Türkiye’nin demokrasi serüveni 12 Eylül askerî darbesiyle inkıtaya uğratılmadan önce sivil toplum örgütleri açısından belki de en bereketli ve etkin çağı yaşanıyordu. Sendikalar, öğrenci dernekleri ve 1971 yılında kurulan TÜSİAD, bu örgütlerin en faal ve önde gelenleri arasında yer alıyorlardı.
12 Eylül askerî darbesinin ardından sendika ve öğrenci derneklerinin liderleri ile yürütücü kadrolarının tutuklanmalarıyla birlikte zoraki bir sessizlik dönemi başladı. Bu durum ’80’li yılların ikinci yarısından itibaren iktidarın ve siyasetin göreceli olarak sivilleşmesiyle birlikte sendika ve derneklerin yeniden faaliyet göstermelerine izin verilmesine kadar sürdü, daha sonra yavaş yavaş canlanmaya başladı. ’90’lı yılların başından itibaren “sivil toplum” tartışmaları gittikçe artan bir şekilde devam ederken, 28 Şubat kararları ile de toplumun gündemini yoğun bir şekilde işgâl etmekte.
Bu tartışmaların belkemiğini, sivil toplumun gelişmesi ve örgütlenmesi ile birlikte demokrasi kültürünün de gelişeceği, devlete egemen olmuş otoriter yapının ve zihniyetin bir ölçüde ehlileştirileceği, tek kelimeyle Batı’da rastlanan örneklerine benzer demokratik bir toplum yapısının geliştirilmesine büyük ölçüde katkıda bulunacağı düşüncesi teşkil ediyor. Tartışmaların yoğunluğu göz önünde tutulduğunda sivil toplum arayışının toplumun tüm kesimleri tarafından benimsendiği, dahası işadamlarından sanayicilere, gazeteci ve yazarlardan sanatçılara ve aydınlara kadar çok geniş bir yelpaze içinde yer alan, kimi zaman çıkarları veya görüşleri açısından bir ortak noktada buluşamayacakları sanılan kişilerin en azından sivil toplum anlayışının yerleşmesi konusunda ortak bir mutabakata vardıkları izlenimi edinilmektedir. İlk bakışta böylesine mutlu ve uyumlu bir tablo arz eden bu manzara gerçekten öyle mi?
SİVİL TOPLUMDAN NE ANLAŞILIYOR?
Bugün, kamuoyuna malolmuş tanımı ile sivil toplum, bir “kanarya sevenler derneği” olmayıp, yurttaşlık ve toplumsal sorumluluk bilincine sahip kişilerin biraraya gelerek kurdukları dernek ve vakıflardan teşekkül eder. Bu kuruluşlar kendi içlerinde ülkenin önde gelen aydınlarını barındırır, Türkiye’nin düşünce hayatına zenginlik katar ve demokrasinin ilerlemesi için çaba gösterirler. Bu tanımları itibariyle bu örgütler, toplumdaki yerleşik anlayışa ters düşme pahasına da olsa, egemen anlayışa ve siyasî iktidara ters düşecek çözümler önerirler. Tek kelimeyle demokrasinin ilerlemesine, toplumun sivilleşmesine, otoriter zihniyetin hafiflemesine yol açacak tüm etkinliklerin öncüleridir, arkasında dururlar, topluma ve siyasî iktidara hâkim olan egemen anlayışa muhaliftirler.
Günümüzde kamuoyunda en çok adı geçen sivil toplum örgütlerini bu ideal tanım çerçevesinde değerlendirmeye kalkıştığımızda, ideal ile gerçek arasında büyük bir mesafenin var olduğu görülmektedir. Bir kere TÜSİAD, GYİAD, TOBB, MESS, TÜGİAD ve benzeri işadamları, işveren, sanayici gruplaşmaları ile ticaret ve sanayi odaları gibi meslek kuruluşlarını da içeren sivil toplum örgütleri amaçları itibariyle ait oldukları sınıfın ticari çıkarlarını korumak ve kollamak ile mükelleftirler. Bu zihinlerde tutulduğu ve göz ardı edilmediği takdirde, adları kamuoyuna malolmuş işadamları ve sanayicilerin TESEV, TOSAV, TEGEV gibi sınıfsal bir örgütlenmeyi ve bu sınıfın çıkarlarını savunmayı amaçlamayan vakıf ve derneklerde yer almaları ilk bakışta tuhaf gibi görünebilir. Yadırganan bu durum karşısında son yıllarda verilmeye başlanan şu basmakalıp cevap Türkiye’de demokrasinin ilerlemekte olduğu umudunu da verebilir: “işadamı artık toplumsal sorumluluğunun bilincinde”. Gerçekten öyle mi?
1980 sonrası Türkiye’sinde Özal dönemi ile başlayan liberalizmle birlikte burjuvazinin çok büyük ölçüde gelişip serpildiği bilinen bir olgudur. Bunun bir sonraki aşamasında burjuvazinin öncelikle amacı kamuoyunda yaygın bir şekilde yerleşik olup pek de hoş anlamlar çağrıştırmayan “patron”, “tüccar”, “sanayici” sıfatlarına daha fazla saygınlık kazandırmak oldu. Böylece ’90’lı yılların başından itibaren adları kamuoyuna malolmuş büyük sanayiciler ve işadamları, kamuoyunun önüne sadece işadamı kıyafetiyle değil, aynı zamanda sırasıyla sanatsever, sanat hamisi, koleksiyoner ve en nihayet “saygın işadamı” kıyafeti ile çıkmaya karar verdiler. “Saygın işadamı” kıyafeti kimi zaman “sorumlu” sıfatının da eklenmesiyle “saygın ve sorumlu”, kimi zaman “sivil toplum” sıfatının da eklenmesiyle “saygın, sorumlu ve sivil toplumcu işadamı” şeklinde de giyilmekte. Bunlar arasında tabiî ki en çok etkileyici olan bu sonuncusu olmakta.
Sivil toplum örgütü, Türkiye’de kullanılmakta olduğu anlamı itibariyle muhalif bir duruşa sahip olan, demokrasi arayışında olup devletin otoriter ve hantal yapısına karşı koyan bir örgüt. İşadamları ve sanayicilerden oluşan burjuvazi ise hayatiyetini devam ettirmek için sürekli ihtiyacı olan teşvikler, krediler ve ihaleler için devlet ve tüm organları ile sıkı fıkı bir teşriki mesai içinde. Bunu idrak etmek için çok basit bir gözlemde bulunmak, Türkiye’nin önde gelen işadamları ve sanayicilerin yeni tesislerinin temel atma veya açılışları için düzenledikleri törenlere davet ettikleri kişiler arasında yer alan resmî erkâna bakmak yeterli olacaktır. Gene aynı kişilere ait şirketlerin kuruluş yıldönümlerinde veya yeni ürünlerini tanıtır etkinliklere davet edilen resmî zevata bir daha bakmak yeterlidir. Bu da kâfi derece de ikna edici değilse emekliye ayrılmış olan yüksek rütbeli subayların, bürokratların ve dışişleri mensuplarının danışman, yönetim kurulu üyesi veya genel müdür olarak Türkiye’nin bütün büyük ticari ve sınai kuruluşlarında yer aldıklarını hatırlamak herhalde yeterli olacaktır. Nihayet üniversitelerde görev yapan öğretim üyelerinin önemli bir kesiminin (özellikle işletme ve hukuk fakülteleri hocalarının) ya şirketlere ve holdinglere danışmanlık yaptıkları, ya özel sektörün artan bir hızla kurmakta olduğu vakıf üniversitelerinde öğretim üyesi oldukları, ya da TÜSİAD’a danışmanlık yaptıkları veya onun için rapor düzenledikleri dikkate alınırsa, işadamlarının etki ve çekim alanlarının sadece devlet bürokrasisiyle kısıtlı olmayıp üniversite camiasını da içine aldığı daha iyi anlaşılabilir.
Devlet ile içiçe geçmiş, mevcudiyetini, hayatiyetini, gelişip serpilmesini sadece ve sadece devletin organları ve bürokratlarıyla ilişkilerini “uyumlu bir ortaklık” havasında sürdürmeleri sayesinde bugünkü güçlü konuma erişmiş olan işadamlarının sivil toplum örgütleri içinde yer almaları, işadamları açısından bu örgütlerin hedefledikleri siyasal atmosferin demokratikleşmesi amacına ve bu amaca ulaşmak için takındıkları muhalif tavırlarına tamamiyle tezat teşkil eden bir durumdur. Ancak buna rağmen adları artık kamuoyu tarafından kanıksanmış olan İshak Alaton, Sakıp Sabancı, Halis Komili, Can Paker, Bülent Eczacıbaşı, Erkut Yücaoğlu, Kemal Köprülü, Muharrem Kayhan, İbrahim Betil gibi sanayiciler, bankacılar, yöneticiler artan bir yoğunlukta sivil toplum tartışmalarının içinde yer almaktalar, sivil toplumun mevcudiyetini sonuna kadar savunmaktalar, aynı zamanda kendilerinin de kurucu üyeleri bulundukları işadamı ağırlıklı dernek ve vakıfları, demokrasiye katkıda bulunan birer sivil toplum örgütü olarak takdim etmekteler. Dahası aynı kişiler kurulmasına önayak oldukları bu vakıfların yönetimlerine dostane ilişkiler içinde bulundukları emekli dışişleri ve silahlı kuvvetler mensupları ile üniversite profesörlerini de dahil etmeyi ihmal etmemekteler.
Son 10-15 yıldır düzenli bir şekilde sürdürülen bu imaj yenileme ve basınla mükemmel ilişkiler kurma operasyonlarının sonucunda varılan noktada işadamları artık Türkiye’nin Kürt sorunu, dış politikası, Kıbrıs meselesi gibi makro meseleleri üzerinde kafa yoran, fikir üreten entellektüeller olarak kabul görmekteler. Bunun sonucunda Türkiye içinde ve dışında düzenlenen ve konuları itibariyle iş âlemini çok fazla ilgilendirmeyen bütün panel ve toplantılarda konuşmacı, müzakereci olarak hazır bulunmaktalar. Bu yazıda son yıllarda yapılan bu tür panellerin bir envanteri yapılmayacak, ancak temsili mahiyette örnek verme amacıyla yakın tarihten sadece iki örnek gösterilecektir. ABD kökenli Foreign Policy Association’ın düzenlemiş olduğu “21.Yüzyılda Türkiye’nin Fırsat ve Sorunları” konferansına Türkiye’den katılan onbeş kişi arasında İshak Alaton ve Arı Hareketi’nin koordinatörü Kemal Köprülü olmak üzere iki işadamı, üç emekli dışişleri mensubu, iki üst düzey devlet bürokratı yer almaktaydı. Yani heyetin yarısı işadamları ve emekli veya görevde olan devlet temsilcilerinden, diğer yarısı da gazetecilerden oluşuyordu.[1] Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen “Türk Dış Politikasının Geleceği” konulu konferansa katılan Türk heyeti içinde keza TÜSİAD başkanı Muharrem Kayhan ile İshak Alaton yer alıyordu.[2]
SİVİL TOPLUMUN EN HARARETLİ TARAFTARLARI: İŞADAMLARI
Aslında liberalizmin en ateşli savunucularından işadamlarının sivil toplumu savunmalarının gerisinde biraz da özelleştirme zihniyeti yatmaktadır. Nitekim özel sektörün sınırsız bir serbestlik içinde hareket etmesini savunan “Ankara bizi yeter ki tutmasın, havalanıp uçacağız” türünden sloganlarla devletin özel sektöre müdahalesini asgariye indirmeye çalışan özel sektör temsilcilerinin, sivil toplumu neden bu kadar hararetle desteklediklerini anlamak zor olmasa gerek. Devlete karşı yapılan muhalefet ve eleştirilerde yer alan “devletin otoriterliği ve hantallığı” temasındaki “hantallık” unsuru işadamlarının geçmişten beri şikâyet ettikleri bir şey. İşadamları her zaman Ankara’da bürokrasiden şikâyetçi idiler ve her şeyin, ama her şeyin özelleştirilmesini savunuyorlardı. Meseleye bu gözlükle bakıldığında işadamlarının, bir bakıma kendi amaçlarına da çok iyi bir şekilde hizmet eden, sivil toplum savunuculuğunu hattâ ve hattâ önderliğini yapmaları hiç de şaşırtıcı gelmiyor.
’80’li yıllardan itibaren başlayıp şimdi sonuna varan bir süreç sonunda işadamları, uyguladıkları mükemmel halkla ilişkiler operasyonları sonucunda “işadamı” kıyafetlerine “sorumlu ve saygın” aksesuarlarını ekleyip kılık kıyafet değiştirdiler, bunun sonucunda toplumsal hiyerarşide terfi ettiler, kamuoyu da bunu büyük bir coşkuyla kabul etti. Böyle bir atmosferde “sivil toplumcu olmak” gene onlar için maksada çok iyi hizmet eden bir özellik. Demokrat ve muhalif gözükmenin revaçta olduğu bir ortamda hem işadamı olup hem de muhaliflik ve demokratlık parfümlerinden birer damla ile süslenmiş demeçler vermek gene işadamlarının imajlarını besleme, geliştirme ve “saygın gözükme” tasarılarına çok uygun gelen özellikler.
Burada göz ardı edilen veya görmezlikten gelinen temel gerçek ise işadamlarının soluk almalarının ve işlerinin pürüzsüz bir şekilde yürümesinin tek bir şarta bağlı olduğudur: Devletin tüm resmî organlarına ve bürokratlarına kusursuz bir itaat ve onlarla uyum içinde çalışmak. Zamanı gelince ve rica edildiğinde işadamlarının tüm güçlerini devletin emrine seferber ettikleri de unutulmamalı. Devlet ne zaman işadamlarını görev başına davet etmekte? Bu görev hangi imkânlarla yerine getirilmekte?
Devlet işadamlarını özellikle Batı âleminde Türkiye lehine lobi ve tanıtım faaliyetleri gerektiğinde görev başına çağırmakta. Bu faaliyetler Avrupa ve ABD’deki Ermeni lobilerinin 1915 tehciri sonucunda meydana gelen Ermeni kırımı ile ilgili yayınlarına ve polemiklerine karşılık böyle bir “soykırım”ın vuku bulmadığını savunmaktan, Türkiye’nin AB’ye alınması için dünya liderleri ve Avrupa’daki örgütler nezdinde girişimlerde bulunmaya kadar geniş bir yelpazeyi içermekte. Bu görev de gene işadamları ağırlıklı sivil toplum örgütleri tarafından yerine getirilmekte.
Nitekim, Yahudiler’in ağırlıklı olduğu bir grup işadamı tarafından kurulup, ana amacının ABD’deki Ermeni lobisine karşı Türkiye’nin tezini savunmak olan ve başkanlığını Jak Kamhi’nin yaptığı 500. Yıl Vakfı ile başkanlığını İnan Kıraç’ın yaptığı Galatasaray Eğitim Vakfı Türkiye’nin Fransa’da tanıtımı amacıyla Versailles Sarayı’nda düzenlenen “Versailles’da Topkapı” sergisinin destekleyicileri oldular. Destekleyiciler arasında Fransız haberleşme uydusu ve silah üreticisi Aerospatiale Matra’nın da yer alması “tanıtım-işadamları-büyük ihaleler alan veya almayı ümit eden şirketler” bileşiminin ideal bir görüntüsünü meydana getiriyordu.[3] Adları yoğun bir şekilde sivil toplum örgütleri arasında geçen diğer derneklere de bakmakta fayda vardır. Başta ANAP’ın gençlik kolu gibi örgütlenen daha sonra bağımsızlaşan, kısaca “Arı Hareketi” diye anılan ve genç işadamları tarafından kurulmuş olan Arı Düşünce ve Toplumsal Gelişim Derneği’nin esas amacı Türkiye-İsrail yakınlaşması sürecinde ABD-Türkiye-İsrail üçgeni içinde lobicilik yapmaktır. TÜSİAD’ın 1974 yılında Kıbrıs krizinin ardından ABD’de lobi faaliyetlerine başladığı ve bugün Türkiye’nin AB’ye girmesinden, Apo krizinde İtalya’ya ültimatom vermeye kadar uzanan geniş bir yelpazede devletin istediği doğrultuda çalışan bir işverenler örgütü olduğu unutulmaktadır. 1998 yılında Washington’da kurulan TÜSİAD US şirketinin esas amacı ABD’deki Yunan ve Ermeni lobilerine karşı mücadele etmek ve Türkiye’yi savunmak ve tanıtmaktır.[4] Avrupa’da doğmuş büyümüş Türk asıllı akademisyenlerin kurucuları olduğu Avrupalı Türk Akademisyenler Birliği’nin (kısaca EATA) bir faaliyet alanı da Türkiye’nin Avrupa’da tanıtımıdır. Bu çerçevede de Cumhuriyet’in 75. yıl kutlamaları ve Lozan Antlaşması’nın imzalanması vesilesiyle Lozan’da bir dizi etkinlik düzenlemiştir.[5] Çevre duyarlılığı konusunda akla ilk gelen kuruluş olan TEMA Vakfı da Karaca tekstil grubu sahibi Hayrettin Karaca ile Tekfen Holding ortaklarından Nihat Gökyiğit tarafından kurulmuştur. TEMA Vakfı da kuruluşunda işadamlarının yer aldıkları bir sivil toplum kuruluşu olduğu için resmî mercilerin bazı konulara gösterdikleri duyarlılık karşısında saygı ile eğilmeyi ihmal etmiyor. Nitekim derneğin yayımladığı derginin bir sayısında Heybeliada Aya Triada Manastırı’nda düzenlenen “Çevre ve Adalet” seminerini konu eden ve Rum Patriki Bartholomeos’un fotoğrafının yer aldığı sayfalar gene TEMA üyesi olan emekli orgeneral Kemal Yavuz’un talimatı üzerine kesilerek dergiden çıkarıldı. (Radikal, 8 Kasım 1997).
Bütün bu gerçeklere ve devletin çizdiği rotadan çıkmayan, çıkmasına da imkân ihtimal olmayan TÜSİAD mükemmel bir halkla ilişkiler ve tanıtım faaliyetleri sonucunda kamuoyunda kendisi için mükemmel bir imaj inşa etmiş olup kimisinin gözünde bir kurtarıcı olarak görünmektedir: “Bu ülkenin kurtuluşundan ümidi kesmeyenlerin umudu TÜSİAD ve TÜSİAD gibi sivil toplum örgütlerindedir.”[6] Kimisi TÜSİAD’ın 1997 yılında Prof. Bülent Tanör’e hazırlatmış olduğu “Türkiye’nin Demokratikleşme Perspektifleri” raporu vesilesiyle TÜSİAD’ı sivil toplum örgütleri arasında “radikal öneriler getiren dişli bir örgüt” olarak takdim etmekte ve işadamlarını “topluma öncülük etmeye, toplumun en dinamik ve dönüştürücü gücü olmaya” devam eden kişiler olarak görmekte.[7] Kimisi gene aynı rapor vesilesiyle TÜSİAD’ı “ülkede aylardır yaratılan ‘düşünce erozyonu’nda bir ‘düşünce vahası’ olarak temayüz eden tek kurum” olarak tarif etmektedir.[8]
TÜSİAD’ın ülkenin kurtarıcısı bir sivil toplum örgütü olarak kabul görmesinden sonraki aşamada TÜSİAD “temiz toplum”, “düşünce özgürlüğü” kavramları ile yakından ilgilendiğini gösterir uygulamaları sahneye koydu. Bu sahnelemeler İtalya’da mafya için mücadelenin önde gelen adlarından İtalyan Savcı Di Pietro’nun TÜSİAD tarafından davet edilmesi, “iş ahlâkı” konusunda öneriler getirilmesi gibi aşamalardan geçti. En son uygulaması ise gazeteci Oral Çalışlar’ın DGM tarafından hapse mahkûm edilmesi vesilesiyle kendini gösterdi. Oral Çalışlar’ın mahkûmiyet kararının açıklanmasından sonra TÜSİAD’ı tavır almaya davet eden, kendisi de bir TÜSİAD üyesi olan İshak Alaton oldu: “Oral Çalışlar’ın mahkûmiyetini kınıyorum, ülkemin adaletini gölgeleyenleri kınıyorum. TÜSİAD’ın bir sivil toplum örgütü olarak resmen tavır almasını öneriyorum.”[9] Bunun niye böyle olduğunu anlamak için bir yandan böyle bir tavır almanın Alaton’un “sosyal demokrat ve saygın” işadamı imajını beslemesi açısından oldukça faydalı olduğunu, diğer yandan da Oral Çalışlar’ın Alaton ile yapmış olduğu bir söyleşi nedeniyle[10] Aydınlık dergisiyle arasında çıkan tartışmada Alaton’u savunmuş olduğunu hatırlamak yeterliydi.[11] TÜSİAD, Alaton’un bu davetine icap etmekte gecikmeyerek kararı kınayan bir bildiri yayımladı. (Hürriyet, 22 Mayıs 1999) Daha sonra da Erkut Yücaoğlu Oral Çalışlar ile yapmış olduğu ve basına da ustalıkla yansıtmayı ihmal etmediği bir telefon konuşmasında Oral Çalışlar’a “biz TÜSİAD olarak düşünce özgürlüğünü savunuyoruz. Senin dava da bizim savunduğumuz değerler açısından örnek oluşturuyor. Bu kararı kınayan bir açıklama yayınlayacağız” diyerek TÜSİAD’ın kazanç hanesine yazılabilecek bir halkla ilişkiler operasyonunu daha sona erdirdi. (Milliyet, 27 Mayıs 1999) TÜSİAD üst düzey yöneticisi ve aynı zamanda TESEV başkanı olan Can Paker’in Türkiye’de insan hakları ihlâllerinin sadece ve sadece Oral Çalışlar vakasından ibaret olduğunu beyan etmesi ise TÜSİAD’ın bütün bu duyarlılık tezahürlerinin aslında genel olarak insan haklarına yapılan ihlâllere duyarlı olmaktan ziyade somut olarak “Oral Çalışlar vakası” üzerine yoğunlaştığının tartışmasız bir itirafı ve tespitiydi: “Türkiye’de insan hakları ihlâli ile ilgili bir şey görmedim. Ama olduğu söyleniyor. 312. maddeden gazeteciyi içeri alırsanız, bu insan hakları ihlâlidir. Bu maddenin acilen değişmesi gerekiyor.” (Kalite Show, sayı 39, Temmuz 1999, s. 76-78).
TÜSİAD’ın ve benzer bir şekilde diğer sanayici örgütlerinin birdenbire insan hakları havarileri kesilmelerinin ardındaki neden için ise fazla düşünmeye gerek yoktur: tek neden insan hakları ve düşünce özgürlüğü ile ilgili sorunlar nedeniyle Türkiye’nin Batı ülkelerine olan ihracatına kısıtlama getirilmesi kaygısı. Bunu en açık bir şekilde Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği başkanı Bülent Atuk dile getirdi: “bugün reel kesim için ekonomik reformlar kadar demokratik, sosyal ve siyasî reformlar da önem kazanmıştır. Artık üzerinde bir ülke imajı ya da marka taşıyan bir tişört o ülkenin demokratik yapısından soyutlanamaz. Demokrasi olmadan tişört satamayız.”[12] Aynı kaygıyı TÜSİAD başkanı Erkut Yücaoğlu da “Türkiye’nin imajı yüzünden ‘made in Turkey’ kötü bir etiket olarak kabul ediliyor” sözleriyle bir kere daha tekrarladı. (Milliyet, 25 Haziran 1999).
Sivil toplum faaliyetlerinin en hararetli destekleyicilerinin işadamları olmasının onlara saygınlık kazandırmasının yanı sıra bir “fikir adamı” hüviyetini kazandırması gibi yan faydaları da mevcuttur. Bu yan faydalardan azami derecede nema elde etmeye çalışanlar arasında sadece iki örnek gösterilmesi gerekirse, her türlü sivil toplum faaliyetlerine katılmak için azami gayreti gösteren, büyük bir zarafetle tüm rakiplerinin önüne geçip ipi göğüslerek birinciliği alan ve Aktüel dergisi tarafından “Türkiye’nin yaşayan kırk aydını” (Aktüel, 21 Ocak 1999) arasında yer alarak taçlanan İshak Alaton ve onun arkasından gelen Can Paker gösterilebilir. Can Paker kamuoyunda üst düzey yöneticisi olduğu Türk-Henkel’in düzenlediği ve aralarında Alvin Toffler, Paul Kennedy, Şerif Mardin, Mübeccel Kıray gibi yabancı ve Türk araştırmacıların ve bilimadamlarının konuşmacı olarak davet edildikleri yemekli toplantılarıyla ünlendi. Daha sonra bu toplantıları düzenleyen halkla ilişkiler şirketinin sahibi olan kızkardeşi gazeteci Canan Barlas’ın başarılı basın faaliyetleri sayesinde de kendini kamuoyuna “entellektüel” olarak kabul ettirmeyi başardı. Canan Barlas bir ağabey-kardeş dayanışması ruhuna uygun olarak TÜSİAD Parlamento Komisyonu Başkanı sıfatıyla “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporunun hazırlanmasına emeği geçen ağabeyi Can Paker ve TÜSİAD’ı şu sözlerle ödüllendiriyordu: “TÜSİAD çok ileri bir öneriye imza atıyor. Toplumda önde giden ‘Sivil Toplum’ simgesi oluyor. (..) Parlamento Komisyonu Başkanı, ağabeyim Can Paker ile her zamanki gibi yine gurur duyuyorum. Profesyonel bir işadamının, bir Sivil Toplum örgütüne katabileceği önemli bir projeyi sonuçlandırıyor. Komisyon arkadaşlarının desteğini alıyor. Orada ciddi bir entellektüel olmanın, avantajını ve mutluluğunu yaşıyor. Şimdi bir başka düşünce topluluğu olan TESEV’in saflarında çalışacak” (Yeni Yüzyıl, 25 Ocak 1997). Gazeteci Nilüfer Kuyaş da Can Paker’in bir “entellektüel” olduğu konusunda Canan Barlas’la hemfikirdi: “Türkiye’nin bilgi toplumuna geçmesini özleyen, burjuvazinin sınıflaşmasına hem ekonomik hem kültürel alanda öncülük eden, entellektüel bir işadamı” (Milliyet, 2 Nisan 1996).
İşadamlarının ilk bakışta samimi bir yurttaşlık ve sivil toplum bilincinin tezahürleri olduğu sanılan bu davranışların son tahlilde başarıyla uygulanmakta olan bir halkla ilişkiler kampanyası, TÜSİAD’ın ve onun simgelediği işadamlarının toplum nezdinde saygınlık kazanma yolunda sürdürdükleri bilinçli bir strateji olduğunun kabulünde yarar var. Bunun için TESEV’in bir önceki hali olan Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti’nin kurucularından Nejat Eczacıbaşı’nın Amerikalı işadamı John D. Rockefeller’in hayat hikâyesinden yola çıkarak TÜGİAD üyelerine işadamının kamuya yansıyan görünümünün saygın olması gerektiği konusunda yaptığı bir konuşmada vermiş olduğu şu örnek meseleyi oldukça açık ve yoruma gerek göstermeyecek bir şekilde ortaya koymaktadır: “John D.Rockefeller, nefret uyandıran adının yeniden saygınlık kazanması için, güvendiği bir kişiye, görünümünün düzeltilmesi görevini vermişti. Petrol alanında sınırsız servetlere ulaşan Rockefeller’in saygınlık kazanmak amacıyla kullanmaya hazır olduğu paranın ölçüsü yoktu. Rockefeller’in imgesini düzeltmek görevini alan kişinin yaklaşımı, eğitim ve kültür alanına yönelmek olmuştu. Rockefeller, ilk hayır girişimine, ünlü Chicago Üniversitesi’ni kurmakla başlar. Bu ünlü üniversiteyi, Rockefeller Vakfı’nın kurulması izlemişti. Eğitim kurumları, kültür hizmetleri derken, bir süre sonra Rockefeller denince, hayırsever, uygar, saygın bir kişi anlaşılmaya başlamıştı. Rockefeller’in görünümünü değiştiren kişi ise, ‘halkla ilişkiler’ kavramını yaratanlardan birisi olarak tanınıyor.”[13]
Bu halkla ilişkiler stratejisinin bir ortağı da medyanın köşelerini işgâl etmiş ve işadamlarına methiye döşemeyi birincil görevleri arasında bilen köşe yazarlarıdır. Bu öyle bir düzeye varmıştır ki artık basının desteğiyle de TÜSİAD ve TESEV, toplumun birer kurtarıcısı, sivil toplumu temsil eden birer anıt haline gelmişlerdir. Milliyet yazarlarından Meral Tamer artık iş dünyasının, işlerini takip etmek için Ankara’daki siyasetçileri ve bürokratları yakın markaja almaktaki maharetini biraz da sivil toplum için göstermesini dilemektedir: “İstanbullu işadamları, kendi işlerinin takibi için Ankara’ya sık sık gidip gelirler. İlgili bakanlarla sürekli temas halindedirler. Çoğunluğu Ankaralı olan müteahhit kesiminin devlet ricaliyle yakın teması da malûm. Ve bu yakın temasın nasıl yapılacağını en iyi bilenler de yine kalburüstü işadamları, bankacılar. Çoğunluğu da TÜSİAD üyesi. Ben diyorum ki TÜSİAD üyelerinden Türkiye’nin kısırdöngüyü aşmasının yolunun, sivil toplum örgütlerinin güçlendirilmesinden geçtiğine inananlar bu konuyu iş edinmeli.” (Milliyet, 7 Ekim 1999). Paris’te yaşayan köşe yazarı Mine G. Kırıkkanat TESEV’i göklere çıkartabilmekte ve her derde deva bir örgüt olarak görebilmektedir: “Türkiye’de sivil toplum kuruluşları var. Bunlardan biri TESEV adıyla anılan düşünce üretim merkezi. Bilim adamları, aydınlar, işadamları biraraya gelmişler, yüzyıllardır yapmadığımız bir şeyi, yani geleceğe ışık tutacak fikir üretmeye çalışıyorlar. Devletten bağımsız oldukları için, yansız ve özgürce tartışma ortamı yaratmak avantajları var. TESEV gibi bir kuruluş, Ermeni Soykırımı konusunda; Türkiye ve Yunanistan politikalarının karşılaştırılacağı Kıbrıs sorunu üzerinde, geniş çapta tartışmalar açamaz mı?” (Radikal, 6 Haziran 1998). İlk bakışta tamamiyle iyi niyetli temenniler olarak görülebilecek olan bu istekleri dile getirmek için Türkiye’de iş âlemi-siyasetçi-bürokratlar üçgenin nasıl uyumlu bir ortaklık içinde faaliyet gösterdiğinden ve Devlet- işadamları ilişkisinin lobiler konusunda nasıl çalıştığından hakikaten bihaber olmak gerekir. Bu gazetecilerin bir an için bulutlarda dolaştıkları ve olup bitenden bihaber olduklarına inansak bile bu yeterli olmayacak, aynı gazetecilerin meslekleri icabı takip etmek zorunda oldukları Türk basınını bile okumadıklarına inanmamız gerekecektir. Aksi takdirde bu gazetecilerin Tanıtım Sektörü Eşgüdüm ve Araştırma Derneği’nin (kısaca TASEAD) Türkiye’nin tanıtımına verdikleri desteklerden dolayı, yani başka bir deyimle, “Ermeni Soykırımı meselesi” dahil olmak üzere Türkiye’nin resmî tezlerini savunan ve dolayısıyla özellikle başta ABD olmak üzere, Batı dünyasında Türkiye’ye karşı mücadele veren etnik lobilere karşı Türkiye’yi savunmuş olan işadamlarını bu çabalarından ötürü ödüllendirdiğini nasıl görmediklerini izah eder herhangi bir açıklama bulmamız imkânsızdır. (Sabah, 30 Nisan 1999).
Üzeyir Garih’in oğlu İzzet Garih’in bir demeci ise işadamlarından, sivil toplum çalışmalarına katkıları olması yolunda beklentileri olanların ayaklarının yere basması için yeterlidir. Alarko Holding’in yeni yerleşim siteleri geliştirme ve inşâ etme sorumlusu olan İzzet Garih’in lüks villa ve gayrimenkûl satışlarının depremden dolayı ivme kazandığını, Alarko Holding’in de bu gelişmeden dolayı satışlarının arttığını belirtir şu sözleri işadamlarına bambaşka misyon yükleyenlerin bir süre için gerçeklere geri dönmelerine yardım edecektir: “tek katlı villalara çok talep var, psikolojik bir panik oldu. İnsanlar psikolojik olarak tek katlı binanın üstüne çıkmak istemiyor. Maksimum iki kat. Piyasada küçük bahçeli, küçük evlere talep artacak diyorduk. Ne yazık ki deprem bu süreci hızlandırdı.” (Hürriyet Güvenli Yaşam Eki 8 Ekim 1999). Sivil toplum örgütleri kervanına son katılanlardan biri de Koç ailesinin hâkimiyetinde olan kısaca TEGEV diye anılan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’dır. TEGEV sayesinde de bir dönemin parlak bankacısı, Bank Ekspres’in kurucusu İbrahim Betil artan bir hızla adını sivil toplumcu olarak kamuoyuna duyurmakta ve nihayet “işadamı” yerine “sivil toplum savaşçısı” payesini elde etmiş gözükmekte. (Serpil Yılmaz, “Betil artık savaşçı”, Sabah, 21 Ekim 1999).
SİVİL TOPLUM: BİR KENTLİ SEÇKİNLER HAREKETİ (Mİ?)
İşadamlarının sivil toplum örgütlerine fazlasıyla rağbet göstermelerinin bir ikinci nedeni, ki bu sadece işadamlarına özgü olmayıp, tüm kentli seçkinlere ait bir özellik oldu, bu hareketin kendi içinde kaçınılmaz bir şekilde bir seçkinciliği içermesi idi. Derneklere üye olmak kentli, yüksek eğitimli, Batı kültürü almış modern gençlerimizin bir özelliği haline geldi. Derneklerden söz edildiğinde kastedilen sadece tenis, binicilik ve golf derneklerine üyelik değil, “sorumluluk hisseden ve kentte yaşayanlar”ın üye oldukları muhtelif derneklerdi. Bu bağlamda ÇAĞDAŞKART adlı yeni bir kredi kartının tanıtımı esnasında, karta üye kazandırma açısından bu ürünü çekici kılmak için öne sürülen özellikler arasında “gelecek kuşaklara daha iyi bir Türkiye bırakmak için çalışan sivil toplum kuruluşlarından Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çekül Vakfı, ve Tarih Vakfı’na katkı sağlamayı amaçlayan bir kredi kartı” olduğu vurgulandı ve kartla yapılan harcamaların binde üçünün bu kuruluşlara bağışlanacağı belirtildi. Kartı çekici kılan bir diğer slogan ise şu idi: “Toplum, tarih ve çevre bilincine sahip, duyarlı; eğitime ve Türkiye’nin geleceğine önem veren herkesin sahip olmak isteyeceği ÇAĞDAŞKART’ı siz de bankanızdan isteyin.”[14]
Sivil toplumun gündeme getirilmesi daha çok 17 Ağustos depremi ve AKUT örgütü ile birlikte oldu. Ancak şaşırtıcı ve her gün biraz daha artan bir şekilde AKUT’a döşenilen methiyelerin derecesi arttı, ilk başta hemen belirgin olmamasına rağmen kısa bir süre sonra, son derece açık bir şekilde elitizm kendini gösterdi. AKUT basının desteğiyle bir anda sivil toplumu simgeler hale geldi. Basın AKUT’u “halk kahramanları” (Gazetepazar, 19 Eylül 1999, s.5), “toplumsal değişimin ve dayanışmanın simgesi” (Aktüel, 2 Eylül 1999) olarak lanse etti. AKUT kirlenmemiş, saf gençliği temsil etti. Ancak aynı zamanda bu gençlerin toplumun elitleri oldukları da kimi zaman son derece kaba ve ayrımcı bir üslûpla vurgulandı. Bunun en nefis örneğini Sabah (25 Eylül 1999) gazetesinde yer alan ve AKUT ile Sivil Savunma Teşkilâtı’nın karşılaştırıldığı yazı oldu:
AKUT’un genç üyeleri basına sayfalar dolusu poz vermeyi, özel zevkleri ve hayatları hakkında ayrıntılı söyleşiler yapmayı ihmal etmemekteler. (Milliyet Vitrin, 4 Eylül 1999 ve Radikal, 13 Eylül 1999) Kamuoyunun en çok ilgisine mazhar olanlar ise AKUT’un genç kadın üyeleri idi. Basının bu ilgisi onları konu eden tam sayfa gazete haberinden (Milliyet, 19 Eylül 1999), “Tayvan Melekleri” sıfatı bahşedilmesine (Sabah, 26 Eylül 1999), “AKUT Kızları işbaşında” sloganıyla altı tam sayfa röportajların yayımlanmasına kadar geniş bir alanı kapsadı. (Elle, Ekim 1999) Bu faaliyetler sayesinde ortaya çıkan tablo, yaşları (23 ilâ 38), meslekleri (grafik tasarımcı, pedagog, diş hekimi, iç mimar, Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi, reklamcı) ve gördükleri eğitim açısından üst gelir diliminde yer alan genç, kentli ve Batılı elitlerin bir fotoğrafıydı. Zaten basının AKUT’u bir simge haline getirmesi, ona işlevinden çok daha değişik bir anlam yüklemesi de tamamıyla bu “kentli, iyi eğitimli, çağdaş gençler” profilinden ileri gelmektedir. AKUT başkanı Nasuh Mahruki’nin gençlerin ilahı haline gelmesine yol açan da aynı nedendir. AKUT başkanı görmüş olduğu iyi eğitimi (Şişli Terakki Lisesi, Bilkent Üniversitesi İşletme bölümü), Batı’daki hemcinsleri gibi doğa sporlarına meraklı olması, birçok gencin hayalini süsleyen dağ tırmanışları, dünya gezileri, Camel Trophy yarışına katılım gibi serüvenleri gerçekleştirmiş olması, görmüş olduğu işletme eğitimi sayesinde bu serüvenlerine destekçi bulma ve kitaplarını yayımlama konusundaki ticari becerisi, sekiz yıldan beri kız arkadaşıyla evli olmadan birlikte yaşaması, BMW motosiklete binmesi (basın bunu bir “mütevazı”lık göstergesi olarak değerlendirdi: “milyonlarca insanın gönlüne taht kuran AKUT başkanı Mahruki doğrusu çok mütevaziydi. Başkanların Mercedeslerden inmediği günümüzde o motorsikletini tercih etmekteydi”, Hafta Sonu, 6 Ekim 1999) tüm bunlar iş hayatına yeni atılmış, üniversiteden yeni mezun gençlerimizin hayallerini süsleyen, aynı zamanda Batılı bir üst düzey hayat tarzının simgeleri olan motiflerdir.
“Sivil toplum örgütü” kavramının elitler tarafından ne kadar çabuk benimsendiğini, onların popüler kültürlerine ve günlük lisanlarına ne kadar yerleştiğini idrak etmek için Harley Davidson motosikletleri sahiplerinin kurmuş oldukları “Çakallar” adlı bir grubun bildirisinde yer alan ve kara mizahın bir şaheseri sayılabilecek şu satırlara bakmak yeterli olacaktır:
• “Çakallar, Harleycilerden oluşan bir sivil toplum örgütüdür…
• Her Çakal, motosiklet sürücülerine trafikte özen gösterilmesi ve öncelik tanınması için aktif faaliyet gösterir…
• Çakal, Türkiye’nin çakalıdır, ülkesini çok sever…
• Çakal, kendi düşüncesi saklı kalmak kaydı ile her düşünceye saygılıdır, barış içinde yaşar…
• Çakal, yardımseverdir, zordakine yardım eder…”[15]
Bir an için AKUT örneğinden uzaklaşıp Yeni Demokrasi Hareketi, Bir Dakika Karanlık ve deprem sonrası başlayan Siyah Kurdele girişimlerine bakıldığında, tüm bu hareketlerin ortak paydası hiçbir zaman geniş bir tabana yayılmayışları ve bir seçkinler hareketi olarak dar ve kısıtlı bir çevreye hapsoldukları görülür. 17 Ağustos depreminden sonra ortaya çıkan yeni sivil toplum oluşumlarına da bakıldığında gene bu hareketlerin seçkinler ve işadamları hâkimiyeti altında oldukları görülmektedir.[16]
Bugün Türkiye’de demokratikleşme ve sivilleşme sürecinin hızlandırılmasında sivil toplum örgütlerinin büyük bir ağırlığı ve sorumluluğu olduğuna inananlar haklıdırlar. Ancak sivil toplum denince akla ilk gelenlerin, adlarını kamuoyuna duyuran ve sivil toplum kavramı ile neredeyse özdeşleşen ve eşanlam taşıyanların işadamları ağırlıklı kuruluşlar olmalarını hafife alanlar, önemsemeyenler veya gerçekten yeni bir “sorumlu işadamları” nesliyle karşı karşıya olduklarına inananlar büyük ölçüde yanılmaktadırlar. Bugün karşı karşıya olunan manzarada sivil toplum tartışmaları, gerçek amaçlarının dışına çıkmış olup işadamlarının ve kişilerin toplum nezdinde “saygın” ve “aydın” imajlarının inşâsına önemli ölçüde yardımcı olmaya yaramaktadır.
İşadamlarının ağırlığını teşkil eden sivil toplum örgütleri net tavır koymaları gerektiği zaman, yani ak koyun ile kara koyunu ayırt etmenin anı gelince, ki bu an geçmişte birçok kere gelmiş ve geçmiştir, velinimetleri yani müşterileri olan devleti ve onun bürokratlarını gücendirmemek için ne suya ne sabuna dokunur bir tavır almaktadırlar. Bunu idrak etmek için, “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporunun tanıtılmasının akabinde kamuoyunda gelişen tepkiler karşısında TÜSİAD’ın raporu sahiplenmemesi, gene ilgili makamlardan gelen tepkiler üzerine yapılması tasarlanan Kürt meselesi üzerindeki konferansların iptal edilmeleri, MHP ve RP’nin hükümete ortak olmalarından sonra takınılan sessiz ve onaylayıcı tavır gibi örnekleri göstermek yeterlidir.
Aslında esas eleştirilecek olan işadamları ve onların hâkimiyetindeki dernek ve vakıflar değildir. Son tahlilde işadamlarının aslî görevleri, iktidarda hangi parti veya güç olursa olsun ticari ve sınai faaliyetlerine devleti ve bürokratları gücendirmeden onlarla tam bir uyum halinde devam etmek, bunun yanı sıra kamuoyundaki imajlarını da düzeltmek ve yenilemektir. Bunun için de Nejat Eczacıbaşı’nın yol göstericiliğinde gerekli kademeler aşılmıştır. Bugün varılan son noktada, vakıf üniversiteleri kurulmuş, bu üniversiteler sayesinde akademik camia ile geniş ve samimi ilişkilere girilmiş, sivil toplum kuruluşlarının yönetiminde yer alınmış, sonuçta istenilen amaca ulaşılmıştır. Esas eleştirilecek olan, kamuoyunda star konumuna gelmiş işadamları ve sanatçıları tartışmacı olarak panellere, imza kampanyalarına davet edip bu şekilde onların katılımlarıyla kamuoyunun dikkatini yaptıkları faaliyetlere daha çok çekebileceklerini ve/veya işadamlarından maddi destek sağlayabileceklerini uman sivil toplum liderleri, gönüllüleri ile işadamlarının halkla ilişkiler operasyonlarının ana baklalarından biri olan gazetecilerdir.
Eğer bugün “sivil toplum” dendiğinde bu kavram demokratikleşme, yurttaşlık bilincinin geniş bir tabana yayılması, özgürlük, muhalif tavır alma gibi anlamları içeriyorsa, kamuoyunda en çok adı geçen örgütlerin son tahlilde bu amaca hizmet etmedikleri ve kurucu üyeleri olan işadamlarının kamuoyundaki imajlarını mükemmelleştirmeye yaradıkları söylenebilir. Gönüllü ve idealist kişilerin kısıtlı imkânlarıyla başlayan sivil toplum hareketleri bir noktadan sonra kamuoyuna malolmuş bir kısım star adların veya AKUT örneğinde olduğu gibi kentli genç kuşak temsilcilerin, kamuoyu nezdinde kendi imajlarını yavaş yavaş ve itinalı bir şekilde inşâ etmeye yarar bir manivela haline gelmeye başlamaktadır. Bu da sivil muhalefet ve benzeri hareketlerin geniş bir tabana yayılmalarını ve gerçek misyonları doğrultusunda devam etmelerini önleyen bir olgudur. Bu zaaflar aşılmadığı sürece kendisine yüklenildiği anlam doğrultusunda bir sivil toplum hareketinin var olabileceğinden söz etmek mümkün olmayacaktır.
[1] İpek Cem, “Bellagio Notları-1”, Sabah, 9 Ağustos 1999.
[2] Cengiz Çandar, “Ortadoğu’da yeni durum…”, Sabah, 25 Ekim 1998.
[3] Metin Toker, “Versailles’da bir akşam”, Milliyet, 13 Haziran 1999.
[4] Şelale Kadak, “Koç’un Amerika atağı”, Sabah, 25 Mart 1999
[5] İsmail Tipi, “Lozan’da 75. yıl coşkusu”, Hürriyet, 17 Ekim 1998
[6] Metin Münir, “TÜSİAD ne yaptığını sanıyor?”, Yeni Yüzyıl, 9 Ekim 1998
[7] Gülay Göktürk, “Burjuvazinin barutu”, Yeni Yüzyıl, 23 Ocak 1997.
[8] Cengiz Çandar, “Siyaset çölünde TÜSİAD vahası”, Sabah, 6 Mayıs 1997.
[9] “Ülkede ifade tutsak ediliyor”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1999.
[10] Oral Çalışlar, “Hayim’in oğlu İshak”, Cumhuriyet Dergi, 18 Ocak 1998 .
[11] Ferit İlsever, “Oral Çalışlar büyük sermayenin sevgi dolu yüreğini keşfetti”, Aydınlık, 1 Şubat 1998 / Oral Çalışlar, “Varlık Vergisi üzerine”, Cumhuriyet, 5 Şubat 1998 / Ferit İlsever, “Oral Çalışlar kaçak dövüşüyor”, Aydınlık, 22 Şubat 1998.
[12] Defne Asal, “Demokrasi olmadan tişört satamayız”, Aktüel, S. 410, 27 Mayıs - 2 Haziran 1999.
[13] Dr. Nejat F. Eczacıbaşı, Yeni Bir Türkiye, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı, İstanbul 1998, s. 98.
[14] Radikal, 1 Kasım 1998.
[15] Klips, Ekim 1999, s. 36. Harley Davidson motosikletlerinin Türkiye ithalatçısı ve dağıtıcısı olan Efsane Motor A.Ş.’nin kurucu ortakları arasında deprem sonrası ortaya çıkan İstanbul Yardım Grubu örgütünün kurucularından Osman Çarmıklı da yer almaktadır.
[16] İstanbul Life, Ekim 1999 sayısı eki, Sivil Toplum Kuruluşları, s. 5 ve 9. İstanbul Yardım Grubu adı altında ortaya çıkan oluşum işadamı Osman Çarmıklı ve VİP Turizm sahipleri Rana ve Ceylan Pirinççioğlu tarafından kuruldu. Bu hareket içinde Cem Hakko, İstanbul’daki lüks lokantaların işletmecisi Celal Çapa ve Metin Fadıllıoğlu gibi adlara rastlanmaktadır. Keza Teşvikiye Sivil İnisyatif Grubu, ressam Murat Morova önderliğinde kuruldu.
MİLLET’İN AKUT’U
Gönüllü, yüksek eğitimli, üst gelir düzeyinden…
Kızlı-erkekli, doktor, mühendis, işadamı vb. mesleklerden, dünya vatandaşı, birkaç dil biliyor
Dünyadaki benzeri örgütlerle iletişim ve dayanışma içinde, görgü-bilgi alışverişinde bulunuyor, maddi destekler buluyor, bıyıksız.
KAMU’NUN AKUT’U
Memur, lise-teknik meslek lisesi mezunu, 130 milyon lira maaş..
Dil bilmiyor, şartlarını kötü bulduğu işinde kerhen çalışıyor, kadınsız, bıyıklı.
Eskimiş teşkilat kanunlarıyla zincirli, bürokrasinin yüküyle ağır, ufku sınırlı…