDARIN KARŞISINDA OLMAK YA DA OLMAMAK
Çeşitli iktidar tanımları yapmak her zaman için olasıdır. Bununla birlikte yapılan tanım, iktidar olgusu karşısındaki konumlanışın ipucunu verebilecektir. Örneğin, “iktidarı insana, insanlığa içkin, kaçınılmaz bir olgu” olarak tanımlayan özcü yaklaşımlar, iktidar olgusu (hattâ hastalığı) karşısında yenilgiyi baştan kabullenmiş bir konumdadır. İnsan doğasını tarihsel süreçte gelişme eğilimleri taşıyan bir potansiyel olarak değil de, değişmez bir yapı olarak algılayan ve “insan değişemez... insan bencildir, bencil kalacaktır...” türünden önermelere zemin hazırladığı için “özcü” ve hattâ “kaderci/yazgıcı” nitelemesini hak eden Russell’ın “aynı isteklere sahip iki kişiden biri, ötekinin gerçekleştirdiği bütün istekleri ve bunların yanı sıra daha başka istekleri de gerçekleştirirse ondan daha iktidarlıdır” biçimindeki iktidar anlayışı, bizi “cehenneme götürecek iyi niyet taşları”ndan bir tanesidir.[5] Çünkü, bu yaklaşım, insanlar arasında kaçınılmaz ve ancak bir iktidar potansiyeli olarak var olan farklılığı, iktidarın gerçekleşmesiyle bir tutmaktadır. Aşağıda değineceğim gibi, Foucault da aynı hataya düşmektedir. Foucault etkisi fazlasıyla görülen Tuna Erdem de aynı paralelde düşünerek, ‘iktidar’dan ancak onu tüm bir topluma dağıtılarak kurtulabilineceğini ileri sürmektedir.[6] Bu önerinin, iktidarın ilga edilmesi olarak algılanmasından çok, totalitarizm olarak algılanması olasılığı daha yüksektir. Oysa iktidarın herşeyden önce bir hastalık (sosyo-patoloji) olarak algılanması ve tüm toplumca reddedilmesi gerekmektedir. Yani iktidar, yazarın önerdiği gibi tüm topluma yayılarak toplumsallaşamaz- nitekim “örtülü totalitarizm” olarak adlandırabileceğimiz bugünün “demokrasi”lerinde- Arendt’in deyimiyle “Hiç Kimse’nin iktidarı”nda durum aynen böyledir.[7] Dolayısıyla, kanımca, iktidarın tüm topluma yayılmasıyla değil; ancak iktidarın reddinin toplumsallaşmasıyla iktidardan kurtulabilinir.
Başta Foucault’nunki olmak üzere, özcü görüşlere göre bu, fazla iyimser bir önermedir. Onlara göre, kendi iktidar hırsınızı ancak eğiterek “zararsız” hale getirebilirken, başkalarının iktidarından kurtulmanız mümkün olamayacağından(?) bu iktidarlar karşısında da direnme odakları yaratmaktan, yani kaçmaktan (kaçmaktır; çünkü, Foucault’ya göre iktidar, direnme odaklarını hemencecik sarmalar ve etkisizleştirir) başka çareniz yoktur. Foucault, direnme odaklarını iktidara bağımlı değişkenler olarak tanımlarken, bize, iktidardan kaçmanın ancak geçici bir kurtulma biçimi olduğunu vazediyor.[8] Örneğin, iktidar, Foucault’ya göre dilin kullanımımda da hep vardır; öyleyse en iyisi -karşısöylem yaratılacağına- hiç konuşmamak ya da hep saçmalamak mıdır? Nitekim Foucault, daha 1967’de kendisiyle yapılan bir söyleşide “Ben yapısalcı denilen kimselerle dil gibi bir sistemin sağladığı biçimsel olanaklarla pek fazla ilgilenmeme noktasında ayrılıyorum” demekteydi.[9] Kuşkusuz, Foucault, dilin hepten reddedilmesini önermeye cesaret edemezdi. Çünkü, böyle bir önerme de bir söylem olarak, herhangi bir iktidar sürecine içkin olacaktır. Bunun yanında, Foucault’nun, derdini yine, ancak, küçümsediği dilin olanaklarını kullanarak anlatabildiği de ortadadır.
Foucault için, iktidarın günümüzde aldığı biçim, tüm mikro alanlara sızmış; algılanan değil hissedilen bir süreçtir.[10] Mikro alanlara sızan bu iktidar ise, Foucault için, giriş bölümünde sözünü ettiğim tipte bir “mikro iktidar”ı değil, bizatihi “makro iktidar”ı ifade etmektedir. Görüldüğü gibi Foucault, iktidarı bir yazgı olarak görmektedir; tıpkı Machiavelli gibi...
Aslında iktidar sorunsalıyla gerçek bir hesaplaşma içinde olan ve ondan kurtulabilineceğini öngören yine ve hâlâ tutarlı (yani feminizmi ve çevreciliği reddetmeyen) sosyalistler ve anarşistlerdir. Onların dışındaki, iktidarın insana içkin, kaçınılmaz bir yazgı olduğuna ilişkin görüşler ise, hâlâ daha geniş bir yandaş kitlesi bulmaktadır. Machiavelli, iktidarın insana içkin olduğunu ileri sürüp onu bir erdem olarak tanımlarken, ona bir erdem atfetmese de Foucault, iki kişinin olduğu her yerde iktidarın olduğunu ileri sürerek Machiavelli’den farklı bir şey yapmıyordu.[11]
Ayrıca, “iktidar aşkı, normal insan doğasının bir parçasıdır” diyen Russell da, iktidarı insana içkin bir kaçınılmaz yazgı olarak tanımlamaktadır.[12] Mülkiyet hırsının (ya da mülk edinme biçiminin), insanın soyutlaştırma yeteneği aracılığıyla “iktidar aşkına” dönüşmüş olduğunu göremeyen düşünürün, yukarıdaki tümcesini “...oysa iktidar felsefeleri, ince nitelikleri herkesçe kolay kolay görülemeyen birer deliliktir” biçiminde tamamlaması da ilginçtir. Oysa iktidar aşkını “normal insan doğasının bir parçası olarak” görmek de, bizatihi bir iktidar felsefesi değil midir? Belki o, iktidarı, Machiavelli’nin tersine, bir erdem olarak kabul etmemiştir; fakat yine de, iktidarın kaçınılmaz olduğunu ve tıpkı yukarıda düşüncesini aktardığım Tuna Erdem gibi, iktidarın tüm topluma dağıtılabilerek[13] -ancak- “yola getirilebileceğini”[14] ileri sürmüştür.
Sonuçta bu tip önermelerin tümü, insanlığı aynı yazgıya mahkûm eder: “İktidardan kaçamazsınız!” Machiavelli bu yazgıdan kaçılamayacağına göre onun rasyonel bir biçimde kullanılmasını; Foucault paralelinde düşünen Deleuze ve Guattari de, bu yazgıdan kurtulmanın, daha doğrusu kaçmanın yolu olarak şizofreniyi önerir.[15] Tabiî, bir olasılık daha vardır, o da intihar, yani nihai çözüm(!).
Machiavelli’nin önerisi insanlığı bir paradoksa iter: Nesne olmak istemiyorsan nesneleştir! Foucault’nun önerisi ise daha vahimdir: Nesne olmak istemiyorsan -ki bu, Foucault’nun iktidar kuramında (kratolojisinde) mümkün değildir- ya öl ya da şizofrenik davran, yani hiç değilse bilinçsiz bir nesneye dönüş. Şizofreni, bilindiği üzere, dış dünyadan kopulup bir iç dünya yaratılması sürecidir. Böyle bir sürece giren kişi, toplumsallığın kurulduğu dış dünyadaki herhangi bir kişinin nesnesi olacak demektir. Üstelik bu öyle bir nesneliktir ki, dış dünyanın kurallarıyla hareket eden ve toplumsal olarak nesneleştirilmiş bir kişi dahi bir şizofrenin öznesi konumundadır; ona yardımcı olmak amacı taşıyor olsa bile.
Öte yandan Foucault düşüncesinde önerilen “direnme(!) odakları” bu kadar sınırlı değildir; ya da seçilen her “aykırı haz” direnme sayılacak işlev taşımayabilir. Fakat yine de, iktidarın mikro alanlara sızmış olması karşısında, direnme odaklarının da ancak mikro alanlarda yaratılabileceğinin öngörüldüğü ortadadır. Bu açıdan, bilinçli olarak seçilen bir eşcinsel davranış da, Foucault düşüncesine göre, cinselliğe yönelik kurallar aracılığıyla mikro dünyada varlığını sürdürebilen bir iktidar karşısında direnme süreci olarak sayılabilir. Feministlerin çoğuyla Foucault’yu birleştiren de bu “karşı-iktidar olarak özgül hazlar üretme stratejisi”dir.[16] Bu stratejiler işlevli sayılabilse bile, mikro alanla sınırlandığında, bireyci-hedonist bir yaklaşımdan öteye geçemez. Oysa Foucault, direnmenin mikro alanda başlayıp makro direnmenin ancak böyle olanaklı olacağını önerseydi tutarlı olabilecekti. Üstelik, mikro alandaki direnme, illâ ki eşcinselliği seçme ya da dilsel ve tensel/cinsel iletişimi reddetme biçiminde olmak zorunda da değildir. İktidar, zaten bizatihi, ve daha çok, insanın vazgeçemeyeceği dilsel, tensel ve cinsel yaşam üzerinde kurulduğuna göre, bu alanlarda çok daha dikkatli olunarak tuzağa düşmemek; yani seçtiğimiz bu tip davranışlarda ve mikro alanlarda kısıtlanmasında iktidarın varlığını sorgulamak ve varlığı hakkında emin olunmuşsa reddederek direnmek yeterli olacaktır.
Bu bağlamda, modernitenin düşünürü olan Machiavelli, gayri-insanî bir çözüm üretirken, kendisi istediği kadar kabul etmesin, postmodernitenin düşünürü olan Foucault ve fikirdaşları tam da postmodernist bir şey üretirler: Çözümsüzlük. Yine de, bütün bunların yanında, Foucault’nun bizi iktidarın mikro dünyasıyla tanıştırmasının, kendi böyle bir ayrıma gitmese de, hiç değilse makro-mikro iktidar ayrımı ufkunu açmasının önemini reddetmemek gerekir. Çünkü mikro iktidar olgusunu gözden kaçıran bir iktidar kuramı, ancak eksik çözümler üretebilir.
İKTİDAR OLGUSUNUN GENEL OLARAK TANIMLANMASI VE KAVRANMASI
Makro ya da mikro iktidar süreçleri, farklı alanlarda ortaya çıkmalarına rağmen, tek bir iktidar kavramı altında açımlanabilecek ortak nitelikler taşırlar ve ortak ögeler barındırırlar. Bu nitelik ve ögeler, iktidar olgusunun kavranmasını ve onunla gerçek, radikal bir mücadeleye girilmesini sağlayan tüm iktidar süreçlerinin “olmazsa olmaz”larıdır.
İktidar, herşeyden önce, özgürlüğün iptali ve bunun yanında özgürlüğün iptalinin süreğen kılınması olarak tanımlanmalıdır. Bu yönüyle iktidar; beslenme, barınma, üreme gibi fiziksel (bedensel) ve eğlenme, zevk alma, boş zamanların değerlendirilmesi gibi kültürel (tinsel) yaşam üzerinde gerçekleştirilen iradi, tahakkümsel bir süreçtir. İktidar sürecinde tahakküm, iktidar sahibince ustalıkla (manipülasyon yöntemleriyle) gizlenmiş olabilir. Fakat, böyle bir durumda bile, söz konusu ilişkinin iktidar süreci olarak saptanmasını gerektiren bir tahakkümsellik tüm iktidar süreçlerinde söz konusudur. İktidar, her zaman için farklılık avantajlarına dayanır ve ondan beslenir. Bu bağlamda, ilk akla gelen avantaj, çeşitli alanlarda gösterilen daha güçlü olma durumudur. Daha güçlü olanın, bunu toplumsal değil de bireysel çıkarları için başkaları üzerinde hissettirmesi süreci şiddet olarak tanımlanabilir. Bu şiddet doğrudan fiziksel etkiler doğurabileceği gibi, fiziksel etki potansiyeli ile, tehdit işlevi taşıyarak da iktidar sürecinin başlatılmasını sağlayabilir. Daha güçlü olmayı gerektirmeyen başka bir olasılık daha kurnaz olmaktır. Fakat kurnazlık da daha güçlü bir teknik akıllılık değil midir? Sonuçta ötekinin şiddet uygulanarak ya da tehdit edilerek ya da kandırılarak iradesi hilafına bir eyleyiş sürecine sokulması, farklılıktan kaynaklanan bir avantajın kullanılması ve üstünlük/hiyerarşi kurma ya da tahakküm uygulama sürecini gerçekleştirmek anlamına gelmektedir.
Foucault’nun iktidar anlayışı burada da sorun yaratmaktadır. Şöyle ki; Foucault, iktidar sürecinin “olmazsa olmaz”ı olarak “özgürler arasındaki ilişkiyi” ön ve gerek-koşul olarak görür. Ona göre “bir özne hareketsiz kılındığı anda iktidar oyunu değil, şiddet ve kölelik vardır.”[17] “İktidar ilişkisi, özgür, edimde bulunan -ya da Hegel’in deyişiyle- bağımsız özneler arasında ölümüne girişilen sürekli bir mücadeledir. “İktidar sabitlendiğinde ve artık bundan böyle bir tersine çevrilme imkânı kalmadığında söz konusu olan şey bir iktidar ilişkisi değil, şiddet ilişkisidir”[18] diyerek Foucault, şiddeti iktidardan ayırmaktadır. Yani bir kişinin boynuna zincir vurarak ona bir şey yaptırtmanız Foucault kratolojisinde iktidar sayılmayacaktır. Örneğin Russell’ın birer “yalın iktidar” olarak saydığı “bir haydudun kurbanını ya da istilacıların yenilmiş bir ulusu soyması” ile “kölenin, uzun bir alışkanlık sonucu olarak kadere rıza gösterdiği durum dışında(ki) kölelik”[19] de Foucault’ya göre iktidar sayılmamalıdır. Foucault’nun iktidar yaklaşımı, öte yandan, iktidarı tümden kaldırmayı hedefleyen bir muhalefet hareketini de, bitmez tükenmez iktidar mücadelesi sınırına hapsetmektedir. Oysa böylesi bir hareket, iktidar değil, iktidarı yok etme mücadelesidir.
Oysa, aşağıda ögeleri incelenirken görüleceği gibi, iktidar olgusunu var eden ve onu anlamamızı sağlayan en önemli öge, kişiye (ötekine) iradesi hilafına bir şeyler yaptırtma ve bu sayede özne olma bilincine varma potansiyeli taşıyan tek canlı olan insanı, nesne düzeyinde tutmaktır. İktidar sürecinin, özgürlüğün iptal edilmesi yanında, özgürlüğün iptalinin süreğen kılınmasını da ifade ettiğini Foucault, görmezden gelmektedir. Russell ise, Foucault’dan taban tabana zıt bir noktaya giderek iktidarın “ölü madde ya da yaşamın insan dışındaki biçimleri üzerinde” de var olduğunu ileri sürmektedir.[20] Foucault’nunkine göre daha tutarlı olan bu görüşün eksiği, iktidar sürecinin insan-dışı doğayı kullanma sürecinin, insanı kullanma sürecinin başlamasıyla siyasallaş(tırıl)mış biçimi olduğunu görememesinden ileri gelir. Böylece, Russell sayesinde, iktidar için “insanın yaşama mücadelesini ve insan-dışı doğa karşısında özne olma sürecini başka insanlarla olan ilişkilerine uyarlayarak siyasallaştırması” biçiminde bir tanımlama daha yapma fırsatımız olmaktadır.
Foucault’nun “şiddetsiz iktidar”ı en fazla, modern iktidar çözümlemelerinde işe yarayabilir. Fakat modern iktidarlarda dahi şiddet ögesi önemli bir rol oynar. Rıza ögesi belki ön plana çıkmıştır; fakat şiddet ögesi, en “rızai” iktidarda dahi potansiyel olarak barınmakta ve “aba altından gösterilmektedir.” Kaldı ki, iktidar sahipleri, şöyle ya da böyle, yönetilenler üzerinde mutlak bir rıza (huzurlu toplum sözleşmesi!) sağlamış olsalar dahi, bu sözleşmenin şiddetin dayatıcılığıyla kurulduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla Foucault’nun bu yaklaşımı, klasik toplum sözleşmesi ve sözleşme özgürlüğü üzerine kurulan dogmatik kuramlarla aynı işlevi görür ve bir ücret kölesinin özgürlüğünün tırnak içinde bir özgürlük olduğunu unutur; ya da unutturmaya çalışır.
İKTİDARIN OLMAZSA OLMAZ ÖGELERİ
a. Birinci Öge: Öteki ya da İktidarın Nesnesi Olarak İnsan: Aslında toplumbilimsel her çözümlemede insan, zaten zorunlu bir ögedir. Bununla birlikte iktidar sürecinde insan ögesi, iki nitelikli (aktif ve pasif) bir öge olarak, iktidar olgusunun kavranması açısından önemlidir. İktidarın aktif ögesi iktidar sahibi olan insandır; yani iktidar sürecini gerçekleştiren özne olarak insandır. Pasif öge ise, yine insandır; fakat doğanın öznesi olma hakkı elinden alınmış, nesneleştirilmiş insandır bu. İşte bu bağlamda, aktif insan, ancak bir başka insan daha olmalıdır ki, ve onun üzerinde bir güç (farklılık avantajı) uygulasın ki, iktidar sürecini gerçekleştirsin.
Bu nedenle iktidarın kaçınılmaz bir yazgı olduğunu ret hakkımız saklı olmak üzere, iktidarın ikinci kişiyle başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.[21] Ama bu “ikinci kişi” iktidarın pasif ögesi, yani nesnesi olmak koşuluyla... Demek ki, iktidarı asıl var eden pasif insan ögesidir. İktidarı amaç edinen aktif öge, bu nedenle pasif ögesiz yapamaz. Robenson Crouse, Cuma ile karşılaşana kadar, iktidar hastalığının semptomları ortaya çıkmamıştı; çıkamazdı da. Cuma ile karşılaştığında ise, sömürgen bir sistemin üyesi olmasının gereğini yerine getirdi ve iktidarını kuruverdi. Buna karşılık, iktidar amaçlı olmayan aktif insan, yine ancak bir başka aktif ögeye ihtiyaç duyar; ama hiçbir zaman iktidar kuracağı pasif ögeler arayan bir aktif öge değildir ihtiyaç duyduğu... Ve bu insan, Robenson Crouse’ün tersine, farklılığının bir avantajı varsa, bunu başkalarının da çıkarına yarayacak bir biçimde kullanır.
Oysa iktidar amaçlı aktif insan, farklılık avantajlarını kullanarak, çevresindeki tüm aktif ögeleri pasif ögeye/nesneye dönüştürme mücadelesi verir. İnsanların tıpatıp eşit şanslara sahip varlıklar olduğuna ilişkin bir iddia geçersizdir. Farklı olmak ve farklılığın avantajlar barındırması kaçınılmazdır. Bu, tüm canlılar ve özellikle insanlar için en katı yasadır. Aslında yaşamın sigortası da bu farklılık yazgısıdır. Çünkü gelişme potansiyeli bu farklılıkla var olur.
Bununla birlikte, bu kaçınılmaz yazgının iktidarı doğuracağı, kaçınılmaz bir yazgı değildir; en azından insanlar için bu itirazı rahatlıkla ileri sürebiliriz. Örneğin; birisi sağlam, diğeri tekerlekli sandalyeye bağlı olan iki kişi biraraya gelirse ne olur? Foucault’ya göre sağlam olanın diğeri üzerinde iktidar kurması kaçınılmazdır.[22] Oysa, insanlaşma bilinci, sağlam olan kişide belirli bir olgunluğa[23] erişmiş durumdaysa, bu kişi sağlam olma avantajını her ikisi yararına kullanabilir. Sözgelimi, ağaç dalında ancak kendisinin alabileceği elmalar varsa, bu elmaları sadece kendisi için toplamaz; ya da “elmalar, dala uzananın hakkıdır” demez. Bu olasılığı ütopik ya da olanaksız görüyorsak, kuşkusuz Machiavelli ya da Foucault’nun önerilerinden başka yapacağımız bir şey yoktur; ki zaten içinde yaşanılan ve mutsuzluk kaynakları olan toplumsal ilişkiler bu iki önerme doğrultusunda şekillenmektedir ve değiştirilmek istenen de bu yazgı değil midir?
b. İktidarın İkinci Ögesi Olarak Süreç-Eylem Ögesi: İktidar, insanlar arasında gerçekleşen bir eylem, bir eylemlilik sürecidir. Foucault da iktidarı bir süreç sayar; Foucault için iktidar “öbür eylemler üzerinde icra edilen bir eylem kipi”dir.[24] Bu süreç, yaptırtmadır.[25] Yaptırma değil, yaptırtma. Çünkü, yaptırma eyleminde tahakkümsel bir öz yoktur; yapan kişi yaptıran kişinin nesnesi olmaz. Oysa yaptırtma eyleminde yaptırtan kişi, yapan kişi aracılığıyla yapan kişidir; eylemi gerçekleştiren kişinin konumu ise eylemi gerçekleştirmeye yarayacak bir araçtan farksızdır. Bu bağlamda yaptırtma eylemi, iktidar sürecinin biçimsel ögesini oluşturur. Görüldüğü gibi, bu biçimsel öge, ancak özsel bir ögeyle birleştiğinde sürecin iktidar süreci olarak adlandırılmasını sağlar.
Bu özsel öge, nesneleştirme sürecidir. Etkileşim her varlık için kaçınılmaz olduğuna göre, insanlar arasında da etkileşim asıldır ve toplumsal yaşamı gerçekleştiren bir ögedir. Sonuçta, birisi bir başkasına bir şeyler yaptırabilir. Bu yaptırma eylemi, ötekini nesneleştirmediği sürece motivasyon (amaçlandırma) düzeyinde kalır; yani iktidar sürecini başlatmaz. İktidar sürecini başlatan, bu yaptırma eyleminin motivasyon ile değil manipülasyon ya da zorla gerçekleştirilmesi; yani yaptırtmaya dönüşmesidir.
İktidar süreci, özsel ve biçimsel ögeler bir arada bulunmadıkça var olamaz. Keza, nesneleştiren kişi (iktidarın aktif ögesi/öznesi), aynı zamanda yaptırtan kişi olmadıkça iktidar sürecini gerçekleştirememiş demektir. Öteki üzerinde iktidar kurma niyeti taşıyan kişi, öteki üzerinde uygulayacağı şiddeti ve/veya tahakkümü ve/veya manipülatif araçları öyle dengeli olarak kullanmalıdır ki, ötekini öldürmeden ona istediğini yaptırtabilmelidir. Çünkü öldürdüğünde, iktidar serüvenini de bitirmiş olur. Bir ölü, nesneleştirilebilir; fakat bir ölüye bir şey yaptıramazsınız; yaptırtamazsınız. Yaptırma ile yaptırtma eylemleri arasındaki dilbilimsel fark açımlanırken, bir başka ögenin de iktidarın var edici ögesi olarak sayılması gereğini ortaya çıkarıyor.
c. İktidar Sürecinde Bilinç Ögesi: Bilinç ögesi, özellikle iktidarın öznesi bakımından önemlidir. Çünkü, pasif öge, yani iktidar nesnesi açısından üzerinde iktidar uygulandığının bilincinde olup olmaması, onun iktidar nesnesi olma durumunu değiştirmez. Oysa aktif öge/özne bakımından, tersine, öteki(ler) üzerinde bir yaptırtma ve nesneleştirme eylemini uyguladığına dair bir bilinç olmadıkça, süreç siyasal değil, klinik bir süreç olarak işler. Bu sürecin sona erdirilmesine dair mücadele, cansız doğayla ya da bir hayvanla yapılan mücadele gibi, apolitik bir mücadele olarak gerçekleşir.
Örneğin bir akıl hastası (sosyopat değil!), boynunuza bir kement atıp sizi sürükleyebilir ya da kendini öğretmen sanan bir şizofren, sizi öğrencisi yerine koyarak bir şeyler yapmanızı isteyebilir ve hattâ yeterince güçlüyse, size istediğini yaptırabilir de... Fakat, bu süreçlerin hiçbirisi iktidar süreci olarak adlandırılamaz. Oysa, akıl hastası değil de tipik bir sosyopat olan Hitler ve benzeri tüm diktatörlerdeki iktidar hırsı, amacı ve hedefi, tam da Machiavelli’nin önerilerini hayata geçirecek biçimde somut ve bilinçlidir.
MAKRO VE MİKRO İKTİDAR KAVRAMLARI
Bir önceki başlıkta saydığım üç öge, makro ve mikro iktidar süreçlerinde istisnasız olarak yer alır. Bununla birlikte, yukarıda küçük küçük değinildiği gibi, birbirlerini doğuran ve birbirleriyle sıkı ilişkiler içinde olan makro ve mikro iktidarın her biri kendine özgü nitelikler taşımaktadır.
Makro iktidar, devletle birlikte ortaya çıkmış ve normativizmin kişiselleşmesini temsil eden bir iktidar sürecidir. Normativizmin kişiselleşmesi, toplumsal ilişkileri yönlendiren ve belirleyen kuralların bir kişi ya da grup (sınıf) çıkarına dikte edilmesi ve bu kurallara kayıtsız şartsız uyulması kuralının dondurulması anlamına gelmektedir. Bu açıdan makro iktidar; mikro iktidarın, onu uygulayan kişi ya da gruplarca güvence altına alınması, genelleştirilmesi ve istikrarlılaştırılması süreci olarak da tanımlanabilir. O nedenle, makro iktidar süreçleri, kurumların ve kurumsallığın dondurulması olan bürokrasi ile kuralların ve kuralsallığın dondurulması olan hukuku yaratır. Daha doğrusu, hukuk yaratılmışsa, iktidar artık makro düzeyde var olmuş demektir. Makro iktidar, kendini ilga etmek üzere insanlık tarihinin son iktidarı olarak kurulduğu iddiası taşımıyorsa bürokrasiyi, bürokratizme; hukuku ise dogmaya dönüştürmesi kaçınılmazdır.
Mikro iktidara gelince; o, kurala bağlı olmayan, yani normatif değil de ilişkisel/iletişimsel bir iktidar süreci olarak ortaya çıkar. Makro iktidar, toplumsal kaynaklı ilişkilerde kendini yukarıdan, dikey ve somut olarak gösterirken, mikro iktidar bireysel kaynaklı ilişkilerde aşağıdan, yatay olarak kendini hissettirir. Bu açıdan makro iktidar hem kamusal hem de özel sayılan alanlarda uygulanabilirken, mikro iktidar, yalnızca özel alanda ya da kamusallaşamayan ilişkiler alanında ortaya çıkabilir. Yani hukukun (makro iktidarın) giremediği ya da etkisiz kaldığı bir alanda insanlararası kurulan bir tahakkümsel yaptırtma ilişkisi, mikro iktidarın ta kendisidir. Eşinden dayak yiyen bir kadını kurtarmak üzere yetişen komşularına “size ne, bu benim özel hayatım...” diyebildiği an söz konusu kadının mikro iktidarı, içselleştirmiş olduğu otorite mekanizmalarıyla, makro iktidar karşısında koruduğu ve yaşattığı andır. Bu, aynı zamanda erkek egemen hukukun ikiyüzlülüğünü de korumuş olduğu için, mikro iktidara karşıymış gibi görünen makro iktidarı da dolaylı olarak güçlendiren bir durumdur.
Buradaki iktidar, Foucault’nun kastettiği mikro alanlara sızmış makro iktidar değildir. Çünkü, mikro alanlara sızarak, kendini bu alanlarda hissettirse de makro iktidar, mikro iktidar olamaz. Bu açıdan, mikro iktidar olgusunu aklımıza Foucault düşürmüş olsa da, ‘iktidar’ı, makro ve mikro alanlarda görülen ve hissedilen tek bir yapı olarak değil de, makro ve mikro alanlarda kendine özgü uygulama biçimleri edinen süreçler olarak incelediğim için Foucault’nun tam tersi bir mikro iktidar kavramlaştırması yapıyorum.
Bununla birlikte, mikro iktidarın hukuk ve bürokrasi gibi güvenceleri yoktur. O, her zaman yeniden yaratılmalıdır. Hukuk ve bürokrasi, mikro iktidar sahibi için tıpkı gelenekler, kişisel yetenekler ve özellikler gibi, onun ancak kullanabileceği araçlardır. Fakat bu araçlar, mikro iktidarın olmazsa olmaz araçlarından değildir. Yani makro iktidar olmasa da mikro iktidarlar yaşayabilir. Nitekim, mikro iktidarlar, makro iktidarın insanlaşma tarihine girmesinden önceki ham iktidar biçimleri olarak, makro iktidar(lar)ı hazırlayan birer prova niteliğinde çoktan dünyaya gelmişti.
Öte yandan insanlık, ‘iktidar’ı yok etmeyi başaracaksa, bu ilk, makro iktidarların ilgasıyla gerçekleşebilir. Mikro iktidar(lar) ise, uzunca bir süre yaşamaya ve her an makro iktidara dönüşme tehlikesi taşımaya devam edebilecektir. Fakat, böyle bir aşamaya varılması başarılırsa, mikro iktidar eğilimleri karşısında, toplumda ondan çok daha fazla ve güçlü olarak karşı-mikro iktidar eğilimleri olacaktır ve mikro iktidar denemelerini boşa çıkarabilecektir. Bu önermemle, yüksek olasılıkla Marksistlerle ortak bir mahkûmiyeti paylaşma riskini göze alıyorum: Yine kadercilik, yine cennetçilik, yine sonlu (eskatolojik) tarihçilik... Ve bu olasılıktan, ben de tıpkı Marksistler gibi, tedirgin bile olmuyorum. Çünkü tarihsel materyalizmin hiçbir zaman yapmadığı gibi, ben de insan ögesini es geçmiyorum ve böyle bir “mutlu son”u, tersine insana bağlı olarak belli olasılıkların insanlarca gerçekleştirilmesi şartına bağlıyorum.
Günümüzde makro iktidar, geçirdiği nitel dönüşüme bağlı olarak, hem mikro (özel, bireysel, mahrem) alanlara eskisinden çok daha kalıcı ve etkili olarak sızabilmekte; hem de mikro iktidarlar kurulmasına elverişli zemin hazırlamaktadır. Çünkü her halükârda, kurulan mikro iktidarlar, muhalif konumda olsa bile makro iktidarın işine yarayacaktır. Çünkü yaratılan her mikro iktidar süreci, kullanan-kullanılan/sömüren-sömürülen/ezen-ezilen/özne-nesne ilişkisini zorunlu olarak içerecektir. Oysa mikro iktidarların tümü, makro iktidarın varlığına rağmen yok edilebilseydi, makro iktidarın yaşamı da uzun süremezdi. Makro iktidarın böyle bir güçlü reforma izin vermesi söz konusu olamayacağından reformun, ancak yalnızca bu amaçla kurulmuş yeni (ve son) bir makro iktidar aracılığıyla gerçekleşebileceği ortadadır.
HUKUK VE İKTİDAR
Yukarıda birkaç kez vurguladığım gibi, hukuk, özellikle makro iktidarın işletim sistemidir. Mikro iktidarlar açısından ise, onların niteliğine göre iki işlev taşır: Mikro iktidar, makro iktidarın toplumun hücrelerine sızmasıyla yaygınlaşmış bir süreç ise, hukuk, bu süreçleri koruyan bir sistemdir. Çünkü, bu tip mikro iktidarlar, zaten makro iktidarın mikro görünümleridir ve onu güçlendiren ve yeniden-üreten bir işlev taşımaktadır. Bu anlamdaki mikro iktidar, Foucault’nun modeliyle örtüşebilir.
Öte yandan mikro iktidar süreci, makro iktidara rağmen var olabilmişse, hukuk bu tip iktidarları ancak çevreler; ve ancak makro boyutlar kazanmaya başladığı anda bertaraf edebilir. Açıklamak gerekirse; temel feminist ve ekolojist ilkeleri gerçekleştirerek, “gerçek” sıfatını hak etmiş bir sosyalist toplumda, iktidarı insanlık tarihinden silmek üzere toplumun çoğunluğunun azınlık üzerinde kurduğu makro iktidar, ancak özel mülkiyet hırsından ve iktidar sosyo-patolojisinden kurtulamamış, asosyal, bencil/benmerkezci kişi ya da gruplar üzerinde hukuk aracılığıyla etkili olur. Fakat bu kişilerin, özellikle içselleştirilmiş otoriteden kurtulamamış edilgen kişiler üzerinde kuracakları mikro iktidarlar karşısında sosyalist hukuk etkili olamaz; çünkü etkili olabilmesinin koşulu zaten bu mikro iktidarı kabullenmiş edilgen kişi tarafından -bu kişinin (şimdilik) kadın ya da çocuk olma olasılığı daha yüksektir- engellenmiştir. Bununla birlikte sosyalist eksendeki bir makro iktidarın işlemesini sağlayan hukuk, bu anti-sosyal(ist) süreci çevreler ve makro alana sıçramasını engeller.
Sosyalist olmayan kapitalist vb. bir toplumda ise muhalif mikro iktidardan söz etmek, kanımca pek anlamlı olmaz. Çünkü, bu tip toplumların sosyalist topluma dönüşmesinin öznesi, ancak iktidarı nihai anlamda reddetmiş ve bu yüzden mikro iktidarı öncelikle reddederek ve makro iktidarı ancak geçici bir hedef olarak kabul eden, içselleştirilmiş iktidar ve otoriteden kurtulabilmiş kişi ya da gruplar olabilir. Tersi durumda, mikro iktidar yaratılarak işletilen bir muhalefet süreci de, iktidar olgusunu bir sosyo-patoloji olarak görmediği için gerçek bir muhalefet sayılamaz. Dolayısıyla yukarıda vurguladığım gibi, her mikro iktidar süreci, amacı ne olursa olsun, insanlar arası özne-nesne ilişkisini yok edemediği için, iktidarı ve içerdiği sömürü ilişkisini yeniden üretir.
Bu açıdan bakıldığında hukuk, hangi tarafın işine yarar görünmektedir? Kuşkusuz, iktidar sahipleri tarafının. Evet, bu bir sözleşmedir; fakat iktidarın mağdurlarına dayatılan bir sözleşme... İktidar sahibi, hegemonya kurma gücünden emin olduğu kişi ya da gruba şöyle seslenmektedir: “Ben senden daha güçlüyüm. Boyun eğmezsen, nesnem olmazsan ve istediklerimi yapmazsan cezalandırılırsın ya da öldürülürsün!” Hukukun, yönetilene (iktidarın nesnesine) verdiği tek güvence ölmeme güvencesidir. Acaba, hukuk, bu güvenceyi gerçekten de yönetilenlere mi vermektedir; yoksa iktidar sahibine mi? Çünkü iktidar sahibinin var olma güvencesi, ancak üzerinde iktidar kurduğu kişi ya da grupların varlığına, yaşamasına, ölmemesine bağlıdır; yani sömürülen olmazsa sömüren de olmaz, yönetilen olmazsa yöneten de olmaz.[26] Yukarıda, iktidarın insan ögesini açımlamaya çalışırken vurguladığım gibi, iktidar pasif ögesinin değil, aktif ögesinin “iktidar nesnesi”ne ihtiyacı vardır. Marx ve Engels, bu ihtiyaç ilişkisini kapitalizm sürecine güncelleyerek burjuvazinin proletaryasız var olamayacağını; ama proletaryanın burjuvazisiz pekâlâ var olabileceğini belirtmiştir; ve fakat hemen sonra, iktidarı ele geçiren proletaryanın bir çeşit burjuvaziye dönüşmemesi için kendini de ilga etmesi koşulunu ekleyerek...[27]
Kuşkusuz, iktidar, bir grup üzerinde kurulmuşsa, o grubu tümden yok etmeden, grup üyelerinin bir kısmı iktidar sahiplerince yok edilebilir ya da ciddi olarak dışlanabilir. Sömürü temelinde kurulmuş iktidar süreçlerinde asıl olan, iktidar sürecinin varlık nedenini oluşturan egemen sınıf-sömürülen ya da ezilen sınıf(lar) ikiliğidir. Yani, kölesiz köle sahibi, serfsiz feodal bey, proletaryasız burjuvazinin olanaksızlığı, sömüren sınıfı, sömürdüğü ya da tahakküm kurduğu sınıf(lar)ın (yani öteki’nin) varlığını korumaya iter.
Bunun tek istisnası, toplumsal anarşizme, yani sınıfsız komünalist insanlık toplumuna dönüşmek üzere kurulmuş bir toplumsal (makro) iktidar sürecinde yaşanabilir. “Komünalist insanlık toplumu” kavramı, tek tip bir toplumu değil de, insanların çeşitli özgünlüklerde kurduğu, aralarında sınırlar olmayan, birbiriyle komünal dayanışma içinde yaşayan birçok sınıfsız, kurumlu ve kurallı, ama iktidarsız (an-arşik) toplumu (komünler komününü) anlatır.[28] Bu süreçte, toplumsal bir öteki olacaksa, bu aynı zamanda iktidarın varlık nedeni olarak var olan, bizatihi özel mülkiyet, sömürme, ezme, nesneleştirme ve yaptırtma hırsından kurtulamayan kişi ya da gruplardır. Ve buradaki iktidar, artık yaptırtma eyleminden çok yaptırtmama ve motive etme (yaptırma) eylemi ekseninde tüm bir toplumca kollektif olarak işletilen savunma durumunda/pasif bir iktidardır. Bu iktidar, insanlık tarihindeki son iktidar olan kendi varlığını da ortadan kaldırmak için, iktidarı ve otoriteyi içselleştirmiş kişi ya da grupların ortadan kalkmasını[29] bekleyen, savunma konumundaki bir iktidardır. Bu ‘iktidar’ın “Godot’yu bekleyen iktidar” olmaması, artık yalnızca insanların iktidarı ve otoriteyi içselleştirip içselleştirmemesine bağlıdır. İnsanlık bu içsel dönüşümü olumlu anlamda değiştirmezse, “iktidar” nihai olarak yok edilemez. Fakat hiç değilse, pasif ve savunma durumunda kalır. Yani bu iktidar, kendinden önceki tüm iktidarların tersine, kendini de yok etme amacıyla var olan ve tam da bu nedenle iktidar kurduğu kişi ya da grupların (iktidar nesnelerinin) ortadan kalkmasını isteyen iktidardır.
Yukarıda iktidarı “özgürlüğün iptali” olarak tanımlamıştım. Gerçek anlamda bir özgürlük mücadelesi, bu bağlamda, iktidarı dünyadan silme mücadelesiyle aynıdır. Gerçek anlamda bir son iktidar olacaksa bu da, ancak özgürlüğü iptal etmeyen ve iptal edilen özgürlüklerin yeniden kazanılmasına aracı olan iktidar olma işleviyle gerçekleşebilir.
Bu süreci hukuk düzleminde açımlarsak; bu dönem hukukunun son statik hukuk olduğu söylenebilir. Hukuk, burada da yabancılaştırılmış bir kurallar bütünüdür. Fakat, artık normatifliğin kişiselliğini yavaş yavaş ilga ederek; toplumsallığı gerçek anlamında somutlaştıracak kollektif normativizmi hazırlayan bir hukuktur. “Hukuk olmayan hukuk”a dönüşecek son iktidar kaynaklı hukuk... Yani bu aşamada, artık toplum varsa, bir sözleşmeyle kurulan ve var olan bir toplum değildir. İnsanların birlikte yaşamak zorunda olmadığı ve kendilerini soyut bir toplumsal sözleşmeye bağlı olarak duyumsamadığı; yalnızca hep birlikte yaşamayı başarabildiği ve bunu sorun bile saymadığı bir toplum... Kuşkusuz, bugünden bakılınca ütopik, olanaksız gibi görünen bir aşamadır bu... Tıpkı, mağarada yaşayan insanlara bir gün havada uçabilecekleri söylendiğindeki olanaksızlıkta bir ütopya...
Dikkat edilirse; önerdiğim bu -şimdilik- ütopik hukuk, günümüzde var olan hukukun ve işlevlerinin tümden reddini değil; tersine, ondan doğan, onun yabancılaştırıcı etkilerinden arındırılmış bir hukuku ifade etmektedir. En önemli fark ise, reel hukukun karşılıklı güvensizliği, ütopik hukukun ise karşılıklı güveni somutluyor ve yeniden-üretiyor olmasıdır.
Geçtiğimiz yıllarda, Susurluk kazasından sonra devlet olanaklarıyla hukukun sürekli ihlâl edilmiş olduğunun açığa çıkması, zanlılarca şöyle savunulmuştu: Devletin yüce menfaatleri için herşey yapılabilir; hukuk dahi ihmal edilebilir. Yönetilenlerin, yani yurttaşların yine aynı gerekçeyle böyle bir “hukuku ihmal hakkı”ndan söz edilebilir mi? Böyle bir hakka sahip olduğunu iddia eden ve kullanmaya kalkan bir kişi ya da grubun akıbetini tahmin bile etmeye gerek yok! Yaşananlar ve savunulanlar gösteriyor ki, hukuku çiğneme hakkı yalnızca devletindir. Yani devlet hukuk için değil, hukuk devlet için vardır. İktidarda olan, daha güçlü olduğu için ve daha güçlü olduğu sürece bunu ileri sürebilecektir. Hukuk, bir toplum sözleşmesi olarak değil de yöneten-yönetilen sözleşmesi olarak kabul edilirse -ki bu, bana göre, güçlünün güçsüze dayattığı, tırnak içinde bir sözleşmedir- bu sözleşmeyi bozma hakkının ancak güçlüde olduğu görülecektir.
Buna rağmen; yöneten-yönetilen sözleşmesinin, yani hukukun, onu kendi lehine dayatmış taraf için de belli bir kısıtlama gücü olduğunu reddetmemek gerekir. Yönetenler, en azından günümüz için, yönetilenlere göre daha azdır ve gerçekten yaşamı yeniden üretmedikleri/tükettikleri için, güçleri gerçek bir güç değildir. Bu güç, aslında, güçlülüğünü kendinden daha güçlüye kabul ettirebilme tekniğidir. Sözleşmenin (hukukun) ihlâl edilmesi, bu tekniği beceriksizce kullanmak ve böylece kendini daha güçsüz sanan yönetilenlere daha güçlü olduğunu anlamak için deneyler yapma fırsatını vermek demektir. İşletim aygıtı bozulan bir makro iktidar nasıl işleyecektir? Maşa ne kadar uzun olursa olsun, ateşle fazla oynandığı zaman eli yakacaktır.
Sömürüye dayalı toplumlarda, sömüren (ve yöneten) sınıfın ilk açmazı burada ortaya çıkar. İkinci açmaz ise, onun sömüreceği sınıflar olmadan yaşayamayacağı gerçeğindedir. Bu “birlikte yaşama zorunluluğu”, egemen sınıfı mümkün olduğunca hukuk çerçevesinde kalmaya zorlar. Gelişen ve geliştikçe yönetilenler lehine bir avantaja dönüşen iş hukuku, kira hukuku, çevre hukuku alanlarındaki yaratılan normlar ve bunun yanında hukuk devleti, yasama-yürütme-yargı kuvvetlerinin ayrılığıyla bunların birbirini dengelemesi gibi ilkeler düşünüldüğünde, varlık nedeni ne olursa olsun hukukun, yönetilenler için nihilistçe reddini gerektirmemektedir. Tersine, hukukun varlık nedeniyle işlevi arasında birebir ilişki kurulamayacağını; hukukun bu varlık nedeninin (doğasının) yönetilenlere de potansiyel bir işlev sağladığını bizzat vurgulamak gerekir. Kırbaçlanan kişi, sinebileceği gibi, cesaretle o kırbacı yakalayıp sahibine karşı da kullanabilir.
SONUÇ
İktidar olgusu bu üç ögeyle birlikte tanımlandığında, ona karşı duruş koşulları kendiliğinden ortaya çıkmış olur: Kişi ya da grup olsun, başkasının iktidarından kurtulmak gerekiyorsa, nesneleştirilmekten ve özgür, yani tahakküm altına alınmamış ya da manipüle edilmemiş iradeyle hiçbir zaman yapılmak istenmeyecek bir eylemi yapmaktan kurtulmak gerekir.[30] Bu bağlamda, bir kişi ya da grubun özgürlük mücadelesi, bu dışsal iktidardan kurtulma mücadelesiyle aynı anlama gelmektedir.
Kuşkusuz, bu mücadelenin ikinci, yani içsel boyutunun göz ardı edilmemesi gerekir. Başka kişi ya da gruplar üzerinde iktidar kurma niyetinden nasıl kurtulabilinir? Burada da nesneleştirme ve yaptırtma süreçlerine bağlı olarak yapılan iktidar tanımlaması işe yaramaktadır. Başka kişi ya da grupları nesneleştirmekten ve onları özgür, yani tahakküm altına alınmamış ya da manipüle edilmemiş iradesine rağmen bir şey yapmaya zorlamaktan kaçınmakla iktidarın içsel boyutundan da kurtulabilinir. Bunun ön koşulu da, iktidar olgusunu insan doğasına içkin bir yazgı olarak değil de, tümden yok edilmesi gereken bir sosyo-patoloji olarak nitelendirmektir. Bu yetenek, insanlara, özgürleştirici ve yaşam-insan merkezli bilinç verici bir eğitimle pekâlâ sağlanabilir.
Böyle bir amaç, ancak mülkiyet hırsının giderilmesiyle ve bencil/benmerkezci olmayan bir toplumsal bilinçlilikle gerçekleşebilir. Böyle bir bilinçliliğin ise, toplumun tüm ögelerinde kendiliğinden gerçekleşmesi beklenemeyeceğine göre, bu hedefe varılmasını sağlayacak özgürleştirici bir eğitim sisteminin kurulması ve yozlaşma olasılıklarının en aza indirilmesi gerekir. Kuşkusuz, böyle bir süreç de “makro iktidar” olarak adlandırılacaktır ve bu nihai olmaya aday iktidar, kendi hukukuyla kurumlarını da yerleştirecektir; toplumun maddi ve manevi yaşamında etkilerde bulunacaktır. Ancak, bu etkiler, toplumu manipüle edici değil; tersine, manipülasyon olasılıklarını bertaraf edici etkiler olacaktır.
Öte yandan, günümüzde hemen her toplumda güçlendirilmiş “öteki ile var olunur değil de ötekine rağmen var olunur!” biçiminde özetlenebilen öteki anlayışlarının radikal bir biçimde dönüşüme uğratılması da gerekmektedir. Çünkü, hiyerarşi ve tahakküm ilişkileri bizatihi bu anlayışlar üzerinde kurulmaktadır. Ya da postmodernist yaklaşımlarla tıpkı toplum/toplumsal kategorisinin reddi gibi ben-öteki kategorilerinin reddi de ayrı bir çözümsüzlüğü doğurmaktadır. Oysa “ötekinin olmadığı bir toplumu düşünmek zordur. (...) Öteki çatışmaya neden olduğu kadar, yaratıcılığın mekanizmalarını oluşturan özenmeye, yarışmaya, hattâ olumlu işbirliğine de kaynaklık eder. ‘Öteki’nin olmadığı bir toplum arayışı anlamsızdır. Anlamlı olan arayış bir toplumda çatışma yaratmayan, dışlayıcı olmayan ‘öteki’ anlayışlarının nasıl kurulacağıdır. Burada anahtar kavram, ötekileri yaratan bizlerin bir üstünlük iddiası taşımamalarıdır. Bizler ve ötekiler hiçbir biçimde üstünlük imâ etmeyen farklılıklar üzerine kurulduğunda, ya da, içten ve dıştan sürekli olarak eleştirilerek üstünlük iddialarından arındırılarak sadece farklılıklara indirgendiğinde, bir sorun kalmayacaktır.”[31]
Sonuçta; iktidar hastalığının insanlık tarihinden silinmesine asıl ihtiyacı olanlar, iktidarın mağduru konumunda olanlardır. Bu nedenle, içsel iktidarı da sona erdirmesi gerekenler de, yine bu konumdakilerdir. Yoksa, iktidar sahipleri, yani var olan makro ya da mikro iktidardan herhangi bir şekilde yararlanan kişi ya da gruplardan böyle bir yaklaşım beklemek, fazlasıyla safdillik olur. Çünkü bu kişi ya da gruplar, dışsal iktidarı da, içselleştirilmiş iktidarı da insana içkin, kaçınılmaz bir yazgı olarak kabul ettirerek kendi iktidarlarını pekiştirirler. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, herhangi bir iktidar sürecinden yararlanır konumda olan, aynı zamanda herhangi başka bir iktidar sürecinde de yararlı konuma getirilmiştir; en azından potansiyel olarak...
Kuşkusuz, ayrıca, meşrû iktidar olarak tanımlanacak otoriteyi de makro (dışsal) ve mikro (içsel) düzeyde kaçınılmaz olarak saymaları ve kitlelere kabul ettirmeleri, bu pekiştirme işlevini tamamlayacaktır. Dolayısıyla, iktidardan kurtulmanın yolu, aynı zamanda içselleştirilmiş otoritenin de kaldırılmasını gerektirmektedir.
Bunun başarılabildiği bir toplumda insanlar (çocuklar da dahil olmak üzere cinsler, halklar, uluslar, etnik gruplar) arası farklılıklar ve güç eşitsizlikleri birer üstünlük ve iktidar nedeni olarak görülmeyecektir. Bu da, insanlar arası yeni bir dilin yaratılması anlamına gelmektedir. Üstelik, Foucault’nun tüm karamsarlığına rağmen iktidarı yaşatmayan bir dil... Kimsenin kendi gücüne ve farklılığına güvenmediğini, ama bundan tüm insanlık adına gurur duyduğunu ve kimsenin başkasının gücü ve farklılığından korku ve tedirginlik duymadığını, ama bundan güven ve mutluluk duyduğunu içeren yeni bir dil... İnsanın insana (öteki’ne) sırtını rahatlıkla dönebildiği bir toplum düşüncesi, her insan kendi adına bu güvenceyi verme cesareti gösteremediğinden, şimdilik ütopya sayılabilir; ama hiçbir zaman lüks sayılamaz.
[1] Russell, Bertrand, İktidar, Çev. Mete Ergin, Cem Y., İst. 1990, s. 268.
[2] Bkz. Bookchin, Murray, Özgürlüğün Ekolojisi, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Y., İst., 1994, s. 83, 84, 150, 170-176.
[3] Sünnet vb. bu törenlerin aktarımı ve iktidar bağlamında yapılan bir çözümleme için bkz. Akal, Cemal Bali, Siyasi İktidarın Cinsiyeti, İmge K.Y., Ank., 1994.
[4] Bkz. Engels, Friedrich, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Y., Ank., 1992, s. 70.
[5] Bkz. Russell, a.g.y., s. 35.
[6] Bkz. Erdem, Tuna, “ İktidarı Yemek”, Radikal Cumartesi, 11.7.1998, s.4.
[7] Bkz. Arendt, Hannah, Şiddet Üzerine, Çev: Bülent Peker, İletişim Y., İst.,1997, s. 44.
[8] Akay, Ali, Michel Foucault İktidar ve Direnme Odakları, Bağlam Y., İst., 1995, s. 120, 131.
[9] Akt: Merquior, J.G., Foucault, Çev: Nurettin Elhüseyni, Afa Y., İst., 1986, s. 96.
[10] Bkz. Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi, Cilt 1, Çev: Hülya Tufan, Afa Y., 1993, s. 101, 102.
[11] Foucault, y.a.g.y., s. 99.
[12] Russell, y.a.g.y., s. 265.
[13] Russell, y.a.g.y., s. 278.
[14] Russell, y.a.g.y., s. 280 vd.
[15] Deleuze ve Guattari’nin “Anti-Oedipus;Capitalism and Schizophrenia” adlı yapıtlarından akt. Sarup, Madan, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev. A.Baki Güçlü, Ark Y., Ank., 1995 (Orj. 1988-1993), s. 115.
[16] Bkz. Game, Ann, Toplumsalın Sökümü, Çev: Mehmet Küçük, Dost K.Y., Ank., 1998, s. 132.
[17] Akt. Game, y.a.g.y., s. 73.
[18] Foucault’nun “Özne ve İktidar” adlı makalesinden akt. Game, y.a.g.y., s. 110, 111.
[19] Russell, y.a.g.y., s. 105.
[20] Russell, y.a.g.y., s. 35.
[21] Ayrı bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, toplumun ve toplumsal ilişkilerin de ikinci kişiyle başladığı rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte, (başlangıç ögesi olarak) ikinci kişinin varlığı toplumu ve toplumsalı zorunlu kılarken, iktidar sürecini zorunlu kılmaz; tabii Foucault gibi, iktidar sürecini mutlaklaştırmıyorsak...
[22] Sağlam durumda olanın avantajlı olması mutlak değildir. Tekerlekli sandalyedeki kişi de, çeşitli istismar yöntemleriyle sağlam kişi üzerinde iktidar kurabilir.
[23] Bu olgunluk, kanımca, yaşamsallık ve buna bağlı olan toplumsal bilinçlilik düzeyine ulaşmış olmaktır; yani iktidarın bir amaç (ve erdem) olarak radikalce reddedilmesidir.
[24] Game, y.a.g.y., s. 73. Foucault, ancak bu yaklaşımıyla yapısalcı nitelendirmesinden kurtulabilirdi.
[25] Yaptırtma süreci, bilindiği üzere ihmalî ya da icraî olabilir. Yani iktidar sahibi (muktedir) ötekine bir eylemi yaptırabileceği gibi, onu hiçbir şey yapmamasını ve seyirci kalmasını sağlayabilir.
[26] Spartaküs’ün “yaşayan bir köle olmaktansa ölü bir özgür olmayı tercih ederim” ya da Mustafa Kemal’in “ya istiklal, ya ölüm!” sözlerini anımsayınız.
[27] Marx, Karl; Friedrich Engels, Kutsal Aile, Çev: Kenan Somer, Sol Y., Ank., 1994, s. 58.
[28] Bkz. Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi, Çev: Deniz Aytaş, Kaos Y., İst., 1998, s. 80 vd.
[29] “Ortadan kalkma” deyiminden, bu kişi ya da grupları belirleyen insan ögesinin fiziki olarak yok olmasını değil; bu kategoride tanımlanan insanların toplumsal iktidarın yarattığı barış atmosferinde eğitilerek, bu tanımlamanın dışına çıkmalarını kastetmekteyim.
[30] Kendini toplumsal(cı) anarşist olarak tanımlayan Bookchin de, bu durumu (freedom from.../...den özgürlük) gerçek bir özgürlük olarak saptamakta ve özgürlüğü her şeyi yapma (freedom to.../...(her)şeye özgürlük) serbestliği olarak algılayan bireyci/ yaşam-tarzı anarşistlerinden ayrılmaktadır (Bkz. Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi..., s. 15).
[31] Tekeli, İlhan, Tarihyazımı Üzerine Düşünmek, Dost K.Y., Ank., 1998, s. 88. Yeni bir hiyeraşi kurmak için değil, hiyerarşileri ortadan kaldırmak için modeller üretmenin gereğini vurgulayan Bookchin’in aynı doğrultudaki yaklaşımları için bkz. Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, özellikle s. 36, 45, 73, 81, 483.