53 yıllık demokrasi deneyimimizin 18 Nisan 1999’da yapılacak 14. genel seçimi sonucunda, bugünkü çarpık düzenimizde hiçbir şeyin değişmeyeceği hususunda adeta bir oybirliği var. (Her ne kadar partilerimizin seçim sloganlarında her şeyin düzeleceği, yepyeni bir Türkiye’de halkımızın sorunsuz yaşayacağı bir kez daha vurgulanıyorsa da.) Gerekçe olarak da oranların ufak farklarla 1995 düzeyinde kalacağı sadece partilerin sırasında bazı yer değiştirmeler beklendiği ileri sürülüyor. Açıkçası demokrasimizin kökleşmesi ve kurumsallaşması açısından bir beklenti bulunmadığı inancı egemen.
Biz böyle düşündükten sonra başkalarına, demokrasimizin işlemediği ya da başarısız kalacağı hususunda görüş belirttikleri için kızmaya hakkımız kalıyor mu?.. Örneğin İslâmcı çevreler -özellikle Araplar- laik bir rejim iddiamızın başarısız kaldığını, Türk modeli demokrasinin işleyemeyeceğini adeta keyifle ileri sürüyorlar. Alternatif olarak laikliksiz, hürriyetleri -özgürlükleri değil- İslâmî çerçeve içinde kabul eden bir demokrasiden yana olduklarını saklamıyorlar. Bizdeki demokrasiyi amaç değil araç sayan kesim de onlardan esinleniyor: Söyledikleri olabilirmiş gibi.
Batı dünyası, özellikle Avrupa Birliği, uygulamadaki aksaklıklarımızı hele hele özgürlükler -yani çoğulculuk- açısından eksiklerimizi, en ince ayrıntılarına kadar vurgulamaktan inanılmaz bir zevk alıyor. Bunları sonsuza dek çözemeyeceğimiz kompleksini yerleştirmek peşindeler adeta. İçimizdeki “Biz adam olmayız”cıların en büyük esin kaynağını onlar oluşturuyor. Böylece Amerika ya da Avrupa’ya teslim olmanın tek çözüm olduğuna inanan bir kesim beliriyor.
Duygusallıktan uzak bilimsel değerlendirme yanlısı bir kesimin akılcı değerlendirişi ise “acilcileri” pek tatmin etmiyor. “Gelişme teorisi” yanlısı kesimler toplumsal değişimin bir süreç olduğunu, özümsemenin bir süreye ihtiyacı bulunduğunu savunmaktalar. Gelgelelim hızlanan dünyada “hemenciler” çoğunlukta.
53 yıl içinde hiçbir şeyin başarılamamış olduğu söylenemez, ancak bazı takıntıların daha ileri aşamalara erişmemizi engellediği de inkâr edilemez. Şubat ayı sonunda Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde düzenlenen bir uluslararası “Seçim ve Medya” semineri konu üzerinde derinine düşünme ve tartışma olanağı sağladı. Burada sorunun bütün ayrıntılarını ele almak amacında değilim, ancak hayli ön planda olan bir çarpık yaklaşıma dikkati çekerek 53 yıldır düzeltmeye çalışmadığımız bir davranışı gözler önüne sermek istiyorum. 1962 yılında yazdığım bir yazıda o sırada 16 yıllık olan demokrasimizin hiçbir seçime aynı yasalarla ve sistemle (hattâ aynı anayasa ile) girmemiş olmasından yakınmıştım. Gerçekten demokratik yaşamımızın bu ilk üçte birlik sürecinde 3-4 defa anayasa ve 5-6 defa seçim yasasıyla medya kuralları değiştirilmişti. O günden 20. yüzyılın son günlerine kadarki üçte ikilik sürede ise değişmelerin ikiye hattâ üçe katlandığı biliniyor. Eskişehir’de hukuk uzmanları bu kere de evvelkilerden farklı uygulamaların getirildiğinden bahsettiler. Yüksek Seçim Kurulu ile RTÜK arasında beliren çelişkiler ve anlamsız yasaklamalar bunun kanıtı.
Durmadan yeni yasa ve kurallar koyma tutkumuzun bunlara uyma irademizi güçlendirmeye değil, aksine uyulmamasını sağlamak için karmaşa yaratmaya yönelik olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Nitekim RTÜK yasasının çıkarılma öyküsünün ayrıntıları anımsanırsa işlemesi için değil, delinmesi için hazırlandığına inanmamak mümkün olamıyor. Özal’ın oğlunun yasadışı kurulmuş televizyonunu izleyenlerin çoğalması üzerine “en kötüsü de olsa bir yasa bulunsun” mantığıyla Meclisten alelacele geçirildi. Hattâ o sırada eklenmişti: “Aksayan taraflarını Meclis ilerde yeniden ele alıp düzeltir.” Ne kadar yazık ki, bu yolda -ısrarlı yakınmalara rağmen- tek bir adım atılmadığı gibi yasanın birçok maddesinin işlememesine de kimse aldırmıyor. Hattâ ortaya çıkan 200’den fazla televizyon ve 1500’den fazla radyonun lisansları, yani yasal izin belgelerinin de bulunmadığı uzmanlarca açıklandı.
Bu “Nasrettin Hoca Türbesi” nitelikli ortamda seçimlere giderken yeni kısıtlamaların getirilmesi “delme uzmanları”nı hiç de sıkıntıya sokmuş görünmüyor. Aksine yeni formüller bulmalarına yarıyor. Marmara isimli bir televizyon kanalının seçim kampanyası yapanlara bir fiyat listesini açıklaması bu girişimlerden biriydi. Siyasî program yapmadığını, ticari reklam hesabıyla zaman sattığını iddia edebiliyordu. Dikkatimi, bu karmaşanın devamını önlemek için asıl görevi yasa yapmak olan Meclisten hiçbir gayretin çıkmaması çekti. 53 yıldır sürdürülen karmaşanın -1961 çabaları dışında- devamının bazı kesimlerce arzulandığı inancı güçleniyor. Seçimle ilgili bütün düzenlemelerin onları hazırlayanların kendilerinin “sandıktan çıkma”larını sağlamak amacıyla yapıldığı açıkça anlaşılıyor.
Bu geleneği sadece demokrasi dönemimize özgü sanmak da yanlış olur. Tek parti döneminde seçimlerin iki dereceli yapıldığı aşamada da ilk hedef önceden belirlenmiş olanların sandıktan çıkmasını sağlamaktı. Bu noktada iki dereceli seçimle ilgili terminolojinin sebep olduğu ilginç bir “kelime oyununu” anımsatmaya çalışacağım. İkili sistemde önce müntahibi evvel’ler (birinci seçmenler) yani halk, oylarıyla müntahibi sanileri (ikinci seçmenleri) belirliyor, onlar da milletvekillerini seçiyorlardı. Müntahib sözcüğü Arapçada “nahb” kökünden gelir ki, seçilen anlamınadır. Bu sözcük konuşmada çoğu kez “müntehib” şeklinde de kullanılır ve farkını pek az kimse bilir. Bu ikincisi “nehb” kökeninden gelir ve “yağmalayan, çapul yapan” anlamınadır. Sandıktan garantili şekilde çıkışı güvence altına almaya yönelik davranışlar, bana hep bu kavram kargaşasını anımsatır. Yani maksatlı bir kargaşa. Amacın saklanmasından başka bir amaç yok.
Sandıktan kimin çıkacağı önceden bilinen tek parti dönemlerinde sürprizleri önlemek için basit yöntemler vardı. 1930 Serbest Fırka denemesinde bir sandıktan istenmeyen sonuçlar çıktığında Zati Sungur’vari bir elçabukluğuyla -vatandaşın sopa zoruyla sandık başına getirilip- işlerin yoluna konduğuna dair örnekler eksik değildi. Haydi buna “devrim dönemi gereksinmesi” diyelim. Ama aynı yöntem tek dereceli seçime geçildiğinde 1946’da da uygulanmaya kalkışılmıştı. Özgürlük tarihimize geçen Senirkent olayında köylü vatandaşlarımızın sandığı jandarmalara vermemekteki direnci oy verme hakkının bilincine varmış olduklarının kanıtıydı. Nitekim 1950 seçimlerinde “Yeter, Söz Milletindir” sloganının büyük başarısı vatandaşın sandıktan kendi özlemlerinin çıkmasını istediğini herkese kabul ettirdi. Ne yazık ki siyasilerimiz o andan itibaren sandıktan çıkmaya yeni bir kılıf bulmak için adeta yarışa girdiler.
Demokrasi, yani çoğulculuk savunucusu Demokrat Parti’nin sandık zaferini sadece kendisi için ve keyfinin istediklerini yapmaya yönelik bir araç gibi algılaması Türk toplumunu on yıl boyunca asıl amaçlarından uzaklaştırdı. Popülist mesajlarla iki seçim daha kazanınca sandıktan çıkmanın yozlaşmış türünü ülkemizde kökleştiren kurum oldu. İçine çöreklendirdiği çıkarcı kadroların benzerlerinin diğer partilerde de belirmesine örneklik yaptı.
1946-50 arasında CHP’ye 1950-60 arasında DP’ye karşı çok başarılı bir özgürlük savaşı veren basınımız, 1970’lerin sonunda tamamen büyük sermayenin kontrolü altına geçinceye kadar, olabildiğince bu eğilime direnmeye çalıştı. 1960-80 arasındaki ilkeler üzerindeki tartışmalar, hele demokratik solun CHP ile yüzde 43’lere ulaşmasına kitlelerin ve medyanın katkısı büyük umutlar uyandırmış, sandığa güveni arttırmıştı. Kişilerin ve çıkarların değil bütün topluma yararlı ilkelerin üretilebileceği bir araç olduğu inancı yerleşmeye başlamıştı. Oysa CHP de aynı hastalığa tutuldu. Bu konuda kişisel bir gözlemimi aktarayım. 1974 Kıbrıs başarısı ile idolleşen Ecevit, İstanbul’u ilk ziyaretinde Saraçhanebaşı’nda yüzbinler tarafından karşılandı. Yer yerinden oynuyordu. Başkanlarını omuzlarda taşımak için çırpınan CHP’li bir gencin söyledikleri asla kulaklarımdan gitmemiştir: “24 yıldır (1950-74) onlar yiyordu, şimdi de 24 yıl için sıra bize geldi.”
TİP’in, bazı sendikaların diğer bazı sol grupların da ilkeli davranışları olmuştur, ama hiçbiri CHP’nin o sandık başarısının gölgesine bile ulaşamadı. Ama hiçbiri de CHP gibi içinden “sandıktan çıkma” tutkusuyla o derece yozlaştırılamadı. 12 Eylül’den günümüze gelen süreçte de bunun artarak devam ettiğine tanık oluyoruz. İç çekişmeler, hizipleşmeler bir türlü bitmiyor. Sosyal demokratların diğer kesimi de dürüstlük tezi altında halktan kopuk kadrolara dayanmayı yöntem edinmiş bulunuyor.
Sağ kesim bu alanda -ideolojilerine de uygun olduğu için- daha sistemli çalışıyor. Ayrıca önlerinde örnek olacak Batı modelleri de var. Son zamanlarda Amerika’da geliştirilen iki deyim, oluşumun bilimsellik çerçevesine sokulmaya çalışıldığını gösteriyor. Bunlardan birincisi “information-haber” ile “entertainment-eğlendirme”den oluşan “infortainment” yani bilginin, haberin eğlendirici bir içerik kazandırılarak sunulması anlamını taşıyor. Açık açık “paparazzi” türü diyecek yerde bu “bilimsel” deyimi tercih etmişler. Geçen seçimlerde “herkese iki anahtar, biri ev, diğeri araba için” sloganını kullanan partinin sandıktan çıktıktan sonra neler yaptığını biliyorsunuz. Liderlerinin serveti çoğalıverdi, enflasyon doruğa ulaştı, gelir dağılımının eşitsizliği büsbütün arttı, yolsuzluklar kurumlaştı... Bırakınız her vatandaşın ev ve araba sahibi olmasını, kiralık evlerdeki eşyalar hacizden gidecek. Şimdi bu parti tekrar sandıktan çıkmak için şu yeni “infortainment” kampanyası içinde: Tam demokrasi, tam özgürlükleri getireceğiz... Enflasyon duracak, işsizlik azalacak... Ziraat Bankası çiftçinin olacak... Ve ünlü “Yeter, Söz Milletindir” mesajı yeni bir formül ile tekrarlanıyor: “Yeter, Hak Milletindir.” Rakibi olan parti ise, ortanın solunun bir zamanki sloganını benimsemiş: “Umut.”
Bu infortainment oynayanlara yakıştırılan bir deyim de belirmiş: Spin doctors, yani bükme-eğme doktoru. Aslında deyim belkemiği tutulmalarında fazla sancı çektirmeden bunların yeniden çalışır, eğilir bükülür hale gelmesini sağlayan uzmanları belirliyor. Şimdi çarpıtmaları tepki uyandırmadan yutturmasını beceren kavramları eğmeyi bükmeyi sağlayan siyasiler ve medyacılar için de kullanılmaya başlanmış. Aklımda yanlış kalmadıysa “belkemiği olmayan adam” deyimi her kalıba giren kişiler için kullanılırdı. Yeni kavram ise mesajları her kalıba sokup sandıktan çıkmayı garanti edenlerin simgesi. Bu tipleri anlatmak için yakında Fransa’da bir kitap çıktı, adı Düzenin Yeni Bekçileri. Özeleştiri dozu öylesine yüksekmiş ki pek çok yayınevi bile yayımlamayı göze alamamış. Sandıktan çıkmayı sistematize eden bu kesimlerin bizde de bol bol örneklerine her gün rastlıyoruz.
Bu seçimlerde de sandıktan çıkana güvensizliğin, kararsızların oranını yüzde 45’lere yükselttiği hakkında haberler dolaşıyor. Müntahib değil müntehib (=yağmalayan) kişilerin listelerde yer aldığı inancı kitlelere öylesine yerleşmiş ki, belki de tarihimizde ilk kez bir adayın gazetelere şöyle bir ilân verdiği görüldü:
“Milletvekili seçildiğimde ulusuma layık olabilmek için maaşımı şöyle bölüştüreceğim: Üçte birini Türk Silahlı Kuvvetleri gazilerine, üçte birini Darülaceze’ye, diğer üçte birini de Çocuk Esirgeme Kurumu’na hibe edeceğim. CHP adayı Halis Dirican.”
Evet, sandıktan ilkeleri olan değil, sadece dürüst, para yemeyen adamlar çıkmasını özler duruma geldiğimiz görülüyor.