Günlük tarihimize bakmak. Ancak koşulumuz yüksek mercekli Batı gözlükleriyle bakmak olacak bu tarihe. O halde Rönesansı merkezinden kaydırmakla kalmayıp baskı ve ırk ayrımcılığı odaklarını direnç alanlarına dönüştürmek için mücadeleler geliştirmiş olan “izmler”e mi takılacağız gene? Feminizm, eşcinsellik ve dahi ırk temelli politikalar yaşadığımız tüm çapraşık odakları anlamaya, tanımlamaya yetmese de bize ipuçları sunabiliyor, sunabilir - işimize geldiği müddetçe.
Aslında bulmaya çalıştığımız, nihai bir yer olarak kimlik ve yer kavramlarının politik anlamda bir ilerleme olup olmadığı sorunu; elbette bu sorularla gelecek olan “odalarımızı yeniden havalandıralım” sloganıyla gelecek olan pratik. Evet, pencereler yeniden açılmalı ve şu eski kutuplar olan siyah-beyaz; dişi-erkek; heteroseksüel-homoseksüel, vb. karşıtlıkları tavanarasına kaldırmalıyız. Çünkü yeni tanımlara ihtiyacımız var. Ya da şöyle mi desek: Pratik politikaların günlük gerçeklerini ve de kültür farklılıklarının teorilerini keşfetmek için yeniden yapılandırmalıyız onları. İşte size yüzleşmekten ürktüğümüz “yer politikaları” ve/ya da “politikanın yeri” kavramlarının varabileceği “düz” zeminler.
İmralı’daki seçicilik: Yer zamana karşı işlerken - ama hangi doğrultuda?
David Harvey’in poltikaların yeri kullanma konusunda yazdıklarını düşünüyorum şu aralar. Çok çarpıcı bir dille aktardığı coğrafi konumlanmanın yeni alanlar açabilme-yeni direnç noktaları oluşturabilme imkânları üzerine ileri sürdüğü tezler kaçınılmaz olarak İmralı’nın günlük yaşamımıza delice dalışı ve çıkamayışıyla -çıkarılmak istenmeyişi de denebilir mi buna?- şu soruyu da beraberinde getiriyor: Yerin ortaya koyabileceği politikalar ya da politikaların yer üzerinden kendine sağlayabileceği yeni politik alanlar nelerdir?
Şimdi dönüp İmralı’ya bakalım. Devletin suçlularını kesik kesik frenlerle günlük yaşama -sözde bir biçimde- eklemleyebileceği bir yer. Hemen Jameson’ı hatırlayalım ve onun modernizme karşı postmoderniteyi zamanın yere karşı kaybedişi biçiminde yorumlayışına uzanalım. Ona göre günlük hayatımızdan, ruhsal deneyimlerden dillere değin zaman kategorilerinden çok mekân kategorileriyle düşünme zorunluluğumuz “yer”i asil listede düşünme durumunu da ortaya koyuyor.
Politikanın yeri kullanış biçimiyle ilgili olarak hemen şu soruyu sorabiliriz: Kapitalizm yeri nasıl kullanıyor o zaman?
Tersini düşündüğümüzde ise: “Yer, kapitalizmi, sistemi kullanabilir mi” sorusunu sormak içimizden geçse de artık şunu görme zamanı:
Artık bir içiçe geçmişlik var. Neredeyse modernizmle gelen postmodernizmin muğlak tanımlarının arasında çok önemli bir yere oturmuş olan, karşıt kutuplar arasındaki yumuşama gibi, yeri de derin metin analizleriyle yeni kavram(sızlık)lara doğru seyre çıkarma zamanı. Bu noktada adanın, İmralı’nın konumu gereği tam bir kabusa dönüştüğünü -çifte kavrulmuş tarzda üstelik- görüyoruz. Kimlik ve yer arasındaki bağlantı, ada-devlet-kutsal güç otorite karşısında birey kendi kendine oluşturduğu metaforlar içinde boğulup tıkanıyor.
Ya sizce?
İmralı yeni kabusların, yeni çıkmaz alanların tam da başlangıç noktası oluyor. Kapitalizm bir kez daha yeri kendi tarlasıymışçasına sürüyor; sadece sisteme yeniliyoruz. Molotof kokteyller, kirli bir savaş -içi beni, dışı seni yakan bir savaş- faşizm ve hiçbir zaman anlama, başkaldırıya dönüştürülemeyecek milliyetçiliğin çift kutuplu yitirişi bu. Oysa dönüşüm için fena sayılmayacak bir kesitti sanki. İmralı’daki Apo, bir cumartesi günü alışverişi, gencecik oğlunun tabutuna sarılmış bir ana, şakağına silah dayamış bir polis, nereye kadar?
Bu melezliğin ortak bir sesi yok mu?
Hayır, yok; varsa da duyulmuyor...
Varsa yoksa son dakika haberleri: Ölüm, kan, dehşet.