Artık postmodern bir çağa girildiğini söyleyenler, modern çağı şekillendiren zihniyet ve kurumların niçin ve nasıl “eskisi gibi” ol(a)madıklarını, geçersizleşmeye doğru gittiklerini hayli doyurucu biçimde anlatabiliyorlar; ama bunların yerine geçecek şey, yani postmodern çağın zihniyet ve kurumlar dünyasının pozitif bir tanımını aynı rahatlıkla yapamıyorlar.
Bunun anlaşılabilir bir nedeni değişim hızının olağanüstü artışıdır. Giderek artan bu hız karşısında, şimdi yeni, başat ve eskiyi ikame edecek kadar etkin görünen -ekonomik, sosyal, kültürel-politik- bir gidişat veya oluşumun kalıcı, çağın aslî ögelerinden biri olacağını iddia etmek zorlaşıyor. Bu zorluk zaman ilerledikçe kısmen azalabilir, ama şu an sadece “eski”nin bitiş halinde olduğunu, “yeni”nin ise daha bir dizi “geçiş”ten sonra net tarifi yapılabilir hale geleceğini söyleyebiliriz.
“Eski” bitmekte ama, bir açıdan -şeklen- bakıldığında yerli yerinde duruyor gibi de. Değişimler olmakta şüphesiz, ama sanki modern çağın yapı ve kurumları esneklikleri ile bunlara adapte olabiliyor veya eklemlenebiliyor. Dolayısıyla ortada “çağ değişimi” gibi bir tanımlamaya hak verdirecek kurumsal çöküşler, yükselişler, gerilim ve çatışmalar da görmüyoruz. Şüphesiz, “yeni”, yerini alacağı “eski”nin içinde gelişir bir süre. Sonra çatlatır kabuğunu. Ama, en azından ’80’li yıllarla birlikte ritmin fevkalade hızlandığı bir “geçiş” yaşıyor isek, “eski”nin içinde filizlenmekte olan “yeni”yi de artık hayli belirtik biçimde görmemiz gerekmez mi?
Yukarıda kısaca özetlediğimiz durum, belki de en çok siyaset alanı için geçerli. ’70’lerin sonlarından beri, modern çağın oluşturduğu siyaset alanının tüm yapı taşlarının sarsıldığından hattâ bazılarının tam bir erozyona uğradığından söz etmekteyiz. “Yönetilenler”e de belli bir siyasal ilgi, duyarlılık ve katılım işlevi yükleyen bu gereklilik üzerine inşâ edilmiş olan modern çağ siyaset alanı, kurum ve kuruluşları, “yönetilenler”in bu işlevi yerine getirmekten uzaklaşmalarından, giderek apolitikleşmelerinden endişe ile söz ediyorlar artık. Modernitenin, edinimler, tercihler zemininde şekillendirdiği, yani ideolojiler, sınıfsal, ulusal çıkar ve taleplerin farklılığı ve çatışma dinamiği üzerine kurulan ve işleyen parti, parlamento gibi “yöneten” kurum ve kuruluşları, bu apolitikleşmeden dolayı fiziki ve temsilî güçlerini yitirirlerken; gayri modern bir siyasallaşmanın tehdidi ile de karşı karşıyalar. Bu edinimler, tercihler üzerine değil, aksine kişilerin değişmez, “doğal” özellikleri üzerinden politika yapan etnik kimlikçi, yabancı düşmanı ve cemaatçi reaksiyoner hareketlerin yükselişidir. Modern klasik-sağ ve sol-partilerin de “ideolojilerin geçersizleştiği veya gereksizleştiği” teşhisine onay ve destek vererek oluşturdukları bir “sistematik ideolojilerden sıyrılma” rüzgârı ile boşta kalan özdeşleşme ihtiyacını bu etnik kimlik ve cemaat ideolojileri ile doyurmaya yöneldi pek çok insan.
Bu yönelişlerin dikkate değer boyutlara vardığı ülkelerde, klasik partiler ya da kendi itibarsızlaştırdıkları “eski” ideolojilerinin kalıntılarına sarılarak setler oluşturmaya çalıştılar ya da klasik partileri temsil ve ideoloji çerçevesinden çıkmaya teşvik eden neo-liberal rüzgâr ve mantığın körüklediği dinamiklere güvenerek kendilerini birer “yönetim şirketi”ne dönüştüren bir rotaya girdiler. Daha doğrusu her parti bu iki yolu bir biçimde birlikte kullanır oldu. Gerçi bu durumda “yeniden” sahiplenmeye kalkıştıkları ideoloji ile inanç bağlarının iğretiliği ve yapaylığı sırıtmaktaydı. Ama siyasetin de, ekonominin bir dalı gibi algılanabilir olduğu ve siyasetin fikir, program, kadro, etkinlik gibi unsurlarının birer meta olarak sunulabildiği, dolayısıyla partilerin işletme ve pazar mantığına göre hareket eden kuruluşlar haline geldiği bir süreçte bu da fazla batmıyordu artık. Çünkü bu durumda ideoloji de siyasetin bir metaı veya metaya verilecek imajın bir parçasıydı. Siyasetin meta ve pazar ekonomisinin bir sektörü haline gelişi, ideoloji ve programın yerine “firma-lider imajı”nın, propagandanın yerine reklamın geçişini kaçınılmazlaştırır. Bu da kullanım değerini mübadele değeri karşısında önemsizleştiren kapitalizmin temel mantık ve işleyişinin bir gereği ve doruğuna varışı demektir.
Türkiye herhalde kapitalist gelişmenin doruklarında seyreden ülkelerden biri değil, ama şu az önce bahsedilen konuda “en ileri”ye gitmişlerden biri sayılabilir. Metropol kapitalist ülkelerde köklü gelenekler üzerine kurulmuş olan parlamento ve partilerde söz konusu metalaşma sonuçları henüz eklemlenme düzeyinde iken, zayıf, kesintili ve kısıtlı siyasal modernleşme geleneği ile Türkiye, siyasetin metalaşması “aşama”sına çok daha kolay intibak etmiş görünmektedir.
Siyaset pazarında “arz”ı temsil eden partiler bu işlevlerine epey hazır haldedirler. Buna mukabil “talep”i temsil eden seçmen kitleleri henüz bu müşteri rolüne çağrıldıklarının bilincinde değilseler de alışmakta güçlük çekmeyecek gibidirler. ’80’lerden beri merkez sağ ideologların dahi yakındığı apolitikleşme bu “geçiş”i kolaylaştıracaktır.
18 Nisan seçimlerine, ANAP-DYP koalisyonunun Tansu Çiller’in yolsuzlukla suçlanması nedeniyle bozulması, Refahyol’un kurulması ve Susurluk rezaleti ve şu mahut 28 Şubat vakası ve süreci, RP’nin kapatılması, ANAP-DSP koalisyonunun çeteler-siyaset ilişkisi bağlamında düşürülmesi ve en son “Kürt sorunu”nda bir kavşak noktası anlamına gelen Öcalan’ın yakalanması gibi her biri başlı başına siyaset arenasında büyük hesaplaşmalara, tartışmalara sürükleyebilecek, toplumdaki siyasal ilgiyi yoğunlaştırabilecek olaylarla yüklü bir gündemle gelinmiş olmasına rağmen; ne siyasal partiler arasında büyük tartışmalar ve gerilimlerle süren bir seçim mücadelesinden ne de büyük çoğunluğun partileri bu hayatî sorunlara zorlayan heyecanlı bir baskısından eser var. Oysa sırf bu bahsedilen sorunlar ve kapanmamış hesaplar demeti bile 18 Nisan’ı en azından şu son on-on beş yılın en heyecanlı ve gerilimli bir seçim mücadelesi atmosferine sokmaya yeterdi. Kaldı ki, bu seçim, merkez sağın kangrenleşmeye yüz tutan bölünmüşlük sorunu nedeniyle olsun, merkez soldaki DSP-CHP ayrımının -CHP’nin baraja takılması ihtimali ve bu durumda muhtemel dağılması nedeniyle- kritik bir eşiğe gelip dayanması dolayısıyla olsun son yılların en önemli seçimi idi.
Partileri ister istemez şiddetli, gerilimli bir rekabet havasına, seçmenleri yine ister istemez eskisinden çok daha fazla bir siyasal ilgi ve heyecan ortamına sokacağı varsayılan bütün bu etkenlerin varlığında 18 Nisan seçimlerinin son 15 yılın tansiyonu en yüksek seçimi olması beklenirdi. Oysa tam tersine seçimlere sadece bir ay kalmış olmasına rağmen, pek çok gözlemci, bu seçimin değil son 15 yılın “çok partili hayat”a geçildikten beri yaşanan en “cansız, heyecansız” seçim olduğunu hayretle tespit ediyorlar.
Bu yazının giriş bölümlerinde bazı genel hatlarıyla yapılan açıklama ve analizlerin çizdiği çerçeve içinde düşünüldüğünde bu durumun o kadar da hayret verici sayılmaması gerekir.
Modernitenin siyasal kurumlarını önce “devleti kurtarmak”, ardından “Türk ulus devletini inşâ etmek” mantığının kısıtlayıcı çerçevesine “ithal eden”, “tepeden inme” bir anlayışla yerleştirmeye çalışan Türkiye’deki siyasal düzenin 1990’ların sonundaki durumu, modern siyaset çağının tükenişi gibi genelleyici bir tespit için yeterli kanıt olmayabilir. Her şeyden önce Türkiye’nin modern siyasal kurum ve kuruluşlarının tarihten ve geleneksel siyasal kültürden gelen -ve zaman içinde kaybolmayan- şu yukarıdaki tırnak içinde belirttiğimiz kısıtlayıcı hattâ çarpıcı ögelerle malûl olagelişi engeldir buna.
Fakat, modern siyasal kurum ve ilişkilerin Türkiye’deki gibi groteskleşmediği diğer ülkelerde de belirginleşmeye başlayan “siyasetin metalaşması” yönündeki olgular ile birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin modern siyasetin tükenişinin erken bir kanıtı olduğunu söyleyebiliriz yine de.
CHP ve DYP’nin geldiği noktaya bu açıdan bakmak hayli açıklayıcı ve anlamlı olacaktır. Bilindiği üzre bu iki parti, Türkiye’nin modern -çok partili- siyasal düzeninin merkezini oluşturan iki geleneğin çizgisinde yer alırlar. 1983’e kadar yaklaşık kırk yıl bu iki gelenek ve parti, birlikte seçmenlerin -en az- % 70’inin oyunu temsil etmekteydiler. 1983’te ANAP, DP-AP geleneğinin -Demirel’in deyişiyle- “tapulu arazisi” üzerinde kurulduktan sonra “geleneği” temsil eden DYP ile hâlâ süren bir merkez sağ içi iktidar kavgasına tutuştu. Sosyal-ekonomik açıdan bakıldığında ANAP’ın daha ziyade metropoller orta sınıfı “yeni girişimci”ler ve büyük sermaye destekli, DYP’nin ise “taşra” mülk ve servet sahipleri ile geleneksel endüstriyel sınıfa yakın durduğu söylenebilirdi. Politika yaklaşımı ve tarzı açısından bakıldığında ise DYP’nin modernist geleneği sürdürme gayretine mukabil, ANAP’ın -özellikle Turgut Özal’ın şahsında- postmodern özellikleri belirgindi. Bu mücadelede 1991 sonrasında bir adım öne geçen DYP, Çiller ve kadrosunun başa geçmesinden sonra ANAP’ı, safdışı kılmak veya massetmek yoluyla merkez sağın birliğini yeniden sağlama stratejisi içinde giderek -bahsettiğimiz- postmodern özellikleri daha öne çıkan bir parti kimliğine büründü. Benzer bir stratejiyi kendi ekseninde yürüten ANAP ise Mesut Yılmaz’ın şahsında “geleneğe” biraz daha prim veren bir rotaya oturduysa da DYP’-den daha “sahici” postmodern parti statüsünü yitirmedi. Yani ona bu statünün sahiciliğini veren büyük sermaye ve finans yeni girişimcilerine yakınlığını korudu. DYP ise postmodern çağa kolayca uyum göstermiş bu kesimlere yönelik çabaları başarısız kalınca, onların daha hırslı ama daha geri kademedeki benzerleriyle yetinmek zorunda kaldı. Ve bunlar tarafından belirlenir hale geldi. DYP’de DP-AP -modernist- geleneğini bastıran bu “iç evrim”, geleneği sürdürmek isteyenlerin DYP’-den kopup DTP’yi kurmalarıyla sonuçlandı. Dolayısıyla Türkiye’de modern siyasetin merkez sağ versiyonu bugün oyu % 3’ü bile bulmayan DTP’nin şahsında, yani tükeniş noktasındadır.
Merkez sol versiyona gelince. 1980 sonrasında Ecevit ve DSP’nin zımni bir reddi miras ile CHP’den kopuşu şüphesiz postmodern bir kopuş sayılmaz. Postmodernizm CHP geleneğinde Baykal ve ekibine çok daha uygun düşüyor. CHP’de işbaşına geldiklerinden beri sürekli oy kaybına uğrayan ve ancak “kerhen” verilen oylarla baraj -orta boy parti- sınırlarında tutunabilen CHP’nin bu seçimde artık tutunamayacağı gayet kuvvetli bir ihtimal. CHP’nin Atatürkçü ideolojisine, devletçi, “halkçı” alaturka jakoben -“çağdaş”laştırıcı- geleneğine dönmesi için uğraşanların şimdilerde gözlerini CHP’den çok, o gelenekle yıllar önce bağını kestiğini ilân eden DSP ve Ecevit’e çevirmeleri veya tank gölgesinden başka sığınacak yer bulamamaları çaresiz bir tükeniş değilse nedir peki?
Tükeniş ve çöküş süreçlerine “yeni”nin doğuşu eşlik etmiyorsa bir çürüme durumu ortaya çıkar. Çöküş hallerindeki çürüme ise, çöken unsurların her birinin kendi içindeki bozunumun yanısıra, “yapı”nın normal durumunda birbirinden apayrı yerde ve zıt özellikler taşıyan unsurların o çöküntü karmaşasında biraraya düşebilmeleri ve böylece akla gelmez, aykırı birlikteliklerin oluşuvermesinden de “beslenir”. Ayrıca çöküntü ve kaymalar sürdükçe bunların her biri başka yanlara da savrulabilir her an. Tablo kubura düşmüş, çek defteri dua kitabına karışmış, çiçek bıçağa sarmalanmış olabilir.
Şu “Küskünler Hareketi” denilen olay başka nasıl bir durumda ortaya çıkabilirdi ki? DYP gibi bir partinin bile safdışı etmeye uğraştığı kadar yolsuzluk çamuruna batmış Ömer Bilgin adlı mebusla, parlamentonun ender saygın isimlerinden Ercan Karakaş; adı dönekliğin simgesi haline gelmiş şu ünlü Kubilay Uygun ile merkez sağın siyasal etik ve tutarlılık sicili olabilecek en temiz kişiliklerinden biri olan Cindoruk, acaba bir ay önce aynı “hareket” içinde yer alacaklarını hiç düşünmüşler miydi? Ve hele çok büyük çoğunluğu yıllardan beri RP-FP çizgisine karşı saflarda “siyasî mücadele” vermiş bu 116 kişinin şimdi FP ile “ittifak” oluşturmasına ne demeli? Bu tuhaf tabloyu taçlandıran şey ise “ittifak”ın mimarlarının Yalım Erez ve Erbakan oluşu. Malûm, daha üç ay önce hükümet kurmakla görevlendirilen Erez, FP tarafından 18 Nisan seçimlerini ertelemeye matûf bir “derin devlet” komplosunun adamı diye nitelenmişti. Kaldı ki aynı Yalım Erez daha 28 Şubat’tan aylar önce üyesi olduğu DYP’den ve hükümetten “laikliğin ihlâl edildiği” gerekçesiyle istifa etmiş ve bu davranışı ile 28 Şubat sürecinin perde gerisindeki baş aktörlerinden, hazırlayıcılarından biri sayılmıştı. Şimdi bu Erez 28 Şubat’ın baş mağduru Erbakan’la “kader ortaklığı” içindedir.
Şüphesiz tek tek ele alındıklarında Erez ve Erbakan’ın 18 Nisan seçimlerini erteletmeye kadar gidebilecek bir girişimi örgütlemekle nasıl bir siyasal hesap peşinde koştukları açıklanabilir. İkisinin de hesapları farklıdır, ama seçimi erteletme girişimi her iki hesabın da ortak ve kavşak noktasındadır. Erez, özellikle merkez sağ partilerin -bu girişim sonuçta seçimleri erteletmeye varsın veya varmasın- yaşayacakları depremin, lider ve kadroların uğrayacağı güç ve otorite zayiatının peşindedir. Kendine biçmiş göründüğü “merkez sağı toparlayacak lider” misyonu için spektaküler bir atağa ihtiyacı vardı. Merkez sağ partilerin beklenmedik sayıda milletvekilini “küskün” etmesi ona bu fırsatı aralayınca, öbür yanda kendi hesapları için benzer bir fırsat kollayan Erbakan’la ortaklığa girmekten çekinmedi. Ne de olsa kapitalisttir ve kapitalistler ortaklarının cibilliyetine değil, “getiri”sine bakarlar öncelikle. Genel İslâmî hareket ve FP içinde siyasal yaklaşımı, mahareti ve liderlik tarzı alttan alta -özellikle 28 Şubat dolayımında- eleştirilen ve on yıllardır tartışılmayan otoritesi sarsılan Erbakan ve sadık kadrosu için de altın değerinde bir fırsattı bu “Küskünler”. FP’nin birlikte seçimleri erteletmekle onlara sağlayacağı “fayda”lar karşılığında Erbakan’ı -bu arada Tayyib Erdoğan dahil öteki “yasaklı”ları- kurtaracak bir 312. madde değişikliği gerçekleştirilebilirse; bu hem FP için bir zafer, hem de Erbakan için “muhteşem bir dönüş” olacaktı. FP ve özellikle Erbakan böylece 28 Şubat’ın -28 Şubatçılara rağmen- intikamını almış, üstelik de o 28 Şubat nedeniyle uğradığı -bilhassa DYP ve Bayan Çiller’in yararlanmaya çalıştığı- “yüreksizlik” ithamından da faiziyle kurtulmuş olacaktı. Yok eğer “Küskünler-FP girişimi” başarısızlıkla sonuçlanırsa -ki bunun için Ecevit’in “sivil darbe”ye karşı askerî darbe ihtimaline yaslanarak hayli katı bir karşı tavır alması ve ayrıca “cesur yürek” Çiller’in bu kez “olmayacak” diye çok çırpınması gerekir- FP ve Erbakan yine de “kazançlı” çıkarlardı. Çünkü bu kez de hem Ecevit’in -bazı dinî çevrelere de tercih edilebilir gelen din-laiklik dengesine ilişkin tavrı- ve orduyla mesafeli duruşunun da beslediği prestij yükselişi darbe almış olur; hem de asıl olarak DYP ve Çiller’in dinî hareketin “gövdesi”ne yönelik biz daha emin bir “şemsiye oluruz” yollu “cesaret” yüklemli mesajların cilası kazınmış olur, kısmî kaymalar geri dönüşe çevrilebilirdi. Hesaplarını seçim sonrasının muhtemel bir -büyük parti- ANAP’ın, orta parti DSP ile kuracağı bir hükümet üzerine kuran ANAP, DSP’nin büyük parti olma ihtimalinin kuvvetlenmesinden rahatsız olduğu oranda “FP-Küskünler” atağına hiç de canla başla karşı koymayacaktır. Seçimlere çok az bir süre kalmış olması ordunun darbe veya müdahale ihtimalini epeyce zayıflattığı için “söz konusu atak” zamanlama açısından da yerindedir.
Dolayısıyla FP’nin bütünü açısından değilse bile Erbakan“cılar” açısından bakıldığında -mevcut koşullar bağlamında- hayli hesaplı ve kazançlı bir manevra söz konusudur. Şüphesiz bunu derken, aylardır 18 Nisan’da seçimin mutlaka yapılmasının her şeyden önemli olduğunu söyleyegelen FP’nin şimdi seçim 18 Nisan’da olmayabilir tavrına atlayıverip, aylardır 18 Nisan seçimini engellemeye çalışmakla suçladığı partilere 18 Nisan savunuculuğunu bizzat takdim etmesi, FP’nin “sözüne güvenilir”liğini ne hale sokar, ayrı konu. FP’nin 18 Nisan’daki başarısını “Erbakan’a rağmen ve Erbakan’sız” kazanılmış bir başarı, başarısızlığı ise yine Erbakan yüzünden uğranılmış bir başarısızlık diye sunmaya hazırlanan “muhalifler” kanadı elbette bu atağa gönül rızasıyla destek vermiyorlar ama mecburlar da.
Peki ya “Küskünler”... Anlaşılan bunların önemli bir bölümü, Erez’in başını çekeceği, merkez sağda birliği sağlayacak yeni bir parti oluşumuna katılmaya kararlıdırlar. İki ay önce Erez’i DPT’nin başına getirmekle başlatılması düşünülen girişim -belki de bu küskünler fırsatı gözetilerek- yarıda kesilmişti. Şu son girişim, o projenin daha spektaküler bir tarzda ve daha geniş bir zeminde yürürlüğe konulması gibi görünüyor. Demirel’in tavrı da böyle bir projenin varlığının ve “etkili çevreler”ce desteklendiğinin -en azından- karinesi olarak yorumlanabilir.
Bu yazı hazırlandığında “RP-Küskünler” girişiminin ne sonuç vereceği henüz kestirilebilir bile değildi. Belki de dergi okur eline geçtiğinde Demirel’in -ve dolayısıyla “etkili çevreler”in- tavrı da dahil epey şey açığa çıkmış olacak.
Demirel’den özel olarak bahsetmemiz onun şahsen ciddi bir siyasal ağırlığı temsil ediyor olmasından ötürü değil. O, vaktiyle sahip olduğu o ağırlığı artık büyük ölçüde yitirmiş durumda. Ancak Cumhurbaşkanı olarak elinde tuttuğu yetkiler bu süreçte gayet kritik öneme sahip. Bu yetkileri -örneğin Meclis’ten bir seçim erteleme kararı çıksa bile bunu veto ederek engelleyebilme yetkisini- kullanarak ağırlığını 18 Nisan’da seçimden yana koyabilir. Ama, Turgut Özal’dan beri “alıştığımız” Cumhurbaşkanlarının iç politik manevralara karışma geleneğini sürdüren Demirel, “etkili çevreler” adına daha ince politik oyunlara da angaje olabilir. Ve bir de bakarız ki, FP-Küskünler cephesinin yerini DSP’yi kontrpiyede bırakmış bir ANAP-Küskünler işbirliği alıvermiş. Bu bile mümkündür. Çünkü özellikle Türkiye’deki politikada ilkelilik enderdir ama oyun fazlasıyla mevcuttur.
Ancak, önümüzdeki günlerde partiler ve parlamento arenasında hangi sürpriz gelişmeler olursa olsun, bu yazının başlangıç bölümlerinde anlatmaya çalıştığımız durum, tespitler ve çerçeve değişmiş olmayacaktır. Mevcut siyasal sistem o sorunları değil ortadan kadırmak, hafifletmek yeteneğini de kaybetmiş, tüketmiştir.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki; bu yargı bir siyasal düzenin yurttaş kitlelerinin katılım, etkileme kanalları canlı ve işlevli olduğu sürece sağlam ve meşrû sayılacağına dair modernist varsayım açısından bakıldığında doğrudur. Kitlelerin apolitikleşmesi, partilerin şirketleşmesi bu açıdan bakıldığında gayet endişe verici sorunlar olarak görülür.
Buna mukabil postmodernitenin “mantığı”nda siyasetin “ideolojiden arınması” kitle katılımının yerini kitlelerin -bir biçimde- memnun edilmesinin alışı bir rasyonelleşme olarak görünür. Nitekim siyasetin özerk bir etkinlik, bir boyut ve düzey olmaktan çıkıp ekonominin, metalar pazarının bir dalı haline gelişini, partilerin işletme, üyelerin hissedar, kitlelerin müşteri gibi algılanır oluşunu orta-büyük mülk, servet sahipleri, egemenler katı ne yadırgamakta, ne de siyasetin tükenişi olarak görmektedir. Aksine siyasetin tam da istenen noktaya, kendileri açısından en cazip, en anlaşılır hale gelişi olarak algılayacakları kesindir. Son yıllarda bütün dünyada ve Türkiye’de de işadamlarımızın doğrudan siyasete soyunmaları, ABD’li Perot’tan Türkiye’deki Sabancı’ya kadar bu tür girişim sahiplerinin siyaseti nasıl bir “business” olarak tasarladıklarına dair diskurları yeterince açıklayıcıdır. Hiç de uzak olmayan bir gelecekte hisse senetleri borsalarda işlem gören “parti”lerle karşılaşmamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu noktaya gidiş ve varış, modernite sonrası siyasetin kurumlaşması değil, sadece modernite siyasetinin içinde evrildiği kapitalizm koşullarında özerkliğini peyderpey yitirip onun tarafından özümsenerek yok edilmesi anlamına gelir.
Siyaseti kapitalizm öncesinde bir zümrenin işlevi olma noktasından alıp, onu çok daha geniş zümrelerin bir etkinliği aşamasına vardıran modern çağ siyasetini onun bıraktığı noktadan daha ileriye gerçek bir kitlesel etkinlik düzeyine yükseltebilecek yeni bir yaklaşım fikri düşünmeye ve tartışmaya değmeyecek kadar “uçuk” mu geliyor bize?