Amerika Birleşik Devletleri, iki ayı aşkın bir süredir, Birleşmiş Milletler tarafından onaylanmış bir güvenlik harekâtı görünümü altında, Irak’a karşı düşük yoğunlukta bir yıpratma savaşı sürdürüyor. Baştan belirtmeliyim ki, Irak rejiminin, bu korkunç savaşı sürdürmesi için ABD’ye mükemmel bir bahane yaratmakla suçlanması gerektiği konusunda en ufak bir şüphem yok. Saddam Hüseyin’in de, askerî ve siyasî taraftarlarının da ABD’nin yarattığı acılardan önemli ölçüde etkilenmediği açıkça görülüyor; faturayı ödeyen masum Irak halkıdır. Baas hükümeti ne yazık ki hiçbir şekilde hoşgörülemeyecek, ilke ve ahlâk tanımayan bir tiranlıktır; komşu ülkeleri istila etmiş ve yağmalamış, ülkenin büyük servetini ve insan kaynaklarını çarçur etmiş, müreffeh, modern ve laik bir toplumu felakete sürüklemiştir.
Irak hükümeti, Körfez Savaşı’ndan bu yana, sürekli yalan söyledi ve kaçamak güreşti. Bunun aksini iddia etmek çok güç. Şu an asıl tartışılması gereken nokta, ABD’nin uygulamalarının Irak hükümetinin yaptıklarına karşılık adil bir ceza olup olmadığı, ya da bu savaş ve müeyyidelerin Saddam Hüseyin hükümetinin yaptığını boyutları, vahşeti ve ikiyüzlülüğü açısından fazlasıyla aşıp aşmadığıdır.
Bu soruyu cevaplayabilmek için, Albright’ın, 15 ay önce kendisine sorulan, ABD politikasının hedeflerinin (o sırada açıkça ifade edilmemişti), Iraklı sivillerin daha o zamandan yüzbinlerle ifade edilen, neredeyse bir soykırım olarak adlandırılabilecek ölümlerine değip değmediği sorusuna verdiği cevabı hatırlamak gerekiyor. Hiç tereddüt etmeden “evet” diye cevap vermişti Albright, “buna değdiğini düşünüyorum”. Bu düşüncenin öncülü açıktır: ABD’nin kendi ahlâk anlayışına dayanarak verdiği hükümler, toplu katliamlara, hastalıklara ve telafi edilemeyecek insani kayıplara yol açsa bile, doğru ve adildir.
Robert Fisk, The Independent on Sunday’de yayımlanan yazısında (22 Şubat), ABD’nin Irak’a karşı çok az kişinin farkında olduğu bir savaş yürütmesini sağlayan, git gide büyüyen ve güçlükle fark edilen hamleleri, ustalıkla sergiliyor. Fisk, Amerikalı taktisyenlerin, hemen her gün, ama farklı yerlerde sadece birkaç hedefi vurarak medyanın dikkatinden kaçmayı hedeflediklerine, böylece bombardımanların arada bir, önemsiz haberler olarak, kıyıda köşede verilmesini sağladıklarına dikkat çekiyor. Bu şekilde, ABD’nin harekâtına, yoğunluk ve etkileri bakımından Aralık ortasındaki dört günlük saldırıyla hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak, ufak tefek, rasgele hamleler görünümü veriliyor. Fisk’e göre, o günden bu yana, CNN’in olay boyunca birinci haber olarak verdiği Aralık saldırılarında olduğundan daha çok hasar verildi. Daha çok sivil öldürüldü, daha çok füze ve uçaksavar üssü tahrip edildi ve ülkenin daha büyük bir kısmı bombalandı; ve bütün bunlar başlıca gazetelerin, televizyon kanallarının ve yorumcuların neredeyse hiç ilgisini çekmedi. Örneğin, 25 Ocak’ta, Basra’daki bir yerleşim bölgesi bombalandı; 17 kişi öldü, 100’den fazla kişi yaralandı. “Kurbanların çoğu çocuktu” diye devam ediyor Fisk, “Bir ABD sözcüsü Basra saldırısını kabul etti ve ölümlerle ilgili olarak ‘Sivilleri hedef almadığımızı bir kez daha belirtmek istiyorum’ demekle yetindi.”
25 Şubat günü, ben bu satırları yazmaktayken, New York Times, ABD uçaklarının “iki füze üssü” diye tanımlanan, Bağdat’ın birkaç mil dışındaki bir hedefi vurduklarını duyurdu. Haber, Irak kaynaklarının çok sayıda sivilin öldüğünü bildirdiklerini söyleyerek devam ediyordu. İki gün sonra bir petrol tesisi bombalandı ve, ABD ölümlerin varlığını başta inkâr etse de, Irak tarafından ölü sayısı verildi. BM Petrol Karşılığı Gıda programının yöneticisi Dennis Halliday’in geçen yıl kaleme aldığı istifa mektubunda belirttiği gibi, ölenlerin büyük bir kısmı çocuklardan, yaşlı insanlardan, kadınlardan ve hastalardan oluşuyor. Ordu mensupları, Baas Partisi yetkilileri ve Saddam’ın maiyeti ne savaşın yıkımından ne de müeyyidelerden fazla etkilenmedi. Ürdün, Suriye, Türkiye ve Irak arasındaki sınır ticareti, müeyyidelere rağmen muntazaman devam etti; ama nispeten az sayıda insan bu ticaretten kazançlı çıktı. Nüfusun büyük bölümünün bu kaçakçılıktan yarar sağlamak için ne imkânı ne de hareket serbestisi vardı.
Bunlara ilaveten, Bağdat’ta görev yapan bir BM yetkilisi dün bana, Irak’ın petrol üretim kapasitesi çok düştüğü için Petrol Karşılığında Gıda Programı’nın bile doğru dürüst işlemediğini; çünkü tesislerin hem bombardımanlarda kasten tahrip edildiğini, hem de yedek parçalar olur da Irak’ın silâhlanma programında kullanılır korkusuyla müeyyide kapsamına alındığı için çalışmaz hale geldiğini söyledi. (Aynı nedenle ambulans lastiklerinin ve okullarda kullanılan kurşunkalemlerin de ülkeye girişi yasak.) Böylece, Irak’ın altyapısı yavaş yavaş yok ediliyor. Kanalizasyon, elektrik, ulaşım, haberleşme, gıda dağıtımı, su, sağlık, eğitim - birçok insan bütün bunlardan yoksun, hiçbir umut beslemeden ve bir an olsun rahat bir nefes alamadan, yalıtılmışlık, hastalık, karanlık ve çaresizlik içerisinde yaşıyor. Irak’a yapılanların ne derece tüyler ürpertici olduğunu görmek isteyenler vakit geçirmeden Geoff Simons’un çok sayıda olguyu, argümanı ve de suçlamayı bir araya getirdiği kitabı The Scourging of Iraq: Sanctions, Law and Natural Justice’in 1998 baskısını okumalılar (Macmillan Yayınları).
ABD’nin belirlediği hedef -ki artık açıkça ifade ediliyor- Saddam’ı devirmek. Amerika’nın stratejik hedeflerinin çoğu gibi bu da kulağa hoş geliyor; ama muhaliflerin dağınık ve itibarını kaybetmiş sürgünlerden ibaret olduğu düşünülürse bu hedefi gerçekleştirmenin ne kadar imkânsız olduğu açıkça ortada. Gerçekleştirilebilir olsaydı bile, bu plan Irak toplumunu, ülkeyi belirsizlik ve felakete sürükleyecek ölçüde büyük ve köklü bir yeniden düzenlemeden geçirmekten başka bir amaca hizmet etmezdi. O halde sorunun iki yönü var: Birincisi, ABD’nin böyle bir şey yapmaya hakkı olup olmadığı; ikincisi, böyle bir stratejinin kaybolan, mahvolan ya da tamamen değişen hayatlara değip değmeyeceği.
Eğer bu soruya olumsuz bir cevap verilecekse (ki ben öyle olması gerektiğine inanıyorum), o zaman korkutucu derecede acımasız olmasının yanı sıra işlevsel açıdan da önemli sonuçlar doğurmayacak böyle yıkıcı bir politikanın neden izlendiğini sormamız gerekiyor. Nedenlerin çoğu apaçık ortada. Birincisi, Amerikan tarihinde, ilkel ya da vahşi olarak nitelendirilen insanların acımasızca yok edilmesine yönelik, uzun ve neredeyse kesintisiz bir gelenek var. Bu gelenek, Amerika’nın yerli halklarıyla başladı; ülkenin ilk iki yüzyılı içerisinde, ilerleme adına, Tanrı adına, barbarlığı yok etme adına bu insanların yüzde doksanı katledildi.
Halkların, ülkelerin, hattâ kıtaların, soykırımdan hiç de aşağı kalmayacak şekilde toptan yok edilmelerinin tarihinin, bunca kanıta rağmen, ABD’nin kendini Wilson’un özgürlük ve demokrasi gibi aydınlanmacı ilkelerine adamış bir ülke olduğuna inanmaya devam eden, Amerikalı olmayan bazı kişilerce daha iyi bilinmesinde fayda var. Bilinen olgular, İngiltere’nin, Fransa’nın, Rusya’nın, İspanya’nın ve Portekiz’in sömürgecilik deneyimlerinin rekabet etmekte zorlanacağı, tüyler ürpertici bir tablo ortaya çıkarıyor. David Stannard’ın American Holocaust: Colombus and the Conquest of the New World (1992) adlı kitabı, yerli halkların korkunç öyküsünü öğrenmek için mükemmel bir kaynak; Howard Zinn’in A People’s History of the United States, 1492-Present (1980) adlı önemli çalışması da bu çalışmayı tamamlayıcı nitelikte.
Amerika’nın daha zayıf halklarla ilişkisi üzerine resmî tez, bu ilişkinin diğerkâmlık, aydınlanma, ve bu insanlara yardım etmek, onları içinde bulundukları kötü durumdan kurtarmak gibi ilerici idealler üzerine kurulu olduğudur. ABD müdahalesinin Latin Amerika’ya, Karayiplere, Asya’ya (özellikle Filipinler, Japonya, Çinhindi Yarımadası ve Endonezya’ya) yaptığı yıkıcı etkiye şöyle bir göz atmak, gerçeğin çok daha karanlık olduğunu hemen ortaya çıkarıyor. Çoğu örnekte kanlı bir adalet duygusu kendini gösteriyor; New England Püritenlerinin Kızılderilileri öldürmeleriyle, Henry Kissinger gibi insanların Laos ve Kamboçya’nın bombalanmasını emretmesi arasında pek bir fark yok.
İkinci etken, organize cehalet ve resmi yalancılığın bir bileşimi. Bu noktada medya en önemli unsur. Çoğu Amerikalı için Irak, Saddam Hüseyin denen bir iblisten ibaret, var olmayan bir ülke. CNN, sokaktaki insanlara orada 6 bin yıllık bir uygarlığın var olduğunu, modern Irak’ın -sistemli bir biçimde tahrip edilmeden önce- belki de en modern, laik ve gelişmiş Arap ülkesi olduğunu hissettirecek hiçbir şey söylemiyor. Aynı şey Irak halkı için de geçerli; bu halkın kimliğine ilişkin neredeyse hiçbir şey bilinmiyor; çünkü ülkenin şairlerinin, ressamlarının, doktorlarının, mimarlarının, çalışkan ve yürekli insanlarının esamesi okunmuyor.
Başka bir deyişle, ABD ülkeyi imha ederken, medya, sadistçe parçalanan ve insanlıktan çıkarılan Irak halkını yokmuş gibi göstererek bu politikaya arka çıkıyor. Bu insanlar hakkında en ufak bir bilgi verilmiyor. Bombalama böylece sürüp gidiyor; neredeyse hiçbir protestoyla karşılaşmadan, hattâ bilinmeden.
Üçüncü etken, bu politikayı yürüten insanların, Bill Clinton ya da Madeleine Albright’ın, onların altında Sandy Berger’ın, CIA’in, Savunma Bakanlığı’nın ve diğer yetkililerin, aslında ne yaptıklarını bilmeyecek kadar cahil ve olaydan habersiz, ama eleştirilerden etkilenmeyecek kadar da güçlü ve izole olmaları. Geçen yaz Sudan ve Afganistan’ın bombalanması buna çok güzel bir kanıt oluşturuyor. O zamandan bu yana yayımlanan bağımsız incelemeler, bu harekâtın politik bir manevradan ibaret olduğunu, soruşturma ve azil davası sırasında Clinton’ın postunu kurtarmaya çalışmaktan başka bir gayesi olmadığını gösterdi. Sudan’daki olayı inceleyen ünlü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh, CIA’in imha ettiği ilaç fabrikasında kimyasal silâh üretildiğine dair kayda değer hiçbir kanıt olmadığını yazdı. Geçen hafta görüştüğüm Hersh bana, CIA’in Irak konusundaki cehaletine ve budalalığına, bilgisizlik ve yanlış analizler sonucunda giriştiği beceriksizce darbe girişimlerine (bunların çoğu başarısız olmakla kalmıyor, medya tarafından duyurulmuyor da), acınacak haldeki sürgünleri kışkırtma çabalarına inanamadığını söyledi. Ne yazık ki, Araplar’ın bu ülkede kötü bir imajları var, güçlü bir lobiden yoksunlar ve otoriteye kafa tutma gelenekleri yok; bu koşullar altında Irak halkına karşı yürütülen politika sonsuza dek sürebilir.
Benim kafamı meşgûl eden soru, bizim insanlarımızın ABD’nin bu acımasız ve küçümseyici politikasını hoşgörmeye daha ne kadar zaman devam edecekleri. ABD medyası bu hoşgörü üzerine genellikle “Arap müttefiklerimiz Irak’ta yaptıklarımıza koşulsuz destek veriyorlar” yorumunu yapıyor. Birkaç gün önce, silâhsız Lübnanlı öğrencilerden oluşan, pek de büyük olmayan bir grup, Güney Lübnan’daki Arnoun şehrine girdi (şehir kısa bir süre önce İsrail ordusu tarafından işgâl edilmişti) ve sadece ellerini kullanarak şehri İsrail askerlerinden kurtardı. İsrail ve Amerika Araplar’a karşı benzer bir politika yürütüyorlar ve doğal olarak birbirlerini destekliyorlar. Arnoun’da yaşananlar ancak cesur ve inatçı bir direnişin bu zorbaların saldırganlıklarını önleyebileceğini gösteriyor. Vietnam Savaşı, Küba’nın muazzam komşusuna boyun eğmeyi reddedişi ve Arnoun’da yaşanan olay bize bunu öğretti.
Yöneticilerimizin nasıl olup da kibarlık ve uysallık yoluyla (yani Amerika’nın Irak’ta yürüttüğü soykırımı dolaylı olarak tasvip ederek) Amerika’nın saygısını ve dostluğunu kazanmayı umdukları ise benim için bir muamma. Bilinçli bir Arap toplumunun işe yarayabileceği her durumda ağırlığını ve etkisini göstermesi gerekiyor. Irak’ı “cezalandırma” seferberliğine karşı organize bir biçimde mücadele etmeliyiz; yalnızca bu ahlâka aykırı olduğu için değil -her şey bir yana, ABD bu amaç için BM’yi sömürüyor, BM’ye karşı görevlerini yerine getirmiyor ve, aynı İsrail meselesinde olduğu gibi, diğer BM kararlarını hiçe sayıyor- bir sonraki kurbanın başka bir Arap ya da İslâm ülkesi olması son derece güçlü bir ihtimal olduğu için de.
ABD’nin sürüp giden bu saldırganlıkları, bana göre, uygarlıkların çarpışmasıdır. Ya da, daha iyi bir ifadeyle, ipini koparmış barbarlığın uygarlıkla çarpışmasıdır; intikam alırcasına.
Al-Ahram Weekly, 11-17 Mart 1999