18 Nisan’da yapılacak seçimlerin kimlerin seçimleri olacağı konusunda, yaşımızın ve tarihsel ufkumuzun elverdiği ölçüde, şu ana kadarki hiçbir seçimde olmadığı kadar bir belirsizlik olduğunu söyleyebiliriz. Esasen seçimler, demokrasilerin en temel ve en vazgeçilmez unsurudurlar. Kural gereği, halkın kendi kaderini tayin etmesini, kendi yöneticilerini özgür iradesiyle seçmesini ifade etmesi beklenir. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki en sağlam ve en geçerli iletişim imkânını sağlarlar. Bu iletişimin kopması oranında demokrasinin gidişatında bir aksamadan söz etmek mümkündür. Seçimlerin kimin seçimleri oldukları konusunda ise tanım esas alındığında hiçbir karışıklık yoktur. Seçimler, tabiî ki halkın seçimlerinden ibarettir. Siyasî bunalım ve meşrûiyet krizlerini gidermenin en geçerli ve etkili yolu olarak seçimlere başvurulduğunda, seçimlerde her türlü sonuç muhtemeldir. Bu başvuruda halkın hakemliği bütün yöneten kadrolar hakkında hüküm verebilme yetki ve imkânına sahiptir. Seçimler o yüzden halkın yönetme duygusunun pekiştiği, siyasîlerin de kendilerini sorumlu hissettikleri bir hesaplaşma ânıdır. Bir dönemin sonunda halk daha önce seçilmiş olanlar hakkında en radikal kararları vererek bütün bir yönetici kadroyu tasfiye etme imkânına sahiptir.
Kuşkusuz, böylesine ideal bir seçim tasviri demokrasilerin en gelişmiş modellerinin yaşandığı toplumlarda bile bu kadar katışıksız olamıyor. Siyasal alanın en temel ve vazgeçilmez unsuru olan seçimlerde, siyaset dışı güçlerin de oyuna dahil olma çabalarına karşı yeterli önlemler çoğu zaman alınamıyor. Zor kullanma tekeline sahip olan güçler kadar, kitle iletişim ve medya aygıtlarıyla kitlesel manipülasyon imkânlarını elinde tutan sermaye odaklarının başını çektiği güçler çoğu kez demokrasiyi, sonu hep kendi lehlerine işleyen bir oyuna dönüştürebiliyorlar. Bunun sadece Türkiye’nin demokrasi tecrübesine özgü bir durum olmadığını peşinen söylemek, dünyanın en gelişmiş demokrasilerine sahip ülkelerde bile bu güçlerin demokrasi oyunu içinde hiçbir zaman safdışı kalmadıklarını hatırlatmak gerekirse de, şu anda bizi ilgilendiren Türkiye örneğidir.
Türkiye’de yine kapıya gelip çatmış olmakla birlikte, adeta kapının açılmasının gecikmişliğini bahane ederek iyi bir zamanlamayla kapı açılmadan kaçıp gidecek bir çekingenlikle gelen bir seçimle karşı karşıyayız. 18 Nisan’da yapılması TBMM’de kararlaştırılan yerel ve genel seçimlerin yapılması, gerçekten de o misafirin kaçıp gitmeden yakalanması anlamına gelecek gibi görünüyor. Bu durum seçimin çoktan artık olması gereken yerden uzaklaşmış olduğu anlamına da geliyor. Besbelli ki, seçimin yapılmış olmasının kendisi, seçimin demokratik sistemde kendisine öngörülen bağlamdan bir hayli uzak bir çıkar bağlamına karşı belli belirsiz bir direnişi temsil edecektir. Gerçi bu mihrakların her zaman her durumdan uygun çıkarlar bulma yetenekleri gözardı edilmediğinde, bu seçimlerin yapılışı son anda varılan bir uzlaşmanın sonucu olarak da düşünülebilir. Esasen Turgut Özal’ın ölümünden sonra yapılan her iki seçimin de bu minvalde geçmesi bir hayli dikkat çekicidir. Hatırlanacağı üzere 1995 genel seçimlerinin yapılması konusunda da benzer bir tereddüt, seçimin yapılacağı güne kadar sürmüştü. Seçimin, seçimlerin bir hayli zaman öncesinden, ta 27 Mart 1994 yerel seçimlerinden itibaren iyice görünmeye başlayan sonuçları, o seçimlerin erkenden yapılmasına karşı belli güçlerin ayaklarını sürüyordu. O kadar ki, seçimlerin yapılıp yapılmayacağı noktası üzerindeki spekülasyonlar seçimlerin sonuçlarından daha fazla gündemde yer almaya başlamıştı. Sonuçta seçimler oldu. Seçimlerin sonucu herkesin beklediği gibi, fakat bir tonlama farkıyla gerçekleşti. Refah Partisi beklendiği gibi birinci parti olmakla birlikte beklenen patlamayı yapmamıştı. Merkez sağın iki partisi oyları kendi aralarında aşağı yukarı fifty-fifty paylaşmışlardı. Birinin oyları daha fazla diğerinin milletvekili sayısı - öylesine tuhaf bir durum ortaya çıkmıştı. CHP barajı zar zor aştı. MHP, milliyetçiliğin PKK sayesinde aldığı yüksek ivmeye rağmen, barajı aşabilecek performansı gösteremedi ilh.
Bütün bunlar oldu ama seçimin sonucu bunlardan veya oylara göre sandalye sayısının dağılımından ibaret değildi. Seçimlerin yapılmasına karşı ayak direten siyasî odaklar açısından, oluşan dağılım tablosunun kullanışlılığı önemliydi. İçerdiği bütün hedef ve anlamlarıyla birlikte 28 Şubat sürecinin bütün operasyonlarını mümkün kılacak olan bu tabloydu. Gelinen noktada bu tablonun kullanışlılığı tescil edilmiş olduğuna göre, o seçimin, en hararetli tâlipleri arasında yer aldıkları halde demokratik güçlerin veya halkın seçiminin bir sonucu olarak kalmadığını söylemek mümkündür. Son üçbuçuk yıldır bu Meclisin içinden neşet etmiş olan hiçbir icraatın, o Meclis tablosunu mümkün kılmış olan halkın, en azından ortalama iradesini temsil etmiş olduğunu hiç kimse söyleyemez. Bu süreçte yer almış olan Anavatan Partisi büyük oranda kendi seçmenini bile karşısına alarak bütün o icraatları yürütmüşken, esasen bu sürece damgasını vuran belli başlı icraatların hiçbirisi bir referandum durumunda halkın onayını alabilecek icraatlar olamazdı.
Diğer yandan, o günkü koşullarda bir seçimin riske atmasından çekinilebilecek bazı hükümetler-üstü politikaların seyrine bir göz atmak bile birçok şeyi açıklayabilir: Çekiç Güç hiçbir hükümet politikasından etkilenmemiştir. Olağanüstü hal politikasına dokunulamamıştır. Türkiye’nin İsrail’le askerî işbirliği anlaşmaları hiçbir devirde olmadığı boyutlarda gerçekleşmiştir. Gümrük Birliği süreci daha bir ivme kazanarak sürdürülmüştür ilh. Seçim öncesinde bütün bunlara karşı olduğunu ilân etmiş olan Refah Partisi’nin iktidarda olduğu zamanlarda, ve bilhassa bu zamanlarda bütün bu politikaların bizatihi faili kılınması, basit bir “tükürdüğünü yalatma” gösterisinin ötesinde bir şeydi. Halkın seçimler yoluyla sergileyeceği muhtemel bir muhalif iradeyi, siyaset dışı güçlerin telaffuz edilmemiş veto imkânı veya tehdidi, kendini büyük bir meydan okuma havasında ifşa ediyordu. Siyaset dışı güçler, veto haklarını bizzat aynı seçimlerin, yani halkın tek meşrû katılımcı olduğu seçimlerin üzerinde de kullanabileceklerini gösterdiler. Bu gösterinin sonucunda anlaşılan, siyaset dışı güçlerin fevkalade örgütlü koalisyonlarının, % 10’luk bir seçmen kitlesinin sağladığı meşrûiyetle yetinerek de, halkın % 80 hatta % 90’ının şiddetle muhalif olabileceği bir icraatı yürütebilecekleridir. Siyasette meşrûiyet-ötesi bir döneme geçildiğinden söz etmemizi mümkün kılan bu gelişmeler, gücün belli bir düzeyinde haklılık veya meşrûiyetin bu gücün devamı için yeterli veya gerekli bir koşul olmadığını da, demokrasinin katışıksız bir halkın seçimi esasına oturmadığını da bütün çıplaklığıyla gözler önüne koymuştur.
Bu durumda seçimlerin kimlerin seçim(ler)i olduğu Türk demokrasisi tarihinin hiçbir döneminde muhtemelen çekip gitmeyecek bir soru olarak kalacaktır. Esasen, yukarıda halkın demokrasiyle reel katılım düzeyi konusunda söylenenler bir çeşit indirgemecilikle malûl kılınabilir. Haddizatında halkın sadece bu seçimde değil herhangi bir seçimde hiçbir etkisinin olmadığını söylemek yerine, değişik faktörlerle etkisinin gittikçe azalmış olduğunu söylemek daha doğru olur. Belki paradoksal bir şey olacak bunu söylemek ama, halkın demokrasiye katılımını azaltan faktörlerin en önemlisi, muhtemelen iletişim teknolojilerindeki gelişmelerdir. Bunu aşağıda daha ayrıntılı bir biçimde işlemek üzere erteleyip, 18 Nisan seçimlerini belirleyecek değişik rizomların bir tasvirini yapmaya girişelim. Biraz da risk almayacak kehanetlerde bulunalım. Kimin seçimi, bu seçimlerde ne kadar belirleyici olacak veya bu seçimler ağırlıklı olarak kimlerin seçimi olarak cereyan edecek?
TÜRKİYE’NİN SEÇİMİ: NE CEZAYİR’İNKİ NE İNGİLTERE’NİNKİ
Bu seçimler, her şeyden önce Türkiye’nin seçimleri olacaktır. “Bunu söylemenin ne anlamı var? Bu zaten kuşku götürebilecek bir şey midir?” diye sorulabilir hemen. Oysa, özellikle son birkaç yıldır başka ülke halklarının veya güç odaklarının seçimleri Türkiye’deki herhangi bir seçim kadar yer tuttu Türk siyasal ve entellektüel gündeminde. İngiltere’de, Tony Blair’in, seçimleri yıllar sonra bir sol parti adına kazanması, orada telaffuz ettiği yeni sol politikaların içeriğine bakılmaksızın, CHP tarafından, solla ne akrabalığı kalmışsa, kendi müstakbel zaferinin habercisi olarak karşılandı. Arkasından Fransa’da ve Almanya’da yapılan seçimlerde yine sol ve sosyal demokrat partilerin galip çıkması vesileleriyle, her seferinde dünyada esen “sol rüzgârı”ndan bahseden Deniz Baykal ve bazı CHP’liler hakikaten bu rüzgârın yolunu şaşırıp Türkiye’den de esmesine ve CHP’nin devletçi statükocu siyasetlerinin yelkenlerini şişirmesine büyük bir umut bağladılar. O kadar ki, Deniz Baykal, uzun zaman, Türkiye’de bir sol partinin, üstelik sosyal demokrat bir sol partinin üzerine bu umutla oyalanmaktan başka bir vazife düşebileceğini akıl etmedi.
Başka memleketlerde yapılan seçimlerden Türk halkı olarak bizim çıkaracağımız dersler üzerine yazılıp çizilenler ve söylenenler, gerçekte çok daha yoğun bir dikkatle incelenmeye değer. Solun, Avrupa’nın değişik ülkelerindeki başarıları üzerine, bir yandan Türkiye’deki sağcı söylem, Avrupa solunun aslında soldan ne kadar da çok uzaklaşmış olduğundan; bütün başarısını, sola dinamik ve yerine göre sağın savunduğu değerleri de onaylayabilen bir yorum kattığından, dolayısıyla “bizim çizgimize” gelmiş olduklarından dem vurarak Türkiye’deki solun kıssadan çıkarması gerektiği hisseyi tayin yoluna gitti. Diğer yandan solculukla tek bağı, “bir zamanlar solcu” olmaktan ibaret Türk solcularının önemli bir kısmı, bu zaferleri, adeta dünyadaki yüksek hava basıncının sola Türkiye için de bir iktidar imkânı bahşedeceğinin işaretleri olarak yorumladılar – kendilerine hiçbir sorumluluk yüklemeyen bu tarihsel gidişatta, hisselerine düştüğünü hissettikleri tek şeyi yaptılar: iktidarın fevkalade sağcı yastığına kafalarını koyup, yan gelip yattılar.
Türkiye’de önemli gündem tutan ve hatırı sayılır bir hisse dağıtımı yapan başka ülke halklarının seçimlerinden ikisi İran ve Cezayir olmuştur. Türkiye’nin varoluş iddiasının en önemli negatif sınırlarından (Türkiye “...” olmayacak) ikisini temsil eden bu iki ülkede halkın neyi seçtiği üzerine yapılan yorumlar, bu seçimlerden Türk halkı için çıkarsanan derslerden yola çıkarak, o seçimlerde Türk vatandaşlarının niye oy kullanamadıklarını sorası geliyor insanın. Çünkü yerine göre sonuçları, yapılan yorumlara göre tabiî ki, doğrudan Türkiye’yi etkileyecek hâle getiriliyor. Belki tersinden de bakmak mümkün, madem o halklar seçimler yapıyor ve muhtemelen kötü seçimler yapıyor, o halde bizim seçim yapmamıza gerek yok. Haddizatında seçimler bu dersleri çıkarmak için yapılmaktadır ve işte bu sonuçlar daha şimdiden görünmektedir. Sonuçta Türkiye’nin bir İran olmadığı, olamayacağı ortaya çıktı. Ama Türkiye’nin hızla bir Cezayirleşme sürecine doğru sürüklendiği gerçeği de buna eşlik etti. Türkiye bizzat “Cezayir olmayacak” diye bas bas bağıranlar tarafından Cezayirleştirildi. İran’da ise son seçimlerle beraber bir dönemeçten geçen demokrasi, son derece ilginç bir seyir izliyor. Bizdeki Refahyol iktidarıyla aşağı yukarı eşzamanlı olarak iktidara gelen Hatemi, ki, sistemle ilişkileri açısından bizdeki Necmeddin Erbakan’ın simetriğini temsil eden yanına çok vurgu yapıldı, gücünü arttırarak iktidarda kalmaya devam etmekteyken, sistem içinde son derece köklü bir yer tutmuş olan muhaliflerinin muhalefetlerini yine sistem içinde kalarak zayıflatmaya, alt etmeye devam ediyor. İran’ın bütün bu seçimlerinden Türk medyası ve kamuoyu idarecilerinin çıkardığı ders ise kabaca şudur: “İran bile gerçeği anladı ve hızla bizim bulunduğumuz yere doğru gelmeye başladı. Bizimkiler ise hâlâ bir keramet varmış gibi Türkiye’yi İran’a dönüştürmeye çalışıyorlar.”
DEVLETİN SEÇİMİ: DEMOKRASİDEN İYİSİ VAR MI, ŞU SEÇİMLER OLMASA?
Devlet diye yoğunlaşmış ve belli bir merkezi temsil eden bir akıldan sosyolojik olarak ne kadar bahsedebiliriz, hâlâ kestirebilmiş değilim. Devletin homojen ve bölünmez, parçalanmaz, aşkın iradesi ne zaman söz konusu olsa, orada sonuçta bütün gelirleri belli çıkar gruplarının kasasına akan son derecede içkin bir komplonun boy göstermesi de fazla bir zaman almıyor. Bu da devletin gerçek duygularını tahlil etmeyi gerçekten de zorlaştırıyor. Devletin gerçekten de ne istediğine (her şeyden önce bu devletin kim olduğuna) 18 Nisan’da neyi seçtiği veya seçeceğine dair hiçbir ciddi emare yok. Hegelci bir devlet anlayışına ve onun ilham ufkuna sığınan derin devletçilerin muhayyilelerine sığdırılamasa da, bugün artık basitçe Milli Güvenlik Kurulu’yla özdeşleştirilebilen bir devletten söz edebilirsek, bu kurulun aldığı bütün kararlar, aşkın bir devlet hayaliyle yanıp tutuşan süper sağcılığın hayallerinde derin kırıklıklara yol açacak cinsten. 28 Şubat kararlarının altında imzası bulunan en az iki generalin, bu kararların bütün getirilerinden doğrudan ve kelimenin en kaba anlamıyla maddi “menfaat” elde etmeye, emekli olduktan hemen sonra, herkesin gözü önünde, başladılar. Sermayenin en eli kirli taifesiyle bu esnada ortaya çıkan sıkıfıkılıkları, bu kararların uygulamalarının, hiçbir aşamasında ortaya hayırlı ve hikmetamiz sonuçları çıkarma ihtimaline yer bırakmıyor. Bütün bu kirli oyunların dünya sisteminde, Selçuklu’dan bu yana işlemekte olan bir Hegelyan derin devletin yüksek öngörülü reflekslerini yansıttığını düşünmek, ancak bu siyasetin “olmasa da olur” diyerek her an gözden çıkarabileceği meşrûlaştırma çabasının bir telkini olabilir.
Yine de söz konusu devletin artık orta yerde herkesin malûmu haline gelmiş seçimleri vardır. Devletin bu seçimleri, büyük oranda hâlâ demokrasiye katlanılması zor bir mecburiyet olarak bakmasının sonuçlarıdır. Demokrasi, iyi bir şey, iyi olmasına da, Türkiye’nin iç ve dış düşmanlarının devlete karşı kullanabildikleri ve, aslında sadece onların kullanabildikleri, güçlü bir koz olarak karşısına çıkar devletin. İşte nitekim 18 Nisan seçimlerini de en çok bu güçler istemektedir. Neden? Çünkü devletin 1984 yılından beri Türkiye’yi bölmek isteyenlere; 1996 yılı ortalarından beri de memleketi geri götürmek isteyenlere karşı yürüttüğü kararlı mücadelenin zaafa uğratılması kuvvetle muhtemel bir seçim olacaktır bu. Devletin, bu politikalarını halka anlatabileceği ve muhtemelen halkın kırılan gönlünü tekrar alabileceği kadar bir zamana ihtiyacı vardır. Bu seçimler bu açıdan kelimenin tam anlamıyla zamansız seçimlerdir.
Aslında devletin halkın kırılan gönlünü almayı hiçbir zaman düşüneceği yoktur. Devlet, halkın nisyan ile malûl olan hafızasına güvenmektedir. Seçimleri geciktirmenin de bu nisyanın bereketli gücünü zaten katlayacağını beklemektedir. Devlet, istediği siyaseti halkın onaylayıp onaylamadığına bakmak zorunda olmadan uygulayabilir. Halka gitme korkusu dahi, bütün manevrası “unutturmak” olan bir “yeterli zaman”la giderilebilecek bir şeydir. Bütün sorun bazen yeterli zamanı bulamadan, halk henüz pek çok şeyi unutmamışken, sıcağı sıcağına seçime gitmek zorunda kalmaktan kaynaklanıyor. İşte böyle zamanlarda taşlar yerinden oynar ve tekrar yerine oturtabilmek için bir Demirel’in gelmesi gerekecektir. Ancak takdir edilmelidir ki, Demir el’ler kolay yetişmemektedir.
Dolayısıyla devletin 18 Nisan seçimlerini her şeyden önce istememekte olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en önemli iki sebebi, MASK’ta yer alan her iki düşmana karşı yürütülen mücadelede onlara bir mevzi kazandırma endişesidir.[1] Bu aynı zamanda şu demektir: seçilen düşmanlık konseptleri hiçbir zaman halkın doğrudan önceliklerini yansıtmadığı gibi, doğrudan doğruya demokrasinin temeli sayılan halkın iradesini de orta yerden ikiye bölücü veya, aslında, doğası gereği zaten farklı tezahür eden bu iradeleri çatıştırıcı konseptlerdir. Halkın normal şartlar altında tasavvur etmeyeceği bu bölünme veya çatışma, bu konsept sayesinde besleniyor ve devletin de, tam da bu aşamada birden bire gördüğü gibi, demokratik koşullarda güçlü ve belirleyici bir iradeyi temsil edici olabiliyor. Seçimlere karar verildiği andan itibaren bizzat devletin ileri gelenlerinin ağzından telaffuz imkânı bulan bir söylemin, bütün savunma konseptlerini “seçimi isteyenler” ve “seçimi istemeyenler” karşıtlığında ifade etmiş olması bu yüzdendir. Devletin en sadık addedilen uyruğu olan CHP’nin bile, bu savunma hattını, “seçimi isteyenler” arasında yer almak sûretiyle kırdığı için, bir çeşit “hıyanet” sürecine girerek devlet babanın evinden adeta kovulmuş olması, bu bakımdan çok mânidâr olmuştur.
Devletin, demokratik, halkın katılacağı seçimi istemiyor olmasının, yine de devlet için tek seçim olmadığını, seçimler kaçınılmaz hale geldikten sonra gündeme gelen “seçimlerin ertelenmesi” ihtimaline karşı değişik vesilelerle dışa vurduğu muhalefetinden de anlayabiliyoruz.[2] Devlet besbelli seçenekli çalışmış, bir gidişata engel olamadığında başka tedbirleri devreye sokmuş. Bu tedbirler, yine besbelli, devlete, seçimlerin yeterince temellük edilmiş olduğu duygusunu vermiştir. Bunda Apo’nun Kenya’dan getirtilmiş olmasının yarattığı millî birlik ve beraberlik ortamının devlet icazetiyle işbaşında bulunan Ecevit’i kamuoyunda şu veya bu şekilde terfi ettirmiş olmasının ve bu terfinin oya tahvil olma ihtimalinin yeterli görülmesinin payı büyük olmuştur. Aynı Ecevit, seçime götürme koşuluna bağlı olarak Meclisten büyük bir çoğunlukla aldığı güvenoyunun sağladığı psikolojik gücün etkisiyle şaşılacak bir atak yapıp Fazilet Partisi’nin bile önüne geçince, devletin yaklaşık üç yıldır sürdürmekte olduğu politikaların kesintisiz sürdürülebilmesi ihtimali ve umudu iyice depreşmiş olmalı. Aslında hükümet kurma seçenekleri arasında ancak bir ehven-i şer olarak seçilmiş olan Ecevit’in, Meclisten her başbakana nasip olmayacak sayıda milletvekilinin desteğiyle aldığı güvenoyu, seçim sath-ı mâilinde kendisine beklenmedik bir avantaj kazandırmış oldu. Bu ivmenin yol açtığı yükseliş eğilimi ne kadar geçici de olsa, göründüğü kadarıyla, doğal hızına veya seyrine ulaşmasına yetecek kadar bir zaman geçmeden seçimlere girilmiş olacak ve Ecevit, büyük bir ihtimalle devlet nezdinde 18 Nisan fobisini rehabilite edecek bir fırsat olarak arz-ı endam edecektir. Küskünler hareketi olarak bilinen 116 milletvekilinin Meclisi yeniden toplama girişimlerinden tam olarak ne çıkacağı henüz netleşmedi, ancak devletin, ani ve işe yarar daha iyi bir fırsat doğmaması veya mevcut fırsatların kaçmamış olması halinde, bu işe pek sıcak bakmayacağının işaretleri okunuyor. 18 Nisan’da yapılacak seçimler için, devlet iradesinin ve siyasetinin sürekliliğine halel getirmemesi noktasında, aniden doğmuş bulunan iyimser hava, bu işin bir sene ertelenmesinden doğacak bir riski göze almamayı gerektirecek kadar yüksek görünüyor. Buna rağmen devletimizin fevkalade güçlü olduğu ve neyi seçerse, fevkalade itaatkâr ve cefakâr milletine kabul ettirmekte fazla zorlanmayacağından hiçbir kuşku duymamak lazımdır.
DEMİREL’İN SEÇİMİ: BENİM MİLLETVEKİLİM
Esasen son zamanlardaki konuşmalarında gittikçe artan bir tonla, bırakınız devlet adına, bizatihi devlet olarak konuşmaya başlayan Reisi Cumhurun seçimiyle devletin seçimini birbirinden ayrı tutmak doğru olur mu? Yukarıda değindiğimiz, Star gazetesi yazarlarıyla yaptığı sohbetin bir başka yerinde, 28 Şubat’ın hiçbir şekilde askerin işi olmadığını vurguluyor. Bunun, kendisinin de içinde bulunduğu devletin (burada biraz tevazuya kaçtığını söyleyebiliriz), sistemin dinî ideolojiye karşı bir tepkisi, bir millî-devlet kaygısı olduğunu söylüyor: “Devletin hassasiyeti sürmektedir. Birileri laikliği şeklen kabul edip, fiilen reddederse hassasiyet sürer, rejim sorunu çözülmez. Bu açıdan MGK önemlidir. Bu kurum devletin hafızası, sürekliliğin ifadesidir” (aynı yer).
Demirel’le ilgili bütün eleştirel mütalaalar, onun “dün dündür bugün bugündür” aforizmasını hatırlatmakla başladığına göre, yukarıdaki sözlerle Demirel’in otuzbeş yıldan fazla bir zamandır içinde bulunduğu siyasî çizgisinden bu kadar ters bir noktaya nasıl geldiğine hayretleri davet ederek dikkat çekmemiz beklenebilir. Oysa Demirel’in, demokratik siyasetin bütün imkân ve mevzilerini, kayıtsız şartsız kişisel iktidarının hizmetine tahsis etme becerisi her şeyden daha fazla dikkat çekmelidir. Machiavelli’nin siyasetnamesine hiç kuşkusuz, çok ciddi katkılar yapabilecek olan bu yeteneğin, yukarıdaki sözlerinde kesinlikle tevazuya kaçtığını söylemek zorundayız. Otuzbeş yılın bütün siyasi tecrübesinin sonunda ulaştığı Cumhurbaşkanlığı makamını, kendisinden önce hiç kimsenin kullanmadığı kadar rahat ve kayıtsız şartsız kullanmıştır. Turgut Özal’ın ölümüyle birlikte o makama geldiğinde “yerinden oynamış taşları tekrar yerine oturtmak üzere geliyorum” derken o makamda araçsallaştıracağı ilk malzemeyi ilân etmiş oluyordu. Arkasına devletin bütün örgütlenmiş güçlerini alarak, ve o güçlerin örgütleyici ilkesini onlardan daha iyi savunarak siyaset gütmesinin elbetteki hiçbir saygın tarafı olamazdı. Ancak siyasetin bir tanımı da eğer “güç isteği” ise, Demirel’in gücü talep edeceği merci olarak statükonun kendisini seçmesinde şaşılacak bir yan yok. Bu örnekte her zaman için şaşılacak olan, bir siyasî hayata bu kadar çok değer-araçsallaştırımını sığdırma konusunda gösterdiği olağanüstü performans. Gerçekten de, siyasî hayatında güç elde etmek üzere siyasallaştırıp araçsallaştırdığı terim ve değerlere bir göz atıldığında, Demirel’in, kullanılmadık hiçbir şey bırakmamış olduğunu rahatlıkla görebiliriz: Genel olarak, din, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, bağımsızlık, laiklik, devlet(im), ülke(m), ezan, bayrak, millet(im), halk(ım), köylü(m), işçi(m); konjonktürel olarak, anti-militarizm, anti-Özalizm, anti-komünizm, şeffaflık söylemi vs. Bütün bunların üstüne basarak elde ettiği cumhurbaşkanlığını şimdiki durum itibariyle elde tutmak üzere elverişli bulduğu uygun değer ise, otuz yıldır uzaktan görse yolunu değiştirmek zorunda hissettiği laikliğin en militarist değerleri oldu. Yeni bir terminoloji, yeni bir söylem, yeni bir anlam dünyası yaratması gerekecekti ve yarattı. Bethoven’ın Dokuzuncu Senfonisinde laiklik ve çağdaş Türkiye’yi buldu; bir otele bakarak oradaki cumhuriyeti göstermeyi başardı. Bu konudaki performansı, postmodern dekonstrüksiyon taktiklerini de araçsallaştırıp aşan bir çeşit yeniden inşâ eden, bunu yaparken eylemin doğasındaki ironiyi ustaca gizleyen, dört dörtlük bir performans.
1991’den bu yana, yani sekiz yıldır, aslında büyük ölçüde hiçbir seçim tecrübesi yaşamak zorunda olmadığı için bütün bu icraatlarında bu derece rahat davranan Demirel, bütün yaptıklarını eşine az rastlanır bir pişkinlikle savundu. O kadar ki, devlet yönetiminde pişkinliğin bir tarz olarak oturmasını sağlamış olduğundan söz edebiliriz. Hattâ Mesut Yılmaz’ın da -sekiz yıl seçime hiç gitmemek gibi bir güvence yerine arkasına siyaset dışı güçleri almış olmanın rahatlığıyla- benzer bir tarzı benimsemiş olduğu gözönünde bulundurulduğunda, devlet yönetiminde pişkinliğin gelenekselleşmesi gibi bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü, yeter ki belli şartlara uyulsun, hiçbir suç takip edilmiyor, pişkinliğe vurarak savunuldukça da sürekli ödüllendiriliyordu. Ödülse başka ödüllere davetiye çıkaracak cinsten bir ödül: dikensiz bir gül bahçesinde siyaset imkânı.
28 Şubat gibi, kimilerinin postmodern dediği bitmez tükenmez sürecin esas oğlanının Demirel olduğu başından beri belliydi. Takdir edilmelidir ki, Demirel, bu süreçte de siyaset duayenliğini fevkalade başarılı bir performansla sergiledi. Hiçbir zaman, hangi taraftan gelirse gelsin, hiçbir eleştiriye veya saldırıya cepheden muarız kalmadan bütün unsurları yönetmesini bildi. Sonuçta süreç içerisindeki bütün rolüne rağmen, hiç kimsenin hesap itirazına muhatap olmadan gidilen bir seçimde, üstüne üstlük daha fazlasını isteyebilecek bir mevziyi korumasını bildi. Sadece bu süreçteki değil, yaşanan tüm olumsuz süreçlerde kesinlikle büyük payı olduğu kuşku götürmez olan Demirel’in, bir negatif unsur olarak bile hiçbir partinin seçim kampanyasına konu olmaması, onun başarı hanesine kaydedilmelidir. Esasen daha ikibuçuk sene önce Yusuf Bozkurt Özal, Demirel’in cumhurbaşkanlığını tartışma konusu yaptığında, onun etrafında oluşan savunma çemberi, Demirel’e yöneltilen bu itirazın doğrudan devlete yönlendirilmesi gibi bir sonucu doğurmanın haberini veriyordu. Değil mi ki, Demirel artık bizatihi devleti temsil ediyordu ve devletin dağılmış taşlarını yerine koymanın siyasetini arkasına almıştı.
Evet, 1991 genel seçimlerinin arefesi gözönünde bulundurulduğunda, bugün gelinen noktada Demirel’in bütün yaptıklarına rağmen bir kampanyaya konu olmaması onun siyasi dehasının bir göstergesidir. Üstelik bunun popüler yansıması muhtemelen sanılandan çok daha fazladır. Demirel aleyhtarı bir seçim kampanyasının çok oy getirebileceğine eminim. Buna rağmen, böyle bir mevzunun bugün gündemde olmamasından dolayı Demirel tarzının istisnai bir tarz olduğunu düşünüp sevinmek mi lazım, yoksa Demirel muhaliflerinin hepsinin elinin kolunun bağlanmış olduğuna bakıp sevinmekte acele etmemek mi lazımdır, varın hesaplayın.
Her şeye rağmen, devleti Demirel’den ayrıştırma gereğinin bir ipucunu, seçim konusunda her ikisinin farklı tezahür eden tutumları vermiştir. Seçimler konusunda devletin sona doğru rahatlayan tavrına karşılık, Demirel’in işin peşini hâlâ bırakmamış olduğunu görüyoruz. Seçim aday listelerinde yer almayan veya aldığı halde yerini beğenmeyip partilerine küsen milletvekillerinin duygusallığı üzerinden son bir hamle yapıp seçimleri erteletmeye çalışıyor. Başından beri ısrarlı olduğu bu seçimleri erteleme veya seçimleri birbirinden ayırma çabasında, görünen iki hesabı var. Herkesin herkesle kavgalı olmasını; bu kavga ortamında kendi meşrûiyetinin hiçbir zaman, değil bir sorun, bir konu bile olmamasını sağlamak. Bu kavga ortamında kendi “baba” misyonuna sürekli yapılacak müracaatlar, konumunu daha bir tartışılmaz kılacaktır. O ise çoğu kez kendi yarattığı sorunların süper-çözücüsü olarak devreye girerek sürekli daha da güçlenecektir. İkincisi, yeterince tanımış olduğu, nüfuz etmiş olduğu şimdiki Meclisin seçime gitmek suretiyle dağılmasını istememektedir, çünkü bu Meclisten kendisini tekrar cumhurbaşkanı seçmesi gibi basit bir beklentisi vardır. Bu Meclis ki, ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisinin orkestra şefliği altında icra edilen 28 Şubat gibi koca bir senfoninin bütün gerekli ses ve ritmlerini, -kendi seçmeninin bütün muhalefetine rağmen, çoğu kez kendini inkâr pahasına- bihakkın çıkardı; bu konuda hiçbir zorluk çıkarmadı. Tanımadığı, dolayısıyla yönetip yönetemeyeceği şimdiden garanti edilemeyecek bir meclis profiliyle karşılaşıp bu ihtimali riske sokmak istememektedir. Çünkü onun artık güvenebileceği bir köylüsü, (onun) işçisi, (onun) memuru kalmamıştır; 28 Şubat üzerinden güttüğü karmaşık ve çetrefil siyaset yolunda bütün bu malları telef etmiştir; geriye kala kala sadece (onun) askeri ve (onun) milletvekili kalmıştır. Asker cephesinde yaramaz bir durum yok, ama bu milletvekilleri bir seçim durumunda (onun) milletvekilleri olmaktan çıkabilirler. Bu durumda maazallah memleket de artık (onun) memleketi olmaktan çıkar.[3]
FAZİLETİN SEÇİMİ: FAZİLETLİ OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
25 Aralık 1995 genel seçimlerinin hemen arefesine denk düşen dönemin bir hayli kabul gören dedikodularına göre, Refah Partisi, seçim öncesi söz konusu tereddütleri pompalayan mihrakların mesajlarını iyi görmüş, ani bir frene basmıştı. Bunun en iyi göstergeleri, seçimlere 1991 seçimlerindekine nisbetle çok zayıf bir kampanyayla katılımı, Hoca’nın televizyonlara liderlerle konuşmaya katılmayarak kamuoyunda pek sempatik karşılanmayan bir portre çizmesi, kadın aday konulmaması ve Güneydoğu’da (özellikle Diyarbakır’da) aday seçimi konusunda tabanı kaale almayan, bununla da Kürt seçmenine olumsuz mesajlar veren tutumlarıydı. Refah Partisi biraz daha fazla oy almış olsaydı, seçim sonrası oluşan tabloda kendisine yönelen operasyonları karşılamakta daha avantajlı mı olurdu, yoksa o operasyonları motive eden kaygıları daha mı fazla tahrik etmiş olurdu; dolayısıyla diyelim bir 28 Şubat darbesinin en az bir yıl öne alınmasına mı yol açmış olurdu? Bu sorunun cevabı, yani Refah Partisi’nin geçen seçimlerin öncesindeki ve hemen akabindeki tutumlarında ne kadar belirleyici olduğu, tam olarak bilinemez, ama aynı sorunun bu sefer Fazilet Partisi’nin 28 Şubat süreciyle birlikte içine girdiği meşrûlaşma siyasetinde belirleyici bir soru olduğu açıktır. Görünen kadarıyla, darbeye marûz kaldığı andan itibaren yoğun bir ısrarla seçimleri öne süren Fazilet Partisi şu ana kadar güttüğü siyasette hiçbir büyüme ve kazanma hevesi taşımaksızın, sadece bir seçime muarızlarını çekme manevrasını üstlenmiş olmanın getirilerine umut bağlamış görünüyor. Seçime gitmiş olmanın kendisinde, hiç değilse mevcut durumunun yeniden onaylanması ve bu vesileyle muarızları nezdinde yeniden itibar kazanmak gibi bir ihtimal var. Bütün umutlarını âdeta bu beklentiye yatırmış olan Fazilet Partisi, siyasette faziletli olmanın ağırlığına talip görünmedi şu ana kadar. Fazla uzatmamak kaydıyla, Refah’ın Fazilet’e dönüşümüne bir göz atalım.
Refahyol’un son zamanlarına doğru, gensoru üstüne gensoru alan ve hepsini iyi kötü savuşturan dönemin Başbakanı Necmeddin Erbakan, son gensorudan çıktığının ertesi günü, 28 Şubat muhtırasını yemiş ve her ay devam ettiği MGK toplantılarında önüne gelen, medyanın slayt gösterilerinin eşlik ettiği ilgili dosyalarla iyice bunalmışken, bir de partisinin kapatılma davasına muhatap olunca, önünde sığınılabilecek tek seçenek olarak seçimi gördü. Bu görüşünde, kendisine dayatılan programlara halkın hiçbir şekilde onay vermeyeceğine dair duyduğu sonsuz güvenin etkisi vardı. Hakikaten de önce önerilen daha sonra da dayatılan bütün bu icraatların ciddi bir toplumsal taraftarı yoktu, olamazdı da. Nitekim sonradan bütün bu icraatların nadiren meşrûlaştırılma çabaları, ancak medya ve kitle iletişim teknolojilerinin sesyükseltici desteğiyle hacmi abartılan, aslında son derece küçük olan bir azınlığın taleplerine dayandırıldı. İktidardan yakapaça atılmış, partisi kapatma davasına konu olmuş, şu ana kadar dile getirdiği tüm talepleri istiskal edilmiş, şu ana kadarki bütün kazanımlarına el konulmaya yüz tutmuş, halk nezdinde büyük bir takdir ve sempati toplamış (R. Tayyip Erdoğan gibi) üyeleri basit suçlamalarla mahkûm edilmiş bir camia olarak Refah Partisi, o günden başlayarak gitgide artan bir şekilde meşrûiyet çemberinin dışına doğru itiliyordu. Bu halin kamuoyunda yarattığı en etkili görünüm aynı zamanda başlıbaşına bir oy deposu niteliği taşıyan mağduriyet görünümüydü.
Aslında iyi değerlendirildiğinde, yani Fazilet örneğinde söylemek gerekirse, tam aksi yönde siyasetlere prim vermemiş olsa, bizzat bu mağduriyet Fazilet’i ilk seçimlerde iktidara güçlü bir biçimde taşıyabilecek bir güç kaynağı sayılabilirdi. Ancak Fazilet, söz konusu baskılara marûz kaldığı andan itibaren, muhtaç olduğunu düşündüğü meşrûiyetin tüm dayanaklarını kendisini mağdur eden sistem nezdinde aradı durdu. Aksi yönde sayılabilecek tek talebi, belki de bütün bu mağduriyetlerini bir şekilde telafi edeceğini düşündüğü tek talebi, bir an önce erken seçim oldu.
Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra, bu apologist tavra en uygun kişi olarak Recai Kutan’ın partinin başına getirilmesi, Fazilet Partisi’nde fazilet kavramının içinin “hak arama, özgürlükler, bunun için gerekirse sıcak mücadelelerden kaçınmama, eleştiri ve özeleştiri” yerine, “uzlaşmacılık, ılımlılık, mülayimlik, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamak” gibi tavır ve tutumlarla doldurulacağı anlamına geliyordu. Bu sürecin tam ortasından geçerken, ülkede yaşanan ihaleye fesat skandallarıyla ilgili olarak Fazilet Partisi suçlaya suçlaya Mesut Yılmaz’ı suçlayabilmiş, olayların apâşikâr gösterdiği daha yukarı adreslere veya sistemin yapısına eleştirilerini yöneltip fazilet mücadelesi verme hak ve görevini, memleket barışı ve huzuru adına, devleti ve kurumlarını yıpratmamak gibi bir değer adına feda etmiştir. Aynı esnada yürütülmekte olan, gerek üniversitelerdeki gerekse kamu kurum ve kuruluşlarındaki başörtüsü yasağına karşı eski eleştirel tutumunu sürdürmekten ısrarla kaçınmış, bu vesileyle uzlaşmacı ve barışçı tutumunu bir kez daha kanıtlamak istemiştir. Kısacası, Fazilet Partisi muhtaç olduğunu düşündüğü meşrûiyeti, halka dayanmakla yeterince elde edemiyeceğine fena halde inanmış olduğundan, bu meşrûiyeti, faziletli olmayı sürdürmenin mümkün olmadığı ilişkilerde aramanın yolunu seçmiştir. Oysa, bu arayışın çoğu gereksiz olduğu kadar, gerekli olduğu yerlerde Fazilet çok fazla şey istemiş olmuyordu ve sorun tam da buradan kaynaklanıyordu. İsmet Özel’in Yeni Şafak’taki bir yazısında iztihzâ ile yerinde ifadesiyle: “O kadar az şey istediler ki, vermesek de olur dediler.” Belki tam da bu yüzden bugün Fazilet Partisi hâlâ üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Vural Savaş davalarının tehdidi altında bir seçime gidiyor.
Fazilet’in bu seçimlerde kendi aleyhine davranışlar içine bulunmaması şartıyla ekstra bir seçim kampanyasına hiçbir ihtiyacı yoktu. Zaten Fazilet böyle bir kampanyaya teşebbüs bile etmedi. 28 Şubat sürecine muhatap olmuş olması ve o süreçteki mağduriyetinin kendisi, bu arada bu sürecin devam etmekte olan uygulamaları, durduk yerde ona yeterince oy kazandırıyordu. Kuşkusuz aynı süreçteki pasif tutumundan dolayı ciddi bir oy kaybını da yanısıra hemen kaydetmek gerekiyor. Ancak Fazilet Partisi, kendi aleyhine işleyen bir sürü gelişmeye karşı bir inisyatif hareketi olmayı denemediği ölçüde de kendi aleyhine çalışmaya başladı. 28 Şubat sürecini doğrudan eleştiren ve ona cephe alan bir tutumu, Çiller kadar bile göğüsleyemedi. Mağduriyetini haklılığının ve de doğruluğunun yeter şartı gibi gördü ve gün geldi, öyle görünüyor ki, bunun yeterliliği sorgulanmaya başlandı. Hızla gidilmekte olan seçim şartları bile Fazilet Partisi’nin ısrarla seçim istediği şartlar değil artık. Bu şartlarda Fazilet’in haklılığının veya mağduriyetinin gündeme getirilmesi Fazilet’in ifade etmeye her halükârda adeta hicap ettiği sistem nezdindeki meşrûiyet sorununu hatırlatmakta; bu da elini ayağını birbirine dolandırmaktadır.
Bu gidişatın üstüne seçim listelerine giremedikleri için partilerine küsen milletvekillerinin hareketine destek vermekle, nihai sonuç alınacak gibi olmasa da Fazilet’in bir çeşit inisyatif ele geçirme refleksini sergilemiş olduğu söylenebilir. Bu refleks görünürde sadece Erbakan’ın cezasını kaldırmaya dönük bir hareket ise de, ki bundan daha doğal bir şey olabileceğini zannetmiyorum, hele hele bunu ahlâki açıdan eleştirenleri hiç anlamıyorum, asıl motive edici gücü, gözden ırak olmanın gönülden de ırak olmayı getirdiği gerçeğine karşı bir çeşit kendini hatırlatma olarak anlamak lazım. Hakikaten de yüksek bir oyla güvenoyu almış bir Ecevit’in bir ehven-i şerden ibaret konumuna bakılmaksızın aniden bir yükseliş eğilimi kaydetmesi karşısında, bu manevra ve bu manevra esnasında ortaya çıkan Meclis konuşmaları ve gündemi, kim ne derse desin, Fazilet Partisi’ni tekrar en ciddi seçenek konumuna yükseltmiştir.
SERMAYENİN SEÇİMİ: PARAYI BASTIRIP 10 MİLLETVEKİLİ DAHA ALMAK
Türkiye’de sermaye söz konusu olduğunda, bunu devletten bağımsız bir minvalde ele almanın fazla bir yolu yok. Siyasal alanla ekonomik alanın karşılıklı ilişkileriyle ilgili yargıların insanı en fazla yanılttığı yerlerden biri olsa gerek Türkiye. Sermayenin mi siyaseti, siyasetin mi sermayeyi belirlediği yönündeki ezeli soru Türkiye için her seferinde sorulabilir. Kuşkusuz devletin sermaye üzerindeki vesayeti her seferinde en göze çarpan unsur olarak gözükecektir. Gerçekten de şu anda belli bir sermaye kesiminin siyasetin her sürecine hâkim olmak gibi bir eğilimi varsa ve bu konuda önü açık gibi görünüyorsa bile bu durum sosyolojik olarak sermayenin her şeye hâkim olduğunu yine de göstermez. Bugün siyasal alanda da istediğini yaptırıyor gibi görünen sermaye kesimi, zaten bizzat devlet tarafından seçilerek, zenginleştirilmiş, bütün bir burjuvalık hayatlarında da devletin sağladığı garantili alanlar dışında riskli hiçbir yatırım alanına rağbet etmemişlerden oluşuyor. Bu kesimin seçimi, o nedenle, çok alternatifli bir seçim olamaz. Serbest piyasa ekonomisinin ürkütücü koşullarında, her zaman, risklere karşı kendilerini sigortalayacak, koruyucu bir hâmidir seçimleri.
Buna mukabil sermayenin eskisi kadar homojen olmadığı, bütün sermayenin veya zenginlerin devletin sermayesi veya zengini olmadığı günlere gelmiş bulunuyoruz. Son iki-üç yıldır yaşamakta olduğumuz tüm bu gerginliklerin kökeninde bu farklı renklerdeki sermaye bloklarının bir çatışmasından kaynaklandığı bile söylenebilmektedir. Adına Anadolu Kaplanları da denilebilen bu yeni sermaye grubunun ekonomiyle ilgili bütün refleksleri kapitalist değer ve tutumlarla birebir örtüşüyorsa da, bu, renk işinin ciddi olmadığı anlamına gelmiyor gibi. Tarihi ve toplumu belirleyen tek antagonizmanın ekonomi temelli olduğunu kabul edersek, kapitalizm ortak noktasına sahip olmakla aynı kefeye konulabilir bu iki sermaye bloku. Ancak ekonomik antagonizma bu konuda tek belirleyici değil ve çatışmanın besbelli başka yüzeyleri veya düzeyleri vardır. O düzeylerde ise devlet tarafından temellük edilmiş bir kapitalizm ile temellük edilmemiş bir kapitalizm arasındaki kesişmelere şahit oluyoruz. Devlet isteseydi, bu ikincileri de temellük edemez miydi, dolayısıyla bunlardan yola çıkarak yakaladığı tehdit algısını çok daha sağlıklı bir biçimde atlatamaz mıydı? Kuşkusuz, bu ikinci grup sermaye, devletin istemesi halinde birinci grup, Türkiye büyük burjuvazisinden daha faydalı, daha elverişli de olabilirdi. Ancak bu rasyonel temellük işleminin olmamasının çok önemli iki sebebinden biri, bizzat bu çatışmanın ekonomik olanı aşan göndergelerinin belirleyici olması, diğeri de tabiî ki bu kez devletin seçimleri üzerinde büyük burjuvazinin kurmuş olduğu hegemonyanın işlerliği olmuştur.
Yine de, sermayenin bu iki ana eğilimi arasındaki güçlü benzerliklere her zaman dikkat çekmekte fayda vardır. Sermayenin homojen bir blok olarak bu seçimlerde tek bir şey isteyeceğini söylemek kolay değil, her şeyden önce. Ancak sermayenin her zaman fazlasıyla önemsemiş olduğu Meclis içindeki uzantılara bu kez daha bir gayretle eğilmiş olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Sermayenin buna eğilim tarzları ise muhteliftir.
Refahyol’un devrilmesi esnasında yaşanan ani “milletvekili aydınlanmaları”nın arkasındaki sermaye parmağı gizlenemeyecek boyutlara vardı. Esasen kurulduğu günden bu yana eksik olmadığını zannettiğimiz parlamenter pazarının Bülent Ecevit’in Güneş Moteli tecrübesiyle önemli bir çıkış yapmış olduğunu biliyoruz. Ancak bir milletvekiline bakanlık teklif ederek gerçekleştirilen bu tip alışverişler milletvekillerini temellük etmenin en basit yoluymuş. Nitekim Refahyol’un yıkılışı esnasında bu pazarın ne kadar karmaşıklaşmış olduğu görüldü. Üstelik, medyanın ve bazı güçlerin icazeti alındığı taktirde ahlâkiliğinin bile, kaydadeğer hiç kimsecikler tarafından sorgulanamayabileceği görüldü. Fadıl Akgündüz’ün parayı bastırıp Sergen’i aldığı fiyata 15 milletvekilini satın alabileceğini ilân etmesi milletvekili temellükünün trajikomik boyutunu da gözler önüne sermiş oluyor. Fadıl Akgündüz’ün milletvekili piyasasına getirdiği yeni bir boyut var mı acaba? Önceden bazı nokta isimler tespit edip onları desteklemek, kazandıkları takdirde onları Mecliste millet yerine kendisini temsil etme taahhüdü altına almak, daha önce yapılan bir şey değil midir? Kuşkusuz benzer yollar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Fadıl Akgündüz’ün getirdiği yenilik, bunun skandal boyutunu araçsallaştırması, onun üzerinden kendisine bir reklam fırsatı yaratması olmuştur. Bu konuda gerçekten de Refahyol döneminin bitişini getiren transferler ve Demirel’in hâlâ bu Meclisten “kendi meclisiymiş gibi rahat” beklentiler içinde bulunması başka neyi gösterir?
Kuşkusuz sermayenin kendi seçimini ifade etme aracı olarak medyaya ayrıca bakmak gerekiyor.
MEDYANIN SEÇİMİ:
Fazla uzatmadan sonuçlarıma gireyim. Modernleşmenin en açık tezahürlerinden biri olan teknolojinin, yine modernleşme paradigması gereği, gelişmesi oranında, demokrasinin de gelişeceği varsayılır. Bu varsayım, özellikle kitle iletişim araçlarının, radyo ve televizyonun sayısız kanalla halkın her kesiminin ifadelerini halkın her kesimine ulaştırma konusundaki performansı gözönünde bulundurulduğunda kendiliğinden beslenip pekişmektedir. Bu büyük ölçüde doğrudur da. Ancak kitle iletişim araçlarının erişilebilirliği konusunda her zaman yönetenlerle yönetilenler veya ileri kapitalistlerle küçük girişimciler arasındaki kapanması mümkün olmayan mesafe burada da kendini göstermekte ve bütün bu çoğulluğu teke indirmektedir. Haddi zatında hepsi eşit olmakla birlikte, devletin kapitalistlerine ait olan medya ve iletişim araçlarının ses duyurma imtiyazları diğer bütün sayısız kanalınkinden daha eşittir (bu eşitlik bütün hayvanların eşit olduğu durumda domuzların daha eşit olmasını öngören George Orwel’in Hayvan Çiftliği’ndeki eşitliktir). Dolayısıyla bugün gerek erişim imkânları bakımından gerekse sesyükseltme frekanslarının tahsisi nokta-i nazarından gelişen teknoloji yine telafi edilemez bir biçimde bazılarını daha fazla ayırmakta, teknolojideki gelişmenin halk aleyhine, dolayısıyla da demokrasideki gerileme pahasına gerçekleşmesine yol açıyor.
Dikkat edilmesi gereken şey, sesi yükseltilen medya kanallarının demokrasi oyununda gördüğü işlev, simülatif ve pornografik teknolojiler aracılığıyla halkı şartlandırma işlevi olmaktadır. Demokrasinin işleyişi de bir bakıma seçime katılanların bu şartlandırmayı başarma performansıyla sağlanacaktır. Kim ne kadar şartlandırabilirse. Partilerin seçim propagandalarının bir parçası olarak seçtikleri şarkılar veya kendi partileriyle âlâkalı âlâkasız seçtikleri adaylarla hedefledikleri şey bizatihi bundan ibarettir. Sevdiği şarkı veya şarkıcı veya tuttuğu takımın bir eski başkanı veya futbolcusunun mensup olduğu partiye oy vermesi beklenen her seçmen bir “şartlanmış”, “kafalanmış” seçmendir ve demokrasinin çoğu kez belirleyici etkisi bu tür stratejiler sayesinde görülmektedir.
Bundan önceki yerel seçimlerde medyanın bütün gücüyle yüklendiği halde istediği insanlara seçim kazandıramamasına ne demeli? Gerçekten de, özellikle 27 Mart 1994’teki yerel seçimler medyanın tüm sanal becerilerini sergilediği bir ortamda geçtiği halde, resmen mağlup oldu. Evet, kelimenin tam anlamıyla mağlup oldu, çünkü medya başat olan kanalları itibariyle seçime bizatihi katıldı ve aslında halk bu seçeneği de görerek, diğer adayların yanısıra medyayı da oylamış oldu. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde halk tarafından oylanan medya seçimi kazanamadı. Buna rağmen bugün, üstelik o tarihten bu yana iktidarda, yani seçimleri kaybetmedi. Yüzde 14’lük bir azınlıkla iktidarda olan bir partinin konumundan daha güçlü bir konumda iktidarda. Medyanın aslında serbest rekabet koşullarındaki haksız konumu, diğer adaylarla beraber seçimlere girdiği halde kaybetmenin hiçbir maliyetini ödemek zorunda kalmamasıdır. Biz yine de bu durumu Türkiye’deki devletçi sermayenin genel tabiatına vererek halkın oyunu, gerek tiraj düşüklüğü dolayısıyla, gerekse kampanyalarına karşı kayıtsızlığı yoluyla alamamasını, halkın medyatik aldatmacaya karşı zaman zaman büyük bir ustalıkla sergilediği tepki olarak görelim. Kuşkusuz 18 Nisan’da da medyanın bir seçimi vardır ve bu seçimde medya hem bir seçim yapacak, yaptığı seçim dolayısıyla seçimler üzerinde etkili olacaktır, hem de yine bu seçimler dolayısıyla ve seçim sürecine katılım tarzı dolayısıyla bizzat oylanacaktır.
Tabiî ki medyanın bu seçimlerde taraf olmasının somut nedenlerine de biraz daha değinmeden geçmemek gerekiyor: 28 Şubat süreci boyunca aktif bir rol oynayan medya, bu desteği her ne kadar bir ihale hukuku çerçevesinde yürüttüyse de bu görevden dolayı ekstra ücret talepleri de oldu. Enerji ihaleleri, Meclisteki kartel yasası vesair konularda doğrudan angajmanı bulunduğundan, medya belki de herkesten daha fazla seçimin tarafı konumundadır; o yüzden, bir yandan seçen veya seçtiren konumundayken, bir yandan da seçilecektir.
HALKIN SEÇİMİ: UNUT GİTSİN
Son iki-üç yıldır halkın büyük bir çoğunluğunu karşısına alarak bir siyaset idare eden devletin, halkın bu yüzden kırılan gönlünü almayı hiçbir zaman düşüneceği yoktur, çünkü devlet, halkın nisyan ile malul olan hafızasına güvenmektedir demiştik. Seçimleri geciktirmenin, bu nisyanın bereketli gücünü zaten katlayacağına güvenir devlet. Bu arada istediği siyaseti halkın onaylayıp onaylamadığına bakmak zorunda olmadan uygulayabilir. Halka gitme korkusu dahi, bütün manevrası “unutturmak” olan bir “yeterli zaman”la giderilebilecek bir şeydir. Sorun çoğu kez yeterli zamanı bulamadan veya halk henüz pek çok şeyi unutmamışken, sıcağı sıcağına seçime gitmek zorunda kalmaktan kaynaklanır.
Halkın unutkanlığı, demokrasiye hasbelkader razı olmuş bir ülkede, öyle görünüyor ki, devletin en güvendiği kurumlardan biridir. Bu durum, gerçekten de kurumsallaşacak, bir davranış tarzı haline gelecek kadar örüntüleşmiş bir durumdur. Bu konuda, “Hafıza ve Kamu Olayları” başlığı altında yapılmış bir araştırmanın bulgularına değinerek yazıma son vermek istiyorum. İletişim sosyolojisi alanında 1993’te yapılmış bir saha çalışması, medyada son derece yoğun bir gündemle yer almış ve kısa vadede halkın büyük katılımını sağlamış pek çok konunun aradan çok az bir süre geçtiğinde, halk tarafından unutulduğunu ortaya koymuştur. Örneğin Körfez Savaşı yapıldığı esnada halk neredeyse savaşın bütün ayrıntılarını, yeni bir sürü terminoloji ve imaj kazanarak neredeyse ezberlemişken, aradan çok değil bir sene geçtikten sonra bile ankete katılanların büyük bir çoğunluğu olayın pek çok yönünü ya hiç hatırlamamış veya yanlış hatırlamışlar. Yanısıra yine gündemde çok fazla yer işgâl etmiş birçok olay hakkında halka yöneltilen sorular benzer bir tepkiyle karşılaşmış. Bütün bu konuların medya tarafından sanal olarak gündeme sokulan ve kısa vadede, aslında bir politik manevranın bir parçası olarak, istenen etkiyi veya işlevi yerine getiren bu olayların insanların uzun dönem hafızalarında yer tutamadıkları görülüyor.[4]
Halkın unutmadığı şeyler de var kuşkusuz. Kollektif bilinç dediğimiz bir hafızada, ister lehinize ister aleyhinize işlemek üzere tutulan ve kolayca silinmeyen notlar vardır. Halk kendisini unutanları unutacak mı mesela, yoksa unutmayacak mı? Bu seçimler en azından bu sorunun cevabının alınması açısından hayra vesile olur umarım.
[1] HADEP’in niçin seçimlere sokulmaması gerektiğini, kendisini ziyaret eden Türk basının yeni gazetesi Star yazarlarına izah ederken, Süleyman Demirel, gerekçe olarak yaklaşık onbir ilde ayrılıkçı bir partinin veya söylemin belediye başkanlıkları kazanmış olmasının dış dünyada bize karşı kullanılacak söylemi pekiştirme ihtimalinden söz etti “Güneydoğu sorununun bir yönü de temsil meselesidir. HADEP’in seçimlere katılması, ‘Kürtçüler şu kadar oy aldı’ havasını içeride ve dışarıda doğuracaksa, bu parti seçimi ideolojisini anlatma, devleti hedef alma haline getirecekse, seçim seçim olmaktan çıkar, üniter devletin aleyhine bir vesika haline gelir. Buna hiçbir devlet müsaade etmez” (Ali Bayramoğlu, Star, 13.03.1999). Buna rağmen Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın seçim listelerinin veriliş arefesinde açtığı kapatma davasına istinaden, partinin ihtiyaten seçimlere de sokulmaması talebi bu endişeyi yansıtmakla birlikte uygun bir hukuki kılıf bulunamadığından Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi. Bu örnekten Anayasa Mahkemesi’nin bazen icraatlarına uygun bir gerekçe bulmak gibi bir mecburiyet altında kalabildiğini mi öğrenmiş oluyoruz acaba?
[2] Daha fazlası, 17 Mart’ta Genelkurmay başkanının Hürriyet’te yayımlanan röportajında, seçimlerin ertelenmesine karşı tam da bu gidişatı tasvir edercesine yaptığı açıklamaları yayımlandı. Kıvrıkoğlu, başta seçimlerin ertelenmesini istediklerini, ancak ilgililerin bu tavsiyeye kulak vermediklerini; şimdi ise kaçınılmaz bir seçim sath-i mâiline girilmiş olduğunu bu aşamadan sonra seçimlerin ertelenmesine artık karşı olduklarını açıkça dile getirdi.
[3] Demirel’in memleketi temellük eden söylemlerine değinmeden geçmemek; memlekette hoşlanmadığı bir durum olduğunda, muhalif olduğu bir durum, örneğin başörtüsü sorunu söz konusu olduğunda sergilemesine alıştığımız şu tepkisini not etmek lazımdır: “Benim memleketimde, benim ülkemde yoktu öyle şeyler, yirmi sene öncesine kadar. Bunlar hep sonradan çıktı. Binaenaleyh birileri bu işi gereksiz yere fazla kurcalıyor.”
[4] Bkz. Edibe Sözen-Yasemin Solaklar, 1993, “Hafıza ve Kamu Olayları”, Sosyoloji Konferansları, 25. Kitap, İstanbul.