Bugün doğal bir siyasî hak olarak gördüğümüz eşit oy hakkı, demokrasinin tarihî gelişimi sürecinde önemli bir aşamadır, ancak bu düşünce kolay kabul görmemişti. Bu hakka muhalefet edenlerin ileri sürdükleri itirazlardan biri son derece mantıklıdır: ‘Eğer toplumda herkes eşit oy hakkına sahip olursa, idare, kaçınılmaz olarak, sayıları çok olduğu için alt sınıfların eline geçmez miydi?’ Ama korkulan olmadı. Burjuva demokrasileri, geleneksel toplumların ayrıcalık söylemlerini ve ilişkilerini altüst ettiler, ancak toplumların ezeli kurallarını bozmadılar. Burjuva demokrasisinin işlediği toplumlarda da toplumsal hayat, çoğunluğun yoksunluklarına karşı, azınlık veya azınlıkların lehine kurulup işlemeye başladı. Eşit oy hakkına karşı gelenler sanmışlardı ki, oy kullanma hakkına sahip insanları yönetmek zordur, kalabalıklar aleyhine bir şey yaparsanız dünyayı başınıza yıkarlar. Halbuki, iktidar ilişkileri artık giderek artan biçimde ekonomik ilişkiler üzerinden kurulacak ve toplumsal ayrıcalık biçimleri örtük bir hal alacaktı. Diğer taraftan, insanlar inatla birileri veya bir şeyler adına kendi haklarından ve çıkarlarından gönüllü olarak vazgeçeceklerdi. Bu sürecin yeniden üretilme söylemine genel olarak ‘sağ siyaset’ diyoruz.
Modern sanayi toplumunda, eşitliği, ekonomik iktidar ilişkilerini gözardı etmek suretiyle, siyasal eşitlikle sınırlama anlayışı, özellikle eleştirel-sol düşünce ekolleri tarafından çokça eleştiri konusu olmuştur. Diğer taraftan, siyasal eşitlik fırsatı, çoğunlukla ekonomik iktidar ilişkilerini sarsacak biçimde kullanılmamıştır. Bunun nedeni, ilk akla geldiği gibi, ‘yanlış bilinçlilik’ yani insanın kendi çıkarı ve hakkının ne olduğunu görememesi midir? Yoksa, buna karşı iddia edildiği gibi, insanlar öncelikle çıkarları peşinde koşan varlıklar olmaktan ziyade, kimlikleri, kültürleri, tasavvur dünyaları peşinde olan varlıklar mıdır? Sol siyasal gelenek, bütün enerjisini, birinci seçeneğe inanmakla kalmayıp, insanları doğru bilinçliliğe sevk etmek yönünde harcarken, sağ siyaset bazen, gerçekten, ikinci seçeneğin doğruluğuna inandığından, bazen de buna inanmanın yararını gördüğünden, insanları çıkarları, hakları peşinde gitmekten alıkoymayı büyük ölçüde başarmıştır. Sağ siyaset modernizmin ekonomik boyutunu sahiplenmesine karşı, kültürel boyutundan feragat etmiş, bu işten kârlı çıkmışken, sol siyaset modernizmin kültürel boyutuna toz kondurmamak için ekonomik boyutu köklü eleştiriye tâbi tutma gücünü zaafa uğratmıştır. Örneğin, kapitalizm kilise ile ittifak etmiş, sol radikalizm dinle barışamamıştır.
Sağ siyaset yapma biçimi, modern toplumun resmî siyaseti olmakla kalmamış, eleştirel siyasetin meydan okumasını büyük ölçüde kırmayı başarmıştır. O kadar ki, yüzyılın sonunda sol siyaset etme biçimlerinden çoğu, sağ siyasetin çağdaş varyasyonları olmaktan öteye gidemiyor.
Konuyu daha fazla dağıtmadan, Türkiye’ye gelelim, ne de olsa önümüz seçim ve Türkiye, seçme şansına sahip olduğundan beri hep sağa oy veriyor. Aslında bunda şaşacak bir şey yok, yukarıda da işaret etdiğim gibi, burjuva demokrasileri sağ siyasetler üzerinde ayakta duruyor. Türkiye’de dikkat çekici olan, sağın hemen hemen kesintisiz iktidar olması. Kuşkusuz, her toplumun sağcı olmak için ‘haklı’ sebepleri olduğu gibi, Türkiye’nin de sağcı olmak için kendine özgü sebepleri var. Bizde her şey Demokrat Parti’nin kurulmasıyla başlıyor; toplumun büyük kesimi, farklı nedenlerle tek parti rejimine olan bütün tepkilerini, 1950 seçimlerinde DP’ye oy vererek ifade etme imkânı buluyorlar. Bu tepkiler yekûnunda iki husus öne çıkıyor; dinî inançlar ve serbest piyasa ekonomisi. Bunlar hepimizin bildiği şeyler, ama hatırlamakta fayda var. Toplumsal sınıfların gelişimi, dış siyaset etkenleri, vb. bir yana bırakalım, bunların ne üzerinden işlediğine, yani siyasal söyleme bakalım. Özel mülkiyet tutkusu ve din-millet sevgisi nasıl oldu da bir daha ayrılamayacak şekilde kenetlendi?
Biz sağ siyasal söylemin serpilip gelişmesi açısından ‘şanslı’ bir ülkeyiz; birçok şey denk gelmiş. Öncelikle, geleneksel yapıya ve dinsel düşünceye karşı geliştirilen bir kültür devriminin taşıyıcısı olan CHP’nin rakibi olarak çıkan partinin özel mülkiyet-serbest piyasa vurgusu yapması, özel mülkiyeti kutsamış. O dönemin büyük düşmanı komünizm, ‘mülkiyette ortakçılık fikrine dayanıyorsa bu iş kadınların bile ortak kullanımına gider’ türünden söylentiler, komünistlerin din düşmanı olması, herkesi hür teşebbüs taraftarı yapmaya bol bol yeterken, ‘mutlu’ tesadüfe bakın; bu komünistler üstelik ‘Moskof’, yani ülkemizin ‘ezeli ve ebedi düşmanları’ olan Rusya’nın rejimini savunuyorlardı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi sol, her neyse, ona sahip çıkanlar, kurtarma iddiasında oldukları insanlara neredeyse tiksinerek bakıyorlar, huyları suları bu ülkede yaşayan kimseye benzemiyor.
Hepimizin bildiği gibi, Türkiye’de sağın beslendiği menbalar bunlar. Kısacası, Türkiye’de sağ söylemi zorlayan fazla bir şey yok gibi gözüküyor. Madem ki, sağ siyasal söylem kültürel çatışmaları, farklı tasavvurları ön plana çıkarıp, ekonomik iktidar ilişkilerini ve bu ilişkilerin toplumun geniş kesimleri için olumsuz sonuçlarını perdelemek üzerinden siyaset yapıyor, Türkiye’de öne çıkaracağı çok şey var. Aslında, 1946’dan bu yana, sağ siyaset adına yapılan büyük ölçüde bu menbalardan yararlanmak. Ama yine de hepsi bu kadar değil. 1946’dan bu yana, sağ siyaset ciddi dönüşümler geçirdi. Öncelikle, sağ siyasetin DP ile gerçekleştirdiği büyük ittifak bozuldu, 1960’lardan itibaren, sağ siyaset çeşitlenmeye başladı, merkez ve merkezden uzağa düşen söylem farklılıkları öne çıkmaya başladı. 1970’lerde milliyetçi ve dinci yönü ağır basan sağ söylemler siyasî olarak ciddi bir şekilde örgütlenmekle kalmayıp, merkez sağ ile birlikte siyasal iktidarı paylaştılar. Radikal sağ partilerin güçlenmesi, ekonomik liberalizm ve muhafazakâr kültürel değerlerin ittifakının kısmen bozulduğuna işaret olarak görülebilir. Türkiye’de radikal ve liberal sağ ayırımı yapmak aslında çok kolay değildir, radikal ve merkez sağ söylemler arasındaki geçişkenlik merkez sağı, liberal sağ olarak ayrıştırmayı zorlaştırır. Yine de, radikal sağ farklılaşması öncelikle, hızlı toplumsal gelişmelere ekonomik-kültürel itiraz olarak değerlendirilebilir. Seksen sonrası, sağ siyasetin, bu sefer ANAP’ta, yine bir büyük ittifak çatısında toplanması sadece dönemin zorlayıcı koşulları ve bu koşulları iyi değerlendiren bir sağ popülizmin gelişmesiyle açıklayabiliriz. Nitekim, çok başarılı olarak değerlendirilen bu ittifak, siyasetin normalleşmesi sürecinde doğal olarak parçalanmıştır. Bu noktadan itibaren ilginç olan, bu parçalanma ve Refah Partisi’nin hızla güçlenmesi değil, merkez sağın ikiye bölünmesidir. Bu bölünmenin yapay olduğunu tekrarlamak faydasızdır, bu noktada Aydın Menderes’in, yıllar önce yaptığı bir röportajdaki bir ifadesine katılmamak mümkün değil; Menderes, “iki şey birbirinden ayrı duruyorsa ben buna ‘aynı şey’ demeyi makûl bulmuyorum” diyordu (Vatan, Millet, Pragmatizm, H. Gökta, R. Çakır, İstanbul, 1991, s.50).
O halde, bugün Türkiye’de sağ siyasetin en önemli konusu bu ikiliktir. Ancak, bu ikiliğin mahiyetini saptamak o kadar kolay değil.
Mart 1989 mahalli ara seçimlerinde ANAP’ın oy kaybına uğramasının ardından, Korkut Özal bir grup ANAP’lı ile seçim sonuçlarını televizyondan izlerken şu yorumu yapıyor: “Benim gördüğüme göre herkes kendi babaevine dönmüş. Selamitçiler Refah’a, Adalet Partililer DYP’ye, CHP’liler ise SHP’ye gitmişler. Benim anlayamadığım bu ANAP’-ın aldığı yüzde 21 oy nereden geliyor? Kimden geliyor? Neyin nesidir onu çözemiyorum?” (Son 10 Yılın Perde Arkası- Mesut Yılmaz, Yılmaz Çetiner, Milliyet Yayınları, 1994, s.46.)
Bir parti kurulduktan sonra, farklı yerlerden gelmiş de olsa, gelenlerin hepsinin eski yerlerine dönmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Yeni bir parti hangi partinin devamı olarak kurulursa kurulsun, sonunda hep farklı bir parti oluyor. Ayrıca, uzun bir dönem iktidar olmuş, belli bir ilişkiler ağı, kurmuş bir partinin, tümden boşalması beklenemezdi. Fakat, acaba ANAP’ın varlığı sadece böyle açıklanabilir mi? ANAP kurulalı on altı yıl oldu, bu bir parti için kendi seçmenini oluşturabileceği bir zaman demektir. Yine de, tesadüfi yandaşlıklar bir yana bırakılırsa, ANAP ve DYP farklı şeyleri temsil ediyorlar mı?
İşin doğrusu, bu iki parti arasındaki farklılaşma, özellikle Refahyol hükümeti deneyinden sonra belirginleşti. Mesut Yılmaz’ın muhafazakârları tasfiye ederek, partisini liberalleştirdiği yönünde içeriden şikâyetler, dışarıdan tespitler uzun süredir yapılıyordu. Ancak, son seçime her iki parti de, tipik bir merkez sağ taktikle, her telden çalarak girdiler, demek ki, henüz ‘gerçek’ temsil kabiliyetlerini göstermek için şartlar olgunlaşmış değildi. Refahyol deneyiminden sonra, tablo netleşti, DYP küçük sermaye, taşra burjuvazisi, muhafazakâr-dindar ve koyu milliyetçi Anadolu’nun sağ sesi, ANAP ise büyük sermaye, kozmopolit büyük şehirler ve münhasıran İstanbul dükalığının liberal sağ partisi olmak durumda kaldılar. Bu durumdan her ikisi de bir noktaya kadar hoşnut; zira DYP özellikle 28 Şubat sürecine karşı tüm tepki oylarını ve kapatılan Refah’ın bir miktar oyunu alacağını hesabediyor, ANAP ise Türkiye’nin İstanbul dükalığının kontrolünde olduğu hissi ve ordu ile birlikte hareket etmenin güveni içinde bulunuyor. Ancak, ANAP ve DYP’nin rollerinin bu derece netleşmesi, Türkiye siyaset sahnesi için fazlasıyla rasyonel.
Bir merkez sağ kitle partisi olan ANAP’ın, Türkiye koşullarında, bir liberal metropol partisi olarak varlık sürdürmesi zor. Dolayısı ile muhafazakârlık iddiasını tümden terk etmesi beklenemez. Diğer yandan, ANAP’ın muhafazakâr kimliğinden giderek sıyrılmasının ne kadar sorun yaratacağını, ancak seçim sonuçlarıyla göreceğiz. Zira, muhafazakârlığın Türkiye’deki tanımı oldukça karmaşık ve böyle olduğu için muhafazakâr seçmen tepkisi konusunda tahmin yürütmek güç. ANAP’ın 28 Şubat sürecinde, muhafazakâr değerlere karşı hareket etmiş olması, seçmenin gözünde, ANAP’ın bu şekilde davranırken aynı zamanda, ordu ve merkez sağın eski lideri olan Cumhurbaşkanı ile paralel hareket etmiş olması ile dengelenmiş olabilir. Burada dikkate almamız gereken hususlardan biri; siyasal muhafazakârlığın her zaman dindarlıkla veya dinî hassasiyetlerle özdeşleştirilemeyeceği hususudur. Türkiye’de siyasal muhafazakârlığın veya sağcılığın tanımında devletçilik ve milliyetçilik veya devletçi milliyetçilik dinî hassasiyetlerin her zaman önünde olmuştur. Bu durumun en uç örneklerinden biri; Fethullah Hoca’nın, 26 Kasım 1989’da İzmir Hisar Camii’nde verdiği vaazda, türban gösterilerine ilişkin yaklaşımıdır:
“Müminler basiretli olsun... Çarşıda pazarda anarşiye karışmasınlar.. Zira çok yakın arkadaşlarımız fotoğraflarıyla tespit etdiler. Sultanahmet’te olan hadisenin arkasında esas din düşmanları var. Başka yerde olan hadiselerin arkasında da bilgi düşmanları var. Sözde türban adına yürüyorum diyenler istihbarat örgütlerince derdest edilince bu başörtülü, mantolu veya çarşaflı kadınların çoğu erkek olarak çıktı ortaya ve bunların çoğu bir kostüm dükkânından nasılsa İslâmî kıyafetler almış, kendini sokağa atmış açık saçık kadınlar olduğu tebeyyün etdi... Anarşistlerin oyununa gelmeyin” (zik. Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, İstanbul, 1990, s.110-3).
Diğer çarpıcı bir örnek, birçok taşra üniversitesinde, halen, başörtüsü ile üniversiteye girmeye çalışan öğrenci ve buna göz yuman öğretim elemanlarına karşı, MHP’li veya milliyetçi yönetimlerin mücadele ediyor olmasıdır. Muhafazakâr siyasal anlayış için öncelikli olan; ‘nizam’ın bozulmamasıdır, zaten bizi ‘içten ve dıştan yıkmaya çalışıyorlar’dır, ‘birlik ve beraberliğimiz tehdid altındadır’, vs. Bu kaygıya bir de, merkez sağın klasik tezi olan; “biz elimizden geleni yapıyoruz, ama bizden ‘güçlü odaklar’, ‘zinde kuvvetler’ daha fazlasına izin vermiyor” mazeretini eklersek, ANAP’-ın içinde bulunduğu tablo biraz daha farklılaşır. Bu koşullar altında, ANAP’ın, gerek 28 Şubat sürecindeki icraatı ve gerekse söylem düzeyinde muhafazakârlıktan uzaklaşmış olmasının sonuçları beklenildiği kadar ağır olmayabilir.
Aslında, ANAP’ın seçim sloganı olan; ‘sessiz çoğunluğun sesi’ olma iddiası aslında, muhafazakârlığın topluma bakış açısını birebir yansıtmaktadır. Muhafazakâr siyasî söylem, genelde, toplumu suya sabuna karışmayan, gündelik işleriyle meşgul ve en önemlisi, ‘sessiz’, yani protestosu olmayan insanlar bütünü olarak tanımlar. ANAP’taki asıl değişim, alaturka muhafazakârlığın yerini, giderek Batılı türde muhafazakârlığın, zaman zaman liberalizmin öne çıkmasıyla yeni muhafazakârlığın alıyor olmasıdır. Merkez sağ söylemde uslûp değişiminin Mesut Yılmaz gibi karizması zayıf bir liderle yaşanıyor olması, bu değişimin toplumda nasıl karşılanacağı konusunda kuşkusuz belli bir zaaf oluşturacak.
Öte tarafta, DYP Refahyol deneyiminden sonra köprüleri atmış gözüküyor. ANAP’a karşı DYP klasik sağ söylemin tüm temalarını sonuna kadar sahiplenme peşinde. O kadar ki, ortada sol diye bir şey yokken, daha önemlisi ortalama vatandaş için sol bir düşman simgesi olmaktan çoktan çıkmışken, DYP hâlâ solculuk suçlaması üzerinden politika yapmaya devam ediyor. DYP, sadece Refah Partisi’nin kapatılmasıyla, bu partinin tabanından oy almak için değil, muhafazakârlığını vurgulamak için dinî sembolleri ve hassasiyetleri ön plana çıkarıyor. MHP bile geçmişine mesafe koyma ihtiyacı duyarken, DYP’-nin yayın organı durumundaki Öncü gazetesi, Bahçelievler katliamı sanığı Haluk Kırcı’dan bir kahramanmış gibi söz ediyor (Öncü gazetesi, 12, 13, 14, 15, 17, 19 Ocak 1999). Dahası, aynı gazetede 1970’lerin sağ söylemini hatırlatan bir ‘Yahudi-Mason komplosu’, ‘kanı bozuk-seciyesi karışık’ edebiyatı yapıyor. Kısacası DYP, son zamanlarda, herkesten ‘dindar’, herkesten ‘milliyetçi’, herkesten sağcı, Tansu Çiller herkesten daha ana, herkesten daha bacı.
Öncelikle, merkez sağ bir partide, dindarlık-milliyetçilik söyleminin dozunun belli bir miktarı aşması, o parti için kolaylıkla dezavantaj haline gelebilir. Yüksek doz hem merkez sağın klasik seçmeni olan ortalama muhafazakâr vatandaşı ürkütür, hem de merkezin dışında kalan bu davaların hakiki sahibi olma iddiasındaki partilerin duvarına çarpar. Ayrıca, merkez sağ siyaset statükocudur ama statükoyu sarsmayan değişimlere ayak uydurmak durumundadır, ortalama vatandaş devrimleri değil ama değişimi, yeniliği sever. Özellikle Türkiye gibi, Batılılaşmaya en çok itirazı olanların bile, bunla modernleşmeyi ayırdettiği, hiç değilse maddi refahın artması ve ülke için güçlenme anlamına gelen kalkınmaya zaafı olan bir toplumda, ‘dünyaya ayak uydurmak’ demek olan ‘değişim’ gibi kavramlar ve yenilik sembolleri önemlidir. Oysa DYP, son zamanlarda, yetmişli yılların sağcı söylemini büyük ölçüde yeniden canlandırıyor.
Merkez sağda siyaset yapmak kadar, siyasal söylem üretmek de ip cambazlığı gibidir, hassas dengelerin korunması gerekir.
Diğer taraftan, başlangıçta, kolej mezunu, burjuva bir kadının toplumun geniş kesimlerinin özdeşlik kurabileceği bir imajı tutturması, DYP için bir avantaj oluşturuyordu, ancak bu avantajın devam edip etmediği konusu artık pek net gözükmüyor. Zira, imaj konusunun da bir denge üzerinde durduğunu düşünüyorum. Merkez sağ siyasetlerde, ortalama vatandaşa hitabetme, onunla özdeşlik ilişkisi kurma veya bu izlenimi vermek çok önemlidir, ancak dikkat edilirse, merkez sağda kimsenin, bugünlerde ÖDP’nin yaptığı gibi, ‘içimizden biri’ni temsil makamında bulundurma gayreti içinde olmadığı görülür. Merkez sağ partilerin siyasî sahneyi solun yapamadığı kadar ‘demokratikleştirdiği’, toplumun farklı kesimlerini şu veya bu şekilde siyasete kattığı doğrudur, ancak merkez sağda siyaset yapanlar, özellikle liderlik konumuna gelenler, ‘halkın içinden’ gelmekle kalmayıp, hızla para, mevki, vs. kazanan ‘başarılı’ kimselerdir, yani halkın yıldızlarıdır. Merkez sağın diğer siyasetçi tipi, mevcut toplumsal yapının tepesinden gelip, ‘halka sahip çıkanlar’dır.
Merkez sağ seçmen, lideriyle sadece özdeşlik ilişkisi kurmak ihtiyacı hissetmez, aynı zamanda, onun kendi özlemlerini de temsil etmesinden etkilenir. Yukarıda sözünü ettiğimiz birinci kategorideki siyasetçi ve liderler, insanların sıfırdan gelip en tepeye çıkma özlemlerini temsil ederler. İkinci gruptan olanlar ise, alelade insana, toplumun ulaşamadığı kesimleri ile bağ kurma şansını veya hissini verir. Sağ siyaseti ayakta tutan psikoloji, insanların toplumsal güçle, iktidarla bir şekilde bağ kurma ihtiyacı veya tutkusudur. Aksi takdirde, insanlar sürekli zenginler kulübü olarak işleyen partilere oy vermezler, burjuva demokrasilerini, arasıra değil, sürekli zora sokarlardı. Aslında, sağ siyaseti besleyen psikolojiyi anlamak için, sadece liderler ve politikacılara değil, insanlarla iktidar arasında özdeşlik ve bağ kuran semboller, kavramlar ve mitolojilere, bu açıdan bakmak gerekir. Ancak, daha geniş bir yazının konusu olacak bu konuyu şimdilik bir yana bırakalım.
İnsanların merkez sağ siyaseti desteklemek suretiyle ve liderler yoluyla, iktidarla bağ kurmak istekleri, alelade insanların kendilerini özdeşleştirebileceği insanların iktidar konumuna yükselmesiyle veya toplumun tepesinde (ekonomik, sınıfsal, kültürel) belli iktidarlara sahip kimselerin onların temsilcisi olma iddiasıyla onlarla bir bağ kurması yoluyla gerçekleşebilir.
Tansu Çiller ister istemez ikinci kategoriye mensup bir liderdir. Demirel tarafından keşfedilip, siyasete davet edilmesinin nedeni DYP’nin ‘çağdaş, modern’ bir imaj aramasıdır. Hal böyleyken, Çiller’in kendini rolüne fazla kaptırıp, ana-bacı imajını ve ‘halkın içinden biri’ olma meselesini abartması, ‘kolejli kız’ın neredeyse unutulması, merkez sağda siyaset yapan biri için bir noktadan sonra dezavantaj olmaya başlar diye düşünüyorum.
Son olarak, DYP’nin her merkez sağ parti gibi, sağ siyasetin altın çağı olarak, ‘46 ruhu’ndan söz etmesi, kendini o ‘geleneğe’ dayandırmaya çalışması anlaşılabilir bir şeydir, fakat, söylediklerini ciddiye alması kendisi için risklidir. Merkez sağ partiler, sürekli ‘milletin sağduyusu’ndan bahsederken, DP’nin, 1950’lerde yaptığı çıkışa gönderme yapsalar da, bu çıkışın mahiyeti tartışma konusudur. Ayrıca, o dönemin koşulları hemen hemen tümüyle değişmiştir; CHP’nin tek parti idaresine karşı çoğunluğun DP yoluyla ve hattâ DP’nin kapatılmasının ardından AP’yi yükselterek verdiği tepkinin benzerini, üstelik ortalıkta başka bir merkez sağ parti varken ve ona karşı, beklemek gerçekçi gözükmüyor. Aslında, ANAP’ın çıkışını da, bu geleneğe dayandırmak zordur, zira ANAP’ın çıkışı, dağılmış ve merkezin dışına taşmış olan sağ siyasetin kendiliğinden değil, yapay bir şekilde ve geçici olarak, bir çatı altında toplanmasından başka bir şey değildir. Ayrıca, sağ siyasal söylemin iddia ettiği gibi, seçmen ANAP’ı seçmekle askere tepki göstermiş falan değildir, ANAP 12 Eylül rejiminin bir partisidir. DYP’nin, ‘millî iradenin’ ‘her zamanki gibi’ dayatmalara karşı büyük bir tepki göstermesini beklemesi, ancak sağ romantizm veya yanlış hesap olarak değerlendirilebilir.
Sağın seçmeni artık; ne ‘sessiz çoğunluk’, ne de ‘millî irade’ diye ifade edilen türdeş bir topluluk değil. Diğer taraftan, merkez sağ siyasetin, aktif, protestocu vatandaş oyuna dayanması söz konusu değilken, bir merkez sağ partinin protestocu kimliğini çok öne çıkarması, yine DP koşullarının olmadığı bir ortamda, anakronik bir strateji gibi gözüküyor. Tıpkı, protestocu kimliği yüzünden yükselen Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Partisi’nin, içeriden dışarıdan her türlü gayretle merkez sağ parti yapılmaya çalışılmasının yanlış bir strateji olarak gözükmesi gibi.
Türkiye’de siyaset, tartışma konusu ettiklerimizin dışında, gündelik, pratik, şahsi, birçok başka boyutun etkisi altında işliyor. Bizim gözlemlerimiz, merkez sağ siyasetin, daha ziyade söylem düzeyinde nasıl işlediğini anlamaya çalışmak çabasının ürünü. Seçim sonuçları, bu gözlemleri sınamak yoluyla, merkez sağ siyasetin toplumsal karşılığını ve işleyişini anlamak açısından, en iyi imkân olacak.