Demokrasi: Temsilin Sorunsallaştırılması

Büyük siyasal projeler, toplumsal hayatı kökten değiştiren yasal düzenlemeler, siyasal programlar... Modernleşmenin izlerini sürmek demek, bu siyasal projeleri, programları, yasaları ele almak demek...

Siyasal ütopyalar her ne kadar çeşitlilik gösterse de, her biri tek bir merkezden tasarlanan bir toplum öngörüyorlardı. Siyasal demokrasinin yakın tarihi boyunca söylemleştirilen kamu alanı çok sınırlıydı ve sınırlı bir alanda toplumun küçük bir izdüşümünü oluşturmaktan öte bir etki yaratmıyordu. Oysa söylemleştirilen kamu alanının genişlemesi ile birlikte, yönetim paradigmaları tasarımsallıktan hukuksallığa doğru bir geçiş yaşadılar.

Birbirine zıt gibi gözüken bu iki yönlü gelişme aynı şeye işaret eder: Temsilin sorunsallaştırılması[1] ya da konu etrafındaki iletişimin, tasarlayıcı (yerine geçen) siyaset pratiklerini dönüştürmesi...

Her ne kadar siyasî öznelerin tasarrufları gibi gözükse de, ‘gelişmiş’ dediğimiz ülkelerde siyasî pratiklerin bir ölçüde özcü modelden giderek farklılaşan hukuki bir düzene doğru evrildiği söylenebilir.

Bunun nedeni olarak denebilir ki, doğrudan devlete ve resmî sahaya endekslenebilecek bir siyaset yapma potansiyelinin giderek zorlaşmasıdır. Bu gelişmenin ‘sivil toplum’un siyasal alanı etkileyebilecek özerk bir kapasite oluşturmasının önemli bir sonucu olduğu iddia edilebilir.

TASARIM-HUKUK KARŞITLIĞI

Klasik anlamda siyasal demokrasinin yönetimlerin, kararların ve projelerin kendisini değil, kurgulama safhasını ilgilendirdiği varsayılabilir. Çünkü ‘klasik’ siyasal demokrasilerde, her ne kadar kararlar yönetimler tarafından alınsa da, kararların toplulukları farklı düzeylerde temsil eden organların işleyişi açısından normlaştırılmış olmasını anlayabiliriz.Yönetim hukukunun temeli meşrûiyet, yani siyasî iradenin vatandaş iradesini temsil etmesini sağlamaktır.

Siyaset ve yönetim pratikleri ‘gelişmiş’ denilen ülkelerde de ‘tepeden inme’ bir süreç izlenimini verse de gerçekte bu bağlamla birlikte okunabilecek bir olgudur. Yönetim işlevi her ne kadar bir takım hukuki, politik programlar ve kararlardan ibaretmiş gibi bir izlenim yaratsa da aslında temsilcinin (yönetimin) karar alma sürecinin sorun edilmesinden ibarettir. Örneğin bir imar kararının alınış yöntemi, kurumları, nedeni bir sistem olarak sorun edilir. Bir imar planı şehir plancılarının masa başında hazırladığı, siyasetçilerin onayladığı bir bürokratik belge olarak basitçe bir imar planından ibaret değildir. Planın kişilere veya topluluklara bir imar izninin nasıl ve neden verildiği, bir yetkinin nasıl tanındığı... Şeffaflık ve kamuoyunun karar öncesi haberinin olması için geliştirilen mekanizmaların neredeyse ‘anlamayana lüzumsuz gelecek kadar’ önemli bir sorun edildiği görülür.

Bu, demokrasinin siyasal tasarım biçimleri arasında bir mücadele gibi gözükmesine karşılık, siyasî kararların kurgulama sürecini normlaştıran bir düzen oluşturması ile ilgilidir: İyimser bir bakışla ‘gelişmiş’ dediğimiz ülkelerde siyasal demokrasinin, özündeki tasarlayıcı modelden kamu sahasında tasarlayıcı olmayan başka bir modele doğru evrildiği söylenebilir.[2]

Ulus-devletle paralellik gösteren siyasal tasarımlar temel hakların, temsil edilme hakkının güvenceye alınması ile giderek ulus-devlet ötesi ortak standartlara dönüşmektedir.

Temsilcinin karar alma biçiminin sorunsallaştırılması, temsilcinin temsil edilen yerine geçmemesi anlamına gelir. Temsilin sorunsallaştırılması, her şeyden önce ‘temsil’in farkedilmesidir. Demokrasi ‘temsil edilen’in ‘temsil edilmeyen’e dönüşmesini engelleyecek siyasî pratikler olarak okunabilirse, bu güçlü bir sivil sahanın oluşumu ya da ‘sivil toplumun siyasallaşması’ olarak da görülebilir.

Bundaki anahtar rolün duyarlılıkların kendi üzerine kapanmasını engelleyen aydın, uzman, meslek insanı gibi kişilerin konumları ile ilgili olduğu, tartışılması gereken bir konudur:

Neden Türkiye’de sözgelimi hukuk siyasî iradenin bir iddiası olarak algılanır?

Neden sivil toplum etkili bir güç olarak siyasal sürece katılamaz?

‘TEMSİL EDİLEN’İN ‘TEMSİL EDİLMEYEN’E DÖNÜŞMESİ

Hukuksal düzenin siyasî otoritenin tasarlayıcı gücü ile sivil hakların sahiplenilmesi arasındaki bir tür gerilimden doğduğu varsayımıyla bu soru şöyle de sorulabilir: Böyle bir gerilimin olmadığı toplumlarda, hukukun üstünlüğünü sağlayan ve meşrûiyete dayanan bir kamu mekanizması kendiliğinden gerçekleşmeyeceğine göre, bu koşullarda ‘hukuk toplumu’nu resmi-siyasal bir seçenek ya da proje olarak sunmak mümkün müdür?

Bugünlerde çok anlamlı olabilecek bir biçimde bu soruya şunlar da eklenebilir: Gelmiş geçmiş hiçbir ‘siyasal’ seçenek toplumları hukuksal anlamda düzenleyemediğine ve daha doğrusu seçkinlerin oluşturduğu siyasal alandaki bütün girişimler sivil toplumları böylesine bir düzenlemeye elverişli hale getiremediklerine göre?..

İlk dikkati çeken özellik, ‘gelişmiş’ dediğimiz toplumların çok daha az tasarımsal bir kamu sahasına sahip olduğu. Buna karşılık hukukun gelişmemiş olduğu toplumların kamu düzeni daha çok tasarımsal (yani daha belirlenmiş, ideolojik, tepeden inmeci). Devletleri kutsal, hesap sorulamaz. Siyasal düzenleri ise çatışmacı ve siyasal gruplar arasındaki ilişkiler çok daha gerilimli. Şehirler düzensiz, altyapı yetersiz, şehir planları, imar mevzuatı gibi hukuk normları toplumsal hayatı, şehirleri örgütlemekten aciz, bürokratik bir şekilcilik arzetmekte.

Kısacası bu toplumlarda devletlerin tasarlayıcı gücü ile hukukun üstünlüğü ters orantılı. Devletlerin tasarlayıcı gücü ile mekânın düzenliliği ve hukuk normları içinde şekillenmesi de keza öyle.

Buna karşılık -doğrudan siyasal beklentilere cevap oldukları düşünülmese de- uzman toplulukların meşrûiyetlerinin ‘siyasal’ topluluklarınkine benzer mutabakat zemininde biçimlendiği söylenebilir. Ancak konu temelli ya da uzman olarak adlandırılan toplulukların örneğin yerel topluluklardan farkı, kamu sahasında ayrıcalıklı bir konuma kendiliğinden sahip olmaları ve bunun koşullarını hazır bulmalarıdır. Seçkinler olarak siyasallaşmaya ihtiyaç duymadan daima devlet mekanizması içinde kendilerine ayrıcalıklı bir yer sağlamışlardır. Meslek toplulukları, uzmanlar doğrudan birtakım sorunları konu alan bir uğraş içinde gibi gözüküyorlarsa da, kendi konumlarını siyasallaştırmadan da iktidarı paylaşabilirler. Türkiye’de uzman topulukların örtük veya açık olarak siyasal angajman sahibi olmayı ‘siyaset yapmak’ olarak kabul etmeleri ve siyaseti küçümsemeleri buna çok tipik bir örnektir: Çoğu zaman adı ‘demokratik kitle örgütleri’ olan topluluklar sivillik ile resmiyet arasında kaygan bir zemin oluşturup, toplumsal taleplerin siyasallaşmasını değil, kendilerinin siyasal ayrıcalık elde etmesini sağlamaya çalışırlar. Meslek odalarında çok benzer siyasallaşma biçimleri yaşayan toplulukların birbirini sessiz sedasız tasfiye etmeye çalışması, konu temelinde işbirliği yerine çatışma, kamu otoriteleri ile dikey ilişkiler, sistemin temel işleyiş biçimidir.

SİYASETÇİLER BİZİ NEDEN DİNLEMİYOR?

Türkiye’de uzmanların, aydınların ‘muhalefeti’ hep aynı karakteri taşır: Devletin patron olduğu bir yapının içinde kendilerini bir ‘kısım şefi’ gibi görmek. Sanki kararların isabetsizliğinde siyasetçilerin bilgisizliği varmış gibi, yüzlerini devlete dönüp, sanki sürekli ‘ben daha iyi biliyorum, beni dinle, bana iş ver’ diye sesleniyor gibidirler.[3] Çoğu zaman sanki kendileri de aynı siyasetin bir parçası değillermiş gibi siyasetçileri rakip olarak görürler. Kararların kapalı kapılar ardında alınması onları rahatsız etmez. Gördükleri sorunları, bildikleri çözüm yollarını, bilgilerini kamuoyu ile paylaşmazlar. Tam tersine toplulukları küçümserler. Halka güvenmezler ve halkın karışmasının daha büyük sorun yaratacağını düşünürler. Yüzlerini kitlelere dönmek pek akıllarına gelmez.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde uzmanlık ve bilim kadrolarının ‘akılcı’ bir yönetim talebi ile diğer tarafta geniş toplulukları etkileyen popülizm, görünüşte sürekli bir gerilim hattı oluşturur. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de siyasal demokrasinin tarihi siyasetle uzman kadrolar arasındaki gerilimin tarihidir.

Bilim kadrolarına göre Türkiye’de çok partili demokrasiye geçişle birlikte siyasette popülizm hâkim olmuş, planlar, programlar, projeler ile siyaset arasında bir uçurum oluşmuştur .

Örneğin imar konusunda eğer kimse yasaları takmıyorsa, hattâ her türlü yağma, yasalar çerçevesinde yapılıyorsa, sorun siyasal zihniyettedir.[4] Siyasette popülizmin yaptığı da zaten ‘kural koyucu’ olan bir kamu mekanizmasını yoksaymaktır.

Yıllardır Türkiye’de bilim ve uzmanlık kadrolarınının söz ettiği ‘ülkeye toplum yararına yön vermek’, gibi iddiaların iktidar paylaşımı talebiyle birlikte tersine dönüşüvermesinin nedenleri de burada aranabilir. Çünkü Türkiye’de siyasetçiler gibi ‘uzmanlar’ da toplumsal talepleri dile getirmeyi değil, kendilerini toplumsal taleplerin sahibi yerine koymayı amaçlarlar. Türkiye’de kamu adına konuşanların sorunu, kitlelerin yerine konuşmaları, düşünmeleri, hissetmeleridir. Sonuçta bu pozisyona ‘aydın bakışı’ denemez, çünkü kendilerini, ele aldıkları konulardan ayırdetmeyi pek başaramazlar.

Örneğin şehir planları şehircileri, hukuk hukukçuları, siyaset siyasetçileri ilgilendiren bir konudur.

Bu ‘memleket için’ bir şeyler yapmak isteyenler, projelerini gerçekleştirebilecekleri fırsatlar arayanlar, çeşitli şekillerde kendilerini resmiyetin kucağında buluverirler. Uzman kadroların siyaseti bu şekilde algılamaları elbette bir saflık gibi görülebilir. Ama tam tersine bu saflığın altında çoğunlukla tepeden inmecilikten alınan müthiş haz, iş yapma fırsatını yakalamış olmanın büyük mutluluğu vardır.[5] Belki bu haz olmasa, resmiyete bu kadar kolayca yakalanmazlar, çok heveslisi oldukları bu durumun siyaseti olanaksız kıldığını farkedebilirler.

HENÜZ HESAPLAŞILMAYAN...

Türkiyede henüz hesaplaşılmayan sorun da biraz bu: aydınların meslekçi bir kimlikle sivil sahadan ayrışmayan ve bu yüzden de onun yerine geçen işlev görmeleri. Çünkü ayrışmadıkları sürece dile getirmekten ve dile getirdikleri şeyler üzerine konuşmaktan (temsil edici olmaktan) çok, doğrudan ‘yerine geçici’ bir işlev görmeleri sözkonusudur.

Uzman toplulukların süreklilik taşıyacak biçimde ve ısrarla ‘sivil toplum’ söyleminden yalnızca iktidarın paylaşılmasını hedeflemeleri de bu siyaset anlayışının yalnızca bir göstergesidir. Çünkü geçmişteki yalıtılmışlığı ile siyaset bugün artık toplumun dışında cereyan etmemekte, tepeden inmecilik topluluklarla özdeşleşmektedir. Düzensiz ve plan dışı yapılaşmayı ‘çarpık yapılaşma’ olarak adlandıran ve kentsel planlamanın bilimsel olarak (şehircilik bilimine göre) nasıl olacağını bildiğini iddia eden meslekçi hareketin ‘özlediği’ toplumsal örgütlenme biçiminin siyasetin topluluklarla özdeşleşmediği zamanların bir ‘iktidar tarzı’ olduğunu düşünebiliriz. Bu perspektiften bakıldığında düzgün işlerin hep 1950’ler öncesine tarihlendirilmesi de bir tesadüf değildir.[6]

Sonuçta ‘resmiyetle örtüşen’ bir kamusallık biçiminin yakın tarihimiz boyunca hâkim olduğu, ancak bu ‘resmiyet’in en azından iki ayrı ‘kontekst’te tartışılabileceği düşünülebilir. Bunlardan birincisi, resmî tarihte büyük bir dönüşüme ve değişime yol açtığı varsayılan, Cumhuriyet’in ilk yarısındaki siyasal elitin sınırlı bir kamu sahasına damgasını vuran uygulamalarıdır. İkincisi ise ‘tepeden inmeci’ ve meşrûiyetini katılımdan değil, özdeşleşmeden alan popülist siyasal pratiklerdir.

Örneğin siyasetin harekete geçirdiği ‘sivillere’ yakından bakıldığında, siyasetçilerin ‘resmiyete yakalanmakta’ hiç de yalnız kalmadıkları görülür. Hattâ siyasetçilerin resmiyete yakalanmasının yalnızca basit bir sonuç olduğunu dahi söylemek pek yanlış olmaz. Bu sonuç üzerinde etkili olan siyasetçiler değil, asıl onların çevresinde ve aracılığıyla iş görmeye çalışan topluluklardır. Bu topluluklar ancak resmi kurumlar ve siyasetçiler kendilerine iş verdiği zaman bütün profesyonellikleri ile işe sarılırlar. Bilgilerini her zaman topluluklarla değil, güç neredeyse onunla paylaşırlar. Yalnızca resmiyetin onlara açtığı alanda varolurlar. Bunun dışında neredeyse yokturlar.

Türkiye’de siyasetle uğraşan insanlar gibi mesleki kimliklerine sımsıkı yapışan insanlar, uzmanlar, aydınlar arasında da müthiş bir benzerlik vardır. Bu durum okuldaki tedrisatı aynen hatmeden, mesleki kimliğini sorgulamayan, ne öğreniyorsa onu hemen benimseyen ‘sıradan’ öğrencinin okulunu bitirip vatandaşın ensesinde boza pişiren bir bürokrata dönüşmesi gibi bir şey...

Bu nedenle ‘oyunun kuralları’nın siyasetçiler tarafından konulmadığını düşünebilir, asıl kural koyucu olanın merkezî resmiyetçiliği ‘yapabilir kılan’ daha geniş bir çevre olduğu varsayılabilir.

Toplulukların ‘resmiyete yakalanmasını’ sağlayanın da siyasallaşma potansiyeli taşıdığı halde bundan kaçınan ‘siyasal aktörler’ olduğu söylenebilir.[7]

Buna karşılık bugün STK’ların, hemşehri hareketlerinin, semt girişimlerinin kamu sahasında ‘ses getirmeye’ başladığı görülmektedir. Bu hareketler demokratik yollarla şekillenen ve ‘hemşehri’ örgütlerinin katılımcı ortak olarak ele alındığı yeni bir yerel politika isteğini telaffuz etmekteler.

Akkuyu’da yerel nükleer karşıtı hareket, Bergama köylülerinin direnişi, 3. Köprü muhalefeti, Gökkafes olayı, Fırtına Vadisi... Bu hareketlerin temel özelliği hukukçular, teknik insanlar, iletişimciler gibi ‘konu temelli’ uzman toplulukları yerel sivil topluluklar ile buluşturmasıdır. Bu sivil toplum hareketlerinde konu temelli çalışan uzman grupların ‘halka rağmen’ bir şeyler yapmayı değil, kendi alanları ile sorun sahiplerini köprülendirmeyi amaçlamaları, üzerinde düşünülmesi gereken bir farklılık:

Böylece denklemin eksik parçası yavaş yavaş kendisini belirtmeye başlıyor. Mahalli düzeyde çeşitli inisyatifler güç kazanıyor ve taleplerini formüle edebilir hale geliyorlar.

Bu örnekler, sivil toplumun siyasal sürece katılımının (veya bastırılmasının) ‘çıplak gözle görülen’ sorunlarından farklı kavramsal araçlara ihtiyacı olduğunu bize göstermekteler.

Bunun için yalnızca sorunları ifade etme biçimine bakmak bile yeter.

Sorunlar her ne kadar acılar, duygular olarak yaşansalar da, ‘çıpak’ sorun olarak varolmazlar.

Uzmanlar ne zaman sorunlardan söz etseler, konuşan sorunlar değil, daima uzmanlıktır.

Siyasetçiler ne zaman sorunlardan söz etseler, konuşan sorunlar değil, siyasettir.

Önemli olan bu nedenle belki de sorunları kimin dile getirdiği, kimin konuştuğu...

[1] ‘Günümüz Batılı toplumunda, hükümet etme meselesine yönelik tedbirli, kendini eleştiren aydınlanmış bir yaklaşım göze çarpmaktadır (Barry vd. 1996). Aktaran: Meltem Ahıska, Türkiye’de “İktidar ve Gerçeklik”, Defter, sayı 33, sayfa 22.

[2] Bu açıdan ilginç bir örnek Mimarlar Odası tarafından seksenli yıllar öncesi bastırılan ‘Moskova’nın Baş Mimarı’ Posokhin’in Yaşanılır Şehirler kitabıdır.

Posokhin ilkel bir modernist söylemle katılım ve şeffaflıktan eser olmayan sosyalist bürokratik planlamayı göklere çıkarırken, liberal şehirciliğin örneği olan ABD şehirlerini küçümsüyordu. Oysa o tarihlerden çok kısa süre önce, ABD’de yerel sivil toplum hareketleri federal karayolları politikasına karşı önemli bir mücadele başlatmışlar ve bazı hukuki kazanımlar elde etmişlerdi.

Belki de ‘sosyalist’ ülkelerdeki bürokratik planlama aygıtına karşı geçmişte çok daha güçsüz ve donanımsız gibi gözüken ‘kapitalist’ ülkelerdeki hukuki yapıların daha ‘dayanıklı’ çıkmasının nedeni burada aranabilir.

3 Boğaz Köprüsü tartışmaları sırasında elime Köprü Gerçeği başlıklı ilginç bir kitapçık geçti. Boğaziçi Köprüsü’nün yapılması için adımların atıldığı tarihlerde Mimarlar Odası Türkiye’nin tanınmış bazı şehircilik uzmanlarını, iktisatçıları, ulaşımcıları biraraya getirmiş, bir kitapçık hazırlatmış. Kitapçıkta Boğaziçi Köprüsü’nün İstanbul’da ulaşım sorununu olumsuz yönde etkileyeceği, yerleşme biçimini değiştirerek yeşil alanların yapılaşmasına neden olacağı, ulaşım maliyetini arttıracağı, büyük bir yatırım olarak geri kalmış öncelikli yörelerin geliştirilmesi yerine kaynakların İstanbul’a yönlendirilmesini sağlayacağı gibi görüşler yer alıyor. Kitabın önsözünde ise iki ilginç tespit var: Bu tespitlerden birincisi, Türkiye’de şehir planlama ve ulaşım konusunu çok iyi bilen, bilimsel esaslara göre çalışan yetişmiş bir uzman kadronun olduğu tespiti, ikincisi siyasetçilerin bu yetişmiş kadroyu devre dışı bırakıp, bilimsel kriterlerden uzaklaştığı ve bu nedenle yanlış kararlar aldığı...

Bu tespitlerden birincisine katılmamak mümkün değil. O tarihlerde teknik üniversiteler bünyesinde şehir planlama bölümleri kurulmuş, bu bölümlerde yurtdışında eğitim görmüş, konuları bilen çok değerli uzmanlar görev almış durumda.

İkinci tespit -ki bence o da birincisi kadar doğru- o dönemin siyasetçileri ile bu uzman kadronun pek anlaşamadığını gösteriyor. Bürokrat aydınlar ile devlet arasındaki ilişkilerin çözüldüğünü, siyasete popülizmin hâkim olmaya başladığını, bürokrat aydınların iktidarın asıl yönlendiricisi olması gerekirken siyasetçiler yanında rollerinin ikincilleştiğini anlıyoruz.

Devlet bu kadar uzman yetiştirsin, sonra da bu uzmanları dinlemesin. Olacak iş değil!

Oysa siyasî popülizmin devlete yaslanan ve devletten bağımsızlaşamadığı için de eli kolu bağlanan bu bürokrat aydın muhalefetine karşı halkı arkasına alacak potansiyeli, kendine sınırsız güveni vardı. Hem de bu ‘karşı çıkışı’ bile kullanmayı başarabilecek ölçüde. Nitekim daha sonraları, Boğaziçi Köprüsü tamamlanıp kullanılmaya başlandıktan sonra, bu karşı çıkışın üzerine çok gidildi. ‘Onlar zaten birincisine de karşı çıkmışlardı. Gördünüz mü, biri bile yetmiyor, ikinci, üçüncü gerekiyor ve bunlar daha birincisinin bile yapılmasına karşı çıkmışlardı’ diye bu karşı çıkış küçümseme konusu bile oldu. Sanki zaman köprü kararını haklı çıkarmış gibi, bu karşı çıkış çok kullanıldı. Sonuçta köprünün zaman içinde yetersiz kalması, köprü bağlantı yollarının İstanbul’un genel ulaşım düzenini felç etmesi bile köprü kararının haklılığını ispatlayan bir gerekçe olarak gösterildi. Böylece köprüye karşı olanlar, bizzat kendi silahları ile vuruldular.

[4] Şimdi çok iyi anımsadığım başka bir konu daha var. Bedrettin Dalan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı zamanında İstanbul’daki muhalefetin açmazlarını da çok iyi hatırlıyorum. Zamanın ‘solcu’ları Tarlabaşı yıkımlarının ‘önce siyasî bir konu’ olduğunu söyleyip duruyorlardı. İstanbul’un rant çevrelerine teslim edilmek istendiğini, kentin yağmaya açıldığını söylüyorlardı. Kötü niyetli rant çevrelerine karşı ‘şehircilik bilimini’ savunmak, her şeyden önce siyasi bir konu olarak algılanıyordu. Kenti korumak için önce ‘doğru’ siyasî tercihlere sahip olmak, sonra bu tercihten kaynaklanan siyasî bir duyarlılığı dile getirmek gerekiyordu. Siyasî keyfilik değil, keyfiliğin türü tartışma konusu olduğu için yıkımlara ve yeşil alanların yağmalanmasına karşı çıkmak siyasete malzeme olmaktan öteye gidemedi. Binlerce üyesi olan koskoca örgütlerin bile sesi duyulmadı. Tarlabaşı’nda yıkım bitti, yol inşâ edildi, Tarlabaşı Bulvarı kullanılmaya başladı. Aynı nakarat bu sefer bu karşı çıkış için kullanıldı. Muhalefet ise sürekli kendini ‘şehircilik bilimi’ gibi kendi üzerine kapanan söylemlere hapsederek etkisizleşti. Gökkafes inşa edilirken yapının ‘şehircilik bilimi’ne aykırı olduğu söylendi, ‘hukuk mücadelesi’nden söz edildi. Ama kimsenin aklına karar alma sürecinin demokratik olmaması gelmedi. Toplumsal katılımı sağlayacak biçimde yapılan haksızlık kamuoyuna sergilenmedi. Tıpkı Gökkafesi yapan müteahhit gibi, muhalefet de hukuktan, bilimden aynı şeyi anladı, aynı argümanları kullandı. Halkı siyasal tercihlerden, ortak kentsel demokratik haklarına yöneltecek ilkeli bir muhalefet sergilenmedi. Bedrettin Dalan başarılı bir belediye başkanı olarak tarihe geçti.

[5] Bu konudaki çok tipik örneklerden biri ‘korumacı’ seçkinler duyarlılığının etkisiyle devletin kültür varlıklarını korumak için oluşturduğu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları üzerindeki üyelik çekişmeleridir.

Uzunca bir süredir özellikle İstanbul’daki bazı koruma kurullarında olup bitenler, bazı üyelerin görevden alınmaları ve kurullar üzerindeki siyasî baskılar basına da yansıyor.

Koruma kurullarının icraatlarının kamuoyunun bilgisine açık olmaması gibi nedenlerle duyarlı çevrelerin ve uzmanların en önemli sorunu ‘koruma kurullarını siyasetçilerden kim koruyacak?’ oldu.

Çevre ve kültürel varlıkların korunması konusu bir takım seçkinlerin halka zorla birtakım kurallar dayatmaları gibi anlaşıldı.

[6] Köprü tartışmaları devam ederken, tüp geçit ve raylı sistem projeleri ile birlikte Cumhuriyet’in 1950 öncesi demiryolu ulaşım politikalarına ağırlık vermesi gündeme geldi. Ulaştırma Bakanı, ‘tüpgeçitin sivil toplumun işi’ olduğunu söyledi. Siyasetin kavramları kuruldukları bağlamda yananlamlardan hareketle, okundukları bağlamda ise çoğu zaman düzanlamları ile anlaşılır. Geçmişte aynı konu rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından önemli bir gaf sayılabilecek biçimde dile getirilmişti. Demiryollarının ‘komünizme özgü’ olduğunu söylemek, basbayağı bir skandal: Örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde, Almanya’da, Japonya’da, Fransa’da raylı ulaşımın taşıdığı önemi ve teknolojisindeki gelişmeleri gözardı eden müteveffa Cumhurbaşkanı, belki de Türkiye’de popülist siyasete muhalefet eden uzmanlar topluluğunu kastetmiş olmalı. Koskoca Cumhurbaşkanı’na yakışmayacak bu cahilliğin hakettiği tepkiyi toplamamasını da buna bağlamalı. Kendi cephesinden bilimsel doğruları halka kabul ettirmeyi ‘komünizm’le özdeşleştirdiği için, saçma olduğu apaçık olan bir tez ortaya atmış oldu. Bu tezin toplu taşımanın ancak ‘sol’ bir iktidarın amacı olabileceği gibi asla katılımcı olmayan ve yalnızca sorunu iktidar perspektifinden gören meslekçi bürokrat muhalefetinki ile de örtüştüğü varsayılabilir.

[7] Zorbalık ile gevşekliğin içiçe geçtiği düzenin sürmesinde seçkinlerin rolüne dikkati çeken Meltem Ahıska, bize bürokratik akıl ile popülizmin birbirine karşıt değil, birbirini tamamlayan iktidar biçimleri olduğunu hatırlatıyor.

‘Türkiye’de iktidar normalleşmedi çünkü en başta seçkinlerin bu irrasyonel, bulanık sisteme ihtiyaçları vardı...iktidarlarını korumaya almalarının tek yolu kendi yabancılıklarını korumaktı.’

Meltem Ahıska, “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik”, Defter sayı 33, sayfa 38.