17 Ağustos depremi gibi bir felaketten birtakım siyasal sonuçlar çıkarılması doğaldı ve öyle de oldu. Depremden doğrudan etkilenenlerden büyük medyaya, İslâmcılardan sol entellektüellere, depremden uzak kentlerde yaşayan insanlardan politikacılara, her kesim depremi yorumladı, depremin muhtemel ve muhtemel olsun olmasın, kendileri açısından arzu edilen siyasal sonuçları üzerine kafa yordu. Bu yazıdaysa, depremden pek çok değişik kesimin çıkardığı, bu arada sol için politik olarak sakıncalı sonuçlar doğurabilecek bir ‘ders’ değerlendirilecektir.
Deprem sonrası kamuoyunda devlete ilişkin vurgulanan yaklaşımlardan ilk akla geleni, devlete karşı sivil toplum kampanyası. Kısaca söylemek gerekirse, bu kampanyanın temel ögesini şu tespit oluşturmakta: hantal, çağın gerisinde kalmış, dünyadan kopuk, yolsuzluklarla yıpranmış devletin, üstlendiği pek çok hizmeti yerine getiremediği artık belli olmuştur, bu görevleri dinamik, çağdaş, dünyayla bütünleşmiş, pırıl pırıl ve en azından nüveleri belirmeye başlayan sivil toplumun üstlenmesi gerekmektedir. Bu vurguyu yapmak için, sivilliğinden kuşku duyulamayacak olan ve üniversiteli ya da gözde mesleklere sahip olan, kentli ve sportmen üyelerin oluşturduğu AKUT’un seçilmesi şaşırtıcı değildir. Bu noktada, yanlış anlaşılmamak için AKUT üyelerinin samimiyetlerinden kuşkum olmadığını söylemeliyim. Burada tartışılması gereken şey, yeterince etkili ve verimli olamamış olsalar da, samimiyetlerinden aynı derecede emin olunması gereken Sivil Savunma mensuplarından ve kısa zamanda bölgeye koşan maden işçilerinden minimum bir ilginin dahi esirgenmiş olmasıdır. Depremin kahramanları birdenbire ilân edilmiştir ve bu kahramanların neden AKUT üyeleri olduğu üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir konudur.
Bu devlete karşı sivil toplum kampanyasının, aşağı yukarı yirmi yıldır dünyayı ve ülkemizi teorik öncülleri ve pratikleriyle kasıp kavurmakta olan neo-liberalizm akımıyla ilgisi ilk bakışta görülebilir.[1] Ancak, asıl endişe verici olan bu tavrın, daha sofistike ve birtakım sol çekincelerle budanmış biçimde de olsa, sol entellektüeller arasında kendine yer bulabilmesidir. Devletin kapsamının daraltılması ve böylece topluma daha çok alan bırakılması önerisi depremden önce olduğu gibi depremden sonra da ileri sürülmektedir. Örneğin Ömer Laçiner, kamu hizmetlerinin devlet bünyesinden çıkarılmasının doğru ve zorunlu olduğunu savunup, buna karşı çıkanları tutucu olarak nitelemektedir.[2] Elbette, birtakım hizmetleri kamu hizmeti olmaktan çıkarmak isteğiyle, Laçiner’in yaptığı gibi kamu hizmeti olarak kalmak şartıyla devlet bünyesinin dışına taşıma isteğinin çıkış noktaları çok farklıdır. Ne var ki, politik sonuçlarına gelince bu ikisinin farklı kapılara çıkması pek mümkün görünmemektedir. Zira, kamu hizmetlerinin verilmesinde devleti ikame edeceği söylenen ‘kamusal’, ‘kamusallık’, ‘kamusal alan’ ya da ‘toplumsallık’ gibi kavramlar gerek teorik öncülleri gerekse somut uygulamaları açısından yeterince tartışılmadan ve üzerinden politika üretmeye elverecek kadar geliştirilmeden, devletin bu alanlardan elini çekmesinde ısrarcı olmanın sonuçları arzu edilmeyecek bir yönde (neo-liberal politikalara hizmet etme yönünde) olacaktır. Ayrıca her siyasal konum daha geniş ölçekteki diğer konumlar çerçevesinde anlam kazandığından, burada eleştirilen yaklaşımın neo-liberal konumun içinde eriyerek onun sadece bir varyantı haline gelmesi ihtimali hiç de zayıf değildir.[3] Elbette ‘kamusal’ın, ‘kamusal alan’ın, ‘kamusallık’ın ya da ‘toplumsallık’ın kamu hizmetlerini üstlenmede devletin yerini alıp alamayacağı, üzerinde durulması gereken bir sorudur. Ayrıca bu soru, devlet tartışmasını geliştirmemize de yardımcı olacaktır.
‘KAMUSAL’ DEVLETİ İKAME EDEBİLİR Mİ?
Konuyu açabilmek ve tartışmayı genişletebilmek için, konu üzerine pek çok yönden derli toplu bir yazı olan, Ertuğrul Başer’in “Özelleştirme Vesilesiyle İktisada ve Kamusala Dair”[4] isimli, iki kısım halinde yayımlanmış olan yazısını ele alacağım. Pek çok meseleye ayrıntılı olarak değinen bu yazının temel iddiası kanımca şöyle özetlenebilir: Kamusal hizmetlerin tanımlanması ve yerine getirilmesi işi gerek ‘işletme’ ya da ‘iktisada’ gerekse devlete bırakılmayacak kadar ciddi ve mühim bir iştir, bu nedenle toplumun bir ‘kamusal’ inşâ ederek, kamusal olanı ve kamu hizmetlerini yeniden tanımlaması ve bu hizmetleri kendi üstüne alması gerekmektedir. Zira, ‘işletme’ ya da ‘iktisat ideolojisi’ kamu hizmeti kavramının kendisine saldırmakta ve özel girişim için kârlı olmayan ve/veya devletin yapması gereken asayiş, yargı vs. az sayıdaki başlığın dışında kalan ve kamu hizmeti diye bilinegelen hizmetlerin özel sektöre bırakılıp artık ‘iş’ haline gelmesi gerektiğini savunmaktadır. Devletse, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesini kendi lehine kötüye kullanmakta, ‘kamusal’ı işgâl ederek, toplumun kamu hizmetlerinden tam anlamıyla faydalanmasının önünü kesmektedir. Zira, “devletin işgâli toplumun kamusallık yeteneğinin zayıflamasına ve bu yöndeki çeşitli kültürel eğilimlerin parçalanmasına yol açarken, toplumdaki bu kayıp da, bir geri besleme etkisiyle, devletin konumunun daha da güçlenmesine ve toplumun -en azından- kamusal sıfatlı belirli alanlarda devletsiz yaşayabilme cesaretinin daha da zayıflamasına” neden olur (II: 30).
Aslında işletme/iktisat ideolojisi-kamusal ve devlet-kamusal ilişkilerine dair burada var olan kurguların ikisi de sorunludur. Öncelikle, sanki bu iktisat ideolojisi kamu hizmetlerine ve bunları yerine getirdiği haliyle devlete karşı saldırısını kendi başına, kendi çıkarları için ve kendinden menkul bir kuvvetle yapmaktadır. Diğer bir deyişle, kamu hizmetleri alanının neredeyse tümüyle piyasaya terk edilmesini savunan bu ideolojinin toplumsal aktörler arasında temsilcileri yoktur. Oysa, açıktır ki özellikle son yirmi yılda çeşitli toplumsal aktörler, bu ideolojinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması işine ciddi biçimde angaje olmuşlar ve amaçları doğrultusunda, kamu hizmeti kavramının kendisini son derece bilinçli bir biçimde hedef yapmışlardır. Bunu, yani Başer’in tabiriyle iktisadın kamusal ve devlet aleyhine genişlemesinden medet uman, çıkar sağlayan ve/veya bunun için aktif biçimde çalışan hiç de azımsanmaması gereken toplumsal aktörleri ayrıştırmadan yapılacak bir iktisat/neo-liberalizm eleştirisi, bu aktörleri de sürecin mağdurları konumuna sokmaktan başka bir işe yaramaz, ki bunun da Başer’in savunduğu türden bir projeye ne getireceği belirsizdir.
Burada bizim için daha önemli olansa, devlet-kamusal ilişkisine dair kavrayıştır. Başer, devleti, toplumun kamusalı inşa etmesi açısından, neredeyse her tür olumsuzluğun temel kaynağı olarak görmektedir. Çünkü, devlet, kamusalı kendi iktidar oyununun vitrini haline getirmiş ve kamusal, devletin şahsında bir imkânsızlığa dönüşmüştür (II: 31). Dahası, “devletin kamusal adına ortaya koyduğu en pozitif şeyler bile, çoğu kez onun, insanlar arasında ‘toplum’a ve kamusala hayat veren dinamiklerden, dayanışma ve verme biçimlerinden kemirdikleri olarak tecelli eder” (II: 30). İlk olarak, devletin kamusalı işgâl etmesinden bir bütün olarak toplumun zarar gördüğünü ileri sürmek, devleti ancak toplumun ve dolayısıyla kamusalın dışında tanımlayan bir teorik manevrayla mümkündür. Bu manevraysa, devletin karmaşık bir ilişkiler ağıyla toplumla bağlantılı olduğu gerçeğini göz ardı eder. Öyle ki, sanki yabancı bir ordu (devlet), başka bir ülkeyi (toplum) işgâl etmekte, ve böylece o ülkenin bağımsız yaşama azim ve kapasitesini (kamusal) ortadan kaldırmaktadır. Devleti, toplumu ve kamusalı içeren toplumsal ilişkilere böyle yaklaşmanın yanlışlığı ortadadır ve bu nedenle ‘işgâl’ metaforunun bizi bir yere götürmesi pek mümkün değildir.
Dahası, devlet sanki kendi aklı ve iradesi olan, kendi çıkarlarının bilincinde olan ve bunları kovalayan, kudreti kendinden menkûl bir varlıktır, bir ‘şey’dir. Bu yüzden de kamu hizmetlerini kendi lehine kötüye kullanarak toplum içerisinden bir kamusallık yaratılması ihtimalini boğmaktadır. Başer’in bu yaklaşımının en açık biçimiyle ortaya çıktığı yer, onun Batı’daki refah devleti deneyimini değerlendirdiği bölümdür: “Fakat devlet, ancak bir coğrafi-toplumsal alan üzerinde bir devlet olabileceğinden, tüm kamusalı temsil iddiasını şu ya da bu düzeyde gerçekleştirmek zorundadır. Bu, ana iktisadî motiflerinde ne denli benzerlik taşıyor olurlarsa olsunlar devletle işletme arasında ... bir kalemde geçilemeyecek bir mesafeyi, hattâ bir ‘mücadeleyi’ gündeme getirir (Keynesçi sosyal refah devletinin, bu bazda, devletin galebe çaldığı bir dönem olduğu söylenebilir)” (II: 30). Başer burada, refah devleti döneminde kamu hizmetleri tanımının iktisat aleyhine değişmesini, bir anlamda devletin var olmak için verdiği tavizlerin neticesi olarak değerlendirmektedir. Yani devlet, meşrûiyetini korumak için iktisat ideolojisiyle arasındaki mesafeyi açmak gereği hissetmiş, bu da refah devletinin temel unsuru olmuştur. Sınıfsal karakteri ve toplumsal mücadele boyutu bu kadar açık olan bir sürecin dahi devletin beka kaygısı temelinde açıklanması, devlete ilişkin bu hatalı kavrayışın varabileceği noktayı göstermesi açısından ilginçtir. Refah devleti döneminde kapsamı genişleyen hizmetler, esasen toplumda yeniden dağıtıma yönelik hizmetlerdir ve bu hizmetler için hangi toplumsal aktörlerin mücadele ettiği ve bunların hangi toplumsal aktörler lehine düzenlendiği sorusu göz ardı edilmemesi gereken bir sorudur. Bu noktada sorulması gereken birkaç soru daha var: Neo-liberalizmle birlikte devlet bir coğrafi-toplumsal alan üzerinde var olma iddiasından vaz mı geçti ki devletle iktisat ideolojisi/işletme arasındaki mesafe gitgide devlet aleyhine kapanıyor? Ya da refah devletinin doğuşuna kadar devletin böyle bir iddiası yok muydu? Devlet neden işletme aleyhine genişlemeye bu dönemde gerek duydu? Başka bir açıdan, refah devleti esasen devlete dayanan bir gelişmeyse, neo-liberal siyaset tarzının onca hücumuna ve devletin de bu işlerden elini eteğini çekme kararını vermiş olmasına rağmen, refah devletinin pek çok kurumu bu ülkelerde nasıl hâlâ ayakta durmaktadır? Bu sorulara verilecek cevaplar, refah devletinin oluşumunun hiç de devletin var olma iddiasıyla ilgili olarak anlaşılamayacağını gösterir.
Tüm bu sorunlara karşın, Başer yazısında solun önüne, ‘altına rahatlıkla imza atılabilecek’ hedefler koymaktadır. Örneğin, iktisadın küçültülmesi, yani “kişisel çıkar, özel mülkiyet, daha düşük maliyet, daha yüksek kâr, iktisat dışı müdahalelerin kategorik reddi ve serbest piyasa gibi değer ve mekanizmalar üzerine kurulu bir iktisadın nüfuz alanının nicelik ve nitelik olarak, fiziksel ve anlamsal olarak kısıtlanması, evcilleştirilmesi, küçültülmesi” (I: 9). Ya da özel mülkiyetin sınırlanması (I:14) ve tamamen burjuvaziye burakılmış olan üretim alanına üretimin amaçları, yönlendirilmesi, biçimi, miktarı vs. yönünden emekçilerin de müdahalede bulunması (I: 15), “her türlü mülk ve üretimi -son kertede değil- doğrudan doğruya toplumsala bağlayan bir mülkiyet telakkisi”nin egemen kılınması (I: 16). Tüm bunlar, solun asla reddetmemesi gereken hedeflerdir. Ne var ki, buradaki sorun, tüm bu sayılanların ve fazlasının -en azından kısmen- yerine getirilmesinde tarihsel olarak önemli rol oynamış ve oynayabilecek olan devlet alanının mücadele perspektifinden kategorik olarak dışlanmasından kaynaklanmaktadır. Belirli tarihsel deneyimlerin doğurduğu azımsanmaması gereken hayal kırıklıkları (örneğin sosyalist rejimlerin başarısızlıkları, ya da Türkiye devletinin sola yönelik şiddetinin yarattığı travma) bu dışlamanın arkasındaki temel itkidir. Öyle ki bu tavır, devletin gerek sosyalist gerekse Batılı kapitalist ülkelerde kamu hizmetlerinin gayet geniş biçimde tanımlanıp, devletin bu hizmetleri üstlenmesinin emeğiyle geçinen insanlar için getirdiği kazanımların göz ardı edilmesine kadar varmaktadır. Devlet tarihdışı bir biçimde toplumdaki pek çok olumsuzluğun anası olarak görülmeye başlanınca, elbette ne sosyalizm deneyiminin serinkanlı biçimde değerlendirilmesine ne de devlet bünyesindeki hizmetlerin emekçi sınıflar için ne anlama geldiğinin düşünülmesine olanak kalır. Devletin kamu hizmetleri alanında yaptığı en olumlu şeylerin bile, insanlar arasında topluma ve kamusala hayat veren değerlerin yıpranmasına yol açtığını söylemek, devletin üstlendiği ve ancak devlet biçimi altında korunabilen hizmetlerin emekçi sınıflar için önemini göz ardı etmektir, ki bu da, sol için kabul edilemez bir tavırdır. Toplumda mevcut bulunan dayanışma, almadan verme, toplumsal sorumluluk gibi kimi değerlerin korunmasına gelince; bugün devlet bünyesinde bulunan kamu hizmetlerinden yalnızca birinin, sosyal güvenliğin, neo-liberal siyasetin tüm saldırılarına rağmen, ‘her koyunun kendi bacağından asılacağı’, ‘gemisini kurtaranın kaptan’ olacağı ve dolayısıyla yukarıda anılan değerlerin asla barınamayacağı kaotik bir toplumsal ortam oluşumunu engellemedeki rolü nasıl inkâr edilebilir? Örneklemek gerekirse, ‘iyi kötü’ bir sağlık güvencesine sahip, yaşlılığında az da olsa bir emeklilik maaşı alacağını bilen bir kişiyle, bunlardan yoksun bir kişinin, toplumsal ilişkilerde alacağı tavırların çok farklı olacağı ortadadır. Öyleyse, dayanışma, almadan verme, paylaşma, topluma karşı sorumluluk hissetme gibi değerlerin yaşamasına katkıda bulunan hizmetleri üstlenen devletin, kamusal hizmet alanını, bu değerlerin korunması ve geliştirilmesi adına terk etmesini talep etmek, üstelik ortada her boşluğu doldurmaya hevesli bir ‘piyasa’ varken, açık bir çelişkidir.
Dolayısıyla, kamu hizmetlerinin devlet dışına çıkarılması talebi, bugün sosyalistler için ciddi bir stratejik hatadır. Halihazırda kamu hizmetlerinin yürütülmesi için (piyasayı saymazsak tabiî) devletten başka bir alternatif yoktur. Örneğin, deprem ertesinde Sağlık Bakanı’na duyulan öfke son derece haklıdır ama devlete bağlı bir sağlık bakanlığından başka hangi örgüt o kadar hekimi seferber edebilirdi? Özel hastanelerde deprem mağdurlarından ücret alınmaması kararının alınması için ‘Özel Hastane Sahipleri Birliği’ benzeri bir kuruluşu mu bekleyeceğiz? Deprem sonrası yeni yapılacak konutlar için alan belirleme ve planlama işini hangi sivil toplum kuruluşu üstlenebilir? Öyleyse, sosyalistlerin yapması gereken şey devletin kentsel planlamadan sağlığa, emek piyasasının düzenlenmesinden tabii afetlerin zararlarının minimize edilmesine kadar tüm kamu hizmetlerini hakkıyla ve emeğiyle geçinen insanların çıkarlarını gözeterek yapması için çalışmak, ilaveten gerekirse ‘bağırlarına taş basarak’ daha çok hizmetin kamu hizmeti kapsamına girmesini, yani bu anlamda devletin kapsamının genişlemesini talep etmektir.
DEVLET-SİVİL TOPLUM AYRIMINA DAİR
Devlet-(sivil) toplum ilişkisine dair bazı varsayımlar, gerek deprem sonrasında cereyan eden çoğu tartışmanın gerekse yukarıda değindiğimiz kamusallık tartışmasının arkaplanını oluşturuyor. Bu anlamda, bu yazıda ileri sürülen tezler açısından bu varsayımların -yukarıda söylenenlerin bazılarını tekrar etme riskini de göze alarak- ele alınması ve sorunlarının gösterilmesi büyük önem taşıyor.
Devlet-sivil toplum ilişkisini kavramlaştıran bugünkü yaygın anlayışın taşıdığı ilk sorun, devleti ve sivil toplumu kendi içlerinde homojen yapılar olarak değerlendirmesidir. Böyle homojen tanımlanan sivil toplum, örneğin, bir bütün olarak devletin baskısı altında ezilebilmekte ya da güçlenip devleti demokratikleştirmektedir. Aslında son derece açık olan ancak sık sık hatırlatılması gereken nokta, sivil toplum olarak tanımlanan alanın son derece heterojen ve karmaşık olduğu ve bu alanın da devlete atfedilen pek çok olumsuzluğu barındırdığıdır. Örneğin, genelde sivil toplum alanına dahil edilen piyasa, başlıbaşına büyük bir sömürü ve eşitsizlik kaynağıdır.
Böyle bir toplum kavrayışına mukabil, devlet de az çok homojen ve baskı yapmaya, özgürlükleri kısıtlamaya yönelik ontolojik bir eğilimi olan bir örgütlenme olarak tanımlanmaktadır. Öyle ki, demokratikleşme sorunu devlet ve toplumun birlikte dönüştürülmesiyle ilgili bir sorun olarak görülmeyip, sadece sivil toplumun güçlenip/genişleyip, devletin zayıflaması/daralması temelinde anlaşılmaktadır. Oysa devlet ne yekpare bir yapıdır ne de devlet bünyesinde zaman zaman ortaya çıkan çelişkiler basitçe bürokrasinin kendi iç çelişkileri olarak geçiştirilebilir. Devlet, toplum içerisinde bir dizi hizmeti yerine getirir ve bu anlamda içerisinde yer aldığı toplumun çelişkilerini, farklı biçimlerde de olsa barındırır. Devlet, yalnızca baskı yapan, unutturan, tahrip eden, toplumda çürüme yaratan, bireyleri ezen bir yapı değildir. Devletin böyle biçimler alabildiği ve Türkiye solunun pek iyi bildiği üzre, yukarıda sayılanları zaman zaman en vahşi şekilleriyle yaptığı doğrudur. Ne var ki, yukarıda belirtildiği gibi, devlet aynı zamanda, en azından bazı kamu hizmetleri yoluyla toplumda gelirin ve refahın yeniden dağıtımı işlevini yerine getirir. Örneğin, bugün Türkiye’de çok düşük olarak belirleniyor olması bir yana, çalışanlar için hayatî bir önem taşıyan asgari ücret ancak devlet biçimi altında korunabilmektedir. Emeklilik ve sağlık sigortalarının bugünkü hallerine rağmen devlet bünyesinden çıkartılmaması, yani özelleştirilmemesi çalışan sınıflar için son derece önemlidir. Neo-liberalizmin bu gibi, yani yeniden dağıtıma yönelik hizmetleri yeniden tanımlayarak kamu hizmeti olmaktan çıkarmaya çalışması ve devleti asayişi sağlama göreviyle sınırlamak istemesi tesadüfi değildir. Eğitim, sağlık, güvenlik, sosyal güvenlik gibi, insanları piyasa mantığına kurban etmeyerek evlerinin yıkılmamasını sağlamak ve evleri yıkıldığında da onları enkaz altından çıkarmak da bir kamu hizmetidir ve devlet tarafından verilmelidir. Bugün Türkiye’de devletin bu hizmetleri layıkıyla yerine getirmediği açıktır; ne var ki, bu, devletin küçülmesi ve zayıflaması için değil, bu hizmetleri hakkıyla verir hale gelmesi için mücadele etmeyi gerektirir.
SİVİL TOPLUM PROJESİNİN ZAAFLARI
Deprem sonrası (ve aslında öncesi) yaşananların bir daha yaşanmaması için, sivil toplumun dönüştürücü ve kurucu gücünden yola çıkan, (sivil toplumun öncüsü ve örgütlenmiş gücü olarak sivil toplum kuruluşları iyimserliğini paylaşsın paylaşmasın) esasen toplum alanının devlet alanını yeniden tanımlamasına, yeri geldiğinde kısıtlamasına ve nihayet dönüştürmesine dayanan bir projenin pek çok zaafı vardır. Birinci nokta aslında gayet açıktır. Bu anlayıştan yola çıkarsak, Müteahhitler Birliği de TÜSİAD da birer STK’dır ve bu örgütlerin, örneğin kentleşmeyi daha çok rant getiren zemini zayıf arazilerden, az rant getiren ve güvenli arazilere doğru kaydıracak, ya da sanayi kuruluşlarını İstanbul-Kocaeli-Sakarya hattına değil, bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesine katkı da yapmak üzere ülkenin başka bölgelerine yönlendirecek bir projeye, bırakın dahil olmayı, direnmemeleri mümkün müdür?
İkinci noktaysa, bu projenin toplumsal temeli ne olmalıdır sorusuna verilecek cevapla ilgilidir. Devlete, bu felaketin öncesi ve sonrasıyla tekrarlanmamasını sağlayacak tedbirleri aldırma, başka bir deyişle, devleti bugünkü biçiminden bu tedbirleri alır bir biçime dönüştürme projesinin toplumsal temeli ancak, gerek depremden, gerekse kaybın bu derece büyük olmasına yol açan (sadece kentsel rant temelinden kentleşme, planlama eksikliği, bölgeler arası dengesizlik, belediyelerin sorunları, denetimsizlik gibi) koşullardan doğrudan ya da dolaylı olarak en çok zarar gören kesimlerden oluşabilir. Bu kesimler de temelde, kentlerin emeğiyle geçinen kesimleridir. Kentsel çalışan sınıflar temelinde tasarlanacak ve uygulanacak bir devleti dönüştürme projesi tanımı gereği, (bırakın TÜSİAD’ı veya Müteahhitler Birliği’ni) devletin bugünkü biçiminden ve bunu yaratan toplumsal ilişkilerden doğrudan ya da dolaylı olarak çıkar sağlayan toplum kesimleri ile bunların toplumsal müttefiklerini ve örgütlerini, ne derece sivil, özgürlükçü, dinamik vs. görünürlerse görünsünler, dışarıda bırakmak, hatta karşısına almak zorunda kalacaktır. Ahmet İnsel’in haklı yakınmasını ele alırsak, ülkenin (büyük ölçüde emek kesiminin vergilendirilmesine dayanan) kaynaklarının, “İzmir burjuvazisinin senede birkaç kez zahmetsizce ve hız yaparak Çeşme’ye gitmesi için yapılan otoyol”a mı, yoksa depremzedelere ev yapması için Afet İşleri Genel Müdürlüğü’ne mi ayrılacağı[5] sınıfsal bir tercih sorunudur. Bu gibi tercihlerin hangi sınıflar lehine çözüleceğinin belirlendiği yer, devlettir. Dolayısıyla, bu tür tercihlerin çalışan sınıflar lehine çözümlenmesi için devlet alanına, onu değiştirmek ve dönüştürmek üzere müdahale etmek gerekmektedir.[6] Bu açıdan bakıldığında, devleti rakip ilân ederek, devlet alanını daraltmaya çalışmanın pek de makûl bir strateji olmadığı ortadadır.
BİR MÜCADELE ALANI OLARAK DEVLET
Ülkedeki yoksulluktan, insan hakları ihlâllerinden, deprem öncesi ve sonrası yaşananlardan devleti sorumlu tutabiliriz. Ancak bu devlet, tarihsel olarak anlaşılması ve tahlil edilmesi gereken, sürekli yeniden tanımlanan, biçimi değişen bir devlettir. Yoksa, soyut bir devlet aklını, tarihdışı bir biçimde kavranan bir devlet geleneğini, muhtevası değil derecesi değişen bir devlet otoritaryenizmini, neredeyse tüm toplumsal sorunların yanısıra depremin bunca yıkım yapmasının baş nedeni olarak görmek ve böylelikle, devlet alanını terkederek, devlet karşıtlığı üzerinden ve sivil toplum temelinden politika yapmak, yukarıda göstermeye çalıştığım gibi, sosyalistler için ciddi bir hatadır. Zira, devlet, sınırları kesin olarak belli, kendi rasyonalitesi ve hedefleri olan, yönelimleri değişmeyen, tarihdışı bir yapı değil, toplumsal ilişkilerin aldığı bir biçimdir.[7] Tanımı gereği olumsallığı da içeren mücadele kavramını merkeze alan ve devlet alanının toplumsal mücadeleler yoluyla yeniden biçimlendirilmesinin mümkün olduğunu savunan bu anlayış, yine sabit bir devlet anlayışından hareket eden araçsalcı yaklaşımdan önemli farklılıklar göstermektedir. Bugün Türkiye devletinin temel sorunu, sermayenin basit bir aracı olması ya da gereğinden fazla büyümesi, sivil toplumu boğması vs. değil, tarihsel olarak, büyük ölçüde sermayenin talep, ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda biçimlenmiş olmasıdır. Son derece haklı yakınmalara konu olan, devletin bazı alanlarda aşırı örgütlü ve güçlüyken bazı alanlarda akıl almaz derecede dağınık ve zayıf olması da bu biçimlenmenin bir yüzüdür. Buradan yola çıkarsak, devletin toplumsal mücadele yoluyla, emek kesiminin ve sosyalistlerin ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda yeniden biçimlenmesi, yani daha sosyal, daha demokratik, daha özgürlükçü hale gelmesi mümkündür. Öyleyse, yapılması gereken, devleti de sınıf mücadelesinin bir alanı olarak, dolayısıyla Türkiye toplumunu dönüştürme projesinin zorunlu olarak ilgilenmesi gereken bir alan olarak görmek ve bu doğrultuda politika üretmektir.
[1] Deprem sonrası bazı örgütlerin gazetelere topluca verdikleri tam sayfa ilânlarda ülkenin her derdine deva olarak, Yeni Sağ’ın kamu yönetimi literatürüne soktuğu “yönetişim (governence)” (aynen böyle yazılmıştı) kavramını sunmaları, bu durumun son derece açık bir örneğidir.
[2] “Depremde Orta Sınıflar”, Birikim, 125-126 (Eylül-Ekim 1999), s.15.
[3] Şengül, T. ve O. Oyan, “Sivil Toplum Devlet İlişkisi Üzerine Düşünceler”, Türk-İş Yıllığı, 2000. (çıkacak) (sayfa belirsiz)
[4] “Özelleştirme vesilesiyle iktisada ve kamusala dair (I)”, Birikim, 80, 1995, s.7-19. “Özelleştirme vesilesiyle iktisada ve kamusala dair (II)”, Birikim, 82, 1996, s.25-34. Yazı içerisindeki göndermelerde I birinci kısım, II ikinci kısım anlamına gelmektedir.
[5] “Milli Güvenlik Devletinin İflası”, Birikim, 125-126 (Eylül-Ekim 1999), s.25
[6] Gazetelerde her gün onlarcası çıkan anadamar iktisat yazılarına bakmak bile, burjuvazinin organik entellektüellerinin bir yandan devlet küçülsün retoriği yaparken, bir yandan devletin gelir ve refah paylaşımındaki rolünü, nasıl sosyalistleri kıskandıracak kadar iyi kavradıklarını gösterebilir.
[7] Devlete ilişkin bu türden bir yaklaşım için bkz. Corrigan, P., H. Ramsay ve D. Sayer “The State as a Relation of Production”, P. Corrigan (der.), Capitalism, State Formation and Marxist Theory, 1980, içinde: s.1-25.