HADEP’in kapatılması için açılan dava, Türkiye’nin bugünkü siyasî durumuyla ilgili hangi sorulara işaret ediyor? Bu sorunun tartışılmasında dikkate alınması gereken başlıca olgulardan biri, bu davayla ilgili tepkilerin pek de heyecanlı olmamasıdır. HADEP çevresi ya da HADEP ile belirli bir “dayanışma” içinde olması beklenen ÖDP çevresinin tepkilerindeki heyecansızlık da dahil, söz konusu davanın taraflarının bu davayla ilgili tutumları, davanın kendisinden daha önemlidir. Söz konusu tutumlar, Türkiye’nin bugünkü siyasal durumunu anlama ve bu durumdan çıkış yolu bulma çabalarında önemli veriler teşkil ediyor.
Söz ettiğimiz “heyecansızlığı” açımlamak için durumu gözümüzün önüne getirelim:
• DEP davasından farklı olarak HADEP davası, hukuksal bakımdan ya da demokratik haklarla ilgili ya da siyasal yapılanmayla ilgili ciddi bir tartışma yaratmadı. (İşin aslına bakılırsa, RP davası bile, DEP davası etrafındaki heyecanlı tutum almalara, kutupsallaşmaya yol açmadı.)
• HADEP’in kapatılması talebinin seçimler döneminde getirilmiş olması da, bu durumu değiştirmedi. Dahası, Silâhlı Kuvvetlerin daha önce açıkça seçim sisteminin değiştirilmesini, “temsiliyet” açısından yaratacağı “tehlike” (silâhlıların ve Demirel’in 12 Eylül öncesinde de sıkça dikkat çektiği bir tehlike) daha az olan iki turlu seçim sisteminin getirilmesini istemiş olması ve bu yöndeki baskının Demirel’in işgâl ettiği makam tarafından açıkça ifade edilmiş olması da, skandal duygusu yaratmak bir yana, bir tartışmaya yol açmadı.
• Türkiye’de -işleyişi artık malûm olan- “psikolojik harp” aygıtlarının, resmî ya da özel, büyük basın-yayın kuruluşlarının, HADEP davasını, bu parti aleyhinde rezil bir propaganda kampanyasına girişerek karşılamadığına dikkat edilmelidir. DEP davasında medyanın savaş görevlerini nasıl abartmış olduğu hatırlanmalıdır. Bu son durum tespitine, “Öcalan krizinde” söz konusu aygıtların üstlerine düşen rezaleti zaten yerine getirmiş oldukları söylenerek itiraz edilebilir,. Oysa “Öcalan krizinde” HADEP’in ciddi bir “medya” hedefi haline getirildiği söylenemez. Davayı açan ve sonuçlandırılacak olanlara kahramanlık payesi biçilmemekte oluşuna da dikkat edilmelidir.
• DEP davasından farklı olarak, HADEP davasında davalı taraf, dikkat çekici bir yalnızlık içindedir. HADEP’in -örneğin milliyetçi olmayan sol tarafından, ÖDP tarafından- yalnız bırakılması, yalnızca seçim hesaplarıyla açıklanamaz. Dahası, HADEP’e ve genellikle Kürtler’e, Almanya’da soykırımın başlamasından önce komşularınca Yahudiler’e muamele edildiği gibi, yurttaşlarının cemaatinden sürülmüş lanetliler gibi muamele edildiği, artık itiraf edilmelidir. Söz konusu muamelenin, “psikolojik harp”in “kitle psikolojisi” üzerindeki etkileriyle açıklanması, “bilimsel” bir cazibeye sahip olsa da, kanımca, söz konusu durumu açıklamayı geçiştirmenin ötesine gidemez; durumun değerlendirilmesinden bizi fersah fersah uzaklaştırmakla kalır. Rejimin, yaklaşık 1993’ten beri uyguladığı “şiddetle yalnızlaştırma” stratejisi başarılı olmuştur. Bu başarılı strateji, her muhalifi tehdit eden bir iktidar tekniği olarak sürekli el altında tutulmaktadır. Farklı kesimlerin ayrı kamu gündemlerinin oluştuğu ve etnik ayrışma hatlarının, bizzat devlet adına ve şiddet yoluyla güçlendirildiği bir ülkede, yalnızlaştırma stratejisi kolaylıkla işlemektedir. Bu durum, Türkiye’de yurttaşlık bağına dayalı bir cumhuriyeti kurmanın önündeki en derin engellerden biridir.
• Yine DEP’in durumundan farklı olarak HADEP’in durumunda, yalnızlaştırma politikasının yalnızlaştırılanlar üzerindeki etkisini daha açık olarak görüyoruz. Kürt sorunu merkezli bir siyaset yapmanın yollarını ararken, DEP de gündelik olarak kendisine yönelik şiddetle, hem de 1993 ve 1994 koşulları hatırlanırsa, çok daha yoğun bir şiddetle ve onun sonuçlarıyla baş etmek zorundaydı. Ama DEP, hâlâ bütün Türkiye’ye seslenme olanağına ya da, daha doğrusu, umuduna sahipti ve bu olanak ya da umut, DEP’i belirliyordu. DEP’i belirleyen, kendisine yönelik şiddete ve bu şiddeti destekleyenlere yönelik bir hınçla belirlenmiyordu. Oysa HADEP, bu umudu kaybettiğinden ve Kürt kamusuna hapsolduğundan, söz konusu hınç ve o hıncın yöneldiği zulüm, HADEP’i belirlemeye başladı.
Buraya kadar sayılanların ardında başka bir durum yatıyor. Günümüz Türkiye’sinin “demokratik yapısı” ve bu yapıyı “anlamlı” ve yandaşları nezdinde işler kılması beklenen “demokratik haklar,” artık onları savunmakla mükellef olanların gözünde bile bir bağlılığın ya da inanmanın konusu olamıyor. Söz konusu yapıya ve haklara değer atfedenler, bu “değer”e ancak başka değer atıflarına dayanarak inanabiliyorlar - ve bu bile ikiyüzlülüğün ötesine geçemiyor. Şimdi onlar, yalnızca Türk milliyetçiliği, “ekonomik-politik istikrar” gibi “değerli amaçlar” için demokrasiyi ve demokratik hakları araç olarak görmeleri sayesinde, kendi “inanç sistemleri”, kozmolojileri bakımından bir bunalım yaşamıyorlar. Ama bu, daima sarsılmaya mahkûm olan; onların ayaklarını basacakları sağlam bir zemin ihtiyaçları bakımından da hayli kaypak bir imandır. Bu imanla ilişkileri, onlara, laik Müslümanların dinî inançlarıyla ilişkilerinden elde ettikleri manevî tatminden daha fazlasını getirmeyecektir.
Konunun bir başka yanına daha değinilmelidir: DEP davası, o partinin “yasadışı unsurlara mihrak teşkil etmesi” temel iddiasına dayanıyordu. HADEP davasında da olduğu gibi, DEP’in ve milletvekillerinin barış, demokrasi ve insan hakları taleplerinin, PKK propagandası olarak okunması için koşullar uygundu. Ama bu bağlantıyı kurmakta gösterilen mantık dehasına rağmen, söz konusu iddia, kapatma kararını verenlerce yeterli bulunmamıştı. Onlar, siyasal bakımdan böylesine güçlü oldukları bir iddiayla yetinmediler ve DEP’i kapatma kararını, bariz bir ideolojik deklarasyona dönüştürmekten kendilerini alamadılar: Türk milliyetçiliğini “emreden” bu ideolojik deklarasyona göre DEP’in asıl suçu, “Türk devletinin topraklarında azınlık yaratmak”tı. Dahası, DEPliler, Kürt halkından ve haklarından söz etmekle ırkçılık (kendileri modern oldukları için suç olarak gördükleri ırkçılık) suçunu da işlemiş oluyorlardı. Böylece sadede gelinmiş oluyordu: Türk milliyetçiliğinin ideologları, varlığını kabul etmekle hukuksal olarak yükümlü oldukları ekalliyetleri hâkim kamusal hayatın dışına sürmüşken ve varlığını kabul etmekle hukuksal olarak yükümlü olmadıkları -sadece etnik cinsten olmayan- başka azınlıklar da bunca yıldır gergin bir suskunluk içinde yokmuş gibi yapmışlarken, “tek millet, tek devlet” ideolojisini cidden tehdit eden yeni bir problemle karşılaşmış oldular. Bunun yarattığı hıncı denetlemeyi bugüne kadar becerebilmiş değiller. HADEP’i kapatılan bir partinin devamı olmakla suçlayıp kapatmak yolu öteden beri açıkken bu yoldan gitmemeleri de bu hıncın göstergesi değil mi? Hem bu hınç hem de imanlarının kaypak zemini, rejim ve ideologlarını, bu ideolojik hesaplaşmayı periyodik olarak yeniden üretmeye mahkûm ediyor. HADEP davası, işte bu hesaplaşmanın aracından başka bir şey değildir.
“Şiddet” diyor Arendt, “Sözün bittiği yerde başlar.” Söz ise, siyasetin tek aracıdır. Siyasetin bittiği/bitirildiği yerde ise, insan çığlıkları, silâh sesleri, patlama uğultularından başka ses duyulmaz olur.