SOSYAL DEMOKRASİNİN BUNALIMI
Sosyal demokrasinin “anavatanında”, Fransa’da, İngiltere’de ve Almanya’da seçim kazanarak itibar tazeleyen sosyal demokrasi, modernizmin yeni evresine uyarlanmak üzere yeniden modernleşiyor, yeniden ehlileşiyor. Esasen şehirli kalifiye orta sınıfların “dinamizmine” hitap eden ve bunu asgarî sosyal devlet güvenceleri ile (ve biraz da “hayat tarzı” solculuğu veya hümaniter-ahlâkî solculuk ‘belirtileri’ ile) telif eden yeni sosyal demokrasi; Max Weber’in eski sosyal demokrasinin hâlâ radikal ve devrimci olduğu bir zamanda yaptığı öngörüyü doğruluyor. Weber, kapitalizmin Fordist aşamasına geçişi en iyi “yönetecek”, bu modernleşme eşiğinde toplumsal entegrasyonu en iyi sağlayacak kuvvetin, devletin himaye edeceği ve devletin himayesine minnet duyacak bir sosyal demokrasi olduğunu öngörmüştü.[1] Şöyle demişti: “Uzun vadede, Sosyal Demokrasi kenti veya devleti fethetmez; devlet partiyi fetheder.”[2] Bu söz, Türk sosyal demokrasisi için çok daha fazla geçerlidir. Zira Türkiye’de ’90’lı yıllarda sosyal demokrasinin siyasal pratiği devletle yeniden kucaklaşma, yani aslına rücu etme edimlerinden ibarettir.
Avrupa sosyal demokrasisi, Yeni Sağ’ın egemenliğindeki ’80’li yıllarda kronikleşen ideolojik bunalımıyla, birtakım kuramsal tartışmalar yoluyla -nafile de olsa- başetmeye çalışmıştı. Şimdi, bir miktar bunlara da yaslanarak, ama asıl olarak ‘işletme’ başarılarıyla ideolojik bunalımını aşmayı veya örtmeyi düşünüyor. Türkiye’de ise sosyal demokrasi, bu kimliği benimseyen ortodoks unsuru olan CHP örneğinde açıkça bir beka tehdidiyle karşı karşıya olmasına rağmen, herhangi bir düşünsel mesai harcamadan ‘durmaya’ çalışıyor. CHP yönetiminin “evrenselciliği” ve Sosyalist Enternasyonal’le ilişkisi ise, Batı’daki sosyal demokrasinin muzafferiyetiyle tanışılmayan, görüşülmeyen bir uzak akrabanın başarılarıyla övünürcesine övünmek; veya Blair’le Schröder’in medya taktiklerinden esinlenerek, yurt gezisinde kuzu severken gazetecilere poz verme gibi “fikir”leri çeşitlendirmek düzeyinde kalıyor. ‘İşletme’, yani “yapma” ve “yönetme” kabiliyetini ise CHP, siyasetin profesyonellerinden başkasını pek heyecanlandırmayan -CHP’li siyasetin profesyonellerini ise galiba şehvet derecesinde heyecanlandıran- gündelik manevralara hasrediyor. Sosyal demokrasi olarak tanımlanagelen alanın heterodoks unsuru sayabileceğimiz DSP ise, siyasal hayatının baharında, sol açısından ‘heretik’ (sapkın) sayılacak özelliklerini iyice abartmakla meşgûl.
Sosyal demokrasi, genel olarak olduğu gibi, Türkiye’de de, anti-kapitalist bir devrim tasavvuru değil, kapitalizmi ehlileştiren, medenileştiren, katlanılır kılan bir toplumsal reform tasavvuru olageldi. Ancak, ’90’lara gelindiğinde Türk sosyal demokrasisi böyle bir tasavvuru da terk etmiş bulunuyor. Bu terk ediş öncesinde, ’80’lerde, güçlü bir Yeni Sağ hegemonyanın hüküm sürdüğü ve sosyalist/devrimci solun bastırılmış olduğu bir zamanda, sosyal demokrat hareket yani SHP, bir muhalefet hareketi olarak 1980’lerin sonunda Türkiye’nin birinci partisi konumuna yükselmişti. Bu evrede SHP, sosyalist/devrimci kitle ve “akıl” potansiyelini massetmese bile onu kendisine karşı hayırhâh kılabilecek bir kapsayıcılık edinmişti ve bir karşı-hegemonya oluşturma fırsatına sahipti. Bu muhtemel karşı-hegemonyanın üzerinde yükseldiği politik ve sembolik repertuar, ’70’lerdeki “düzen değişikliği” ve “hakça düzen” sloganlarının özetlediği, muğlâk ama kapsamlı toplumsal dönüşüm iddiasından daha geri boyutlardaydı. Esasen “anti”lerle belirlenmişti; piyasa toplumunda “tutunma” zorluğu çekenlerin tepkilerini yansıtıyordu - sarih bir alternatif program koymaksızın. SHP’nin karşı-hegemonya fırsatının esas malzemesi, insan hakları ve Kürt meselesiyle ilgili ve genel olarak 12 Eylül rejimi ve sonrasındaki devlet baskısı ile ilgili kaygıları, mağduriyetleri yansıtan “demokratikleşme” talebiydi. SHP, bu talepleri iddialı ve radikal bir demokratikleşme programında bütünleştirseydi, Latin Amerika veya Yunanistan örneklerindeki gibi -zulmün bazı ikinci derece sorumlularının “mümkün mertebe” cezalandırılmasıyla da birleşecek- bir sembolik arınma vaadini ortaya koyabilseydi (ki bunun fizibilite şartı, hem toplumsal muhalefeti hem devlet katını bunun için tava getirmekti), bir karşı-hegemonya momenti oluşturması ihtimal dahilindeydi.
SHP’nin bunu yapamadığı gibi, o momentte demokratikleşmeyle ilgili inisyatifi Demirel DYP’sine kaptırdığı biliniyor. SHP-CHP, rejimin/devletin 1991 sonrasındaki militarizasyon ve otoriter restorasyon politikasını teşhis etmekten bile uzak kaldı. Bugün CHP’nin, demokratikleşme bahsinde, bütün partilerin bellediği ezberin ötesinde bir diyeceği yok. DYP-CHP koalisyon hükümetindeki Dışişleri Bakanlığı döneminde Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın işkence rehabilitasyon merkezlerinin koğuşturulması talimatının altına imza koymuş olmasıyla hep anacağımız Deniz Baykal’ın partisinde sadece bazı kişiler, bazı milletvekilleri, ülkede bir yönetim tekniği haline gelen insan hakları ihlâlleriyle ilgileniyorlar. CHP, DYP-SHP koalisyonuyla beraber olağanüstü gerilediği Kürt meselesinde, denebilir ki, Ecevit’in “geri bıraktırılmışlık”la, “yarı-feodal güçler”le açıkladığı, ekonomi ve kalkınma paradigmasının bir versiyonuna sığınmış durumda.[3]
Buna paralel bir şekilde, hem SHP-CHP ve hem de DSP ’90’lar boyunca neo-liberal ekonomik ortodoksilere ayak uydurdular. Bugün artık SHP-CHP çevrelerinin ’90’ların başlarında kullandıkları “sosyal piyasa ekonomisi”, “demokrat piyasa ekonomisi” gibi utangaç ifadelere bile rastlanmıyor. Benzer şekilde, “klasik solcu kompleksinden” şikayetçi olan Ecevit, özelleştirme bağlamında Anayasanın devletçiliğinden yakınıyor ve halkı özelleştirmeye daha çok ısındırmak gereğinden dem vuruyor.[4] Dahası bu hiç kimseyi şaşırtmıyor. Dolayısıyla, 1991 seçimleri ertesinde yaptığımız, Türk sosyal demokrasisinin hegemonik siyasetin çekim alanına girdiği ve onun utangaç bir sol versiyonu haline geldiği yollu teşhisin tarihsel olarak doğrulandığını söyleyebiliriz.[5] Demiştik ki, “sosyal demokrasi, karşımıza, mevcut toplumsal ilişki tarzlarını şu ya da bu biçimde ama esastan sorgulayan ve ‘olması gerektiği’ düşünülen insanî varoluş biçimleri temelinde dönüştürmeyi hedefleyen (bir üstsöylem olmasa da) kısmi bir toplum-dünya tahayyülü olarak çıkmıyor. Tersine, hegemonikleşmiş olan toplumsal-siyasal alan ve insanî varoluş tanımlamalarının önkabülüne dayanan ve bu çerçeveden hareketle sorunlara ‘rasyonel’, ‘makûl’, ‘optimal’, ‘teknik’ çözümler geliştirmeye çalışan, ‘projeci’ bir anlayış olarak çıkıyor. Türk sosyal demokrasisi, kendisini, bir etik tercihler sisteminin cisimleşmesi olarak tanımlanabilecek olan ‘siyaset’ ile değil de, ‘expediency’ (iş görürlük) merkezli, ‘teknisist’ bir ‘önlemler paketi’yle, yani ‘politika’larla tanımlamaya yöneliyor.” Bugün artık sosyal demokratların, tekil sorunlara ilişkin kısa vadeli, pragmatik politika mekanizmaları yoluyla diğer partilerden kendilerini farklılaştırmaya çalıştıklarını belirtmeye bile gerek yok neredeyse. Yukarıdaki bakıştan, CHP’nin Eley’in deyişiyle Clintonlaştırılmış İşçi Partisinin “işletmeci” (managerial) ve teknokratik siyasetini alkışlaması şaşırtıcı değildir.[6] Çünkü Batı Avrupa sosyal demokrat partilerinin “yeni revizyonist” çizgileri, SHP-CHP’de zaten mevcut olan eğilimlerin gelişkin versiyonlarından ibarettir. CHP’nin kendine örnek aldığı “yeni İşçi Partisi”nin mimarı Blair’in Financial Times tarafından işadamlarının her söylediğine inanmaması gerektiği şeklinde uyarılacak kadar açık şekilde iş çevreleri yanlısı bir parti haline geldiğini hatırlatalım.[7]
İşte bu ideolojik-politik bunalım nedeniyle ki, bugün hem CHP ve hem de DSP esasen negatif bir belirlenim dolayımıyla kendilerine toplumsal-siyasal destek devşirmeye çalışıyorlar. Nasıl CHP’nin, Anasol-D hükümeti karşısındaki tavrında görüldüğü üzere, rakiplerinin başarısızlığı ve yıpranması üzerinden bir ikbal arayışı içindeyse, Ecevit de yozlaşmış, sahtekâr ve şatafat düşkünü politikacılar karşısında dürüstlük, mütevazılık, yoksulluk ve sadeliğin “rol modeli” imajına yaslanıyor. Ecevit’in destek ve sempatisinin ciddi bir miktarını, herhangi bir politik iddiasından ziyade mütevazı, sade görüntüsüne borçlu olduğu, hep söylenir. Böylesi eğilimlerin rüküşlük, eski modalık olarak değerlendirilerek alaya alındığı günümüz toplumsal atmosferinde, Ecevit’in bu imajla bir kazanım elde edebilmesi, onun sol adına temsil ettiği en sağlam değer kaynağı olsa gerek!
Görece istikrarlı bir konjonktürde, sosyal demokrasinin “durumu idare etmesi” mümkün olabilirdi. Ancak Türkiye toplumsal formasyonunun derin bir organik bunalım içinde olması, bir merkez radikalizmi dahi geliştirmekten aciz olan sosyal demokrat partileri açmaza sokuyor. Bu koşullarda, seçimlerden DSP’nin birinci parti çıkması ve hattâ seçim sonrasında kurulacak hükümetin başında yer alması ya da CHP’nin beklenenin aksine barajın çok üstünde bir oy oranına ulaşması, solun siyasal arenaya kendi damgasını vuracağı anlamına gelmiyor. Mevcut siyasal güç ilişkileri ve dengelerinin DSP hükümeti örneğinde olduğu gibi sosyal demokrat sola hükümet etme şansı vermesi veya verecek olması, sosyal demokrasinin “kendisine rağmen” gelişen konjonktürel dinamiklerin pasif alıcısı konumunda olduğu/olacağı ve dolayısıyla iktidar üzerinde ciddi bir sol-hegemonik etki yaratamayacağı gerçeğini değiştirmiyor.
CHP VE DSP’DE SOLUN HAMMADDESİ
Türkiye’de ’70’lerde sosyalist/devrimci sol ile sosyal demokrasi, kaynakları, dilleri, hedefleri ve eylem tarzları farklı olmakla birlikte simbiyotik yanı da olan bir hegemonya hamlesi içinde olmuşlardı. Popülist bir stratejiye yaslanan bu hamle, başarıyla (bir hegemonya inşâsıyla) sonuçlanmasa da[8] bir gelenek oluşturdu. Bu gelenek, 12 Eylül askerî rejimi sırasında ve sonrasında elbette eşit paylaşılmayan ama kesişim noktaları olan mağduriyet tecrübesiyle de pekişmişti. Simbiyoz, ’80’ler/’90’lar dönümünden sonra, başka etkenlerin yanında “Türk sosyal demokrasisi”nin yukarıda değindiğimiz özelliklerinin belirginleşmesiyle, bugün fazlasıyla zayıflamıştır. Yine de, hiçbir yerde yoksa milliyetçi-muhafazakâr taşranın solu ve solcuları kuşatan ortamında, CHP’lilerle -ve dahi bazan DSP’lilerle- sosyalist solcuların simbiyotik kesişimleri vardır. Aşağıda, bu varsayımı arkaplana alarak, CHP’de ve DSP’nin “sol” adına neyi temsil ettiklerine, veya buralarda sol adına ne gibi bir bakiye veya işlenebilir ne gibi bir hammadde bulunabileceğine bakmaya çalışıyoruz. Önce, solun simbiyotik ilişkisinin aşikâr olduğu CHP’ye kısaca ve esasen bu bağlamda değineceğiz; bu bağlamda belirleyici soru şudur: “CHP’nin parlamento-dışı kalması sola ne kadar zarar verir?” Daha sonra, daha geniş biçimde, “sol adına ne var?” sorusunun cevaplanmasının çok daha müşkül olduğu DSP’ye bakacağız.
CHP, bugün en temel değeri olarak bizzat kendi bekasını görüyor. Sol adına da sahip olduğu en temel değer olarak, parlamentodaki varlığının faydalarını, bu sayede ne kadar çok şeyin yapılabilecek veya yaptırılmayacak olduğunu gösteriyor. Birçok muhalif CHP ileri geleni, apolojetik bir dille, kusurlarının bilincinde olduklarını anlattıkları partilerine, “yine de mecbur olduğumuzu” hatırlatarak destek rica ediyor.[9] CHP, özellikle sol veya sola yatkın, esasen “laisist” olarak tanımlanabilecek insanlardan, bir çeşit şantajla oy istiyor: “Atatürk’ün partisi parlamento dışı kalamaz, kalmamalı” diye, neredeyse “Cumhuriyet savcılarını göreve çağıran” bir üslûpla inayet diliyor (imzasız metinlerle bu tehditkâr inayet dileğini yayan faks zincirleri kurulduğunu biliyoruz). Büyük medya da, durumdan görev çıkartarak CHP’nin bu kampanyasına can-ı gönülden destek verdi.
Siyasetin ve hukukun alanının daraltıldığı bu Türkiye’de, parlamentoya tesir edebilme, makro süreçlerle ilgili olarak ehemmiyetini yitirirken, belki buna koşut olarak, mikro ve ‘münferit’ meselelerde daha fazla önem kazandığını gözlüyoruz. Şöyle karikatürize edebiliriz: Bir yasada “ele gelir” bir değişiklik yapılmasını sağlamak gitgide zorlaşırken, diyelim ki bir işkence davasıyla bir milletvekilinin ilgilenmesini sağlamak, çok faydalı olabiliyor. Beri yandan, kendilerini demokratik sol veya sosyal demokrat sayan partilerin parlamentodaki varlığına kendinde bir değer atfetmenin sol açısından kötürümleştirici bir etkisi var. Hattâ, kendi dışındaki solla her türlü temastan özenle kaçınan DSP bir yana bırakılırsa, gönülsüz bir hâmi olarak CHP’ye muhtaç olmamanın, parlamento-dışı muhalefet açısından eğitici, terbiyevî bir rolü olacağını söyleyebiliriz. CHP’nin parlamentoda temsil edilmesinin başka bazı inisyatiflerin gelişmesine ayak bağı olduğu söylenemez mi? Bir dayanışma ya da destek kampanyası için bir CHP milletvekili “ayarlamak” için sarf edilecek enerjinin, kamuoyunun değişik sektörlerine hitap etmeye harcanması, daha kalıcı ve ‘sahici’ sonuçlar doğurmaz mı? Daha önemlisi, sol adına yeni parlamento-dışı siyasal pratikler ve mobilizasyon biçimleri geliştirmede, yeni yaşam alanları ve dayanışma ağları oluşturmada ve mevcut olanları himayeye muhtaç ve içe-dönük yapılarından kurtarmada, CHP’yle olan acaip simbiyozun kaybettirdiklerini telâfi etmeye de bu vesileyle girişilemez mi? Böylesi girişimlerle, birtakım kısa vadeli kazanç hesaplarının ötesine geçerek, yurttaşların etkin ve doğrudan katılımına dayalı, parlamento dışı popüler-demokratik inisyatiflerin yerel ya da mikro-politik düzeyde hükümranlık kurmasının önünü açabilecek uzun vadeli ve kalıcı siyasal biçimler yaratılabilir. Böyle bir birikim oluşabildiğinde, sosyalist sol ile sosyal demokrasi arasındaki ilişkiler de araçsalcı, istismarcı hüviyetinden çıkarak daha haysiyetli bir biçim alabilecektir. Başka bir şey daha söylemeli: Yine belki bu sayede, parlamento-dışı siyaset yeteneğini tamamen unutan CHP’nin ta kendisi, yitirdiği bazı meziyetlerini yeniden inşâ etmeye girişebilecektir.
Örneğin CHP’nin ve CHP’li kadroların 70’lerde, sonra SHP’lilerin ’80’lerde ortaya koydukları particilik/teşkilatçılık performansı... Klientalizmle, hemşehricilikle, “delege ağalığı” ile yozlaşan bu ilişki şebekesinin, o “yozlaşma” mecrası içinde bile, -en ağırlıklı meseleler olarak- yoksullukla ve devlet zulmüyle başetmeye dönük birtakım yardımlaşma/dayanışma ağlarını ördüğünü hesaba katmak gerekir. Burada, özellikle siyasetin yüzyüze ilişkilerden, organik bağlardan ‘arındığı’, halkla ilişkilerin örgütlerin elinden çıkıp “halkla ilişkiler uzmanları”nın selâhiyet sahasına girdiği bir zamanda hasreti çekilecek bir ‘kültür’ saklıdır.[10] SHP/CHP, sadece bu ilişkiler içinde söz konusu yozlaşmanın ileri gitmesiyle kan kaybetmedi; bu ilişki ağlarının, özellikle “kent yoksulları” olarak anılan kesimleri seferber eden “teşkilat kültürü”nün toptan kriminalize edilmesiyle muhtemelen daha fazla kan kaybetti.
CHP’yle -bazı “projelere” bakılırsa DSP’yle de- sosyalist sol arasındaki simbiyozun ortamı olarak laisizmi ve Kemalizmi tespit etmek, ya da bu ortamı sol adına bir toplam hegemonya mecrası olarak görmek ise, bize hiç isabetli gelmiyor. Bu, taşradaki kıstırılmışlıkları ve azınlık konumları neticesinde sosyal demokrat-sosyalist-Kemalist anasırın ayrımları askıya alarak “birarada yaşaması”ndaki veya simbiyozundaki savunmacı-reaksiyoner zarureti teorileştirmek, dahası bu içe kapanmışlığı, daraltılmışlığı doğallaştırmak, ebedîleştirmek demek olur. Kemalizm ve onun alâmet-i farikası olduğu haliyle laisizm, tamamen savunmacı-reaksiyoner ve rejimin restorasyonunun, yönetim teknolojisinin emrinde bir programdır. “Modern, seküler referanslara, demokrasi ve hukuk nosyonu temelli bir kamusallık anlayışına dayanan”, “demokratik özgürlükçü açılımlara açık” yaygın -dağınık anlamında- “duyarlılığı”, “devlet Kemalizmi”nden ayırdedilen bir “popüler Kemalizm” olarak vasıflandırmak, bize bir artı bakiye sağlamaz.[11] Eskizi çizilen duyarlılık, tutum veya ahlâkın, anti-Kemalist ya da gayrı-Kemalist olmayan hattâ kendini Kemalist sayan müntesipleri olabilir; ancak bu hal ve tavrın Kemalist ideolojiyle içsel bir bağı olduğunu söyleyemeyiz. Kemalizmin kendini popülarize etme biçimleri ve girişimleri, böyle bir bağa asla elvermez.[12] Kemalizmin etki alanındaki sınıfların, kesimlerin sola yatkın popüler açılımları, Kemalizm üzerinden değil, Kemalizmin aşılması, ondan bağımsızlaşılması yoluyla olmuştur. “Ulusal bağımsızlık”, “anti-emperyalizm” vs. motifler, Kemalist çerçevelerinden çıkartılarak dönüştürülmeleriyledir ki, sol bir popüler tahayyüle elvermişlerdir. Bu sol açılımı bir “popüler Kemalizm”i adlandırarak, varsayarak sabitlemeye çalışmak, eninde sonunda, Kemalizmin motiflerini dönüştürerek eklemleyebilecek bir sol hegemonyaya değil, Kemalizmin -hegemonyaya ‘ehil’ olduğu kabul ediliyorsa- hegemonyasının ya da baskınlığının, markajının sürdürülmesine yarayacaktır.
DSP’de solun hammaddesini bulmak ise, bayağı derinleri kazmayı gerektiriyor; burada -CHP’ye kıyasla- daha az işlenmiş, daha brüt bir ‘cevher’ var. Ecevit’in seçmen kitlesi, daha çok alt-orta sınıflardan ve kısmen şehirli marjinal/enformel kesimlerden, sadece politik açıdan değil, hayat tarzı itibariyle örgütsüz bir topluluk gibi görünüyor. Bu kitlenin çekirdeğini politikayı an be an izleyerek liderinden öğrendiği anahtar kavramlarla yorumlayan, fakat liderle taban arasındaki ilişkide bir parazit oluşmaması için dağınık bir kütle olarak durması tercih edilen bir çeşit “çarıklı erkân-ı harp”ler, yani has Ecevitçiler oluşturuyor. Bunlara, özellikle şimdilerde Ecevit’in yıldızının parlamasıyla, “kalkınma” ve “istikrar” adına hak ve özgürlükleri askıya alan otoriter bir devlete, neo-liberal ekonomik politikalara ilkesel bir itirazı olmayan, bunlarla çok da fazla ilgilenmeyen, şoven taşkınlıklara varmaması kaydıyla ’90’ların milliyetçi seferberlik politikasından hoşnut olan, buna mukabil “sağcılık” bayrağı taşımaya da gönlü yatmayan, derinlerde bir eşitlik ve adalet duygusunun ahlâken solculuğa açık tuttuğu bir seçmen tipi ekleniyor. Bu imge repertuarı, umumiyetle, iki yönde ajite edilebilir: Radikal, isyankâr bir mazlum söylemine dönüşebilir; “aşağıdakiler”in kör öfkelerine hitap ederek, bir millî saflık izafe ettiği “küçük adam”ı o hep “küçük” kalmaya mahkûm haliyle yücelten faşizan popülizme akıtılabilir. DSP, her iki yönelimin -galiba daha çok ikinci yönelimin- uç verdiği görülse de, esas olarak, bu aksiyoner ve reaksiyoner kışkırtmadan (radikal bir şekilde!) imtina etmektedir. Bu bakımdan, DSP’ye, aslında Yeni Sağ politikanın alâmetlerinden olan, ılımlılık/mutedillik aşırıcılığı (ekstremizmi)[13] atfedilebilir. Ecevit’in hitap ettiği ve adlarına konuştuğunu iddia ettiği bu kitleyi yok farz etmek sol açısından akıl kârı olmasa gerek. Zira sıkı bir ideolojik ve politik örgüyle bağlanmamış bu motiflerin, muhtelif etkilere ve eklemlenmelere açık olduğunu da mutlaka kaydetmek gerekir.
GELENEĞİN TOPOGRAFYASI VE İMKÂNLAR
Böylesi eklemlenme imkânlarının değerlendirilmesi ve CHP’nin -ve bu arada galiba ÖDP’nin- menzili dışında kalan alt-orta sınıfların hesaba katılması, solculuğun ‘yerli’ bir damarının yaratılması bakımından kritik bir önem taşıyor. Solun sıkışmışlığını aşmasında, derinlerde bir eşitlik ve adalet duygusunun ahlâken solculuğa açık tuttuğu kesimlerle bağ kurmak kilit bir rol oynayabilir. Bunun önemli bir momenti, popüler kültürel tahayyül biçimlerinin bugün tali ve kalıntısal hale gelmiş ögelerinin hatırlatılması ve yeniden canlandırılmasıdır. Zira Türkiye toplumunun siyasal bilinçdışında eşitlikçi, adaletçi ve dayanışmacı bir simgesel yapının öğeleri varlığını devam ettiriyor. Bunu söylemek, kaçınılmaz bir şekilde özsel ve tarihüstü bir yerli kimlik ya da gelenek metafiziğine yaslanmak anlamına gelmiyor. Aksine, geleneğin topografyasının her tür metafizik kurguyu rahatsız eden, toplumsalın nihai kapanımını imkânsız kılan heterolojik “eklentiler” (supplement) barındırdığının hatırlatılması anlamına geliyor. Hegemonik siyasetin silmeye, bastırmaya, unutturmaya, kendi kodlama sistemi içinde eritmeye çalıştığı çelişkili, karar verilemez (undecidable), heterolojik ögelerin özgürlükçü bir karşı hegemonik güzergahta öne çıkarılması demek oluyor. “Komşusu açken tok uyumanın”, “yetim hakkı yemenin”, “kula kulluk etmenin” siyasal bilinçdışında rahatsız edici ögeler olmaya devam etmediğini kim söyleyebilir ki? Daha 1950’ler Türkiye’sinde subay eşlerinin özel işlerine bakan bir emir eri olmamak için askerlikten kaçan köylünün anlam dünyası ile onun bugün metropollerde ev temizlikçiliği yapan veya bizzat kendisi evinde temizlikçi çalıştıran çocuklarının anlam dünyası arasında tam ve mutlak bir süreksizlik ya da kopuş vardır denilebilir mi? Tamahkârlığın ve zenginliği göstermenin ayıp olduğu bir kültürel geleneğin izlerinin sahiplenici ve gösterişçi bireyciliğin içinde tümüyle silinip gittiğini kim söyleyebilir? Borç isteyen kişiye mahalle esnafının ve ahalisinin yüz çevirmesini resmeden ve “yok öyle bir dost” diyerek banka kredisini salık veren reklam filminin telaffuz ettiği “anlam”, cömertlik ve dayanışmayı olumsuzlarken yaralı bilincimizdeki kanamayı hatırlatmış da olmuyor mu?
Toplumsal-kültürel dönüşümlerin hızı ve çapı ne kadar büyük olursa olsun, bir çırpıda ve topyekün değişim ya da metamorfoz imkânsızdır. Üstelik bu durum, hegemonik kültür ve siyaset kulvarında huzur bulduğunu düşünen -ve tahlil yapan kişinin de çoğu zaman bu durumunu çelişkisiz ve sorunsuz addettiği- “birey”ler için dahi geçerli değil midir? (Yukarıdaki reklam örneğinde, borç isteyen kişinin kendisi dahi sahiplenici zihniyetin içinden düşünüyor olabilir; ama hâlâ etraftan medet umması bizzat bu çelişkili durumu anlatmaz mı?) Öyleyse, Türkiye toplumunun tarihsel gelenekleri eşitlikçi, özgürlükçü ve dayanışmacı bir güzergâhı tümüyle imkânsız kılmıyor demektir. Geleneği “negatif” haliyle sağın ve muhafazakârlığın tekelinde addeden ve “pozitif” haliyle de folklorik bir ikonografiye (halk oyunları, semah, Pir Sultan Abdal vb.) indirgeyen bir perspektifin sol için sağlam ve köklü bir damar oluşturması mümkün görünmüyor.
Diğer bir moment ise, solun kendisini tarihsel olarak özdeşleştirdiği ve bugün Alevilikle eşitlenen “heterodoks İslâm”ın ötesine giderek, “halk dindarlığı” olarak tabir edilen “ortodoks olmayan” Müslümanlığın diğer biçimleriyle de rezonansıdır. Bu noktada, Ecevit’in dinle kurduğu ilişki ve MGK’yı kızdırmak pahasına Fethullah Gülen cemaati ile dirsek temasına girmesi -bunun son örneği bu cemaatten birini milletvekili adayı olarak göstermesidir- akla geliyor. Ecevit’in Fethullah Gülen’e gösterdiği ilginin arkaplanında 1970’lerden beri savunageldiği “Türk-İslâm tasavvufu”nun ilerici, hoşgörülü ve özgür düşünceli bir karaktere sahip olduğu iddiası yatıyor. O zamanlar büyük ölçüde retorikte kalan bu iddia, günümüz konjonktüründeki “terbiye edilmiş” bir Müslümanlık kültürü yaratma girişimlerinde yeniden hayatiyet kazanıyor ve Ecevit’in Fethullah Gülen ile ittifak arayışı “protestan” bir İslâm idealine ulusal açıdan atfettiği işlevselliği gösteriyor. Bu açıdan, laisist kesimlerden tepki almakla birlikte, Ecevit’in tavrı bizzat devletin teşvik ettiği ve arzuladığı bu modernleştirme gayretleriyle örtüşüyor. Dolayısıyla, İslâmcı-laisist kutupsallığını daha ılımlı bir tarzda da olsa yeniden dillendirmiş oluyor. Solun ise, CHP’nin “süper-laisizminin” ya da Ecevit’in dini talim-terbiye etme projesinin ötesinde bir yerde durması; bizzat bu kutupsallığın bastırmaya, silmeye ve unutturmaya meylettiği Müslümanlık biçimlerini “bilmesi”, bunlar üstüne düşünmesi gerekiyor. Solun Alevilere gösterdiği ilginin, gerek dinsel inançları ve pratiklerinin senkretik vasfı ve gerekse de gündelik hayatları itibariyle onlardan çok da farklı olmayan Sünni kesimler için neden geçerli olmadığı sorusu sorulmalıdır. Tabiî tüm bunları “politik taktikler” veya propaganda motifleri olarak değil, radikal bir toplumsal dönüşüm tahayyülünün sahici momentleri olarak düşünmek gerekir.
Popüler tahayyül biçimlerinin ve geleneklerin “gelecek olan demokrasi” ve “adalet imkânı” yönünde eklemlenebilecek olması, solun vicdanlara hitap edebilmesine de imkân verecektir. Muazzam bir derinlik kazanan toplumsal-sınıfsal eşitsizlikler, kültürel hiyerarşiler ve tahakküm biçimleri -ve dahi en gündelik tezahürleriyle yalnızlık, çaresizlik, örselenmişlik, dışlanmışlık vs.- karşısında sızlayan, belli belirsiz de olsa rahatsızlık duyan veya bunlar içine siniyor gibi görünse de çelişkiler de sergileyebilen vicdanlara hitap eden bir dil “gönüllerde taht kuran” bir dil de olacaktır. Böyle bir sol yönelim, daha önce tartışmaya açtığımız üzere, sol politika dilinin demokratik, özgürleştirici bir kamusal dil kipliği olabilmesini, “bir dizi ilave dilsel zahmet”e girilmesini şart koşuyor.[14] Bakhtin’in deyişiyle, resmî ya da formel kamusal dillerin “sözel-ideolojik dünya”yı tekdillileştirme gayretine karşı, tâbi olanların heterolojik, merkezkaç dillerini ve konuşma türlerini dolayımlayan bir kamusal dil kipliğinden söz ediyoruz. Solun dilinin yerleşik kamusal ve özel söylem ayrımlarının yapısını bozan -ve dahi son yıllarda olduğu gibi formel kamusal söylemlerin özel alan dillerini sömürgeleştirmesinden farklı- bir şekilde, şenlikli, duygulu, sıcak, nüktedan ve hattâ küfürbaz bir tâbi kesimler (subaltern) diyalojizmi olabilmesi gerekir. Tabiî bu, solun tebliğci, formel ve paradigmatik dilini popülist bir cilayla parlatmak veya estetize etmek olmayacağı gibi, sol politikanın diline cerrahi müdahaleler yapmakla gerçekleştirilebilecek bir iş de değildir. Zira sorun, muhtelif tâbi kesimlerin dillerinin basitçe temsil edilmesi veya empatik bir tarzda “kullanılması” değildir. Bizzat sol politikanın dilinin ezilen, dışlanan, hor görülen kesimlerin dillerinin (varoş kadınlarına, kahvehane müdavimlerine, kamyon şöförlerine, konsomatrislere vb. özgü kamusal, özel, mesleki, yerel vb. konuşma türlerinin ve söylemlerinin) diyalojizmi, bunların birbirleriyle ve eşitlikçi-özgürlükçü bir toplumsal dönüşüm tahayyülüyle gerilimli, fakat verimli bir ilişkiye girebileceği bir kamusal dil kipliği olabilmesidir. Yani ihtiyacımız olan bir temsil poetikası değil, tâbi olanların konuşmasına ve onlarla konuşmaya imkân verecek organik bağlardır. Gönülden gönüle bir yol açıldığında duyacağız ve dinleyeceğiz ki, “Yakarsa dünyayı garipler yakar”. Ancak, böylesi bir açılım, hem sol siyasal pratiği dilsel bir pratiğe indirgemenin ve hem de solu münhasıran değilse de ağırlıkla manevi-ahlâki düzlemde tanımlamanın -ki bunun bir versiyonu Ecevit’in dürüstlük vurgusu, bir diğeri de “hayat tarzı” solculuğu diyebileceğimiz bir tür orta sınıf solculuğu- handikaplarına karşı da tetikte durmalıdır. Çünkü kendini tümüyle solun dilsel-entellektüel-ahlâki ufkuna hasreden bir perspektif, Gramsci’nin “hegemonyanın ekonomik çekirdeği” dediği ve bizim toplumsal-kurumsal bağlamı ve dayanakları diyebileceğimiz şeyi ihmal ettiği ölçüde zayıf ve kırılgan kalmaya mahkûmdur.
[1] J. Rehmann, Max Weber: Modernisierung als passive Revolution, Argument, Hamburg 1998, s. 45-52.
[2] Aktaran L. Panitch ve C. Leys, The End of Parliamentary Socialism: From New Left to New Labour, Verso, Londra 1997, s. 10.
[3] 23. Olağanüstü Kurultay Bildirgesi: Yeni Yaklaşımlar Yeni Çözümler (23-24 Mayıs 1998), “Yeni Bölgesel Kalkınma” bölümü.
[4] “Seçimden Sonra Ekonomi Bizde”, Radikal, 28 Şubat 1999.
[5] Bkz. N. Erdoğan, “Türk Sosyal Demokrasisinin Hal-i Pür Melali”, Birikim, 33, Ocak 1992, s. 32-6; ve “Demokratik Sol ve Sosyal Demokrat Portreler”, Birikim, 44, Aralık 1992, s. 27-32.
[6] G. Eley, “Socialism By Any Other Name? Illusions and Renewal in the History of the Western European Left”, New Left Review, 227, Ocak-Şubat 1998, s. 114.
[7] D. Sassoon, “Fin-de-Siècle Socialism: The United, Modest Left”, 227, New Left Review, Ocak-Şubat 1998, s. 96.
[8] N. Erdoğan, “Demokratik Soldan Devrimci Yol’a: 1970’lerde Sol Popülizm”, Toplum ve Bilim, 78, Güz 1998, s. 22-37.
[9] Örneğin Fikri Sağlar’ın söyleşisi, Milliyet, 7 Mart 1999.
[10] Bu konuda bkz. H. Schüler, Türkiye’de Sosyal Demokrasi: Particilik, Hemşehrilik, Alevilik, İletişim, İstanbul 1999.
[11] Bu yaklaşımı, S. T. Kozaklı ve M. Şen Mürekkep’te ortaya koydular: “ÖDP ve Kemalizm: Rivayetten Siyasete”, Mürekkep, 9, s. 40-50.
[12] Bu popülarizasyon girişimlerinin yoğunlaştığı, kampanyalaştığı dönemler, Tek-Parti dönemi, 12 Eylül askerî rejim dönemi ve 28 Şubat sürecidir - bütün bu girişimlerde de Kemalizm teksesli otoriter devletçiliği pekiştirmeye veya restore etmeye dönük bir ideoloji olarak işlenmiştir ve orada bulunabilecek “popülerlik”, son derece plastiktir. (Bu konuda bkz. N. Erdoğan, “Popüler Anlatılar ve Kemalist Pedagoji, Birikim, 105/106, s. 117-25.) T. Kozaklı ve M. Şen, “devlet Kemalizmi”nden ayırdettikleri bir “popüler Kemalizm”de sol için tutamaklar ararken, 12 Eylül’den sonra Kemalizmin bir orta sınıf ideolojisi haline geldiğini, emekçileri “gerek yaşam biçimi gerek dünya görüşü olarak dışlama potansiyeli içerdiğini” vb. bizzat belirtiyorlar.
[13] W. Kraushaar, “Implosion der Mitte”, Mittelweg, 36, 2/1994, s. 10.
[14] Bkz. T. Bora, “Sol Politikanın Dili - Yeni Bir Kamusal Dil”, Birikim, Haziran 1998, 110, s. 16-20.