Koestler'le Sıfırdan Sonsuza Yolculuk... (II)

ARTHUR KOESTLER

Gün Ortasında Karanlık

İletişim Yayınları 1999

Koestler’le sıfırdan

sonsuza yolculuk... (II)

YİĞİT BENER

Ancak bu savaşın sonu önceden bellidir ve Buharin’in direnişinin net bir sınırı vardır, o sınırı da cellatlarıyla mahkeme öncesinde oğlu ve eşi konusunda yaptığı pazarlık belirlemiştir. Ancak bu pazarlığın getirdiği sınıra rağmen Buharin, elinden geldiğince tarihe bir iz bırakmaya çalışır. Biyografisini yazan Stephen Cohen’in de belirttiği gibi, gerek mahkemedeki son konuşmasında, gerekse de son mektubunda gelecek kuşaklara hitap etmenin yolunu arar. Bunu yapabilmek için zamanında Bolşevikler’in de kullandığı eski bir yönteme baş vurur: Ezop dili. Örneğin “Karşı-Devrimci Örgüt” ya da “Karşı-Devrimci Güçler”, “Anti-Sovyetik Blok” gibi tabirler kullandığında aslında tam tersini, yani “Bolşevik hareketi” kasteder. Buharin böylece “anlayana”, bu mahkemelerin esas amacının ne olduğunu anlatmaya çalışır. Dolayısıyla “Buharin’in itirafı”, celladına sunulan son bir hizmet değil, tam aksine, ona karşı verilmiş son bir savaştır. Ama umutsuz ve yenilgiye mahkum bir savaş. Zaten Buharin bunun fazlasıyla bilincindedir ve eğer “itirafına” illa da felsefi bir boyut katmak gerekirse, onu tam da bu “yenilgi bilincinde” aramak gerek:

“Üç ay boyunca direndim. Sonra itiraf etmeyi kabullendim. Neden? Hapiste tüm geçmişimi gözümün önünden geçirdim. Çünkü insan kendine ‘Öleceksen ne adına öleceksin?’ sorusunu sorduğunda - işte o zaman karşısına çarpıcı bir netlikte kapkara bir delik çıkıyor. Eğer hatalarımı itiraf etmeden ölsem, adına ölmeye değecek bir şey olmayacaktı. (…) Çünkü ezkaza, bir mucize olsa da yaşayacak olsan, yaşamın amacın ne olacaktı ki? Tamamen tecrit edilmiş, halk düşmanı olmuş, insanlıkla alakası olmayan bir durumda, yaşamın özü olan her şeyden uzak bir yaşam… (…) İşte o an, bana ait olan her şey, kişisel kızgınlıklarım, can sıkıntılarından, gururdan arda kalanlar ve bir çok başka şey, hepsi kendiliğinden düşüyor, yok oluyor. Ve insanın kulaklarına geniş bir mücadelenin yankıları geldiğinde tüm bunlar harekete geçiyor ve SSCB’nin, diz çökmüş düşmanları karşısında kazandığı mutlak bir iç moral zaferle karşı karşıya kalınıyor. (…) Tarih bir evrensel mahkemedir. (…) Troçkizmin lider grupları iflas ettiler ve çöpe atıldılar. Doğrusu bu. (…) Ama Feuchtwanger Troçki’yle Stalin’i aynı zeminde değerlendirmekle hata ediyor. Olur mu hiç? Aslında tüm ülke Stalin’i destekliyor. O insanlığın umudu, o yaratıcı. Napolyon bir gün kader siyasettir demişti. Troçki’nin kaderi karşı-devrimci siyasettir. (…) Sözlerimi bitiriyorum. Bu muhtemelen hayatımın son konuşması. (…) Başlarında bulunduğum karşı-devrimci suç ortaklarımla birlikte, Stalin’in muhteşem bir başarıyla sürdürdüğü Lenin’in eserini yok etmeye çalıştık. (…) Bu da şunu kanıtlar ki, Bolşevizm’den vazgeçilmesi insanı karşı-devrimci siyasî haydutluğa sürüklüyormuş. Bugün karşı-devrimci haydutluk ezildi; yenildik ve iğrenç cinayetlerimizi itiraf edip pişmanlığımızı sergiledik. Ama mesele pişmanlık değildir, benim pişman olup olmamam da değildir. Bu olmadan da mahkeme kararını verebilir. Sanıkların itirafı Orta Çağdan kalma bir hukuki ilkedir. Ama burada yaşanan, karşı-devrimci güçlerin bir iç yenilgisidir ve bu durumda yılmayıp mücadeleyi sürdürebilmek için Troçki olmak gerek! Benim buradaki görevim de, karşı-devrimci taktiği oluşturan güçler bileşkesinde hareketin esas motorunun Troçki olduğunu göstermektir. Ve en şiddetli yöntemler de, terörizm, sabotaj, Sovyetlerin parçalanması ve casusluk bu kaynaktan gelmekteydi. (…) Umarım bu dava en son ve en acı ders olur ve herkes SSCB’nin olağanüstü gücünü görür, herkes SSCB’nin milli sınırlarının tek ülkede sosyalizmi inşa etmek için yeterli olmayacağı yönündeki karşı-devrimci tezin sefil bir çaput gibi havada asılı kaldığını görsün. Herkes Stalin’in ülkeyi nasıl bilgece yönettiğini görsün. (…) Sorun pişman bir düşmanın kişisel macerası değil, SSCB’nin uluslar arası öneminde serpilip gelişmesidir”[1]

Sovyet tarihçi Gefter, Cohen’in ileri sürdüğü bu “Ezop dili” teorisini geçerli bulmadığını belirterek şöyle der: “Hayır, burada ne mecaz ne de ima vardır. Yanılsama dense, olabilir diyebiliriz. (…) Buharin aslında Stalin’le Stalin Rusya’sının farklı şeyler olduğunu düşünüyordu. Stalin Rusya’sı gerçeğiyle barışıktı ve kendisini onunla özdeşleştirmişti. Bu gerçeğin içerdiği insanlık damlacığının tüm nehir yatağını doldurmasını var gücüyle istiyordu ve bu anın çok da uzak olmadığını düşünüyordu. Buharin’in bu inancını yok varsayıp, bugünlerde moda olduğu üzere onu gizli imalar yapan biri olarak göstermeye kalkarsak, o zaman Buharin’i değil, onun reformist komplocu bir kopyasını elde ederiz.”[2] Gefter’in söylediklerinde bir doğruluk payı vardır[3] ve nitekim Buharin’in son mektubunda bunu teyit eden ifadeler yer alır: “Parti’nin üzerinde kara bulutlar var. Ona yöneltilen suçlamalardan suçsuz olan kendi kellem düşerken, binlerce başka kellenin de düşmesine neden olacak. Çünkü yapılanı haklı çıkarmak için şimdi de ne bugün ne de geçmişte sağ muhalefet döneminde olmayan bir Buharinci örgüt icat etmek gerekecek. (Yedi yıldır partiyle en ufak bir görüş ayrılığım yok). Ben hep görüşlerimi Rıkov ve Tomski’yle birlikte kamuoyunun önünde belirtmekle yetindim. Asla bir hain olmadım. Lenin için seve seve canımı verirdim. Kirov’u severdim. Stalin’e karşı komplo kurmadım.”

“NELER OLUYOR ANLAMIYORUM!”

“Kim bunu öngörebilirdi ki! Nostradamus bile böyle bir öngörüde bulunamazdı!”

Nikolai Buharin, Ocak 1937[4]

Cohen’in biyografisini yazdığı Buharin’in kişiliğinin ve trajik yaşamının büyüsüne kapılarak çizmeye çalıştığı “Stalin’in alternatifi, ılımlı ve gizli muhalif önderi Buharin” portresinin zorlama olduğu açıktır.[5] Ancak bu kez de öbür uca sürüklenip, Gefter’in (Koestler’e kısmen hak vererek[6]) sandığı gibi, Buharin’in mahkemede parti, Stalin ve rejim hakkında söylediklerinin tümünde samimi olduğunu düşünmek de pek akla yatkın değildir.[7] Aslında Buharin’in son mesajlarında hem çaresizliği hem de olup biteni tam olarak kavrayamadığı açıkça hissediliyor. Nitekim Anna Larina, son aylarında Buharin’in sürekli olarak evin içinde dönüp dolanarak “Anlamıyorum, neler oluyor, artık asla olup bitenleri anlayamayacağım” deyip durduğunu aktarır.[8] Aslında, yine Anna Larina’nın belirttiği gibi, “anlıyordu anlamasına ama aynı zamanda anlamayı da reddediyordu, olup biteni çözümleyemiyordu, çünkü insan düşüncesi akan zamandan daha hızlı gidemezdi.”[9] Gerçekten de bugünden geriye dönüp bakıldığında bazı şeyleri görmek ve anlamak elbette daha kolay; ancak o çağda yaşayıp da olup biteni doğru analiz edebilen insan sayısının azlığı dikkate alındığında, olayları sıcağı sıcağına yaşayanları (Buharin ve hatta Koestler de dahil olmak üzere) tahlillerinde yanıldıkları için acımasızca yargılayamayız.

Buharin’in duruşmada söylediklerinden hangilerinin “Ezop diline” uygun düştüğünü, tam olarak neyi kastettiğini ve aklını ne derecede yitirdiğini artık onun ağzından öğrenmemiz olanaksızdır. Ancak kesin olan tek şey, tutuklandığı gün son defa gördüğü eşine veda ederken, “Kızma Aniutka, bazen Tarihin içine sinir bozucu frap hataları sıkışıverir”[10] diyen ve ondan oğlunu “gerçek bir Bolşevik” olarak yetiştirmesini isteyen Buharin’in, “bir şeylerin” yolunda gitmediğinin farkında olmakla birlikte, geleceğe, tarihe ve “Bolşevizm’in tarihi misyonuna” olan inancını yitirmediğidir. Bu nedenle de tüm dava boyunca Buharin, bir yandan bu misyona düşman olduğunu bildiği savcı Vişinski’ye (ve kukla Vişinski’yi oynatan Stalin’e) karşı elinden gelebildiğince mücadele ederken -yani “tarihin içine sıkışan” o “frap hatalarını” düzeltmeye çalışırken- öte yandan da bu misyona olan inancını son bir kez vurgulamaktadır. Bugünden umudunu kestiği için de geleceğe seslenmektedir.[11]

Nitekim son mektubu, “Parti’nin gelecekteki genç yönetici kuşağına” hitap etmektedir: “Ben on sekiz yaşımdan beri parti üyesiyim ve tüm yaşantım işçi sınıfının çıkarları ve sosyalizmin zaferi için mücadele etmek amacına yöneldi. Ve bugünlerde, Pravda gibi kutsal bir adı taşıyan gazete, benim, Nikolai Buharin’in, Ekim zaferlerini yok etmek ve kapitalizmi yeniden inşa etmek amacında olduğum gibi iğrenç bir yalanı basabiliyor. Bu örneği görülmemiş küstahlık, bu yalan, temsil ettiği halkın güvenine ihanet açısından ancak şu tür bir yalanla kıyaslanabilir: Nikolai Romanov’un [Çarın] tüm yaşantısını kapitalizmin ve monarşinin yıkılıp proleter devrimin gerçekleşmesine adadığı keşfedildi. (…) Parti’nin gelecekteki genç yönetici kuşağı, size sesleniyorum, çünkü bu korkunç dönemde üreyerek bir alev gibi tutuşan ve Parti’yi boğan bu canavarca cinayet dalgasının otopsisini yapmak ileride size düşecek. (…) Muhtemelen yaşamımın son günleri olan şu günlerde, inanıyorum ki Tarih er ya da geç alnıma çalınan bu iğrenç lekeyi silecektir. (…) Genç ve dürüst insanlardan oluşacak olan Parti’nin gelecekteki yönetici kuşağından, bu mektubumu Parti plenumunda okumalarını, itibarımı iade etmelerini ve beni yeniden parti saflarına kabul etmelerini talep ediyorum. Biliniz ki Yoldaşlar, Komünizme doğru giden muzaffer yürüyüşünüzde taşıyacağınız bu bayrakta, benim de bir damla kanım var.”[12]

İleride bir gün aklanıp tekrar parti saflarına kabul edileceğini umuyor olması, Koestler’in iddiasına benzer bir şekilde Buharin’in, “on sekiz yaşından beri tüm dünyası olan” Komünist partisiyle olan bağlarını kopartamadığının göstergesi olarak kabul edilebilir. Nitekim Anna Larina da, Buharin’in en çok korktuğu şeyin “partiden atılmak” olduğunu belirtir.[13] Parti’nin “dışında kalma” korkusu elbette bir yönüyle tipik bir parti fetişizminin ifadesidir.[14] Öte yandan Buharin, aynı zamanda partiyi “başka bir şeylerin” ele geçirdiğinin de bilincindedir: kendi tabiriyle, “aptal ve yozlaşmış bürokratlar güruhundan oluşan ve Orta Çağ’dan kalma yöntemlerle devasa bir gücü elinde toplayan korkunç bir makine”. Dolayısıyla yeniden saflarına alınacağını umduğu “parti”, her halde bu “korkunç makine” değildi. Kaldı ki Buharin, bir eylem adamı olmaktan çok bir kuramcıydı ve partiye mutlak bağlılığı kuramsal yaklaşımlarının da ürünüydü. Tarihle, devrimle, işçi sınıfıyla özdeşleştirdiği partinin bölünmesinin bir felaket doğuracağına inandığı için, bu sonuca varabileceğini düşündüğü her eylemden kesinlikle uzak durmuştu. Ernest Mandel’e göre Buharin’in o dönemdeki tüm davranışlarının temelinde, bu yanlış kuramsal kavrayış, “yani parti önderliği ve aygıtının toplumsal doğasının yanlış değerlendirmesi” yatar. Esas sorun, Buharin’in (tıpkı diğer eski Bolşevikler gibi), bürokrasi olgusunu yerli yerine oturtamamış olmasından kaynaklanıyordu.[15]

“APTAL VE YOZLAŞMIŞ BÜROKRATLAR GÜRUHU”

“Egemen sınıfın belirli bir sonuca ulaşmak için kullandığı yasalar ve devlet iktidarı ölçütlerinin, basit bir evrimin ve sosyal anarşinin sonucunda, hedef olarak konulandan bambaşka sonuçları vardıkları sıkça karşılaşılan bir durumdur.”

Nikolai Buharin, Tarihi Materyalizm Kuramı, 1927[16]

Koestler, romanın son satırlarında Rubashov’a çok doğru bir soruyu sordurtuyor: [Onu vurmak üzere olan adam] “elindeki kara tabancayı kimin adına doğrultmuştu?” (s.255). Oysa Nikolai Buharin, bu doğru sorunun doğru yanıtını çok önceden vermişti: “Kellemi cellâdın kılıcına teslim ediyorum, ama bu kılıç asla proletaryanın kılıcı değildir, çünkü o, acımasız olduğu kadar lekesiz de olmalıdır…”[17] İşin püf noktası da budur. Moskova Duruşmaları sanıldığı gibi eski Bolşevikler arası bir iç hesaplaşma değildir. Bu boyutta bir kıyımın basit bir “saray entrikası” olarak görülemeyeceği ve “her devrim kendi çocuklarını yer” gibi genel geçer laflarla açıklanamayacağı kesindir. Bu çapta bir siyasî temizlik, ancak sosyal bir çatışmayla açıklanabilir: 1930’ların sonlarında yaşananlar, SSCB’de 1920’lerin sonuna doğru iktidarı ele geçiren yeni egemen sosyal katmanın, yani bürokrasinin, eski Bolşevikleri yok ediş sürecidir. Koestler’in romanında yaptığı gibi Gletkin ve benzerlerinin eylemlerini ve söylemlerini, “gerçekçi devrimcilik” örneği diye sunmak demek, ağaçların arkasındaki ormanı görmemek, yani sahip olduğu ayrıcalıkları her ne pahasına olursa olsun tehlikeye atmak istemeyen, çeşitli bahanelere sığınarak kurulu düzeni savunan ve bu uğurda önüne çıkan her engeli en ilkel yöntemleri kullanmaktan çekinmeksizin yok eden bürokratı görmemek demektir.

Halbuki Koestler birçok kez bu analizi yakalamanın eşiğinden dönmüştür. Küçük Loewy’nin Rubashov’a yakınırken söylediği sözler bunun bir kanıtıdır: “Yıllar yılı aramızdaki en iyilerin başları böyle yendi. Parti her geçen gün biraz daha fosilleşiyor. Partinin tüm kolları, tüm bacakları gut ve varis hastalığına yakalanmış durumlarla dolu. Bunlarla devrim yapılamaz.” (s.69). Yine Rubashov’un iç hesaplaşması sırasında aklından geçenler, yazarın, ciddi bir dönüşüm yaşandığının farkında olduğunun kanıtıdır: “zamanında ölmesini bilen çekik gözlü eski önder” [Lenin] dönemiyle, “halka emirle düşünmeyi öğreten” Bir Numaranın [Stalin] dönemini kıyasladığında da bir şeyleri yakalamıştı: bir yandan, “her biri hukuk felsefesi, ekonomi politik, devletçilik gibi konularda herhangi bir Avrupa üniversitesinin kürsü başkanından daha çok bilgiye sahip kişilerden” oluşan bir parti yönetimi ve “iç savaş sırasında toplanan kongrelerdeki tartışma düzeyinin tarihte hiçbir siyasî topluluğun ulaşmış olmadığı ölçüde yüksek” oluşu; öte yandan, “gözden düşenlerin ve aykırı düşünenlerin kitaplarını yok etmede Nazilerle yarışan” yeni önderler veartık “felsefenin tartışıldığı kongreler döneminin geçmiş oluşu” ve yerini “bir kısırlık döneminin alışı, (…) devrimci teorinin dogmatik bir kült olarak kemikleşmesi, basit, kolay kavranabilir bir akaid krizisine dönüşmesi (…) ve bu kilisenin ayinlerini yöneten başpapaz Bir Numara’nın (…) hep soru cevap tekniğini kullanarak, gerçek sorun ve olguları en kaba biçiminde basitleştiren üslubu…” (s.171-172).

Romanın en enfes paragraflarından biri olan, eski illegal devrimci Rubashov’un, saygıdeğer bir devlet adamına dönüştüğünü kavradığı bölüm, Koestler’in yaşanan bu yozlaşmayı ne kadar iyi saptadığını kanıtlamaktadır: “Yeni yaşam tarzına alışmak için biraz zamana ihtiyacı vardı Rubashov’un. Şimdilerde diplomatik pasaporta sahip olmak, hem de sahici, hem de kendi adına; resmi giysilerle birtakım resepsiyonlara katılmak; o geçerken polislerin selam durması; arada bir peşine düşen memur kılıklı, melon şapkalı adamların bunu kendisini korumak için yapıyor olmaları… Bütün bunlar ona eğlenceli geliyordu.” (s.112). Bütün bunları gözlemleyebilen bir Koestler’in, ayrıcalıklara sahip olmanın insanları sadece “eğlendirmekle” kalmadığını nasıl olup da kavrayamadığını anlamak zor. Oysa partinin bürokratlaşması giderek parti ve devlet yönetiminin çeşitli kademelerindeki insanların yeni bir ayrıcalıklı ve egemen sosyal tabaka[18] oluşturarak toplumun gerisinden ayrışmaları sonucunu doğurmaktaydı. Yozlaşan ve tutuculaşan bu ayrıcalıklı[19] bürokratik tabakanın da kendi çıkarlarını savunmak için “kendine özgü” yöntemler geliştirmesi kaçınılmazdı.

Rakamlar da bu sosyal ayrışmayı kanıtlamaktadır. Dönüşüm ilk olarak 1918-1921 yılları arasındaki iç savaşta belirginleşir. 1917 Devriminin omurgasını oluşturan işçi sınıfı iç savaş sonrasında tamamen çehre değiştirmiştir. Moshe Lewin’e göre,[20] Devrim sırasında nüfusu 4 milyonu bulan belli başlı işçi kentleri ve devrimin merkezleri olan Petrograd ve Moskova’nın nüfusu bu dönemde 1.7 milyona inmiştir. Petrograd’da 380.000 işçi üretimden ayrılmış, fabrikalarda topu topu 80.000 işçi kalmıştır. 1928’de sayıları ancak 1.450.000 olan idari memur sayısı, on yılda beş misli artarak 1939’da 7.500.000’a ulaşmıştır; beyaz yakalıların toplamı ise, 3.900.000’den 13.800.000’e çıkmıştır. Komünist partisinin üye sayısında da buna paralel bir artış söz konusudur. Sırf 1923’de, partiye herhangi bir Marksist eğitimden geçmemiş ve çoğu okuma yazma bile bilmeyen 200.000 yeni üye alınmıştır. 1927’de, kongre delegelerinin %75’i maaşlı parti memurlarıdır. Başka bir tabirle bürokrasi tabiri boş bir laf değil, somut, elle tutulur sosyal bir gerçekliktir. 1928’deki bir yazısında bürokrasi olgusu konusundaki ilk kapsamlı analizi yapan[21] ve işçi sınıfının ve partinin on yılda çok ciddi değişiklikler yaşadığını vurgulayan Kristian Rakovski’nin de belirttiği gibi, “Lenin devletimizi bürokratik yozlaşmaları olan bir işçi devleti olarak tanımlamıştı, oysa artık proleter kalıntıları olan bir bürokratik devletten söz etmemiz gerek. (…) Bürokrasi, devleti özel mülkiyetine geçirmiştir”.[22]

BÜROKRASİNİN İKAMECİ SAHTEKARLIĞI

“[Bürokrasinin devreye girmesi] proletarya için büyük bir tehlikedir… Dolayısıyla partimizin bu tehlikeyi savuşturmak için elinden geleni yapması gerekir. Bu tehlike ancak kitlelerin bu çalışmada yer almasıyla savuşturulabilir.”

N. Buharin/E. Preobrajenski

Komünizmin ABC’si, 1919[23]

Başta Lenin olmak üzere hemen tüm eski Bolşevikler bu bürokratlaşmanın ve bürokrasinin devrim sürecine verdiği zararların farkına vararak bürokrasiye karşı sırasıyla mücadeleye girişmiştir. Ne var ki bu bilinç hepsinde farklı zaman ve derinliklerde geliştiğinden ortak bir tavır alınması mümkün olmamıştır. Şurası açık ki, bu biçimiyle daha önce karşılaşmadıkları yani tarihte ilk kez karşılarına çıkan bu sosyal olguyu analiz etmede Lenin de, Troçki de, Buharin de, diğerleri de yetersiz kalmıştır. Bu durumda eski Bolşevikler, devrimi tehdit eden tehlikeler konusunda farklı öncelikler saptamışlardır. Çok karmaşık bir tartışmayı fazla basite indirgeme tehlikesini göze alıp çok kabaca özetlemek gerekirse, Troçki’nin başını çektiği “sol kanat”, esas tehlikeyi zengin köylülere ve dış emperyalist pazarlara tavizler verilmesinde ve bu yoldan kapitalizmin yeniden inşasında görmüştür. Oysa Buharin’in başını çektiği “sağ kanat” için tehlike, solun önerdiği “maceracı sanayileşme” ve “gerçekçi olmayan” dünya devrimi arayışı nedeniyle işçi/köylü ittifakının çökmesiydi. Böylece 1920’li yıllardaki süreçte kendi aralarında bölünen eski Bolşevikler esas mücadeleyi birbirlerine karşı verdiler.

Bürokrasi ve onun siyasî temsilcisi konumundaki Stalin ise, önce Buharin’le birleşip onun politikalarını uygulayarak sol kanadı tasfiye etti, sonra da soldan arta kalanlarla birleşerek tam tersi politikalar uygulayıp sağ kanadı tasfiye etti ve sonuçta 1920’lerin sonunda partiye tümüyle hakim oldu. Tabii eski Bolşevikler, bürokrasi olgusunu aynı anda ve doğru bir biçimde teşhis edip ona karşı ortak bir mücadeleye girişselerdi bile, muhtemelen yine de yenileceklerdi. Çünkü esas belirleyici olan parti içi hizip mücadelelerinde şu ya da bu grubun ya da kişinin takındığı tavırdan çok, ülkedeki sosyal güçlerin arasındaki dengeler ve partinin sosyal yapısındaki dönüşümler ve güç dengeleriydi. Bu dengelerde ağır basan Bolşevikler ve adına hareket ettiklerini düşündükleri işçi sınıfı değil, bürokrasiydi.

Troçki’nin ve Buharin’in 1920’lerdeki mücadelede sergiledikleri zaaflar ya da hatalar kadar, Stalin’in bireysel özellikleri ve hattâ Lenin’in ölümünün zamanlaması bile olayların somut akışında elbette önemli bir rol oynamıştır. Ancak 1930’larda yaşanan vahşet asla Stalin’in kişisel “kötülüğüne” ya da “çılgınlığına” indirgenerek açıklanamaz. Sonuçta “insanların olayları yarattığı kadar, olaylar da insanları yaratırlar”,[24] başka bir değişle Stalin, aslında bürokrasinin kendi ortak çıkarlarını savunmak üzere seçtiği bir “mutemetten” başka bir şey değildi. Bürokrasi, kendi zihniyetine en uygun olan ve ona biçtiği rolü oynamaya en yatkın olan kişiyi, eski Bolşeviklerin arasından bularak seçmişti ve o kişi de Stalin’di.[25]

Seçilen kişinin bir eski Bolşevik olması ise elbette tesadüf eseri değildi. Her iktidar, ya bir Tanrı, bir ulus, bir sınıf adına, ya da demokrasi, özgürlük ve eşitlik gibi yüce idealler adına kendi ideolojik meşruiyetini yaratmak zorundadır. Oysa (tanımı gereği) bürokrasinin kendine ait bir meşruiyeti yoktu ve dolayısıyla bu meşrûiyeti birilerinden gasp etmeliydi. SSCB’deki iktidar ve devlet yapısı, proletarya adına yapılan bir devrimle oluştuğuna göre (ve üstelik yarattığı umutlar itibarîyle işçilerden ve komünist partilerden dünya çapında destek ve sempati aldığına göre), bürokrasi de “meşrûiyetinin” kaynağını doğal olarak buradan almaya yöneldi. Bir yandan Bolşevizm’e ve Marksizm’e ait her şey yok edilirken, öte yandan bunun bizzat Bolşevizm adına yapılmasındaki şizofrenik işleyişin nedeni de buydu.[26]

Yine bu nedenledir ki Stalin ve muzaffer bürokrasi, bu “ikame operasyonunun” canlı tanıkları olan eski Bolşeviklerin yıpranmış, yenilmiş ve teslim olmuş hallerini bile kendi güvenliği açısından tehlikeli buluyordu. Ayrıca değişen bir konjonktürde (örneğin yükselen savaş tehlikesiyle) yeniden iktidar alternatifi haline gelmelerinden ya da bürokrasi içinde ortaya çıkabilecek rakip bir fraksiyonun iktidara gelmesine destek olabileceklerinden korkuyordu. Üstelik, devrimle hiç alakası olmayan yeni kuşak bürokratlara da parti yönetiminde yer açmak gerekiyordu (1934’deki XVII. SBKP Kongresinde seçilen ve hemen hemen tümü geçmişte muhalefete karşı Stalin’i desteklemiş olan kişilerden oluşan Merkez Komitesinin bile %70’i bir iki sene içinde kurşuna dizilerek elenecektir!). Moskova Duruşmalarındaki inanılmaz suçlamaların ve çılgınca senaryoların ayrıntılarını ve içeriğini tümüyle Stalin’in paranoyak gaddarlığına ve entrikacılıktaki inanılmaz yeteneklerine borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama gerçek şu ki, Stalin’in 1930’ların ortasında eski Bolşeviklerin tümünün imha edilmesi yönünde vermiş olduğu karar, bürokrasinin genel çıkarlarına uygundu ve bu nedenle de bürokratik aygıt tarafından desteklendi.

Eski Bolşevikler belki de yenilip yok edilmeye mahkumdular. Ancak birbirlerine düşeceklerine bürokrasiye ve Stalin’e karşı birlikte bayrak açabilselerdi, hiç olmazsa bürokrasinin meşruiyet yaratmak için giriştiği bu “ideolojik ikame operasyonu” büyük ölçüde başarısız olacaktı. Böylece Marksizm’le Stalinizm’in özdeşliği iddiası bu kadar kolay kabul görmeyecekti ve işçi sınıfı (özellikle de uluslararası işçi sınıfı), çok daha erken bir tarihte (en azından 1970’leri ya da 1980’leri beklemeden!) SBKP bürokrasisini desteklemekten vazgeçecekti. Bu destek olmadan da SBKP’nin bu kadar uzun süre iktidarda tutunabilmesi çok zor olacaktı. Eski Bolşevik önderlerin siyasî hatalarının vahameti ve Moskova Duruşmaları aldatmacasının siyasî önemi burada yatar.

Ancak öyle ya da böyle, Moskova Duruşmaları süreci, parti ve devlet aygıtının eski Bolşeviklerden tamamen arındırılıp yerlerine, Stalin ve yakın çevresinden oluşan bürokrasinin has kadrolarının yerleştirilmesi sürecinin taçlandırılmasıdır. Bürokrasi, artık, 1920’lerde ideolojik meşruiyet kaynaklarını oluşturmuş olan eski Bolşevik kadroların vitrindeki göstermelik varlığına bile gerek duymayacak kadar palazlanmıştır ve iktidarın kırıntısını dahi paylaşmak istememektedir. Yüz binlerce insanın canı pahasına yaşanan bu ciddi kopuşu ve dönüşümü, Koestler’in yaptığı gibi, “Bolşevizm’in doğal bir evrimi” olarak değerlendirmeye kalkanlar, sadece tarihi gerçeklere sırt çevirmekle kalmayıp, özünde Stalinizm’e yapabilecekleri en büyük iyiliği de yapmış olurlar.

“KOMÜNİZMİN KARA KİTABI”

“Gündelik yaşamda en basit tüccar bile herkesin olduğunu iddia ettiği şey ile gerçekten olduğu şeyi birbirinden ayırmasını bilir; ama şu bizim [idealist] tarih [anlayışımız] daha henüz bu basit bilgiye bile ulaşabilmiş değildir. Çünkü her çağ için, o çağın kendi hakkında anlattıklarına ve kendi hakkındaki yanılsamalarına, en ufak soru dahi sormadan inanıveriyor.”

K. Marks/F. Engels, Alman İdeolojisi, 1846[27]

İşin ilginç tarafı, gerek Koestler’i savunan liberal çevreler, gerekse de kitap yayınlandığında ona saldıran Komünist partisi yandaşları tek bir konuda, yani Stalinizm ile Marksizm’in özdeş oldukları konusunda, hemfikirdirler. Aslında Bolşevizm parantezini bu şekilde kapatarak tarih sahnesinden silmek, Soğuk Savaş döneminde iki karşıt kutupta yeralan bu siyasî güçlerin her ikisinin de işine geliyordu. Bürokrasi, kendini Ekim devriminin uzantısı olarak göstermek suretiyle, hem içte hem de dışta emekçi kitlelerin ve solcu aydınların desteğini yedeğine alıyordu ve bu da rejimin on yıllarca ayakta durabilmesini sağlayan faktörlerin en önemlilerinden biriydi. Bolşevizm’in (yani simgesel anlamda kapitalizme karşı ilk muzaffer başkaldırının ve mevcut kapitalist rejime alternatif oluşturma çabasının) Stalinizm’le, yani SSCB’nin bürokratik ve totaliter rejimiyle (ve daha sonra Çin, Kuzey Kore, Kamboçya, Romanya, vs, rejimleriyle) özdeşleşmesi ise aynı zamanda “Batı Dünyasının” da işine geliyordu, çünkü Batı Dünyası, bu rejimlerin rezillikleri bir bir ortaya döküldükçe, onlara karşı yürüttüğü propaganda savaşından kârlı çıkacağını biliyordu.

Nitekim 1960-1970’lerden itibaren bu rejimlerin ekonomik olarak da duraklamaya başlayıp ardından çöküşe geçmeleri ve 1980’lerin sonunda da yıkılmalarıyla birlikte kapitalizm (şimdiki adıyla “Yeni Dünya Düzeni”) alternatifsiz kaldı. Dahası, 20. yüzyıl boyunca sosyalizm ve “İnsanlığın kurtuluşu” adına yaşanan tüm acı deneylerin ve faciaların sonucunda, gerek kitleler gerekse de aydınlar bu etiketten tamamen soğudular ve her türlü “örgüt” kavramına bile kuşkuyla bakar oldular. Başka bir değişle, artık sadece Marksizm’le Stalinizm ya da sosyalizmle Sovyet Rusya’sı ve Mao Çin’indeki siyasî rejimler değil, aynı zamanda devrimcilikle “Polpotçuluk” da insanların çoğunun gözünde özdeş hale geldi.

Sonuçta bu ideoloji, rejim ve aygıtların, yani bir zamanki moda adlarıyla “reel sosyalizmlerin” iflası, sosyalist ütopyanın ve bu uğurda mücadele etmiş olanların ve etmeye niyetlenenlerin tümünün inandırıcılığını yitirmesi, toptan reddedilmesi ve hatta “totaliter” damgası yiyip peşinen mahkum edilmesi noktasına bile varmıştır. Bu yaklaşımın en somut ve güncel örneklerinden biri, Fransa’da 1997’de yayınlanan Komünizmin Kara Kitabı adlı yapıttır. “Stalinizmle komünizm aynı şeydir” diyen Stéphane Courtois yönetimindeki bir grup tarihçi, 800 sayfalık bu kitapta, “100 milyon insanın yaşamına mal olan” komünizmin de tıpkı nazizm gibi insanlık suçu işlemiş olan bir rejimin ideolojisi olduğunu iddia etmektedirler ve “komünizm için de bir Nüremberg mahkemesi” kurulmasını talep etmektedirler. Bu mantığın doğal uzantısı, bir süre sonra Marks dahil tüm komünist ve sosyalist kuramcıların kitaplarına Hitler’in Mein Kampf’ıyla aynı muamele yapılması ve devrimci ya da Marksist partilerin ve militanlarının neo-nazilerle aynı kefeye konmasıdır.

MUTAN AKRABALIK

“Her türlü kısıtlamadan arınmış özgür bir basın yoksa, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü yoksa, geniş halk kitlelerinin egemenliğinden söz etmek olanaksızdır. (…) Sadece hükümet yandaşlarına özgürlük tanınması özgürlük değildir. Özgürlük, her zaman için, en azından, farklı düşünenin özgürlüğüdür. ”

Rosa Luxemburg,

Rus Devrimi, 1918[28]

Tabiî Stalinizm ve Nazizm arasında bir benzerlik kurulmasında pek fazla sakınca olmadığı düşünülebilir. Sonuç olarak, ekonomik altyapıları, mülkiyet ve üretim biçimleri çok farklı olmakla birlikte, biçimsel düzeyde iki rejimin işleyişi arasında ve işledikleri cinayet sayısında ciddi paralellikler vardır. Ama aralarındaki en önemli farklardan biri şudur: faşizmin vahşeti, bizzat faşist kuramın uygulanmasının ürünüdür. Başka bir değişle ırkçılık, etnik temizlik, fetih, savaş, otorite, hiyerarşi, demokrasinin yok edilmesi, erkek egemenliği, totalitarizm (“Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer”), vb. faşist ideolojinin asli, temel, yapısal unsurlarıdır ve faşizm bunları açıkça ve gururla savunur.

Oysa Stalinizm’in vahşeti, savunur göründüğü ideolojinin, yani Marksist kuramın uygulanmasının ürünü değildir, çünkü Marksizm tam tersine ırkçılığa düşmandır, halklar arası kardeşliği ve barışı savunur, sömürüye karşıdır, kadın erkek eşitliğini savunur vb. Başka bir değişle Stalinizm’in problemi, referans aldığını ve savunulduğunu iddia ettiği kuramda değil, onun SSCB (ve daha sonra Çin, vb.) pratiğindeki yorumlanış biçiminde ve uygulamasındadır. Dolayısıyla, nasıl ki “demokrasi” ya da “demokrasiyi koruma” adına çeşitli ülkelerde yapılan kimi anti-demokratik uygulamalardan dolayı “demokrasi” düşüncesini ve onu savunanları sorumlu tutamayız, sosyalizm adına yapılan her rezaletten de Marksizm’i sorumlu tutmak abestir.

Koestler’in yapıtının sorunsalını önemli kılan işte bu tartışma, yani Stalinizm ile Marksizm’in gerçek “akrabalık” ilişkisinin ne olduğuna ilişkin tartışmadır. Donuk ve değişmez dogmalardan oluşan Stalinizm’in, tamamen eleştiriye ve kuşkuculuğa dayalı Marksist gelenekle ne tür bir akrabalığı olduğu elbette sorgulanabilir. Ancak bir ilişki olduğu da yadsınamaz: ne de olsa Stalin gökten zembille inmedi, Marksist Bolşevik partisinin bağrından çıktı! Ama eğer illa da Stalinizm ile Marksizm arasındaki bu akrabalığı tanımlamak gerekse, bunun olsa olsa “mutasyon geçirmiş bir akrabalık” olduğu söylenebilir! Şurası bir gerçek ki, altında Lenin ve Troçki’nin de imzası bulunan Bolşeviklerin kimi uygulamaları bürokrasinin zaferini kolaylaştıran ciddi hatalar olmuştur: örneğin tek parti rejimine gidilmesi, bunun kuram haline getirilmesi (“proletarya diktatörlüğü” kavramına ikameci bir yorum katılması) ve ardından da parti içinde fraksiyonların (geçici olmak kaydıyla da olsa - ki daha sonra bu yasak fiili ve resmi bir kalıcılığa dönüşecek, Stalin döneminde de her türlü eleştiri bile suç sayılacaktı) yasaklanması, vs. 1918-1921 yıllarındaki iç savaşın şiddetinin ve vahşetinin de bürokrasinin zaferine yol açan bir ortam yarattığı ve bu süreçte Bolşeviklerin uyguladığı politikaların -özellikle demokrasi açısından- kusursuz sayılamayacağı da açıktır. Gerek Lenin’in gerekse de Troçki’nin o dönemdeki kimi yazıları (örneğin Troçki’nin Terörizm ve Komünizm’i) bu hatalı yaklaşımlarının örnekleriyle doludur.

Ne var ki Bolşeviklerin hatalarına karşı geliştirilen en sert ve en kapsamlı eleştirilerin de yine başka Marksistlerden gelmiş olması, bu hataların toptan ve otomatik olarak Marksizm’e havale edilemeyeceğinin kanıtıdır.[29] Kaldı ki, bu keskin eleştirmenlerin başında gelen Rosa Luxemburg, Bolşeviklerin demokrasiye aykırı eylemlerinin çoğunun savaş sonrasının ya da iç savaşın olağanüstü koşullarında yapıldığını belirterek işin bir başka boyutuna da dikkat çekmektedir: “Kimse çıkıp da Lenin ve dostlarından imkansızı gerçekleştirmelerini, yani bu koşullarda en güzel demokrasiyi, en örnek proletarya diktatörlüğünü, en gelişkin sosyalist ekonomiyi sihirli bir değnekle yaratmalarını talep edemez. (…) Ancak tehlike, zorunluluğu erdem gibi algılayıp, kaçınılmaz ve zor koşulların onlara dayattığı taktiği, kuramın her noktasına yedirmeye çalıştıkları ve uluslararası proletaryaya bunu sosyalist taktik modeli olarak sunmaya başladıkları anda başlamaktadır.”[30]

Tabiî şunu da unutmamak gerekir ki, benzer savaş ya da iç savaş koşullarında -ekonomik olarak çok daha gelişkin oldukları halde- gerek ABD’de, gerekse de Batı Avrupa ülkelerinde bile pek demokratik ya da insancıl sayılmayacak şeylerin yaşandığı ayrı bir gerçektir. Gerçekten de, Koestler’in daha sonra yazdığı gibi,[31]her türlü işkencenin, katliamın, toplama kamplarının, fetihlerin ya da komploların totaliter rejimlerin, yani faşizmin ve komünizmin tekelinde olduğunu ve demokratik Batı’nın böyle bir şeyi yapmayı aklından bile geçiremeyeceği” iddia edebilmek için sadece kör değil, aynı zamanda dürüstlükten de yoksun olmak gerek. Çünkü Koestler’in bu görüşleri kaleme aldığı yıllarda belki henüz Vietnam savaşı, Cezayir savaşı, Lübnan’daki katliamlar, Grenada’nın işgali, Körfez savaşları, vb, yaşanmamıştı… ama yine de Koestler hiç olmazsa Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının vahşetinden, Hiroşima ve Nagazaki’den, sömürge savaşlarından, Hindistan’da ya da Afrika’da olup bitenlerden, Dreyfus davasından ya da gözleri önünde yaşanmakta olan MacCarthy döneminden haberdardı! Ama sorun şu ki Koestler, yanılsamalarıyla ve hatalarıyla olduğu kadar, kuramsal tartışmalara ve dünyada olup bitenlere karşı geliştirdiği yüzeysel ve “takım tutan” yaklaşımıyla da çağının aydınlarının tipik bir temsilcisiydi. Nitekim tıpkı Komintern ajanı olduğu sıralarda kendi saflarının rezilliklerini es geçen genç Koestler’in yaptığı türden bir tarafgirlikle, bu kez de “demokratik ve özgür Batı dünyasının” rezilliklerini görmezden geliyordu....

PEKİ YA İTİRAF ETMEYİP DİRENENLER?

Koestler’in Gün Ortasında Karanlık’ta itiraflar konusunda geliştirdiği tezi ayrıntılı olarak tartışmanın bir diğer anlamı da budur: Çünkü eğer Rubashov’un itirafı gerçekten “partiye verilmiş son bir hizmet” olsaydı, o zaman Rubashov’larla Gletkin’ler arasındaki tek fark, Stalin’in yazıp yönettiği mahkeme tiyatrosundaki rol dağılımları olurdu. Bu durumda Rubashov ve onun ilham kaynağı olan gerçek kişiler, yani Moskova Duruşmalarında katledilen tüm “eski Bolşevikler”, aslında bu vahşetin ve sahtekarlığın kurbanları değil, rol arkadaşları ve suç ortakları olurlardı. Başka bir değişle, eğer Koestler’in “partiye son bir hizmet” tezi geçerli olsaydı, o zaman Stalinizm’le Marksizm arasında bir süreklilik olduğunu ya da Marksist düşüncenin pratikte ister istemez Stalinizm ya da benzeri bürokratik rejimlerin kurulmasına yol açacağını iddia etmek çok daha kolay olurdu.

Oysa Stalinizm’in yoketmeyi başardığı bu eski Bolşevikler, “cellatlarına son kez hizmet etmeye” kalkışmak şöyle dursun, aksine onlara karşı ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince mücadele ediyorlardı. Yenildiklerini bile bile. Ancak Gün Ortasında Karanlık’ta bu mücadeleden hiç söz edilmez, bu mücadelenin başını çeken simge isimlerden hiç söz edilmediği gibi… Koestler’in adını anmayı unuttuklarının başında da, Buharin’in davadaki son konuşmasında merkezi bir yere oturttuğu Troçki gelir. Oysa Troçki, (en azından simgesel düzeyde) dönemin en önemli aktörlerinden biridir: Moskova Duruşmalarının üçünün de baş sanığıdır; “Hainlerin” başını çeken odur; Stalin ve SBKP onu yok etmek için tüm güçlerini seferber etmişlerdir; Troçki adı ve “troçkizm” nitelemesi komünist partilerde yıllarca bir “hakaret” olarak kullanılmıştır, ajanlıkla, karşı-devrimcilikle bir tutulmuştur. Troçki de buna karşılık Stalinizm’e ve Sovyet bürokrasisine karşı sonuna kadar amansız bir mücadele vermiştir, yazılarıyla eylemleriyle onun tezlerini çürütmeye çalışmıştır.[32]

Peki bu dönemde bu kadar merkezi bir rol oynayan kişi nasıl olur da Koestler’in denkleminde yer almaz? Koestler’in parlak tezlerinin Aşil topuğu olarak, Stalin’e başından beri karşı çıkıp asla boyun eğmediği için mi? Yogi olmayı da, komiser olmayı da kabul etmeyip, Gletkin’lerin, İvanov’ların ve hatta Rubashov’ların gerçek muhatabı olarak Marksizm’i savunup “Bolşevizm eşittir Stalinizm” denklemini bozan kişi olduğu için mi? Gerçekten de Gün Ortasında Karanlık’ta kendisine yer bulamayan Troçki işin içine katıldığında, ve esas olarak Troçki’nin de ötesinde, teslim olmadan direnen, itiraf etmeyi kabul etmeyen, boyun eğdirilemeyen ve sonuçta mahkemeye bile çıkartılmadan hücre köşelerinde ya da toplama kamplarında öldürülen on binlerce Bolşevik militan, Sedov’lar, Preobrajenski’ler, Tukaşevski’ler, Karahan’lar, vs, gündeme getirildiğinde, “dilbilimsel kurgu” yerini bambaşka bir gerçeğe bırakıyor ve “Parti’ye son hizmet” safsataları uçup gidiveriyor… Sonuçta, tarihçi Pierre Broué’nin de belirttiği gibi, Moskova Duruşmaları sürecinde “itiraf etmeyi reddederek yargısız infaz edilen mahkumlar da, itiraf etmekle birlikte, denize atılan şişenin içindeki mesajlar gibi açıklamalarının orasına burasına masum olduklarının ipuçlarını serpiştiren sanıklar da, sadece geçmişlerini savunmuyorlardı; aynı zamanda, güçlerinin yettiği ölçüde, hakimlerin ve polislerin yok etmeye çalıştıkları bir geleceği kurtarmaya çalışıyorlardı”.[33]

TEKNİSYEN MANTIĞI VE YÖNTEMLERİN SAFLIĞI

Koestler’in Rubashov’uyla gerçek Buharin’in en önemli ortak noktalarından biri, ikisinin de sorunların çözümünü belirsiz bir geleceğe havale etmeleridir. Daha pasif bir tutum takınan Rubashov düş kurar: “Belki sonra, çok çok sonra, yeni bir hareketle ayaklanacaktı dünya - yeni bayraklar taşıyarak, hem ekonomik fataliteyi hem de okyanus durumunu dikkate alan yepyeni bir ruhla. Belki de yeni partinin üyeleri rahipler gibi kukuleta giyecek ve yalnızca kullanılan yöntemlerin saf olması halinde varılacak sonuçların haklı olduğunu öğretecekler, bölmeye değil çarpmaya dayanan yeni bir aritmetik sunacaklardı” (s.250). Ancak, “yöntemleri saf” olan bu kukuletalı devrimcilerin nereden türeyip çıkacağını belirtmez. Oysa Buharin, çareyi partinin ileride («yeni bir genç kuşak yöneticiler geldiğinde”) kendisini “reform” yoluyla düzeltmesinde görmektedir ve bu geleceği mümkün kılmak için de, son mektubuyla ve mahkemedeki tutumuyla masum olduğunun kanıtlarını onlara ulaştırmaya çalışmıştır. Ancak işin dramatik yanı şudur ki, Bolşevik devrimini yaşamış olan Marksist kuşağın tarih sahnesinden çekilmesi sonucunda -kimi yılgınlıktan, kimisi yok edildiği için- ne bu partilerde ciddi bir reform yaşanmış, ne de “ kukuletalı ” devrimciler türemiştir, aksine ortalık Gletkin’lere kalmıştır.[34]

Rubashov’un (daha doğrusu burada artık Koestler dememiz daha doğru olur) Gletkin’e tamamen teslim olup pasif bir bekleyişi seçmesinin altında, sınıf mücadelesi kavramını doğru dürüst anlayamamış olması yatmaktadır. Gerçekten de, “kitlelerin görece olgunluğunu arttırma” konusunda Rubashov’un güncesinde (s.163-166) anlattıklarının Marksist kuramdaki kitle hareketi/parti/devrim ilişkisi ile bir alakası yoktur. Koestler, sadece kitlelerin somut deneylerinin ürünü olarak, yani gündelik somut sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak varılabilecek bir noktayı (politik bilinçlenme), pasif ve metafizik bir süreç olarak algılamaktadır. Rubashov/Gletkin tartışmaları, Koestler’in siyasete ve sosyal olaylara ne kadar mekanik ve donuk bir açıdan baktığını göstermektedir. Örneğin Gletkin Rubashov’a, “Bizim köyün insanına devrime rağmen ve de ayağına kadar gelen fabrikaya rağmen salak ve geri olduğunu söylerseniz, bunun en ufak bir etkisi olmaz. Oysa emeğin kahramanları olduklarını, Amerika’dan daha üstün olduğumuzu, kötülüğün yalnızca şeytanların ve sabotörlerin işi olduğunu söylerseniz, hiç değilse belli bir etki uyandırırsınız. İnsanlığa yararlı olan her şey doğrudur, zararlı olansa yalandır” (s.220) dediğinde, Rubashov buna verecek cevap bulamamaktadır. Oysa bu satırları okuyunca insanın, tıpkı Brecht’in Galileo’su gibi, şöyle haykırası geliyor: “Aklın zaferi, akıl yürütmesini bilenlerin zaferidir. Siz bu köylülerinizi (…), kulübelerinin çatısındaki otları tarif edermiş gibi tarif ediyorsunuz, vardığınız nokta bu işte! Üçgenin iç açılarının toplamının bu insanların çıkarlarına aykırı olduğunu kim iddia edebilir ki? Ama eğer harekete geçmezlerse, düşünmesini öğrenmezlerse, en kusursuz sulama sistemleri bile hiçbir işlerine yarayamaz. Lanet olsun, sizin bu insanlarınızın yüce bir sabır gösterdiklerini görebiliyorum, peki ya yüce öfkeleri, o ne zaman patlayacak?”[35]

Koestler’in bir türlü anlayamadığı şey de budur. Merleau-Ponty’nin de belirttiği gibi, Gletkin’lerin ve İvanov’ların mantığı, “Marks’ın tanımladığı ve hem nesnel zorunlulukla hem de kitlelerin kendiliğinden hareketiyle birlikte ortaya çıkan, yaşayan tarihin mantığıyla aynı şey değildir. Bu mantık, olsa olsa cansız nesnelerle uğraşan ve onları dilediği gibi yoğuran bir teknisyenin mantığıdır ancak.”[36] Aslında Stalinizm’in bu teknisyen mantığının karşısında çaresiz kalan Koestler’in bulduğu tek silah, “mutlak bir ahlâk” adına “amaç aracı haklı kılar” ilkesine çatıp soyut bir ahlâk tartışmasına sığınmaktır. Böylece eylemci ya da tanık kasketini atarak, ahlâk hocalığına soyunur ve Bolşevikleri, “gerçek insan yerine soyut insanoğlu düşüncesini” geçirmiş olmakla, “okyanus duygusunu” tatmamış olmakla ve “dilsel kurmacayı” inkar etmiş olmakla suçlama imkanını bulup, Marksizm’in geçerliliğini ve meşruiyetini bu kez de ahlâki açıdan sorgulamaya koyulur: “[Devrim,] soyut bir kavram olarak insanoğlundan söz edildiğinde elbette geçerliydi; oysa tekil şahıs olarak ‘insana’, ‘ben’ şifresine, etten kemikten, kandan candan oluşan gerçek insana uygulandığında, bu ilke saçma bir sonuca götürüyordu…” (s.244).

YOL ARKADAŞLARININ VİCDAN AZABI

Aslında Koestler’in sorguladığı temel sorun, geleneksel ve dini değerleri terk ederek, dünyayı değiştirme adına Marksizm’in bayrağı altında girişmiş olduğu geçmiş mücadelenin ahlâki olarak haklı olup olmadığıdır - ya da, daha doğrusu, bu mücadeleden vazgeçmeye niyetlenmekte haklı olup olmadığıdır. Çünkü artık Koestler’in gözünde Marksizm’in amaçları her ne kadar işin başında “ulvi” ve insancıl görünseler de, Marksistler, Hıristiyan ahlâkını terk ederek, onun yerine “varılacak sonuç kullanılan tüm yöntemleri haklı kılar” ilkesini ikame etmişlerdir ve sonuçta vardıkları yer Stalinist vahşet olmuştur. Sonuç bu olunca da, geriye dönüp bakıldığında, bu “ulvi” amaçlar uğruna yapılanların tümünü bambaşka gözlerle değerlendirmek mümkün hale gelir. Rubashov’un güncesinde belirttiği gibi, eğer “[Marksistlerin yöntemine uygun olarak] tüm görenekleri silip atmak, (…) ahlâki safra olmadan denizlerde yol almaya kalkmak insana uygun değilse”, ve eğer “saf akıl, yanıltıcı bir pusulaysa ve sonunda [insanı,] hedefin sisler arasında kaybolmasına yol açacak kadar dolambaçlı ve karmaşık rotalara sürüklüyorsa” (s.249), o zaman Rubashov bir devrim kahramanı değil, ahlâksız ve insafsız bir canavar olarak da görülebilirdi.

“Ahlâksız Marksistlerin canavarlığının” boyutlarının nerelere kadar varabildiğini, Gletkin çok büyük bir açık sözlülükle dile getiriyor: “Siperden geri çekilinmeyecek, ne olursa olsun, kim olursa olsun. Partimizin önderi bu ilkeyi eşi görülmemiş bir uzak görüşlülükle kavramış ve kesin bir tutarlılıkla uygulamıştır. Kendi ulusal programımızın yanında enternasyonal program geriye itilmiş, ikincil kalmıştır. Bu gereksinmeyi anlamayan her kim olursa olsun yok edilmelidir. Avrupa’daki en iyi diplomatlarımızı bölük bölük idam etmek zorunda kaldık. Hâttâ yurt dışındaki kendi örgütlerimizi bile darmadağın etmekten çekinmedik, esas kalenin ayakta kalması uğruna. Gerici ülkelerin polis teşkilatlarıyla işbirliği yapmaktan da çekinmedik, bir takım zamansız devrimci hareketler ortaya çıktığında. Dostlarımıza ihanet etmekten, düşmanlarımızla uzlaşmaya varmaktan çekinmedik kaleyi korumak için. Tarihin bizlere, yani başarılı ilk devrimin temsilcilerine verdiği görev buydu. Uzağı göremeyenler, estetler, ahlâkçılar bizi anlamadılar. Ama devrimin önderi her şeyin bir tek şeye bağlı olduğunu anlamıştı: En uzun dayanan kazanır” (s.229).

Gerçekten de, Stalin döneminde, Gletkin’in bu söylediklerinin tümü (ve daha beterleri de) yapılmıştır. Ve Koestler de, tıpkı tüm dünyadaki binlerce komünist aydın ve yüz binlerce komünist militan gibi, nihai amaç olan “insanlığın kurtuluşu” adına bu politikalara uzun süre destek vermiştir. Bununla yetinmeyip, o da muhtemelen diğer “yoldaşları” gibi Stalin’e ve Sovyetler Birliği’ne çılgınca övgüler düzmüş (meşhur “kişi kültü”), onları eleştirenlere ise hakaretler yağdırmış, onları “burjuvazinin, emperyalizmin, faşizmin ya da karşı-devrimin” ajanı olmakla suçlamış, lanetlemiştir.[37] Hattâ, bu “ karşı devrimci rakip solcu hainler ” (örneğin 1936’da kendisi Uluslararası Tugaylarda KP hizmetindeyken, GPU tarafından öldürülen POUM’cu İspanyol Troçkistler ya da CNT’li Katalan anarşistler gibi), dünyanın dört bir tarafında[38] Sovyet gizli servis elemanları ya da Komünist partilerin militanları tarafından öldürüldüklerinde, içten içe ya da belki açıkça sevinmiş olması bile mümkündür. Dolayısıyla Gün Ortasında Karanlık, bir anlamda, yazarının sadece Marksizm’le değil, kendi geçmişiyle de ahlâki bir temelde hesaplaşmasıdır: burada vicdan azabıyla aldatılmışlık duygusunun içiçe geçtiği bir tepki söz konusudur.

ONLARIN AHLÂKI

“Hiçbir aşağılık harem ağası gelip de bize, hile ve cebirle bir köleyi zincire vuran köle sahibiyle, hile ve cebirle zincirleri kıran kölenin ahlâken eşit olduklarını iddia etmeye kalkışmasın!”

Leon Troçki, Onların Ahlâkı Bizim Ahlâkımız, 1938[39]

Ne var ki, Koestler’in ahlâki gerekçelerle devrimi ve Marksizm’i mahkum eden denklemi ister istemez başka bir soruyu gündeme getirir: “Peki sizin ahlâk ilkeleriniz ne kuzum?” Öyle ya, “ne bireysel ne de toplumsal amaçların araçları haklı gösteremeyeceğini kabul ettiğimizi varsayalım. Öyleyse, ölçütü tarihsel toplumun ve onun gelişmesi sırasında ortaya çıkan amaçların dışında aramamız gerektiği açıktır. Ama nerede? Eğer yeryüzünde değilse, cennettedir. İlahi vahiyle papazlar uzun zaman önce yanılmaz ahlâk ölçütleri keşfetmişlerdi. Bizim küçük laik papazlarımızsa özgün kaynaklarının adını vermeksizin ezeli ahlâki doğrulardan bahsediyorlar. Bununla beraber, şu sonuca varmakta haklıyız: bu doğrular ezeli olduklarından, yalnızca yarı-maymun-yarı-insanın ortaya çıkmasından beri değil, güneş sisteminin evriminden de evvelden beri var olmalıdırlar. Öyleyse ne zaman ortaya çıktılar? Ezeli ahlâk kuramı hiçbir şekilde Tanrı fikri olmadan hayatta kalamaz.[40] (…) Yine de, örneğin yalan ve şiddet ‘başlı başına’ mahkum edilmesi gereken şeyler değil midir? (…) Tabii mahkum edilmelidirler, tıpkı bunları yaratan sınıflı toplum gibi. Toplumsal çelişkileri olmayan bir toplum doğal olarak yalan ve şiddetin bulunmadığı bir toplum olacaktır. (…) Devrim ise, bizzat sınıflı toplumun ürünüdür ve zorunlu olarak onun çizgilerini taşır. ‘Ezeli doğrular’ açısından devrim kuşkusuz ‘ahlâk-karşıtıdır’. Fakat bu olsa olsa idealist ahlâkın karşı-devrimci, yani sömürücülerin hizmetinde olduğu anlamına gelir. (…) Bu itibarla ‘yalan vs kötülükler’ en temel biçiminde dahi sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Geriye sadece bizzat doğru ve yalan anlayışının toplumsal çelişkilerden kaynaklandığını eklemek kalıyor”.[41]

Gerçekten de mesele tarih ötesi ya da tarih dışı soyut bir ahlâk meselesine indirgenirse, kimin haklı kimin haksız olduğu iyice karışabilir. Hatta soruna bu açıdan yaklaşıldığında, neredeyse Stalinizm’i bile haklı çıkartmak mümkün olabilir (ki örneğin Sartre’ın ya da Merleau-Ponty’nin yaptıkları bir anlamda budur). Çünkü Koestler ya da başkaları, kullandıkları yöntemleri “ahlâksız” buldukları için Bolşevikleri ve devrimi mahkum etme hakkını kendilerine tanırlarsa, aynı şekilde Stalin ya da Gletkin gibileri de, mevcut düzenin ahlâksızlığının yarattığı haklı tepki adına, neyin insanlık için faydalı olduğunu ya da olmadığını tayin etme hakkını kendilerine tanıyabilirler. Sorun şu ki Koestler’in yanlış denkleminde hangi tarafın haklı olduğunu saptayacak nesnel bir “ahlâki” ölçüt yoktur. Başka bir değişle, “yöntemlerin saflığını” kimin, nasıl -ve ne hakla!- saptayacağı sorusunun yanıtı yoktur.

Buna karşılık Troçki’nin dile getirdiği klasik Marksist bakış için, “bir araç ancak amacıyla haklı gösterilebilir. Ama amacın da kendisinin haklılığının gösterilmesi gerekir. Proletaryanın tarihsel çıkarlarını ifade eden Marksist bakış açısından, amaç ancak insanlığın doğa üzerindeki gücünü artırmaya ve insanın insan üzerindeki iktidarını yıkmaya yararsa haklı görülür. ‘Buradan, bu amaca varmak için her yol mubahtır sonucunu mu çıkartacağız’ diye alaycı bir şekilde sorar hiçbir şey anlamadığını gösteren tutucu. Gerçekten insanlığın özgürleşmesine götüren her şey mubahtır diye cevap veririz. (…) Ahlâkçımız itirazını ısrarla sürdürür: ‘kapitalistlere karşı sınıf savaşında tüm yollar; yalan, düzmece, ihanet, cinayet vs mubah anlamına mı geliyor bu?’ Mubah ve zorunlu olan araçlar ancak ve ancak proletaryayı birleştiren (…) araçlardır diye cevap veririz. Bundan da doğal olarak her yolun mubah olmadığı sonucu çıkar. Biz amaç aracı haklı çıkarır derken, bundan, büyük devrimci amacın işçi sınıfının bir kesimini diğer kesimine karşı getiren alçakça yol ve yöntemleri; ya da kitleleri onların katkısı olmaksızın mutlu etme iddiasıyla ortaya çıkılmasını; ya da kitlelerin kendilerine ve örgütlerine olan güvenini azaltıp, onun yerine ‘önderlere’ secde etmenin ikame edilmesini reddettiği sonucunu çıkarırız. Öncelikle de devrimci ahlâk, yani küçük burjuva bilgiçlerinin ve ahlâkçılarının zihniyetinin en temel özelliği olan burjuvaziye yaltaklanıp emekçilere tepeden bakmayı uzlaşmaz bir biçimde reddeder.”[42]

Devrimci ahlâk meselesi bu eksene oturduğunda, Koestler’in romanında Rubashov/İvanov ya da Rubashov/Gletkin arasında sürdürülen kısır tartışmaların ve Rubashov’un “kendi haline bırakılan aklın karmaşık dolambaçları” konusundaki safsatalarının fersah fersah ötesinde buluruz kendimizi.[43] Ancak şurası bir gerçek ki, Koestler’in sorunsalından ve sıfırdan sonsuza giden eksik denkleminden kurtulmakla meseleyi çözmüş olmuyoruz. Steven Lukes, “eylemin araçları ve amaçları hakkındaki, daha genel olarak da ahlâk hakkındaki Marksizan ve Marksist düşüncenin özgün yapısının” özelliğinin, “uzak geleceğe bakan ve mükemmeliyetçi bir içerik taşıyan bir sonuççuluk biçimi” yani “eylemleri yalnızca sonuçlarına göre değerlendiren ve faillerden, her şey dikkate alındığında, mümkün olan en iyi sonucu bekleyen bir teori” olduğunu belirttikten sonra,[44] şu soruyu sormaktadır: “Eylemler (en azından devrimcilerin eylemleri), uzun vadeli mükemmeliyetçi sonuçlarına katkılarına bakarak, doğru olup olmadıklarına göre değerlendirilecekse, bu yargıya nasıl varılacaktır?”[45]

SINIRI DOĞRU YERE ÇİZMEK

“Fikirler uğruna ölmek, aman ne güzel fikir. / Ama ufak bir çekince koymak şartıyla: / Fikirler uğruna ölelim, tamam, ama aheste aheste. / Çünkü eğer insan, yanlış yola sapıp yanlış fikirler savunduğunu / İş işten geçtikten sonra anlarsa, tam ruhunu teslim / ederken, / İnanın bu çok acı olur, feci koyar! / Ayrıca acemi kurbanlara sormak gerek: / Fikirler uğruna ölelim, olur, ama hangileri? / Kaldı ki birkaç katliam her şeyi çözüp düzeltmeye yetseydi, / Yeryüzü cennetine çoktan kavuşmuş olmaz mıydık? / Ey siz, ateşliler, havariler. Lütfen önden buyurun, yol gösterin. / Ama Allah aşkına bırakın diğerleri yaşasın!

Çünkü yaşamak, onların bu dünyada sahip oldukları yegane lükstür / Fikirler uğruna ölelim, tamam, ama aheste aheste.”

Georges Brassens, Fikirler Uğruna Ölmek, 1972[46]

Bu soru, tam da Enzo Traverso’nun Onların Ahlâkı Bizim Ahlâkımız’a yazdığı önsözde ele aldığı sorudur: “Troçki’nin, 1918-1921 yılları arasındaki iç savaş sırasında Sovyet iktidarı tarafından alınan tüm siyasal ve askeri önlemleri savunması sorun yaratır. Devrimin savunulması adına ve her iç savaşa eşlik eden kaçınılmaz ‘aşırılıkları’ da hatırlatarak siyasî polis Çeka’nın uyguladığı yargısız infazları, sansürün ihdas edilmesini, karşı-devrimci partilerin yasaklanmasını ve fiilen bir tek parti diktatörlüğünün dayatılmasını, hatta rehin almayı ve diğer aile üyelerinin infazını (sözgelimi eski çarın aile üyelerinin bazılarının) haklı çıkartmakta tereddüt etmez.”[47] Oysa geri dönüp bakıldığında, bu tarz eylemlerin Stalinizm’in iktidara gelişini kolaylaştırdığını rahatlıkla görebiliriz.

Örneğin Victor Serge’e göre, “ Bolşevizm’in yozlaşması, insanların akıbetine karar vermek için Çeka’ya gizli oturum yapma hakkı tanındığında”[48] başlamıştır. Rosa Luxemburg’un, daha henüz işin başındayken -1918’de!- kaleme aldığı demokrasi konusundaki uyarıları da bu yöndedir: “Eğer tüm ülkede siyasî yaşamı boğarsanız, sonunda ister istemez Sovyetlerin içindeki siyasî yaşam da felç olacaktır. Genel seçim olmadığı sürece, sınırsız bir basın ve toplantı özgürlüğü olmadığı sürece, özgür bir kamuoyu oluşmadığı sürece, tüm kamu kurumlarında yaşam geri çekilir, duraklar ve yegane aktif etken bürokrasi olur. (…) Tüm bunların sonucunda da kaçınılmaz olarak kamu hayatında vahşet yükselir, suikastlar, rehinelerin kurşuna dizilmesi vs ön plana çıkar”.[49] Nitekim bürokrasinin, Lenin’i bile dehşete düşürecek derecede («İşler bu hale geldiğine göre anlayın nasıl bir batağa saplanmışız!”[50]) sağlam mevziler elde edip iktidara tırmanışını başlatması, daha henüz devrimin ilk yıllarında başlamıştır. Buradan yola çıkarak, iç savaşın ve iç savaş sırasında Bolşeviklerin başvurdukları yanlış yöntemlerin bu süreci ne derecede hızlandırmış olduğunu kolayca anlayabiliriz.

Dolayısıyla, Traverso’nun da belirttiği gibi, Troçki’nin kendi saptadığı ölçütler açısından dahi, söz konusu yöntemler “ insanlığın kurtuluşu şeklinde saptanan amaca varmak için siyasal ve ahlâki bakımdan gayrı meşru araçlar ” olarak ortaya çıkmaktadırlar. Ne var ki Troçki, “o tartışmalı, hatta devrimcilerin kendilerine bile çok zararlı olduğu ortaya çıkan araçların tarihsel meşruiyeti üzerinde ısrar eder.”[51] Oysa Troçki’nin bu tavır alışı, kendi çizdiği genel çerçevenin kaçınılmaz bir sonucu değildir, çünkü o da bal gibi -etkinlik alanlarının sınırlı olduğunu belirtmekle birlikte- bazı genel doğruların var olduğunu ve araçların amaçla uyumlu olması gerektiği kabul etmektedir.

Ama ölçüt nedir, sınır nereye konacaktır? Troçki’ye göre, her ayrı örnekte neyin mubah olup neyin olmadığının hazır cevabı yoktur: “devrimci ahlâkın sorunlarına (…) doğru cevabı, kuramın ışığı altındaki hareketin yaşayan deneyi verir. (…) Araçlarla amaç arasında ikilik yoktur. Amaç doğal olarak tarihsel hareketten ileri gelir. Organik olarak araçlar amaca tabidir. (…) Ahlâki değerlendirmeler, tıpkı siyasal değerlendirmeler gibi, mücadelenin kendi gereklerinden kalkarak yapılır.”[52] Ancak sözü edilen “mücadelenin gerekleri konusundaki değerlendirmelerin” doğru yapılıp yapılmadığını nasıl anlayacağız? Her sorunun cevabını peşinen içeren kutsal kitaplar ve yanılmaz şaşmaz dahi önderler olmadığına göre, bu sorunun da peşin, a priori, bir yanıtı yoktur. Alınan kararın doğru (ya da ahlâklı) olup olmadığı ancak a posteriori, yani uzun vadeli etkilerine bakılarak anlaşılabilir. Oysa karar alındığı anda bu etkinin ne olacağı henüz bilinmemektedir (ve Troçki ne derse desin, Bolşeviklerin yaptıklarına benzer vahim hatalar yapmak da mümkündür). Böylece de Lukes’un az önce sorduğu soruya ve işaret ettiği çelişkiye geri dönmüş oluruz: “bu yargıya nasıl varılacaktır?”

Dünya savaşları, faşizm, Frankizm, Stalinizm, Maoizm, Pol Potizm, Mac Cartizm, Thatcherizm, Humeynizm, Mobutizm, vb. yorgunu, ve her şeyden önce de uzatmalı kapitalizm bezgini; fos çıkan umutlarla, boş beklentilerle, büyük yalanlarla, ihanetlerle, katliamlarla, ekonomik krizlerle, açlıkla, dayakla, ırza geçmeyle, azarlanmayla, işsizlikle, vebayla, veremle ve AİDS’le yoğrulup bezdirilmiş bir yüzyılı geride bırakırken -ve insanlara yeni bir alternatif önermeye kalkışmadan önce- bu sorunun yanıtını artık vermek zorundayız. Bu yanıtı ararken tutunabileceğimiz biricik dal ise, yaşanan tarihi deneylerden ders çıkartmak olacaktır.

Troçki’nin haklı olarak belirttiği gibi, tarihten ve sınıf mücadelesinden bağımsız bir “mutlak ahlâk” yoktur. Üstelik, olmayan o “mutlak ahlâk” adına Bolşevikleri yargılamaya kalkanların siciline bakıldığında, hemen tümünün çok daha kirli olduğu ortaya çıkar. Birilerinin kâr hırsını tatmin etmek için 8 milyonu aşkın insanın pisi pisine öldüğü Birinci Dünya savaşına destek veren ve sömürge savaşlarını haklı gösteren “liberallerin” de, tüm bu karanlık dönem boyunca onlarla suç ortaklığı yapan ve Rosa Luxemburg’u acımasızca katleden sosyal-demokratların da, Bolşeviklere laf etmeye hakkı yoktur! Çünkü Bolşevikler hiç olmazsa sömürüyü yok etmeyi denediler ve hiç olmazsa iktidara geldiklerinde sürmekte olan dünya savaşını durdurmayı başardılar. Zaten Rosa’nın da belirttiği gibi, “Dünya Savaşının tükettiği, emperyalizmin ezdiği ve uluslararası proletaryanın ihanet ettiği tecrit edilmiş bir ülkede örnek ve kusursuz bir proleter devrimi yapmak mucize olurdu.”[53] Mucize olmadı. Ama tüm hatalarına karşın Bolşevikler, “Lenin, Troçki ve arkadaşları, hiç olmazsa ilk kez dünya proletaryasına yol açtılar. ‘Ben cesaret edip yaptım’ diyebilme hakkına bir tek onlar sahip. Sorunu Rusya’da çözmek mümkün değildi, ama orada gündeme getirilebilirdi ve getirildi.”[54]

Ancak her ne kadar genel geçer bir “mutlak ahlâk” yoksa da, insanların mutlak ahlâki referanslar aramaları (“Tanrı arayışı”) illa da (Troçki’nin iddia ettiği gibi) “karşı devrimci” bir tutuculuğun ürünü olarak görülmemelidir.[55] Bu arayış, aynı zamanda keyfiliğe karşı bir savunma arayışı olarak da ortaya çıkabilir. Başka bir deyişle, bu, zaten güçlü olduğu için her istediğini elde edebilecek olan egemenlerin bu mutlak gücünü sınırlamak için, onların önüne bazı “mutlak” engeller çıkartmaya çalışma çabası da olabilir. “Mutlak keyfiliğe” karşı “mutlak ahlâk”. Faşizm ve Stalinizm deneyleri, mutlak keyfiliğin insanlık için ne kadar büyük bir yıkıntı doğurabileceğini çok açık bir biçimde, kanla, barutla, göz yaşıyla, göstermiştir. Geçmiş yüzyılın sınıf mücadelelerinin tüm kazanımlarını yok edip, mutlak bir kuralsızlığı -yani mutlak keyfiliği- dayatmaya çalışan Yeni Dünya Düzeninin yıkıcı etkisini ise hep birlikte yaşamaktayız.

BİZİM AHLÂKIMIZ

“Devrimin Etiği, eğer böyle bir şey varsa, mutlak ölçülerle değil, tarihsel ölçülerle uyum içinde olacaktır. Bu ölçütler insanlığı hümanitas’a doğru ilerlemesinin gereklerinin içinde formüle edildiği bazı normların değerini silmez. (…) Devrimin aracı olduğu amacı reddettiklerinden dolayı hiçbir devrimci durumun haklı çıkaramayacağı, keyfi şiddet, zorbalık ve ayırım gözetmeksizin uygulanan tedhiş gibi şiddet ve tahakküm biçimleri de vardır.”

Herbert Marcuse, Etika ve Devrim, 1964[56]

Dolayısıyla bizim ahlâkımız, bizi “mutlak keyfilikten” koruyacak olan, insanlık tarihinin ve özellikle de yakın tarihin derslerinden oluşan bazı sabit referanslara sahip olmalıdır. Bu sabit referanslar elbette, “dinî mutlak doğrulara” dayanmayacaktır, tarih dışı, tarihi amaçların dışında, soyut ve “mutlak” referanslar olamazlar. Aksine, söz konusu amaçla (insanlığın kurtuluşu) uyumluluğu kanıtlanmış; amaca ulaşmaya engel oldukları (yani yanlışlıkları) yeni bir tarihi deneyle kanıtlanmadığı sürece de geçerliliklerini koruyacak olan referanslar olacaklardır. Bu sabit referansların bir işlevi de, Lukes’un altını çizdiği paradoksu çözmeye çalışmak olacaktır: “bu yargıya”, geçmiş deneylerin ürünü olan bu sabit referanslara dayanarak varılacaktır. Ta ki uzun vadeli etkilerinin ortaya çıkmasıyla yeni bir değerlendirme yapmak ve yeni bir yargıya varmak mümkün olana dek…

Yaşanan bunca felaketten ve iyi niyetle de olsa yapılan bunca vahim hatadan almamız gereken ilk ders ve dolayısıyla koymamız gereken ilk sınır, ilk sabit referans, bizim ahlâkımızın hata payına izin veren bir ahlâk olması gerektiğidir. Başka bir deyişle, alınacak kararların hatalı olabileceği düşünülerek, mümkün mertebe geri dönüşü ya da telafisi olmayan kararlar almaktan kaçınmak gerekmektedir. Bu bağlamda, Sandinistler’in ölüm cezasını kaldırmış olmaları bunun kusursuz bir örneğini oluşturmaktadır. Bu mantığın bir uzantısı olarak, bizim ahlâkımız, temyizi olmayan ve savunma hakkını tanımayan hiçbir yargılama sistemini kabul etmeyecektir. Hata yapmak mümkün olduğuna göre, hata olasılığını en aza indirmek ya da yapılan hatayı sonradan düzeltebilmek için, ortaya atılan her önerinin tartışılabilmesi, alınan her kararın sorgulanabilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bir diğer sabit referans, bizim ahlâkımızın çoğulculuğu ve ifade özgürlüğünü, basın yayın özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü sonuna kadar savunacağı, her ne gerekçeyle olursa olsun bunları kısıtlamaya ya da yok etmeye yönelik girişimlerin, insanlığın kurtuluşu amacına ters düştüğünü ilan edeceğidir.

Bu trajik yüzyıldan edineceğimiz ikinci ders, artık insanlığın yeni kurtarıcılara, onların adına, onlar olmadan, onlara rağmen ve onların kanını dökerek onları sözde “kurtaran” kurtarıcılara tahammülü kalmadığıdır. Stalinizm ve benzeri rejimler iflas edip yıkılmışlardır. Ama kendileri yıkılırken, adını ve ütopyalarını yozlaştırarak gasp ettikleri sosyalizmin ve komünizmin inandırıcılığını da enkazın altında bırakmışlardır. Bununla da kalmayıp, uyguladıkları propaganda yöntemlerine, “ajitproplarına”, “proletkültlerine”, yalanlara, baskılara, şantajlara, dayatmalara, manevralara ve sinik aydınlarına karşı geniş kitlelerde şiddetli bir nefret ya da ilgisizlikle kendini ifade edebilen derin bir güvensizlik yaratmışlardır. Dolayısıyla bizim ahlâkımız, güven verebilmek ve güven kazanabilmek istiyorsa, her yönüyle bu zihniyetten farklı olmalı, farklı olduğunu her fırsatta kanıtlamalıdır. Bu rejimleri çağrıştırabilecek her tür yöntem, propaganda, davranış ve hatta üsluptan uzak durmalıdır. Kitlelere karşı dürüst olmalıdır.

Bir üçüncü ders, geçtiğimiz yüzyıl boyunca “emekçiler” ya da “insanlık” adına yeterince kan döküldüğü ve şiddet yaratıldığıdır. Ama ne dökülen onca kan, ne de uygulanan şiddet insanlığı kurtarabilmiştir. Aksine, uygulanan şiddet, daha büyük şiddet doğurmuş, bu yöntemlere başvuranları boğmuş ve kitlelerden iyice tecrit etmiştir. Bu yöntemle iktidara gelen siyasî grupların tümünde bürokratik yozlaşma ve militarist eğilimler daha da hızlanmıştır. Şiddet öne çıktıkça kitleler tarih sahnesinden çekilmiş, hattâ “onların adına” terörist yöntemler kullanılmasına tepki olarak yıkılmak istenen düzenle bütünleşmeyi bile tercih etmişlerdir.[57] Dolayısıyla bizim ahlâkımız, dar anlamıyla meşru müdafaa dışındaki şiddeti kesinlikle reddeder.[58] Hele hele bu şiddet, adına hareket edilen kitlelere yönelmişse, hele hele sivilleri hedef alan terörist biçimler almışsa, bizim ahlâkımız bu yöntemleri en baştan reddeder ve kimden gelirse gelsin, hangi “haklı” dava adına yapılırsa yapılsın, hiçbir komplekse kapılmadan, hoş görmeye kalkmadan, bu yöntemlerin karşısına kararlılıkla dikilir. İnsanlığın kurtuluşu sadece eskiyi yıkarak değil, onun yerine daha iyisini yaparak sağlanır (aksi halde eskisinden beter durumlar bile yaşanabilir!). Dolayısıyla sadece “yıkmaya” yönelik yöntemler, bizim amacımıza uygun yöntemler değildir.[59]

Bir dördüncü ders, geçtiğimiz yüzyılın başında oy hakkı dahi tanınmayan insanlığın yarısının, yani kadınların, artık yeni yüzyılda yok varsayılamayacağıdır. Dolayısıyla bizim ahlâkımız, kadınlara karşı yapılan her türlü ayrımcılığa, uygulanan her türlü şiddete, aşağılamaya, tacize, tecavüze karşı çıkmakla yetinmeyip, bunları doğuran toplumsal ve bireysel (içselleştirilmiş) mekanizmalara karşı da radikal (kökten) bir mücadele yürütmeyi “insanlığın kurtuluşu” projesinin merkezine oturtur. “İnsanlığın yarısını” hesaba katmayan, daha doğrusu o yarının kendine özgü sorunlarını çözmeyi hedeflemeyen bir anlayış, bizim ahlâkımızla bağdaşmaz.

Bir beşinci ders, geçtiğimiz yüzyılın aynı zamanda soykırımların, şoven milliyetçiliğin, ırkçılığın ve dini bağnazlığın yükselişinin yüzyılı oluşudur. Her kıtadaki birçok ülkede insanlar, milyonlarca insan, farklı etnik kökenlere, ırklara, milletlere, dinlere mensup oldukları için katledilmişler, sürülmüşler, aşağılanmışlardır. Dolayısıyla bizim ahlâkımız, şoven milliyetçiliğin, ırkçılığın ve dini bağnazlığın zerresine dahi tahammül edemez. Etnik, dilsel, ırksal, dinî ayrımcılığa karşı mücadele etmek, bizim ahlâkımızın en sağlam temellerinden biri olmalıdır.

Bir altıncı ders, “insanlığın doğa üzerindeki gücünü artırmaya” çalışalım derken yapılan bazı işlerin, doğanın dengelerini bozup doğayı tahrip etme noktasına vardığıdır. Oysa insan da eko sistemin bir parçasıdır ve dolayısıyla doğal çevreye verilen tüm zararların faturası er ya da geç insanoğluna çıkmaktadır. Bu nedenle bizim ahlâkımız aynı zamanda çevreci olmak zorundadır, doğanın dengelerini titizlikle gözetmelidir.

Bu derslerin ve bu derslerden türeyecek ahlâki referansların sayısını çoğaltmak elbette mümkündür. Ama işin özü şudur ki, Stalinizm gibi bir facia yaşandıktan sonra, artık amacın güncelleştirilmesi ve bu amaca uygun araçların yeniden saptanması kaçınılmaz olmuştur. Sonuçta proleter devrimi, sosyalizm, sınıf mücadelesi, vs, bunların hepsi amaç değil, araçtır. Marksizm’in belirlediği amaç, insanlığın kurtuluşudur. Ancak madem ki insan kurtarılmaya değer bulunmaktadır, o zaman Marksizm insanın kendiliğinden bir öz değeri olduğunu da zımnen kabul etmiştir. O halde, hele insan onurunun tümüyle ayaklar altına alındığı bir yüzyılın ardından, bizim ahlâkımız Victor Serge’le birlikte şunu rahatlıkla haykırabilmelidir: “İnsanın savunulması. İnsana saygı. Herkesin hakkı tanınmalı, herkesin bir değeri olduğu bilinmeli, herkesin kendini emniyette hissedebilmesi sağlanmalı. Yoksa sosyalizm olmaz. (…) Herkes, insanların yüz karası bile olsa, bir sınıf düşmanı bile olsa, burjuva çocuğu veya torunu bile olsa. Bir insan evladının bir insan evladı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı!”[60] Gerçekten de, 20. yüzyıl boyunca Marksizm ve devrimcilik adına yapılan tüm rezilliklerden, işlenen tüm cinayetlerden ve katliamlardan sonra sosyalist hareket, Stalinizm’i zamanında yenememiş olmanın bedelini ödeyerek geniş kitleler için inandırıcılığını büyük ölçüde yitirmiştir. Bu durumda, bu inandırıcılığın yeniden kazanılması hedefleniyorsa, sosyalist projenin her alanda kapitalizmden üstün değerlere -ahlâki değerler dahil olmak üzere- sahip olduğu ve Stalinist zihniyetle âlâkası olmadığı hem eylemde hem söylemde kanıtlanabilmelidir.

Marksist ahlâk meselesi bir yana, Koestler’in (ve benzer badireler atlatan eski solcu birçok aydının) yaptığı gibi Stalinizm’e kızıp Marksist orucunu bozarak tüm sosyalist ütopyayı çöpe atmakla da sorunun bitmediğini hatırlatmakta yarar var. Çünkü Marksizm, sonuçta, mevcut düzenin (kapitalizmin) haksızlıklarına ve yetersizliklerine karşı, bu düzende ezilen ve sömürülen kesimler adına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır, soyut ve hayali bir projeye değil, mevcut düzenin acımasızca eleştirisine dayanmaktadır. Dolayısıyla yerine başka bir şey koymadan Marksizm’i reddetmekle ya da kapitalizme alternatif arayışından vazgeçmekle Marksizm’in gündeme getirdiği sorunlar ortadan kalkmıyor.

KAPİTALİZMİN KARA KİTABI

“Ama söz konusu olan, (…) kapitalistin çıkarlarını korumak olduğunda - işte o zaman sermayenin egemenliğinin temsilcisi olan temsili hükümet vahşileşir. Vurmaya başlar ve bunu, her hangi bir despotun yapacağından çok daha kararlılıkla ve alçakça yapar.”

Pier Kropotkin, Bir İsyankarın Sözleri, 1880[61]

Çünkü Stalinizm’in yıkılışı ya da Marksizm’in yenilgisi derken unutulan bir şey var. Bugün artık tüm dünyada, küreselleşen şu tek kutuplu dünyamızda, kapitalizm rakipsiz kalmıştır. Gelişkin ülkelerde kapitalist ekonomi ve liberalizm on yıllardır, hattâ yüzyıllardır iktidardadır. Muzaffer kapitalizm, alternatifsiz kaldığı ya da kendini savunmasını iyi bildiği için (gerektiğinde pek de “insancıl” ve “ahlâki” sayılamayacak baskıcı yöntemlere başvurmaya çekinmeden!) yıkılmamıştır. Ama acaba bu onun çok sağlam olduğunu kanıtlar mı? Artık bürokrasinin egemen olduğu Stalinist rejimlerle kolay bir kıyaslama yapmaksızın, doğrudan doğruya kapitalizmin de bir bilançosunu çıkartsak nasıl olur?

Şimdi sormak gerek Bolşevizm’in ahlâksızlığından yakınanlara: memnun musunuz artık Bolşevizm’in olmadığı küreselleşmiş kapitalist dünyanızın halinden? Dünyanın dört bir yanını saran kabile savaşları, etnik temizlikler, ilkel diktatörlükler ve dini yobazlıklarla aranız nasıl? Sizce ekonomilerinin ipleri tümüyle zengin ülkelerin ve büyük kapitalist bankaların elinde olan bu üçüncü dünyada ülkelerindeki kanlı hesaplaşmaların ve vahşetin dış borçlarla âlâkası olabilir mi? Üçüncü Dünya’nın en fakir ülkelerindeki bir milyarlık bir nüfusun ortalama yaşam seviyesinin son yıllarda neredeyse yarı yarıya düşmesi, günlük kalori tüketimlerinin Nazi toplama kamplarındaki kalori tüketimine eşit olması uykularınızı kaçırıyor mu, yüksek ahlâk duygularınızı rencide ediyor mu?

Çarın çocuklarının Bolşevikler tarafından öldürülmesi karşısında (haklı olarak) isyan eden sizler, Üçüncü Dünya’da, her sene 16 milyon -evet 16 milyon- çocuğun tedavisi bilinen hastalıklardan ve açlıktan ölümü sizi nasıl etkiliyor? Özgür basınınızın bunlardan pek söz etmemesi, resmî sansür olmadan da bazı gerçeklerin kolayca göz ardı edilebildiğini mi kanıtlıyor yoksa? Brezilya’daki 200.000 sokak çocuğundan haberiniz var mı? Geçtiğimiz yıllarda onlardan yüzlercesi Brezilya polisi tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Neyse ki yedekleri var. Peki ya o kadar uzağa gitmeden, oturduğunuz, çalıştığınız sokaklarda dolaşan ve çalıştırılan küçük yaştaki on binlerce çocukla aranız nasıl? Arada bir onlardan kağıt mendil almakla vicdanınız rahatlıyor mu? Ama merak etmeyin, bu bize özgü bir olgu değil: tüm dünyada 5-14 yaş grubunda olup çalıştırılan 250 milyon kadar çocuk var. Tinerciler bile İstanbul’a özgü değilmiş, benzerleri Kolombiya’da da varmış.

Neyse ki kapitalizmin namusunu kurtaran zengin ve gelişmiş ülkeler var (dünya nüfusunun %15’i!). İyi ama, G-7’lerin büyük kentlerinin kenar mahallelerin sefaleti ne öyle? Ya OECD ülkelerindeki 37 milyon işsiz? En zengin ülkelerde fakirlik sınırının altında yaşayan 100 milyon kişi? Sağlık sigortası bile olmayan 47 milyon ABD vatandaşı? Londra’daki 400.000 evsiz? İsviçre gibi zengin ülkelerde bile yükselen ırkçılık? Tüm Avrupa’yı saran “faşist rönesans”? Peki ya bu zengin ve uygar ülkelerde her yıl 130.000 kadının ırzına geçilmesine ne demeli (ki bu resmî rakam, yani karakola gidip şikayet edebilenlerin sayısı: gerçek rakamı tahmin edin bakalım!)?62 Ne medeniyet değil mi? Uyuşturucu, rüşvet, mafya, siyasî yozlaşma, kokuşma, tarikatlar ve benzeri konuları hiç açmasak da olur. Çok ahlâklı kralların, sosyal demokrat ya da liberal başbakanların, bakanların, yüksek memurların, işadamlarının rüşvet yediklerinin sık sık ortaya çıkmasını da rejimin ahlâki selameti açısından yorumlamasak daha iyi olur.

Eğer tüm bu olup bitenler sizde ahlâki bir tepki uyandırıyorsa, ya da “bunlar yarın benim de başıma gelebilir” (örneğin kâr mantığından başka bir şey düşünülmeden yapılmış eviniz yeni bir depremle başınıza geçer ya da birileri komisyon alacak diye fay hattına kurulan nükleer santral havaya uçar) diye korkuyorsanız, aldığınız para ile geçinemiyorsanız, zamanınızın çoğunu üç ya da beş kuruş para kazanmak için elin şirketinde çalışarak geçirdiğiniz için esas sevdiğiniz işlere ve yakınlarınıza vakit ve enerji ayıramıyorsanız, o zaman “sömürü”, “yabancılaşma”, “emperyalizm” gibi tu kaka ve dinozorca Marksist ve Bolşevik kavramlar kullanmıyor olsanız bile, eminiz yine de bu rezil, ahlâksız ve insanlık dışı düzene karşı “bir şeyler yapma” gereksinimini hissediyor olmalısınız. “Bir şeyler yapmalı” ama, Lenin’in dediği gibi, ne yapmalı?

21. yüzyıla girerken insanlık kendine yeni bir ufuk yaratmak zorundadır. Çünkü kapitalizm, ahlâksız olduğu kadar akılsız bir düzendir. Sadece ve sadece kâr elde etme mantığına endeksli olduğundan, insanlığı ve doğanın kaynaklarını fütursuzca sömürmekte ve tüketmektedir, böylece kendi kuyusunu da kazmaktadır. Artık çoktan zamanını doldurmuş olan bu insanlık dışı rejime ciddi bir alternatif üretilmediği taktirde, barbarlığa doğru gidiş ve yok oluş kaçınılmaz olabilir. Daha şimdiden, içinde yaşadığımız bu gezegende, barbarlığın hüküm sürdüğü coğrafya, uygarlığın (ki o da ne uygarlık!) kendini gösterebildiği coğrafyadan kat ve kat daha büyüktür. Barbarlık içinde yaşayan insan sayısı, uygarlığa ulaşabilenlerden kat ve kat daha fazladır. Bu barbarlıktan ve sefaletinden kaçanlar, gelişmiş ülke metropollerinin sınırlarını zorlamaya ve varoşlarını doldurmaya başlamıştır. “Gücü gücü yetene” felsefesinin yerini insancıl dayanışma almadığı taktirde, barbarlığa gidiş hızlanacaktır.

BOLŞEVİKLERİN AHLÂKI

“Bizim istediğimiz şey, sosyalist hümanizmdir.”

Nikolai Buharin, Paris Konferansı, 1936[63]

Yüzyılın başında Çarlık rejimi ve I. Dünya savaşı gibi barbarlıklarla boğuşan Bolşevikler de “bir şeyler yapma” gereksinimi hissetmişlerdi. Denediler. Ancak ahlâksız bir düzene karşı ahlâklı başkaldırıları, ahlâksız bir bürokrat güruhu tarafından ahlâksızca gasp edildi. Yenildiler, yok edildiler. Ama yok edilirken bir şeyleri kurtarmak için umutsuzca da olsa mücadele veriyorlardı. Geleceğe taşımaya çalıştıkları o “bir şeyler”, Koestler’in eleştirdiği “ahlâksızlıkları” değil, tam tersine, üstün ahlâki değerleriydi. Bu, araçların ve amaçların karmaşık dansı ve Cizvit papazlarının skolastiği değil, merkeze insanı ve insanlık onurunu koyan bir başkaldırıydı. Bugün yeni arayışlar geliştirirken ve toplumsal alternatifler üretmeye çalışırken, Bolşeviklerin trajik deneylerinden alınacak çok ders vardır. En azından hangi hataların yapılmaması gerektiği konusunda!

Bugün için Marksizm’in tezlerinin geçerliliği ve insanlığın kurtuluşu için öngörmüş olduğu araçların ve kavramların sorgulanması (devrim ve sosyalist ütopya da dahil olmak üzere) elbette meşrudur. Geçtiğimiz yüzyılın deneyleri ve yenilgileri, tartışılması gereken bir dizi yeni sorunu ve soruyu gündeme getirmiştir.[64] Yapılması gereken şey, dogmatik ve tutucu bir yaklaşımla kutsal Marksist tapınakları savunmak değil, Marksizm’in özünü oluşturan acımasız eleştirellikle sosyalizmin de 150 yıllık geçmişini acımasızca sorgulamaktır. Koestler’in hatası, bu tür bir sorgulamaya girişmiş olması değildir elbette, ama bunu somut bir zemin yerine, yanlış verilere dayalı soyut ahlâki bir zeminde yürütmesi ve buradan da abartılı sonuçlar çıkartarak eski Bolşeviklerin anısını lekelemesidir.

Gün Ortasında Karanlık, bu trajik yüzyılın atmosferini çok iyi yansıtan bir edebiyat şaheseridir ve hiçbir okuyucusunu kayıtsız bırakamayacak kadar sarsıcı bir romandır. Ama ondan, verebileceğinden fazlasını -yani (Victor Serge’in tabiriyle) “yüzyılın gece yarısını” oluşturan 1930’lu yılların siyasî analizini sıcağı sıcağına ve kusursuz biçimde bize sunmasını- beklememek gerek.

Koestler ne derse desin, bugün, hangi etiket ya da etiketsizlik altında olursa olsun, daha iyi ve insancıl bir dünya için mücadele edenlerin tümü, eminiz ki ölüm döşeğinde ve yarı felçliyken bile ezilen azınlıkların haklarını korunmak için kalan tüm gücüyle mücadele eden Lenin’in bu çabasına saygı duyacaklardır. Meksika’da sığındığı evde kafasına yediği bir kazma darbesiyle Stalin’in bir ajanı tarafından öldürülünceye dek, var gücüyle Stalinist totalitarizme karşı direnerek sosyalist demokrasiyi ve çoğulculuğu savunan Troçki’yle aralarında bir yakınlık hissedeceklerdir. Sosyal-demokrat Noske’nin adamları tarafından gaddarca öldürülünceye dek en geniş özgürlükleri ve demokrasiyi savunan, savaş karşıtı devrimci kadın militan Rosa Luxemburg’un aklına, gücüne ve cesaretine de hayran olacaklardır. Ve daha insancıl bir dünya yaratma yolunda yürüyenler, taşıdıkları bayrakta, tüm hata ve yanılsamalarına karşın -evet her şeye karşın!- Brest-Litovsk anlaşmasından önce, “Alman işçilerine ihanet etmektense silah elde ölelim” diyen Rus Devriminin romantik devrimcisi ve “partinin sevgili çocuğu”,insan olduğu için anlaşılmayı hak eden” ve “ yozlaşmış aptal bürokratlar güruhu ” tarafından ensesine kurşun sıkılarak katledilen Nikolai İvanoviç Buharin’in de bir damla kanı olduğunu unutmayacaklardır.

[1] Procès du Bloc des Droitiers et des Trotskyste, compte-rendu des débats [Sağcılarla Troçkistlerin İttifakı Davası Tutanakları], SSCB Adalet Halk Komiserliği [bakanlığı], 1938.

[2] Sonsöz, Anna Larina, a.g.e.., s.384.

[3] Buharin “komplocu” değildi, ama asla sinik bir bürokrat da olmadı: o bir ütopyacıydı, dolayısıyla mevcut durumdan hoşnut olması söz konusu değildi. Buharin için “Stalin SSCB”si, eğreti bir tarihi zorunluluktur. 1936’da Sovyet Anayasa’sının önemli bölümlerini kaleme alan Buharin’dir ve bu metinde ciddi bir demokratikleşme önerir (oysa Stalin tam tersini yapar). Yani işlerin bu yolla düzene gireceğini yanılsamasına kapılmıştır.

[4] Anna Larina, a.g.e., s.332.

[5] Cohen’in bu yaklaşımı, 1970’lerde ortaya çıkan bir siyasi arayışa da denk düşmekteydi: “Stalin babalarından” öksüz kalan Avrupa komünist partilerindeki bir kanat, SBKP’nin XX. Kongresinden sonra iyice deşifre edilen despotluğu ve barbarlığı nedeniyle artık terk etmek zorunda kaldıkları Stalin sembolünün yerine, daha insancıl, daha ılımlı, reformist ve daha kabul edilebilir bir referans arayışına girdiler. Bu referansın Buharin olabileceğini düşündükleri için de, aynı dönemde SSCB’de başlatılan Buharin’in itibarını iade etmeye yönelik kampanyaya ciddi bir destek verdiler.

[6]Hayır, Buharin çelikten bir adam değildi” diyen Gefter’e göre, Rubashov’un Buharin’den tek farkı, ilkinin ötekinden daha rasyonel ve sinik olmasıdır. Sonsöz, Anna Larina, a.g.y., s.387.

[7] Zaten Gefter de Buharin’in açıklamalarındaki çelişkileri son döneminde aklını yitirmeye başlamasıyla açıklamaya çalışır!

[8] Anna Larina, a.g.y.., s.310.

[9] A.g.e., s.332.

[10] A.g.e., s.161.

[11] Buharin’in bu geleceğe yönelişinin bir yansımasını özel hayatında da bulabiliriz: 40 yaşını aşmışken, ilişkiye girdiklerinde henüz 16 yaşında olan (ve kendinden 26 yaş küçük) bir genç kızla, üstelik çocukluğundan beri tanıdığı ve birlikte oyun oynadıkları bir kızla, yani yakın dostu (eski Bolşevik) Larin’in kızıyla evlenmesinin ve 48 yaşında yeniden baba olmasının bu geleceğe iz bırakma psikolojisiyle de alakası olsa gerek.

[12] Anna Larina, a.g.y.., s.362-364.

[13] A.g.e., s.333.

[14] Bu tarz bir korku o dönem için (ve daha uzun yıllar) gerçekçi bir boyut da içeriyordu. Çünkü hem SSCB’de hem de tüm Avrupa kıtasında işçi sınıfı, Komintern’e (yani SBKP’ye ve Stalin’e) bağlı komünist partilerle, azılı komünist düşmanı sosyal demokrat partiler arasında paylaşılmıştı ve solun bu iki ana akımının dışında kalanlara kolay kolay yaşam hakkı tanınmıyordu. Dolayısıyla “Parti” kavramı, sadece bir siyasi tercihi değil, aynı zamanda organik bir sosyal gerçeği de ifade ediyordu. “Parti dışına atılmak”, hele Stalinizm’in egemenliğindeki SSCB’de, hukuki ve siyasi anlamda meşru zeminin dışına çıkmak ve tamamen tecrit edilmek anlamına geliyordu. Diğer ülkelerde ise, o devirde güçlü bir parti aygıtı tarafından korunmayan bir devrimci militanın, değil faşizmin iktidar olduğu Almanya, İtalya, İspanya ya da Portekiz’de, “demokratik” Avrupa ülkelerinde bile barınma şansının olmadığının en güzel kanıtı, ülke ülke her gittiği yerden kovulup çareyi Meksika’ya sığınmakta bulan (ve orada da öldürülen) sürgün Troçki’nin yaşadıklarıdır.

[15] Hem Buharin’in bu kuramsal yaklaşımının tartışılması hem de daha genel olarak bürokrasi olgusunun geniş bir analizi için bakınız Ernest Mandel, İktidar ve Para, İstanbul, 1992, Yazın Yayıncılık, s.192-193.

[16] Nikolai Buharin, La Théorie du matérialisme historique, Paris, 1927, s.28,

[17] Anna Larina, a.g.y.., .s.362.

[18] Kimisi bu bürokrasiyi işçi sınıfının bağrından çıkmış bir kast olarak tanımlamıştır, kimisi yeni bir sınıf olduğunu iddia etmiştir, kimisi de devlet kapitalizminin ajanı olan bir yeni burjuvazi nüvesi olarak görmüştür. Bu tanımlardan hangisini beğenirsek beğenelim, kesin olan tek şey, bu bürokrasinin -namı diğer nomenklatura’nın- farklı çıkarları olan yoz, tutucu, gerici ve anti-demokratik bir özel sosyal katman oluşudur.

[19] Sovyet tarihçi Voslenski, Nomenklatura adlı yapıtında (Paris, 1980), bürokrasinin ayrıcalıklarının ilginç bir dökümünü sunmaktadır.

[20] Moshe Lewin, Russia, Londra, 1995.

[21] Kristian Rakovski, Les Dangers professionnels du pouvoir, 1928.

[22] Kristian Rakovski, Déclaration d’avril, 1930.

[23] N. Buharin/E. Preobrajenski, L’ABC du communisme II, Paris, 1979, s.30. [Komünizmin Alfabesi, Belge Yayınları, 1988].

[24] Karl Marks/Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, içinde Œuvres Choisies, Cilt I, Moskova, 1976, s.39.

[25] Stalin’in en azılı düşmanı olan Troçki bile şöyle der: “1917’de biri çıkıp da Stalin’e daha sonra nasıl bir rol oynayacağını anlatsaydı, o zamanki zavallı Bolşevik Stalin, muhtemelen, bu rolü oynamaktansa intihar etmeyi yeğlerdi”.

[26] Örneğin Bolşevizm adına eski Bolşeviklerin katledilmesinin, Leninizm adına Lenin’in eserlerinin yasaklanmasının, her tarafa Ekim devrimiyle ilgili posterler asılırken bu Devrimi yönlendiren kişilerin adlarının ve fotoğraflarının tarih kitaplarından çıkartılmasının ve anılarının bile yok edilmesinin nedeni işte bu “ikame” süreciydi.

[27] Karl Marks/Friedrich Engels, Œuvres Choisies, Cilt I, Moskova, 1976, s.48.

[28] Rosa Luxemburg, Œuvres II, Paris, 1978, s.82-83.

[29] 1923’e kadar alınan tüm bu hatalı kararlarda imzası olan Troçki, daha sonra, 1930’ların ortasından itibaren demokrasi konusundaki yaklaşımını geliştirerek sosyalist demokrasiyi ve çok partililiği savunmaya başlar (Bkz. İhanete Uğrayan Devrim). 1950’lerden sonra ise takipçisi Ernest Mandel, yazılarında bu demokratik açılımını kuramsal olarak çok daha ileriye götürecektir. Mayıs 68 hareketi özellikle Fransa’da ve ABD’de ciddi bir özgürlükçü içeriğe sahip olmuştur. 1970’lerin sonunda Nikaragua’da, ABD’nin desteklediği bir diktatörlük rejimine karşı uzun yıllar süren bir gerilla savaşının ardından devrimle işbaşına gelmelerine karşın Marksist Sandinistler, iktidardayken bile (!) demokrasiden, çoğulculuktan, basın özgürlüğünden ve serbest seçimlerden vazgeçmeyip, seçimi kaybedince de iktidarı terk etmesini bilmişlerdir. Böylece küçük ve fakir bir tarım ülkesinde bile devrimcilerin iktidara gelmesinin “kaçınılmaz olarak” Stalinist kanlı bir diktatörlüğe yol açmadığını kanıtlamışlardır. Bugün ise, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın bir çok yerinde yaşanan ortak, çoğulcu örgüt deneyleri (ÖDP de dahil olmak üzere), Marksist ve devrimci gelenekten gelen siyasi örgütlerin (tüm kusurlarıyla birlikte!) çoğulculuk ve demokratik olgunluk açısından ne kadar gelişebildiklerini göstermektedir.

[30] Rosa Luxemburg, a.g.y.,. s.89.

[31] Hiéroglyphes, s.224-243.

[32] Stalinizm’in çeşitli türlerinin ortak noktasının “anti-Troçkizm” oluşu elbette rastlantı değildir. Çünkü Troçki’nin diğer eski Bolşevikler gibi teslim olmayışı ve hem kuram hem de eylem temelinde Stalinizm’in karşısında yer almaya devam edişi, meşruiyet peşinde koşan iktidardaki bürokrasinin ikameci sahtekarlığının temellerini sarsmaktaydı. Stalinistler’in yıllarca en hırçın yöntemlere (cinayet ve iftira dahil) başvurarak Troçkizm’in “hain” bir “sapma” olduğunu “kanıtlamak” için bu kadar çaba harcamaları ve Komünist partilerin tabanlarıyla “Troçkistler” arasında adeta bir Çin Seddi örmeye çalışmaları ancak böyle açıklanabilir (yoksa — kimisi iktidarda olan — koskoca kitlesel Komünist partileri, her halde bir avuç “Troçkistin” militan faaliyetinden çekiniyor değildi!). Troçki’nin çeşitli konulardaki görüşlerini eleştirmek elbette mümkündür, ama olaya bu açıdan baktığımızda, örgütsel anlamda yenilmiş olmasına karşın onun Stalinizm karşısındaki direnişinin, hiç olmazsa tarihi, kuramsal ve ahlaki açıdan Marksizm’in “namusunu kurtarmış” olduğunu da teslim etmek gerek.

[33] Pierre Broué, Les Procès de Moscou, Paris, 1973, s.279.

[34] Berlin duvarının yıkılmasının ardından Marksist kisveli “Stalinist Gletkin’lerin” devri kapandığında ise, onların yerini dinci ya da milliyetçi “yeni Gletkin’ler” almıştır. Böylece Koestler’in öngörüsü kısmen ve sadece biçimsel düzeyde gerçekleşmiştir: “Yeni partinin üyeleri rahipler gibi kukuleta takmışlardır”, ama bu kukuletalar ya engizisyonun (hangi “köktendinden” olursa olsun) ya da Ku Klux Klan’ın kukuletaları olmuştur. Aranan saflık ise, ya damarlardaki kanın saflığının üstün ırkın standartlarına uyup uymadığı, ya da yaşam tarzının saflığının hak dininin kitabının kurallarına tam olarak uyup uymadığı olmuştur!

[35] Berthold Brecht, Théâtre complet, Cilt III, Paris, 1956, s.71.

[36] M. Merleau-Ponty, a.g.y., s.98-99.

[37] Bugün, hâlâ, Kim İl Sung’un Kuzey Kore’sini bile aynı mantıkla savunanlar var… tıpkı dün de Mao’yu ve Çin’i ya da Enver Hoca’nın Arnavutluğunu, Çavuşesku Romanya’sını savunanlar olduğu gibi! Pol Pot ya da Guzman gibi insan kasaplarını kahraman ilan edenler de cabası…

[38] Fethi Naci, Gün Ortasında Karanlık için Cumhuriyet Kitap Eki’ne yazdığı yazıda, işin Türkiye ayağına ilişkin olarak, Nazım’ın şoförünün Beria tarafından Nazım’ı öldürmekle görevlendirildiğini aktarmaktadır.

[39] Leon Troçki, Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız, İstanbul, 1998, Yazın Yayıncılık, s.49.

[40] A.g.e.. s.21.

[41] A.g.e., s.47-49.

[42] A.g.e., s.61.

[43] Koestler anılarında (Hiéroglyphes, s.38.) şöyle bir ifade kullanmıştır: “Marksist doktrin arsenik ya da striknin gibi bir maddedir, küçük dozda alındığında yaratıcılık yeteneğini teşvik edici bir etkisi olabilir, ancak daha yüksek dozlarda kesinlikle felç edici bir etkisi vardır.” Yüksek dozlu Marksizm’in etkileri nelerdir bilemeyiz, ama şurası açık ki Koestler’in denklemini yanlış kurmuş olmasının nedeni, “yeterli” dozda Marksizm alamamış olmasıdır!

[44] Steven Lukes, Marksizm ve Ahlak, İstanbul, 1998, Ayrıntı Yayınları, s.182-183.

[45] A.g.e., s.186.

[46] Georges Brassens, Poèmes et chansons, Paris, 1973, s.242.

[47] Önsöz, Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız, s.12.

[48] Victor Serge, La Lutte contre le stalinisme, Paris, 1977, s.233.

[49] Rosa Luxemburg, a.g.y., s.83-85.

[50] V.I. Lenin, Milliyetler Sorunu, 30.12.1922, in Œuvres Cilt 36, Paris 1976, s.618.

[51] Önsöz, a.g.y., s.14-15.

[52] A.g.e., s.63-65.

[53] Rosa Luxemburg, a.g.e., s.89

[54] A.g.e., s.90.

[55] Marks’ın dediği gibi “din halkların afyonudur”, doğru, ama Michael Lowy’nin de hatırlattığı gibi, afyonun iki etkisi vardır: “uyuşturucu” ve “ağrı kesici”. Uyuşturucu özellik, mücadeleden vazgeçirici bir etki yaptığı oranda olumsuz bir işlev görür,. Ama acıyı yaratan nedenleri ortadan kaldırmadan ve daha etkili (ya da sağlıklı) başka bir ağrı kesici bulmadan insanları din gibi (ya da benzeri) afyonların etkisinden kopartamazsınız, üstelik kopartmaya çalışırsanız da bunun hayırlı, insaflı ve insancıl bir çaba olduğu söylenemez! Acı çekmek kimseyi daha akıllı ve mücadeleci yapmaz... hatta tam tersine, sersemletir ve yıldırır!

[56] Aktaran Enzo Traverso, a.g.e., s.13.

[57] “Devrim” ya da “sosyalizm” adına terörist (yani kitleleri “korkutup dehşete düşürücü”) yöntemlere başvuran grupların öznel olarak “iyi niyetli” olduklarını varsaysak bile (ki yapıları gereği provokasyona ve manipülasyona çok yatkın oldukları için, bu “öznel iyi niyet” bile çoğu kez kuşkuludur), unutmamak gerek ki yaptıkları iş nesnel olarak daima düzenin en gerici ve en pespaye güçlerinin ekmeğine yağ sürmüştür. Bu grupların sosyalist ütopyanın inandırıcılığına verdikleri zarar, Stalinizm’inkine yakın olmuştur. Kısacası, teröristin “iyisi”, “bizden yana” olanı yoktur!

[58] Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bakınız Norman Geras, Bizim Ahlakımız-Devrimin Etiği, Birikim, Eylül 1992, s.71.

[59] Kapitalizmden sosyalizme geçiş, feodaliteden kapitalizme geçişten çok farklı bir nitelik taşır. Yani burada söz konusu olan, ekonomik altyapıdaki “kendiliğinden” dönüşümleri taçlandıran basit bir siyasi ve sosyal iktidar değişikliği değildir. Önce siyasi/sosyal devrim yapılacaktır ve ekonomik altyapıyı dönüştürecek olan bu yeni iktidarın iradeci müdahalesidir. Dolayısıyla “her hangi bir iktidar”, yani daha ilk günden demokratik, özyönetimci, özgürlükçü, katılımcı olmayan ve en geniş kitlelerin özgür iradesine ve fiili katkısına dayanmayan bir iktidar sosyalizmi kuramaz. Bu dönüşümün sosyalist ütopyadaki hedeflere varabilmesi için (yani “özgürleştirici” olabilmesi için), kitlelerin demokratik katılımının bilinçli olduğu kadar sürekli olması, olmazsa olmaz bir önkoşuldur. Dolayısıyla önemli olan eski düzenin yıkılması değil, nasıl yıkılıp yerine ne konduğudur. Sosyalizm, kapitalizmin “kaçınılmaz” alternatifi değildir. Rosa’nın dediği gibi, bir ihtimal daha var… o da barbarlığa dönüş!

[60] Aktaran, Enzo Traverso, a.g.e., s.15.

[61] Pierre Kropotkine, Paroles d’un révolté, Paris, 1978, s.145.

[62] Bakınız Eric Toussaint, Ya Paranı Ya Canını, İstanbul, 1999, Yazın Yayıncılık.

[63] Aktaran Anna Larina, a.g.e., s.332.

[64] Örneğin, bugüne kadar kurulan tüm işçi kitle örgütlerinde (parti ve sendika) ve gerçekleştirilen tüm devrimlerde er ya da geç ciddi bürokratik yozlaşmalar yaşanmış olması, bizi örgütlenme modelleri ve iktidar ilişkileri konusunda biraz daha fazla düşündürmelidir. İktidar ilişkisi dendiğinde akla gelenler, para ilişkisi, bilgi tekeli ve demokratik denetimdir. Para işleri şeffaf, denetlenebilir ve dürüst olmayan, bilgi alış verişi şeflerin tekelinde olan, iç işleyişi sağlam bir iç hukuka dayanmayıp ahbap çavuş ilişkileriyle yürüyen, maço egocukların kıskançlık çekişmeleri ve klikçilik üzerine kurulu olan, lafta savunduklarını kendine uygulamayan sosyalist ya da devrimci bir işçi örgütünün düzen eleştirisinin hiçbir inandırıcılığı olamaz! Böyle bir yapı iktidara gelse bile, en kısa süre yozlaşmaya mahkumdur...