Hükümetteki partilerin liderlerinin Abdullah Öcalan’ın idamı konusunda ulus-üstü hukuk mercilerini kaale alma ve infazı erteleme kararında birleşmeleri, devletlûlar ve kamuoyu imal eden güç merkezleri tarafından büyük memnuniyetle karşılandı.
Memnuniyet ve ferahlama, esasen, bu kararı MHP’ye kabul ettirebilmiş olmaktan kaynaklanıyordu. “Türkiye’nin menfaatine” olduğuna inanılan bu kararın MHP’ye kabul ettirilebilmiş olmasından duyulan coşku, idam konusunda, “Avrupa” konusunda ve her konuda ilkesellikten uzak, zillet derecesinde pragmatist bir tavrın göstergesidir; MHP’nin burada gördüğü işlev de bu tavrın mükemmel bir bahanesi olmaktır. Türkiye’yi yönetenler, ulus-üstü hukuk, evrensel hukuk ilkeleri, ölüm cezası, Kürt Sorunu, Avrupa Birliği’yle ilişkiler gibi konularda ilkesel tercihlerle değil, -içinde şantaj, tehdit, isteri gösterisi vb. bilumum numaralara yer olan- çırılçıplak bir menfaat ve güç pazarlığının terimleriyle düşünüp eyliyorlar. İkna edilmesi zor, katı bir hükümet unsuru rolüyle MHP’nin varlığı, “Türkiye”nin örneğin idam konusunda ilkesel bir tutum almayıp, ancak pamuk ipliğine ve şarta şurta bağlı bir ‘ara karar’ belirlemesini, dolayısıyla bu düşünme ve davranma biçimini kronikleştirmesini kolaylaştırıyor. MHP ile yapılan pazarlıkta içerildiği söylenen, Öcalan’ın idamı infaz edilmedikçe idam cezasının kaldırılmasının da gündeme getirilmeyeceği anlaşması, bu ilkesizliğin müthiş örneklerinden biridir.*
MHP’nin hükümet sorumluluğunu paylaşmasının, olağanüstü hal devletini sosyal demokratlara tahkim ettirten, irticaya karşı önlemleri RP’ye aldırtan Milli Güvenlik Devletimizin Kürt sorununda yumuşama rotasına girmenin bir imkânı olduğuna dair yorumlar çok yapıldı. Partilerin hizmetlerinden bu şekilde faydalanılması, siyasal partilerin de bu faydalanma sürecinde ehlileştirilerek “havalarının alınması”, politikayı sevk ve idare teknolojisine indirgeyen rejimin itiyâdıdır gerçekten. Öte yandan MHP’nin hükümet ortaklığı, Türkiye’nin millî-resmî politikası için, mükemmel bir “çamura yatma” ve “top çevirme” imkânı sunuyor. MHP’nin RP’ye göre bir “avantajı” budur: MHP’nin sosyal demokratlar gibi içleri boşaltılmadan ya da İslâmcılar gibi tamamen dişleri sökülmeden, özvarlıklarını muhafaza ederek durması, yükümlendiği demokratikleşme adımlarını -bu sulandırmanın mesuliyetini üstlenmeden- sulandırmada rejimin elini güçlendiriyor.
MHP’nin RP’ye göre bir başka avantajı da, hükümette olmayı hem getirileriyle hem de “devlet olma” kutsiyetiyle çok önemseyen tabanını tatmin etmek için sivri çıkışlar, jestler yapmak zorunluluğunu ağır bir sorun olarak yaşamayışıdır. Elbette MHP içinde de iktidarda olmanın lüzumlu kıldığı pragmatizmle “dava” arasındaki açının büyümesinden dolayı bir rahatsızlık vardır, ancak aşağıda değinileceği gibi bu idare edilebilir bir düzeydedir.
Tabiî ki, rejim tarafından ehlileştirilen uç parti sıfatıyla MHP’nin RP’ye nispetle sahip olduğu avantajlar, esasen, rejimle aynı ideolojik zemini paylaşmasından türüyor. MHP hâlâ icabı halinde “aşırı”-milliyetçi olma zannıyla rehin tutulan bir partidir; ancak kökleri, kaynakları ve yönelimleri itibarıyla ondan büsbütün farklılaşmayan resmî milliyetçilik, Kürt sorunu sürecinde kendisi de hayli “aşırılaştığı” için bu uyuşmazlık izâfîleşmiştir. Dahası, MHP’nin “aşırı”-milliyetçiliği ile resmî -ve onun teşvik ettiği popüler- milliyetçiliğin “aşırılaşması”, simbiyotik bir süreç içinde elele ilerlemişlerdir.
Dolayısıyla MHP’nin temsil ettiği “aşırılık”, tamamen devlet güdümünde olduğu söylenemeyecekse de, kontrol altında tutulan, “izinli” bir aşırılıktır. İzin verilmediği, hoş karşılanmadığı, yersiz bulunduğu bir noktada aşırılık göstermek, Millî Güvenlik Devleti ile MHP arasındaki sessiz anlaşmayı bozmak anlamına gelecek; MHP’nin çok önemsediği meşrûiyetini tehlikeye düşürecektir. Ezelî bir hususiyet olarak şunu da eklemek gerekir: MHP, başından itibaren Devlete sadakati dava edinmiş, bu uğurda kendi taban dinamiğini (ülkücü hareketi) gemlemiş bir aygıttır - üstelik, yine aşağıda değinileceği gibi, bugün parti aygıtının kendi tabanı ve ülkücü hareketin hizipleri üzerindeki denetimi tarihinin pek az evresinde olduğu kadar güçlü görünmektedir.
Buraya kadar söylediklerimizin hulâsası şudur: Bir: Milli Güvenlik Devleti açısından, MHP’nin “idam krizi”nde problem çıkarması fevkalâde kullanışlı bir durumdur. İki: MHP açısından da bu krizde problem çıkartmakla beraber sonunda uzlaşıyor olmak, hem zarurî, hem de sanıldığından daha rahat üstesinden gelinebilir bir durumdur.
Bu söylenenlere bağlı olarak MHP’nin, siyasal koordinat sisteminde bir çeşit “merkez sağ” kuvveti olarak mevkiini koruma ve pekiştirme fırsatı pekâlâ mevcut görünüyor. Bu fırsat, en az kendi içinde şiddetli ihtilâflara düşme ve marjinalleşme ihtimali kadar, geçerlidir. Şimdi, MHP’nin üzerinde durduğu bu ince hattı daha yakından inceleyelim.
“UYUM” VE “AYAR”LA MERKEZE YERLEŞMEK
Öcalan’ın idamının şartlı ertelenmesi kararı, MHP’de genellikle ‘kerhen’ benimsendi. Parti üst yönetiminde bu kararı samimî bir oportünizmle benimseyenler de var. Bunlar, köklü bir sorunu bir kişinin sırtına yüklemenin hatasına, “Apo’dan istifade etme fırsatı”na, Ecevit’e idamın uygulanabilirliğini ilke olarak kabul ettirmiş olma başarısına dikkat çekiyorlar. Kararı kerhen savunan yöneticiler, ülkenin içinde bulunduğu istikrarın korunmasının her şeyden önemli olduğunu vurguluyorlar - ki kastedilen, MHP’nin iktidarda durmasının her şeyden önemli olmasıdır. Hikmet-i Devlet’in ‘gaybî’ hakikatine olan güçlü inanç, MGK ve TSK’nın telkinlerine dair kanlı canlı rivayetlerle birleşerek, bu izahları hararetli ve gönüllü bir savunuya dönüştürebiliyor. Radikal ve “sivil” bir ülkücü-milliyetçilik kurgulamaya çalışan bazı söz sahipleri ise, devletin -eninde sonunda ülkücü harekette mündemiç- millî reflekse ters düştüğünü söyleyerek devleti sorguluyor; böylece kendi hikmetinden mahrûm hale gelen devlete -kendisine rağmen- aşkla bağlı olan MHP’yi de, onu milletiyle barıştırma çabası içinde resmediyorlar. Koalisyonun kuruluşundan beri doğrudan doğruya MHP’yi hedef alan DYP ile FP’nin bu fırsattan istifadeyle hücumlarını iyice yoğunlaştırmış olmaları* karşısında açık vermeme ve ‘safları sıklaştırma’ lüzumu da “Devlet Bahçeli’nin arkasında durma”yı her türlü argümandan vareste tutulacak bir emir haline getirmekte. Kalem sahibi ülkücüler arasında sık görülen kinik bir teslimiyet tavrının da bu kompozisyonda yeri var: Bu kalem erbâbı, “bazı şeyler”in MHP’nin iradesi dışında belirlendiğini, Öcalan’ın asılmayacağının da açıkça belli olduğunu teslim ederek, şimdi bu statüko çerçevesinde yapılabileceklerin en iyisini yapmak gerektiğini söylüyor. Samimi oportünizmden eleştirel pragmatizme uzanan bu yelpazenin karşısında, hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirenler de eksik değil gerçi. Aşağıda da değinileceği gibi, MHP’nin iktidar performansıyla yozlaştığını, davaya yabancılaştığını imâ eden çıkışlar kendini duyuruyor.
MHP yönetiminin ve öncü kadrolarının, muhtelif konumlanışlar ve argümanlarla bu “uzlaşma”yı savunmalarının temelinde, MHP’nin stratejisini tamamen iktidarda olmaya bağlamış olması yatıyor. Seçim kampanyasındaki o içi boş görünen “Şimdi sıra bizde” sloganının yansıttığı yoğun talep ve arzu yükü, iktidarı paylaşmayı her şeyden önemli kılıyor. Tabanın talep ve arzusu yanında, parti yönetiminin Türkeş-sonrası konsolidasyon ihtiyacı açısından da önemli... MHP’nin sekiz aylık hükümetin özellikle yasama icraatı konusunda beklenenden uyumlu ‘çıkması’nın nedeni, bu stratejidir.
MHP yönetimi, tabanını, daha doğrusu tabana yön veren ara kadroları rahatsız eden ve bizzat ülkücü basında şikâyetlere hattâ tepkilere konu olan Uluslararası Tahkim, Sosyal Güvenlik Yasası, AB aday üyeliğinin bağlandığı şartlar gibi konularda “hükümetten yana” tavır koydu. Yöneticiler kamuoyuna karşı “koalisyon şartları, sorumlu devlet adamlığı ve memleket menfaatleri” söylemini kullanırken, zaman zaman Meclis grup konuşmaları ve kendi yayın organlarında sert çıkışlar yaparak bu “uyum” sürecini dengelemeye yöneldi. İç kamuoyu ile dış kamuoyunun ayrı dünyalar olduğu bir harekette bu taktiği uygulamak ziyadesiyle kolay; belirli bir konuda sağlanan uyumun yarattığı şaşkınlığı, bambaşka bir konuda hamâset yaparak gidermek mümkün. Hükümette zaman zaman çıkan küçük -sahiden küçük!- krizler, aslında bu dengeleme çalışmasına elverişli bir zemin yaratıyor. Çünkü, her çıkan/çıkartılan kriz, MHP’nin “sert” çıkışları için vesile oluşturuyor ve -kendi deyimleriyle- tabana “ayar” verilmiş oluyor. Yani, krizler MHP’nin dengesini sağlayan ayar imkânını üretiyor.
Fakat asıl “ayar” imkânı elbette iktidar olanaklarına yakınlığın getirdiği beklentilerin canlı kalmasıdır. Bu beklentiler hem zaten canlı, hem de MHP yönetimi enerjisinin ciddi bir kısmını bu beklentiyi canlı tutmaya ayırıyor. Bu ateş, sürekli ileriye atılan “bizi asıl...’dan sonra görün” takvimi ile besleniyor. Önce milad olarak yeni yıl ve yeni bütçe veriliyordu, şimdi de Cumhurbaşkanlığı seçimi. İlâveten Öcalan meselesindeki fedakârlığın diğer koalisyon ortaklarınca dikkate alınacağı düşüncesi dolaşıma sokuldu.
MHP yönetimi, ellerindeki “hizmet bakanlıkları” sayesinde özellikle kırsal alanda sahip olduğu desteği pekiştireceğini umuyor. (Bayındırlık Bakanlığı ve İller Bankası’nın ellerinde oluşu 550 MHP’li belediyenin de gücünü arttırmakta.) Burada, politik tansiyondan bağımsız, ideolojik harareti de ikincilleştiren bağımsız bir klientalist hesap sözkonusudur; MHP’nin böylece kendi “teşkilat”ına eklenerek seçim barajı güvencesi teşkil edecek bir varlık edinmeyi tasarladığı görülüyor. Deprem felâketiyle birlikte kritikleşen bakanlıkları elinde bulundurmaktan da MHP belirli bir fayda temin etmeyi bilmiş görünüyor. Enis Öksüz, Şuayip Üşenmez ve Osman Durmuş, popülerleştiler, MHP’ye bir “halkla ilişkiler” promosyonu sağladılar. Bu noktada Bayındırlık Bakanı Koray Aydın’ın “prefabrik konutları vaktinde yetiştirme” müşterek bahisleriyle kurduğu “başarı” ölçüsünün üzerine atlayan medyanın yardımlarını da unutmamak gerek! Medyanın, görmek ve göstermek istediği “soft MHP”ye verdiği krediyi kullandırmaya devam etmesi, kadrolarda zaman zaman “kandırılıyoruz” huzursuzluğuna yol açsa da, parti yönetimi için önemli bir kaynak. Ekleyelim: Bu şöhretin olumsuz yönde olması bile -unutulmaz Osman Durmuş!-, işe yara(tıl)dı: “Bakanımızı yıpratıyorlar, ülkücüleri sindirmek istiyorlar” alarmı verilerek MHP kabinesi önemsetildi ve taban kenetlenmeye çağırıldı.
Yakın ve orta vade stratejisini hükümetin devamı ve başarısı üzerine kuran MHP, muhalefet partilerinin bir ivme bulamamasının da rahatlığıyla davranıyor ve hükümetin son evresinde göstereceği umulan -özellikle iktisadî- başarılardan -yine hizmet bakanlıkları sayesinde- öncelikle nemâlanacağını hesaplıyor. Bu konumlanış, pozisyonunu “millî ve sosyal merkez” olarak tanımlayan parti yönetiminin politik hedefiyle uyumludur. MHP üst yönetimindeki siyasî heyetin rotası, ANAP’ın milliyetçi-muhafazakâr uçların iskânına açarak oynaklaştırdığı “merkez”e oturmaya dönüktür. Bu senaryoda MHP, faşizan damarını (kitle ruhu ve dinamiğini) kontrol altında (“el altında” da diyebiliriz) bulunduran, milliyetçi-muhafazakâr bir merkez partisi olacaktır (ki bu durum, neofaşist partilerin “evrensel” ve “çağdaş” yönelimlerine de uygundur). MHP teşkilatının ve tabanının bu rotaya verdiği -en azından zımnî- onayı da henüz kaybetmiş değildir.
MEMNUNİYETSİZLİK VE RİSKLER
MHP içinde, hükümetin ilk aylarından itibaren dile getirilen ve parti çizgisindeki yayın organlarına bile yansıyan memnuniyetsizlikler de var. (Bu ‘menfilikler’in BBP ve Tuğrul Türkeş’in ATP’si tarafından mütemadiyen körüklendiğini ve bunun da mevzii etkileri olabildiğini unutmamak lâzım.) Bu memnuniyetsizlik ve hayal kırıklıklarının bir veçhesi, ‘teknik’ icraatler ve kadrolaşmayla ilgili, ‘dünyevî’ şikâyetler. Ülkücülerin devlet kadrolarına ‘arzulanan’ ölçüde yerleştiril(e)mediğine dair serzenişler küçümsenmeyecek bir baskı oluşturuyor. Bu sıkıntı, kimi MHP’li bakanların -hattâ çoğunun!- ülkücü gelenekten olmadığına veya “has” ülkücü olmadığına dair homurdanmaları teşvik ediyor. Ülkücü hareketin yapısal reisler kalabalığı düşünüldüğünde, güç kaynaklarını paylaşma problemleri daima hizipleşmelere gebedir.
Memnuniyetsizliğin ‘uhrevî’ veçhesinde ise, hükümet tecrübesini doğrudan doğruya ülkücü ideolojiden sapma olarak sorgulayanlar var. Bu eleştiriler MHP Merkez Yürütme Kurulu içinden dahi gelebilmekte. İdeolojik sorgulamanın en düşük dozu ve en yaygın şekli, “ülkücü ideolojinin hükümete yansımaması” ile ilgili pragmatizm ithamları. Ülkücü hareketi -devleti değil ama- sistemi değiştirecek, “devrimci” bir aksiyon olarak gören radikal unsurlar, MHP’yi “sistemle uyumlanma” tehlikesiyle yüzyüze görüyorlar. Ki bu anlamda radikal olanları, Türkçü unsurlardan İslâmî-muhafazakârlara, keskin bir “sivil toplumcu” söylem kullananlara dek geniş bir yelpazeye yayabiliriz. 1990’ların ortalarındaki kitleselleşme süreci içinde ülkücülüğün poplaştığına/’sulandığına’ dair şikâyetler tekrar kendini duyuruyor, yeni-MHP’yi “liberal milliyetçi” bir çizgide tanımlayanlara karşı -kısmen ideolojik kısmen ‘sosyal’ mülahazalarla- tepki gösterenler oluyor. Bu bağlamda söz ve kalem sahibi orta kademe kadroların muhalefetinden daha önemlisi, MHP’nin -”liberal” kimliği benimsese de benimsemese de- onay verdiği ya da en azından karşı çıkmadığı neo-liberal yeniden-düzenleme politikalarına tepki gösteren Türk Kamu-Sen’de biriken memnuniyetsizlik potansiyelidir. Bu milliyetçi konfederasyonun “partilerüstü” bir çizgiye gelmesini isteyen Türk Kamu-Sen Başkanı Resûl Akay, “Hükümet Rus ruleti oynuyor. Halkın tepkilerine kulaklarını kapamış görünüyorlar ve ilk defa bir hükümetin partileri muhalefette değil, iktidarda verdikleri sözleri bile tutmuyor” gibi sert sözler sarfetmekte.
Radikal memnuniyetsizlik için önemli bir adresin Ülkü Ocakları olması beklenirdi. Malûm; Ülkü Ocakları ve “ülkücü hareket” ile MHP arasında belirli bir açı vardır. Bugün MHP’nin camia-içi söyleminde parti hâlâ esasen “ülkücü hareketin temsilcisi” diye meşrûlaştırılıyor; “ülkücü bilinç”te “ülkücü hareket” esastır, özsel olandır, MHP bu hareketin pragmatizmle bulaşık reel politika aygıtıdır. Ancak bugün Ülkü Ocakları, hiçbir zaman olmadığı kadar, hattâ belki Türkeş devirlerinde bile olmadığı kadar, parti yönetiminin denetiminde görünüyor. Bu sıkı denetim, Türkeş-sonrası belâlı kongre sürecinden geçen Devlet Bahçeli yönetiminin kaçınılmaz bir ‘güvenlik önlemi’ idi ve çok mesai harcanan bu önlem hâlâ etkinliğini koruyor. Eski-yeni Ocak başkanlarının Bakanlık imkânlarından faydalandırılması, partiyle ‘uyumlarını’ daha da kuvvetlendirdi. Bu durumda Ülkü Ocakları, MHP kabinesinin yaptıklarıyla ilgili gençlik tabanında duyulabilecek memnuniyetsizlikleri, ‘umumî’ bir hamâsetle ve başka alanlarda sertlik yaparak telâfi etmeye yönelebilir. Üniversiteler, bu bakımdan her zaman yönelebilecekleri bir tatbikat sahasıdır. Özellikle taşrada, gözlerden uzakta, ülkücülerin üniversite ve gençlik muhitlerinde “radikalizm” ihtiyaçlarını karşıladıklarına ilişkin haberler alınıyor. Ülkü Ocakları’nın Abdullah Öcalan’ın idamının ertelenmesi kararını benimseyip, bununla beraber şehit ailelerinin gösterilerine katılma kararı vermesi de, “bilinçdışı”nı temsil ettikleri partiye sadakatlerin koruyarak radikalizmden geri kalmamak anlamına geliyor - bir de muhtemelen, şehit yakınlarını MHP’ye karşı -ya da MHP içinde muhalif güç oluşumuna dönük- seferber eden unsurlara karşı önlem almak anlamına...
Kongre sürecinde olmak, MHP içindeki bu gerginlikleri arttırıyor. İktidar beklentisine bağlı olarak birçok ilde çok aday var. Ancak bu güç rekabeti, ideolojik ve politik bir hattâ oturmuş değil. Kongre süreci MHP’yi daha fazla disipline kavuşturacağı gibi, hem kaybedenler hem kazananlar iddialı hizip/ekip nüveleri teşkil edebilirler. (Yönetimin “teşkilatta kaliteyi yükseltmek” isteği doğrultusundaki tercihlerine karşı tepkiler de beklenebilir.) Potansiyel yönetim muhalifleri, kongre sürecini bir berraklaşma fırsatı olarak görüyor. Özellikle Öcalan kararı vesilesiyle kamu önünde homurdanan parti büyükleri de, bunu kesinlikle kararı değiştirmek maksadıyla değil, kongre süreci ve sonrasına yatırım maksadıyla yaptılar.
Kongre sürecinde, memnuniyetsizliklerin de büyümesi halinde, MHP yönetiminin başvurabileceği bir imkân, Türkeş zamanından devralınan bir an’aneyle, eleştirileri “liderin çevresi”ne yönlendirmek ve “ithal ülkücü” kabul edilen Tunca Toskay, Murat Sökmenoğlu, Sebahattin Çakmakoğlu ve -zaten varolan reaksiyonu liderler zirvesine katılarak perçinleyen- Ahmet Kenan Tanrıkulu gibi bazı figürlerin koltuklarını “tabana” devretmektir. (Tabiî bu hamleyle, “prezentabl” ve “devlet tecrübesine sahip” titrine sahip bu figürleri vitrinden uzaklaştırmanın riskleri üstlenilmiş olacaktır.)
Neticede, MHP’nin “iktidar istikrarının meyveleri”ni toplayana kadar sahici bir hükümet krizi yaratmak istemeyeceği açık. Avrupa Birliği üyeliğine yapılan hamlenin toplumda yarattığı fantastik derecede iyimser atmosfer ve bu atmosferin pek geçici olmadığının sezilmesi, MHP’nin tedirgin olduğu noktada bile sertleşmesini zorlaştırıyor. MHP’nin de bu atmosferden sanıldığından çok daha fazla etkilendiğini unutmamak gerek. Dolayısıyla teşkilatın hâlâ desteğini çekmediği -hattâ zafer sarhoşluğundan bile tam anlamıyla çıkmadığı!- “illâ iktidar” stratejisi açık bir yenilgi almadan, muhalefet çıkışlarının fazla başarı şansı yok. Ancak MHP yönetiminin bu stratejisinden beklediği sonucu derleyemeyerek düşüş trendine girmesi veya herhangi bir nedenle iktidar dışına itilmesi, hızlı bir irtifa kaybını başlatabilir.
Bu kritik noktada MHP’nin sorunu, 28 Şubat sonrasında dillere sakız olan deyimle “Türkiye’nin partisi” olmaktan çok, teşkilat partisi olması, cemaat politikası gütmesidir. MHP’de taban hassasiyeti, demokratik katılım mekanizmaları anlamında değil ama politik bekasının kaynağı olmak anlamında çok yüksektir. MHP’nin politik işlevselliği ve rejim nezdindeki itibarı, tabanını ve onun “reflekslerini” temsil ve kontrol yeteneğine bağlı. Teşkilâta “by-pass” yaparak anonim ve muhayyel bir “Türkiye”ye açılmak, MHP’nin hem beceremeyeceği bir iş hem de kaldıramayacağı bir risk. Dolayısıyla, “Türkiye’nin partisi” olarak reel politika yapma temrinlerini/imajlarını teşkilât-cemaat politikasıyla telif etmek MHP açısından hayatî bir mesele. Bu meselenin halli için MHP’ye görünen yol, klientalizmdir - o yol da, popülizmi yasaklamaya matuf ekonomik politikaların komplikasyonları nedeniyle hayli engebeli ve arızalı olacağa benziyor.
TANIL BORA- KEMAL CAN
(*) Çatışmaların artık bitmesini isteyen, artık -şehadet mertebesinde de olsa- evlât acısı yaşamak istemeyen annelerin de varolduğunu, bu çeşit bir ana yüreğinin de olabileceğini 15 yıl sonra hatırlayarak kutsal anne rütbesini onlara da bahşetmeye gönül indiren kudretli köşe yazarlarının riyakârlığını da unutmayalım.
(*) DYP MHP’yi şehit aileleri vasıtasıyla yıpratma ve ülkücü tabanı celbetme stratejisi izliyor. Şehit yakınları derneklerini temsil, sevk ve idare etme iddiasındaki, MHP yanlısı bilinen Avukat Şevket Can Özbay’ın -kendisini İmralı’daki ay-yıldızlı tişörtüyle hatırlayabiliriz-, bu stratejide aktif rol oynadığına dair belirtiler var.