Çok değil bundan üç ay önce, yapılacak erken genel seçimlerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceği kanısı hâkimdi. Genel değerlendirmelere göre, sandıktan 24 Aralık 1995 seçimlerinin sonuçlarına yakın sonuçlar çıkacaktı. Yani Refah Partisi yerine Fazilet Partisi oylarını daha da arttırıp birinci parti olacak; ANAP ile DYP yine ikincilik için yarışacak ve onları yine DSP izleyecekti.
Kısa süre içinde ülkede yaşananlar bütün öngörüleri tepetaklak etti. Örneğin bu yazının kaleme alındığı 16 Mart 1999 tarihi itibariyle, 18 Nisan genel seçimlerinin TBMM aritmetiğini olduğu gibi değiştireceği yolundaki tahminler öne çıkıyor.
Her şeyden önce milletvekillerinin önemli bir bölümü liderleri tarafından ya aday gösterilmedi ya da seçilecek yerlere konulmadı. Ayrıca 1995’teki sıralamanın olduğu gibi değişeceği yolunda bir dizi işaret mevcut. Buna göre FP’nin birinciliği artık çantada keklik değil, DSP ciddi bir biçimde oyunu arttırıyor. Üçüncülük için DYP’nin ANAP’tan daha şanslı olduğu gözleniyor. CHP’nin barajı aşması epey zor gözükürken, MHP’nin bu kez de işinin zor olduğu anlaşılıyor...
Yerel yönetimlerde ciddi değişiklikler olması söz konusu. İlk olarak, seçime girebilen HADEP’in, Diyarbakır ve Batman başta olmak üzere Güneydoğu’da birçok il ve ilçe belediye başkanlıklarını kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor ki, bunların büyük çoğunluğu halen FP’nin elinde.
Yine FP’nin İstanbul ve Ankara büyükşehirlerini yeniden kazanması pek de kolay olacağa benzemiyor; Kayseri, Erzurum gibi büyükşehirlerde nispeten daha rahat olan FP’nin, beş yıl önce kılpayı SHP’ye kaptırdığı Kocaeli ve Gaziantep büyükşehirlerini bu kez kazanması söz konusu.
KİM SEÇİM İSTİYOR, KİM İSTEMİYOR?
Türkiye’de seçimler etrafındaki kümelenmeler de sürekli olarak değişime uğruyor. Baştan beri tavrı en açık ve sabit olan tek parti Demokrat Türkiye Partisi. 28 Şubat sürecinin doğrudan ürünü olan ve toplumsal planda hiçbir şeye denk gelmeyen bu parti başından itibaren erken bir genel seçime, kendi sonunu getireceği için karşı çıktı. DTP ile seçim karşıtlığında yarışan DSP, büyük ölçüde CHP’nin yanlış startejileri ve DYP ile köprüleri hiçbir zaman atmamış olması sayesinde kendini tek başına iktidar, “Apo avcısı”, “enflasyon düşürücü” ve nihayet “ birinci parti” olarak buldu. Bir iddiaya göre, Ecevit’in yükselişi, ordunun da seçimleri erteletme kararından vazgeçmesine yol açtı. Ancak hep imâlı bir şekilde ordunun taleplerini seslendirdiğini söyleyen Cumhurbaşkanı Demirel’in hâlâ seçim karşıtı cephede yer aldığı ileri sürülüyor.
DSP ile birlikte seçimlerin 18 Nisan’da yapılmasında en fazla ısrar eden parti olan DYP, eski lideri Demirel’i seçimleri geciktirmek için komplolar düzenlemekle itham ediyor. DYP’lilere göre Yalım Erez, İlhan Kesici, Cavit Çağlar, Gökhan Çapoğlu gibi isimler Demirel ile Necmettin Erbakan arasında arabuluculuk yapıyorlar.
ERBAKAN SEÇİM İSTEMİYOR
Çünkü artık net bir şekilde ortaya çıktığı gibi Erbakan, kendisinin katılmayacağı genel seçimleri iptal ettirmekte kesinlikle kararlı. Aslında bunun işaretleri ocak ayı başında alınmıştı. FP, iki seçimi ayırıp milletvekili seçimlerini ileri tarihe çekmesi beklenen Yalım Erez’in hükümet kurma girişimine sempatik yaklaşmış; ardından Çiller’in “seçimlerin 18 Nisan’da yapılması” şartıyla Bülent Ecevit’in DSP azınlık hükümetini kurdurmasına çok sert tepki göstermişti. Halbuki o ana kadar Erbakan ve onun perde gerisinden yönettiği FP’nin yetkilileri seçimlerin ayrılmasını hiçbir şekilde açıkça savunmamış; aksine 18 Nisan seçimlerini hep “28 Şubat süreciyle hesaplaşma” günü olarak tanımlamışlardı. Fakat Erbakan’ın kendisinin katılmadığı genel seçimleri geciktirmek için bir dizi gerekçesi vardı:
• Erbakan’ın öncelikli hedefi kendi siyasî yasağını kaldırmak ve milletvekili olarak TBMM’ye dönmek; oradan da Demirel’in yerine cumhurbaşkanı olmanın hesabını yapıyor. Bağımsız adaylığı veto edilen Erbakan, bugünün TBMM aritmetiğinin yasakların kaldırılması için elverişli olduğunu düşünüyor. Seçim isteyen partilere, “ya yasağımı kaldırın, ya seçimlerin ileri tarihe atılmasına razı olun” şeklinde şantaj yapıyor. Erbakan şu an yakaladığı fırsatı değerlendiremezse yeniden uygun bir siyasî zemin bulması, dolayısıyla beklemesi gerekecek.
• İddialara göre, Erbakan, küskünler olgusunun ortaya çıkmasıyla kalıcı ve istikrarlı hükümet formüllerine iyiden iyiye imkân tanımayan şu anki Meclis aritmetiğinden hayli memnun ve bu sürekli kriz şartlarında, başta Cumhurbaşkanı Demirel olmak üzere, devletin ilgili mercileriyle siyasî yasaklarının kaldırılması için pazarlık yapabileceğini düşünüyor.
• FP’nin bazı üst düzey yöneticileri ve Çiller’in kendisini ikna etmeye çalıştığı gibi, sorunun 18 Nisan’dan sonra oluşacak TBMM tarafından çözülmesi formülünün Erbakan’ı tatmin etmesi mümkün değil. Çünkü seçimden sonra yasağı kalksa bile Erbakan’ın Meclise girmek için yeni bir seçim beklemesi gerekecek. Ayrıca yasakları kaldırmaya elverişli bir Meclis aritmetiğinin ve daha önemlisi siyasî zeminin oluşacağının hiçbir teminatı yok.
• Zaten Milli Görüş hareketi liderinin, FP’nin seçimlerde elde edeceği “zafer”den çok da emin olmadığı söyleniyor. Yakın zamana kadar müttefik olan DYP’nin, FP’nin “altını oyma” stratejisini gündeme sokmasının Erbakan’ı endişelendirdiği ileri sürülüyor. Erbakan’ı asıl telaşlandıran husus DSP’nin hızla tırmanması ve büyükşehirlerde RP’ye gitmiş sosyal demokrat eğilimli oyların önemli bir bölümünü geri alacağı yolunda güçlü işaretlerin olması.
• Kaldı ki, Erbakan’ın FP’nin seçimlerden zaferle çıkmasını istediği de şüpheli. Şu andaki FP Meclis Grubu, meşrûiyetlerini “Hocalarına” borçlu milletvekillerinden oluşuyor ve bunlar kendisine kayıtsız şartsız itaat ediyorlar. Yeni aday listelerine de son şekli Erbakan’ın verdiği bilinmekle birlikte, yeni seçilecek FP milletvekillerinin ona tam bağımlı olmayacakları, en azından özerk olacakları gerçeği de kendisini kaygılandırıyor.
• Erbakan’ın genel seçimleri ileri bir tarihe çekerek FP’nin partileşmesini de geciktirmek istediği yorumları yapılıyor. Seçimlerle rüşdünü ispat edecek ve kadrolarını yenileyecek olan FP, hemen ardından kongre sürecine girecek. “Demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk” gibi değerleri amblemine taşıyan FP’nin, RP gibi parti içi demokrasiyi hiçe sayması, örneğin genel merkezin beğenmediği adayların kazanması durumunda il kongrelerini yeniletmesi zor olacağa benziyor. Böylece yakın zamanda FP’de gruplaşma ve hizipleşmelerin doğması kaçınılmaz görülüyor.
• İster Recai Kutan, ister bir başka isim, kim seçilirse seçilsin, FP’nin ilk kongresinden çıkacak genel başkan, meşrûiyetini Erbakan’dan değil, parti örgütlenmesinden almış olacak. Her ne kadar bu durum, Erbakan’ın liderliğini tehdit etmese de, böylelikle “emanetçi genel başkan” devrine son verilmiş, dolayısıyla FP’nin üzerindeki RP ipoteği kaldırılmış olacak. Böyle bir genel başkanın parti üzerinde tasarrufta bulunma noktasında, Erbakan’la en azından pazarlık etme şansı doğacak.
FAZİLET İÇİN SEÇİM TAHMİNLERİ
Erbakan’ın dışında FP’lilerin önemli bir kısmı seçimlerden ürküyor. Zaten uzun bir süre “Bizi seçime sokmazlar” endişesiyle siyasî açıdan felç olan FP, Ankara DGM Başsavcılığının açtığı “Milli Görüş Davası” nedeniyle yeni bir şoka girmiş durumda. 28 Şubat sürecinden itibaren sürekli fatura ödeyen FP’liler, sandıktan derin devletin tasvip etmeyeceği bir sonucun çıkması durumunda başlarına neler gelebileceğini kestiremiyorlar. İşte ihtimaller:
• FP’nin seçimden açık ara birinci parti çıkması: Yüzde 25-30 arasında bir oy oranı elde etmek birçok FP’li tarafından “riskli” bulunuyor. Onlara göre böyle bir sonuç, FP’yi kapattıran çevreleri daha da öfkelendirir; FP dışı koalisyon formülleri geliştirilir ve sonuçta FP’nin de kapatılmasına kadar varabilecek 28 Şubat’tan daha kötü gelişmeler yaşanabilir.
• Seçimden FP’nin az farkla birinci parti çıkması: FP’lilerin önemli bölümü, tıpkı 1995 seçimlerinde olduğu gibi yüzde 20 - 25 arasında oy alan partilerinin iktidar ortağı olmasına veya ana muhalefet görevi üstlenmesine egemen güçlerin fazla itirazı olmayacağını düşünüyor.
• FP’nin birinci parti olmaması: Bir ara Erbakan’ın FP’yi yüzde 15’ler seviyesine indirmek istediği iddiaları ortalıkta dolaşıyordu. Fakat FP’lilerin hemen tümü, partilerinin birinci olmamasının Milli Görüş hareketinde büyük bir çözülmeye yol açacağından endişeleniyorlar.
• FP’nin tek başına iktidar olması: Bunun olabileceğine inanan hiçbir FP’li bulunmamakla birlikte partililer bu ihtimal konusunda ikiye bölünmüş durumdalar. Birinci grup Türkiye’nin Cezayir’den beter olacağını düşünürken, diğerleri böyle bir durumda tam aksine devletin FP’yi kabul etmek zorunda kalacağını savunuyor.
MAĞDURİYET EDEBİYATI
Başkanlık Divanı’na bir dizi profesör yerleştiren, ayrıca bir Danışma Meclisi kurup buraya da akademisyen dolduran FP, bir türlü parti programını ve buna bağlı olarak seçim beyannamesini hazırlayıp sunamadı. Bunun başta gelen nedeni bu konuda yapılan, yaptırılan çalışmaların ya fazlasıyla afaki ya da aşırı bilimsel ve kuru olmaları. Ama bunun ardında yatan esas neden FP’nin bir türlü yeni bir parti olmaması, olamaması. Malûm nedenlerle RP’nin devamı olduğunu da söyleyemeyince FP bir türlü kendi kimliğini bulamıyor.
Cemil Çiçek, Ali Coşkun, Nevzat Yalçıntaş gibi isimlerin partiyi 1983 ANAP sağcılığına çekme çabaları da, parti tabanını hiçbir şekilde heyecanlandırmadığı için nafile bir teşebbüs olarak kalmaya mahkûm. Nitekim Erbakan’ın partiyi küskünlerle ittifaka zorlaması bu sağcı isimlerin FP’de aslında hiç mi hiç etkisinin olmadığını gözler önüne sermiş durumda.
FP’liler yıllardır telaffuz etmekten imtina ettikleri ve günümüzde dillerinden düşürmedikleri “demokrasi, insan hakları, hukuk devleti” gibi kavramların içini çoktan boşaltmış durumdalar. Dolasıyla geriye bir tek “mağduriyet edebiyatı” kalıyor. Görüştüğümüz FP’liler, seçim kampanyalarını “28 Şubat mağduru” olmaları üzerine oturtacaklarını söylüyorlar ki, bunun hiç de akılcı bir strateji olduğu söylenemez.
Birincisi; Türk halkı FP’lilerin iddia ettiği gibi “mazlumları seviyor” olabilir, ama aynı halk bizim gözlemlerimize göre mazluma değil, “zalime itibar eder”. Buna bağlı olarak “mağduriyet” edebiyatı, “Bunlara seçilseler bile iktidarı vermezler” yolundaki giderek güçlenen kanıyı pekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Sonuncusu ve belki de en önemli olanı, “size zulmederlerken siz ne yaptınız” sorusuna FP’lilerin verecek pek bir cevabının bulunmamasıdır. Nitekim bu gerçekten hareketle DYP lideri Çiller, 28 Şubat’a esas olarak kendilerinin direndiğini iddia ediyor ve bu sayede muhafazakâr tabandaki prestijini arttırıyor.
SONUÇ
FP hakkında daha fazla şey söylenebilir. Hızlı bir şekilde gidecek olursak, FP’nin artık RP’nin devamı olma şansının kalmadığını söyleyebiliriz. Yine FP’nin “Türkiye’nin en önemli ve en büyük siyasî hareketi” olmayı bundan böyle daha fazla sürdüremeyeceği de kestirilebilir. Bu partide ideolojik, politik ve örgütsel çözülme kaçınılmaz gözüküyor. Bu parti içinde hiziplerin ortaya çıkması, hattâ partinin bölünmesi şeklinde kendini gösterebilir. Ama artık Erbakan’ın kontrol edebileceği bir hareket olmaktan çıkmıştır Milli Görüş hareketi. Ancak yepyeni bir lider FP’yi “İslâmcı” imajından mümkün olduğunca sıyırıp “yeni sağcı” bir partiye dönüştürebilirse bu hareket bir istikbal vaadedebilir. Tayyip Erdoğan’ın da artık böyle bir şansa sahip olduğu söylenemez.
Bir günde çok şeylerin değiştiği Türkiye’de seçimlere az bir süre kala bir yazı kaleme almanın hayli riskli olduğu ortada. Bu nedenle daha fazla “analiz attırmak” istemiyorum. Yine Birikim’de seçimden sonra bütün bu söylediklerimizin hesabını vermek üzere...