Önce Habitat II, ardından Marmara Depremi ve son olarak AGİK zirvesiyle, toplumsal yaşamda etkin rol oynamaya aday yeni bir aktör çıktı sahneye. Her ne kadar birbirlerine olan benzerlikleri tartışmalı olsa bile, sivil toplumun farklı taleplerini dillendirdiğini, farklı toplumsal kesimlerin temsiliyetini üstlendiğini iddia eden bu yapılara Sivil Toplum Kuruluşları (STK) diyoruz. 1980 öncesinde “Demokratik Kitle Örgütleri” olarak adlandırdığımız; aslî işlevinden çok, siyasî hedeflere kilitlenen ve devletin, devlet yanlısı siyasî grupların boy hedefi olan STK’lar, bugün bir başka perspektifle ele alınarak, AB’ye entegrasyonda önemli bir bileşen muamelesi görüyorlar.
BM Kalkınma Programı daimi temsilcisi Paul Van Hanswijk, Tarih Vakfı ile işbirliğiyle hazırladıkları STK bilgi bankası projesiyle ilgili olarak; “Türkiye’de son yıllarda sivil toplum örgütlenmesinin çok hızlı bir gelişme gösteriyor olmasını ülkede demokratikleşmenin önemli bir göstergesi olarak sevinçle izledik” derken, hem Avrupa ülkelerinde hem de özellikle İstanbul merkezli entellektüel cemaatlerde yaygınlaşan bir kanıyı dile getiriyor; derdini anlatmasını bilen, Batı ile –başta kent sorunları olmak üzere- ortak projeler üreten birtakım çalışma gruplarının ortaya çıkması, Türkiye Cumhuriyeti belki de en karanlık, en baskıcı dönemlerinden birini yaşarken, çok sesliliğin kanıtı olarak kabul edilebiliyor.
“STK’lar gerçekten demokratik işleyişin göstergesi midir” sorusunu yanıtlayabilmek için, Tarih Vakfı’nın “STK Rehberi”nden bazı sayılar vermekte yarar var; Katalogda yer alan 1793 kuruluş, merkezlerine göre gruplandığında, %75’inin üç büyük kentte bulunduğu anlaşılıyor. Bunlardan yaklaşık 1.200’ü ise 1980’den sonra kurulmuş. Araştırma kapsamına giren STK’larda 126.386 gönüllü kişinin aktif olarak kuruluş çalışmalarına katıldıklarını görüyoruz. STK’lar üzerine yapılan kamuoyu araştırmalarında ise, “STK’lar hakkında ne derece bilgilisiniz” sorusuna yalnızca %9.9’luk bir kesimin “bilgim var” yanıtını verdiği görülmektedir.
Elbette, katologda STK nitelemesi uygun görülerek yer verilen kuruluşlardan birçoğunu demokrasi ile ilişkilendirmek kolay değil. Mesela “Zübeyde Hanım Şehit Analarını Koruma Vakfı”nın Yönetim Kurulu, Tansu Çiller, Meral Akşener gibi isimlerden oluşuyor. “Ankara Aydınlar Ocağı”nın amaçları; “Türk milliyetçiliğine hizmet etmek, millî varlığımızı tehdit eden kavramlar anarşisi ve ahlâk bunalımı ile mücadele etmek” olarak belirlenmiş. STK’ların yerel olanlarının büyük çoğunluğunu ise, esnaf/sanatkâr dayanışma veya yapı kooperatiflerinin, kadınların başını çektiği güzelleştirme ve sosyal yardım derneklerinin teşkil ettiği söylenebilir. Ayrıca, meslek odalarının siyasî tavır alışları genellikle demokrasiden yana ve muhalif olarak şekillense bile, lonca sisteminin bir devamı niteliği taşıyan bu oda örgütlenmelerinin devletle olan zorunlu bağları düşünüldüğünde, STK olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği de tartışmalı bir durum.
STK’LARIN ROLÜ
“Sivil Toplum Kuruluşları Rehberi”nde yer alan kuruluşlara baktığımızda çok farklı tarzlarda faaliyet gösteren STK’larla karşılaşıyor olmak, genel bir değerlendirmeyi anlamsızlaştırıyor. Bu yazının amacı da, ne STK nedir sorusunu yanıtlamak, ne devletin STK’larının işlevini tartışmak, ne de İnsan Hakları Derneği,Uluslararası Af Örgütü, Cumartesi Anneleri, Savaş Karşıtları Derneği gibi demokratik talepler ardında özveri ile mücadele eden hareketler üzerine bir perspektif sunmak; üzerinde durmak istediğim konu, ’90’lardan sonra yaygınlaşan, devlete mesafeli duran ama doğrudan karşısına almayan, uluslararası ilişkileri gelişkin, projeci STK’lar ve topluma verilmek istenen yeni görünümdür.
Anlaşılacağı gibi, eskisiyle yenisiyle, Türkiye’de faaliyet gösteren sivil topluma ilişkin kuruluşların önemli bir bölümü kitlesel bir yapıya sahip değiller. Üstelik yenilerin böyle bir perspektifleri de yok. Onların temsiliyetleri, bir avuç yönetim kurulu üyesi ile sınırlı dersem mübalağa etmiş olmam herhalde. Ancak, yine de, sivil toplumun davranışlarını incelerken bir “işçi hareketi”nin, bir “kadın hareketi”nin, bir “gençlik hareketi”nin, bir “çevreci hareketi”nin var olduğuna ilişkin kabullenmelerle başlıyoruz işe. Yani, aktörün var olduğuna ilişkin bir varsayımda bulunuyoruz. Oysa, toplumsal hareketlerin çözümlenmesinde; farklı ögelerin nasıl eklemlendiği, bir toplumsal aktörün nasıl oluşturulduğu ve ortaya çıkan yeni toplumsal failin kendi varlığını hangi eylem biçimleri ve yönetim yapıları altında sürdürdüğü soruları öncelikli olarak yanıtlanmalıdır. Öyleyse; dernek, vakıf, hareket biçiminde oluşan bu kuruluşları bir başlık altında toplayıp genel bir demokrasi mücadelesi çerçevesi içerisinde değerlendirmektense, bu kuruluşların eylemliliklerini incelemek ve her birini farklı kategorilere yerleştirmek, “hareketlerin” gerçek dinamiklerini ve üzerinde hayat buldukları tarihî mekânı araştırmak daha anlamlı olur.
Dönem dönem bazı kavramların abartılı olarak önemsendiği bir çağda yaşıyoruz. Özellikle deprem sonrasında STK kavramı böyle bir konuma oturdu. Medyanın biraz da siyasileri sıkıştırmak amacıyla öne çıkardığı STK’lar, bütün cılızlıklarına rağmen, AB üyeliği sözkonusu olunca iyice mistifike edildi. Tekmili 32 parça; “STK’ların dönüşü”, “STK’ların intikamı”, “STK’lar Mandrake’ye karşı” gibi, avantür macera çağrışımlı beklentilerle, her yeni çıkan sorunun çözümü STK’lara havale ediliverdi. Hattâ, deprem bölgelerinde “nerede bu devlet” sorusunun tamamlayıcısı “nerede bu STK’lar” oldu ve STK’lar halkın yeni hak arama alternatifi haline geldi. Mesela, bir gün önce hayvan hakları savunucularını ve çevrecileri kuduz vakalarından dolayı suçlayan Show TV haberleri, ertesi gün, Marmara denizinde karaya vuran petrolden zarar gören kuşları görüntüleyip; “çevreciler vaktinde yetişmedi” tarzında haber yaparak, bir anlamda olayın sorumluluğunu Sivil Toplum Kuruluşları’nın üzerine yıkıverdi.
Sivil topluma değil, ama sivil toplum kuruluşlarına atfedilen yeni anlamlar yalnız Türkiye’ye özgü bir nitelik taşımıyor. Küreselleşmenin tamamlayıcı ekonomik uygulamasını özelleştirme, toplumsal projesini çok kültürlülük, rasyonel siyasî biçimini ise yerelleştirme olarak tespit edersek, küreselleşmenin siyaset teorisi içerisinde yerel yönetimlerin ve STK’ların nasıl bir rol oynadığını anlayabiliriz. Öncelikle, yerel yönetimlerin küreselleştirme projesindeki yeri hayatidir, çünkü küreselleşmeyle birlikte sönümlenen ulus-devletlerden boşalan yerin doldurulması yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesini gerektirmektedir. Sorun ve çözümü, aslında Batı demokrasileri için tanımlanmıştır. AB gibi oluşumlarla klasik devlet yapısının çözülmesiyle birlikte, sivil toplum-politik toplum ayrımı önemini yitirmiş, onun yerine, birbirine bağımlı bir uluslararası ilişkiler sistemi geçmiştir. Ulus-devletlerin yerini alan bu daha yukarıda ve daha az görünür iktidarın meşrûiyet krizini çözme görevi, yerellik niteliği ağır basan ve daha doğrudan bir demokratik temsiliyet atfedilen STK’lara düşmüştür. Bu aynı zamanda, siyasî muhalefetin parçalanması ve hedeflerinin bütünselleşememesi açısından da daha işlevsel, daha tehlikesizdir. Bundan böyle sistemin toplayıcı kurumları genel amaçlı siyasî partiler değil, bireylerin yaşam alanlarını hedefleyen STK’lardır.
HANGİ SİVİL TOPLUM?
Ampirik olarak bakıldığında, son yıllarda ortaya çıkan sivil toplum kuruluşları ile Türkiye’nin toplum yapısı arasında bir benzerlik görülmüyor. Avrupalı muhatapları tarafından Batılı olma özellikleri, çalışma disiplinleri, teknolojiyi kullanma becerileri ve parlak demokrasi bilinçleri takdirle karşılanan Türk STK’larının, “ötekine” karşı tahammülsüz, şiddeti içselleştirmiş, devletle iç içe geçmiş ve militarize olmuş bir toplumsal yapının temsili olmadığı çok açık. Sivil toplum yerine sivil toplum kuruluşu vurgusunu bilerek yapıyorum, çünkü pek çok kez yinelendiği gibi, bizde Batılı anlamda bir sivil toplum hiçbir zaman oluşmadı. Hattâ, “sivil”lik olumsuz bir anlam yüklüdür dilimizde; argoda, “başıbozuk”luğu, “anadan üryan” olma halini işaret eder.
İdris Küçükömer’in belirttiği gibi; Türkiye’nin de dahil olduğu Doğulu toplumlarda felsefe geleneği yoktur ve “felsefesiz bir toplum, sivil toplumun yokluğunun -hiç değilse önemsizliğinin- bir göstergesidir. Toplumlar ideolojisiz yaşayamazlar, ama ideolojileri de derleyip toplayacak, birini öbürüyle ikame edebilecek üst düzeyde bir ideoloji olarak felsefe geleneği gereklidir. Üst düzeyde genel ilkeler üreten akıl ürünü felsefenin varlığı ya da yokluğu önemli bir göstergedir.” Düşünceyi kendisinde başlatamayan ve politik toplum tarafından kolaylıkla massedilmiş insan teklerinden oluşan bir coğrafyada faaliyet eden STK’ların ve devletle sivil toplum arasındaki ayrımın yeniden gündeme gelişini, bu tarihsel, toplumsal, siyasal temellere göre değerlendirmek ve arkasında farklı entellektüel ve siyasî amaçlar olduğunu gözetmek yerinde olur.
Eğer sivil toplumun yokluğundan, devletin baskıcı ve merkezi yapısının değişmediğinden, iktidar aygıtının hala kendi iç tutarlılığını sürdürmeye ve kamusal yaşamı kurumsallaşmış bir klişeler ideolojisi aracılığıyla boğmaya çalıştığından sözediyorsak, STK’ların da toplumun organik temsilcileri değil, Batılı bir modelin Türkiye’deki acenteleri olduğunu söylemeliyiz. Demokrasi mücadelesinin, insan haklarının ve siyasî meselelerin takipçisi olanların dışındaki STK’lar, seçkinci yapılar olarak örgütlenmiş görünüyorlar. Medya desteği de sağlayan bu örgütlenmeleri oluşturan İstanbul entelijansiyası, STK analizinde önemli bir parametre olmalıdır. ’80’li yıllardan başlayarak entellektüeller, dergiler, yayınevleri ve üniversitelerden oluşan eski mekânlarını büyük ölçüde terk etmiş; bunun yerine yüksek ücretli danışman, yönetici, vs. olarak holdinglere, kitle iletişim araçlarına ve reklam şirketlerine yerleşmişlerdi. Bu süreç zarfında toplum üzerindeki politik etkileri ve kitleyle olan bağları giderek azalan sözkonusu entellektüeller için, Batı’da keşfettikleri STK’lar hem toplumsal yaşamın yeniden öznesi olma, hem Batılı kurumlarla ilişkilerde ayrıcalıklı bir yer kapma, hem de uluslararası fonlara el atma anlamında önemli bir fırsat oldu.
Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının kabul edilmesiyle başlayan yeni dönemde, Batı’da olduğu gibi bizde de STK’lara önemli roller düşecek gibi görünüyor. Üstelik, Batı’nın Müslüman bir cemaat ve onun muhafazakâr siyasî temsilcilerindense, kendisine benzeyen, kendi dillerini konuşan, ve modern uzmanlardan oluşan STK temsilcileri ile ilişki kurması, -AGİT zirvesinde olduğu gibi- devletle birlikte STK’ları da muhatap alması çok daha kolay gözüküyor. Ne var ki, bu yeni oluşumların başarısı, toplumdan ve devletten bağımsız olarak düşünülemez. Devlete ve halka rağmen devlet ve halk için projeler üretecek bir STK anlayışı, bir süre sonra ya ciddi sürtüşmelere veya devletin müdahalesi ile hayır kurumlarına dönüşen STK’lara yol açabilir.
BİR KARŞI ÜTOPYA
Siyasî partilerin ve ulusal düzeydeki politikanın giderek önemsizleşeceği, işbaşına gelen hükümetlerin yalnızca uygulayıcı konumunda olacağı 2000’li yıllarda, politik hedeflerden “arındırılmış” Sivil Toplum Kuruluşları, uluslararası politik aygıtın egemen olduğu sistemin insan kollektörleri olmaya aday görünüyorlar. Ulusal düzeyde politik mücadelenin giderek önemsizleşmesi, sivil toplum-politik toplum ayrımını anlamsızlaştırırken, politik perspektif yoksunu STK’lar, “herkes sokağına, semtine, yoksuluna, sokak çocuğuna, kedisine köpeğine kendisi sahip çıksın” tarzında bir faaliyetin yürütücülüğünü yüklenerek, zaten apolitikleşen toplumda, kamusal alanının -sistem açısından- en rasyonel düzenlenişini oluşturacaklar. Bu noktada, yeni dünya düzeni denilen ekonomik ve siyasal birlikteliğin hedeflediği toplum yapısının simülatif modeli olarak İnterneti örnek gösterebilirim. İnternet sayesinde, ideolojik hegemonya, her dönemde olduğu gibi, kitleleri yine politik arenadan uzaklaştırmakta ve yepyeni ilgi alanlarına kanalize etmektedir. İnternet, nesnel dünyanın bütün varoluş biçimlerini-kültürlerini üzerinde barındıran sanal bir dünya olarak; gezme-görme-okuma-bilgi toplama-yeni insanlarla tanışma benzeri insan eylemliliklerinin ‘özgürce’ gerçekleşmesi anlamında, sözünü ettiğim ilgi alanları açısından gelinen en üst düzeyi temsil eden bir şeyleri işaret ediyor Toplumsal ilginin politika dışı alanlara kaydırılması, kuşkusuz yeni bir buluş değil, ama, bu kez boyutları daha farklı; teknolojik ilginin son odak noktası İnternet, insanlararası ilişki tarzını -pratik ilişkiyi ortadan kaldırarak- yeniden düzenliyor. Bireyin tekbaşına bir faaliyeti olarak düzenlenen bu ortamda, insan toplulukları ancak sanal olarak yanyana. Mitinglerin, protesto eylemlerinin, grevlerin, boykotların, referandumların sokaklardan, fabrikalardan, üniversitelerden uzak ama alabildiğince ‘özgür’ olduğu yeni bir demokrasi tarzı!
İnternetin üst düzey bir sistem simülatörü olarak, sistemin temsili açısından çok önemli işlevleri var, ama sanal olmaklık hali ile sıyrılıyor siyasî ve ideolojik kavganın bir parçası görünümünden. Yeni tip STK’lar da benzer bir nitelik taşıyor, insanlar arası ilişki tarzını yeniden düzenliyor ve aynı demokratik görünümü sergiliyorlar. Toplum içerisindeki her etnik grup, her farklı renk, her ilgi alanı bir STK ile eşit olarak temsil edilebiliyor. Aslında, her bir STK’nın, sanal alemde birbirinden bağımsız olarak çalışan WEB sitelerinden farksız olduğunu gözlüyoruz. Birbirinden bağımsız ve birbirine rakip..! Ancak siteye girdiğinizde, veya kuruluşla ilişkilendiğinizde algılıyabiliyorunuz varlıklarını ve sundukları olanakları. Bu tarz STK’lar –ve WEB siteleri- siz onlara ulaşmadıkça size ulaşmıyor, pratiğe müdahalede bulunmuyorlar. Kendi uzmanlık alanlarından başka bir şeyi görmüyor, duymuyor ve ilgilenmiyorlar. Ürettikleri projelerin çoğu İnternet üzerinde sürdürüyor varlıklarını.
STK’ların ve İnternetin sınırlarının konulması ve eleştirisinin bu anlamda önemi var. Ne için ve hangi olanaklarla bu alanda yer aldığımızın bilinmesi zorunlu. Üstelik STK’ların demokrasi açısından yeni bir aşama, büyük bir fırsat, İnternetin ise denetimden uzak, özgür bir ortam olduğu temelsiz inancı da bu denli yaygınken. Yaşanan şu an, sistemin oluşum aşaması. Sistemi kurgulayıp manipüle edenler için de henüz sınırlar yeterince anlaşılmış ve yorumlanmış değil. Bir yandan STK’lar aracılığıyla yeni tip temsil ve katılım tarzı deneniyor, öte yandan İnternet sayesinde, “bilimin şeyleştirilmiş modelleri sosyo-kültürel yaşama evreninde geziniyor ve kendini anlama konusunda nesnel güç kazanıyorlar”. Birbirini tamamlayan her iki oluşum için de, devlet aygıtının baskısını gitgide daha az hisseden toplumlarda görece bir özgürlükten söz edilebilir. Ama tarihi boyunca hiçbir teknolojik gelişim ve toplumsal oluşum, onu yaratan güçler aracılığıyla denetlenip düzenlenmekten kendisini kurtaramadı. Şüphe yok ki, sistemde olmanın altyapısını borçlu olduğumuz teknolojiyi ve siyasî iktidarı elinde bulunduran uluslar/şirketler ve onların ‘hatırlı’ müşterileri, kendi çıkarlarını tehlikeye düşüren bir an geldiğinde, bu sistemi, yüce bir etik kaygıyla, yine özgür bir ortam olarak koruma ve herhangi bir müdahaleden kaçınma eğilimi göstermeyeceklerdir.
Toplumsal alana çıkan her yeni teknoloji ve her yeni toplumsal oluşum, o sistem için olduğu kadar, o sistem muhalifleri için de olasılıklar barındırır, ama, ne yazık ki, iktidar karşıtları için bu olasılıkların kullanılması pek kolay değildir. Burjuva devlet aygıtı sözünü ettiğim yeniliklerde barınan ideolojik unsuru görünmez kılarak, “masum ve insanlığa faydalı” araçlara dönüştürmek isterken, muhalif kesimler, onları siyasî kavganın bir aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Siyaset kelimesinin neredeyse kirli, tiksinti verici bir anlam kazandığı dönemlerde, bu kesimlerin faaliyetleri de pek sevimli görünmez topluma. Tıpkı, 17 Ağustos depremi sonrasında, deprem bölgesinde en yoğun ve özverili çaba içinde olan Dayanışma Gönüllüleri’nin faaliyetlerinin siyasî bir varoluştan kaynaklandığı önyargısı ile küçümsenmesi, ama deprem bölgesine birkaç giysi, birkaç “uzman” gözlemci gönderen STK’lardan övgüyle sözedilmesi gibi...
Yine de, toplumsal örgütlenme yapıları olarak sivil toplum kuruluşları, sol ya da muhalif kesimlerin ilgisiz kalacağı oluşumlar değiller. STK’lara yaklaşımdaki politik perspektif, onların toplum içinde oynayacağı rolü değiştirebilir. Böyle kaygılar taşıyan kuruluş, örgüt veya hareketlerin ise, kitlelerin katılımını ve demokratik bir iç işleyişi hedeflemeleri, yerel sorunları ulusal ve uluslararası paltformlara taşıyacak bir niyete sahip olmaları, kendi alanında çalışan diğer kuruluşlarla iletişim kurmaları ve ortak çalışmalar yapmaları gerekiyor.
Belki de hepsinden önemlisi, kitleselleşmeyi amaçlayan, katılımı ön plana çıkaran bir STK kurgusuyla, kendi iç işleyişinde, gelecek için tasarlanan demokratik yaşam tarzlarını uygulanabilir kılmak; bir anlamda STK’ları demokrasi okullarına çevirmektir.