Sivil toplum üzerine yapılacak bir çalışma birbirleriyle yakından ilişkili üç farklı düzlemde ele alınabilir: 1- Sivil toplum alanındaki örgütlenme ve etkileşim, 2- Sivil toplum örgütleri arasındaki iletişim ve etkileşim, 3- Sivil toplum ve devlet ilişkisi. Birinci düzeyin iç dinamikleri diğer iki düzey üzerinde de belirleyicidir. Daha çok demokratikleş(eme)me sorunu çerçevesinde ele alınan üçüncü düzey kanımca, devlet ve onun doğası yanında -hattâ daha çok- birinci düzeyin işleyişi ile yakından ilişkilidir. Bu çalışmanın amacı, demokratikleşme ve demokrasi teorileriyle ilgili çalışmalarda sivil toplumun yerini belirleyerek, demokrasi-sivil toplum ilişkisinin görünmeyen boyutunu ortaya koymaktır. Buradan hareketle, sivil toplum örgütlerinde örgüt içi katılım ve demokrasi sorununu ortaya koymak üzere İzmir’de çeşitli dernek üyeleri arasında gerçekleştirilen bir alan araştırmasının (anket çalışması) verileri çerçevesinde birinci düzeyle diğer düzeyler arasındaki ilişki yorumlanacaktır.
DEMOKRASİ-SİVİL TOPLUM İLİŞKİSİ
1980’li yıllar dünyada sivil toplum tartışmasının yeniden uyanışına sahne olmuştur. Kamusal alana ve kamusal alanın yeniden yapılanmasına ilişkin analizlerden, demokratikleş(eme)me sürecinin dinamiklerini ele alan çalışmalara, yeni (radikal) yurttaşlık teorilerinin geliştirilmesine kadar tüm kuramsal ve eylemsel çalışmaların odak noktası olarak sivil toplum tartışması karşımıza çıkmaktadır. Tartışmaların gidişatından anlaşılan, önümüzdeki yılların sivil toplum tartışmasının yeniden tartışmaya açılacağı yıllar olacağı yönündedir. Kuramsal çerçevede demokrasi, yurttaşlık, yurttaş katılımı, sivil toplum kuruluşları, sivil demokrasi ve siyasal alan - kamusal alan kavramlarının yeniden kurgulanması sürecinde iki ana eğilim dikkati çekmektedir. Bu eğilimlerden ilkinde sivil toplumun anlamı ve gerçekleştirebilecekleri konusunda tam bir teslimiyet ve inanmışlık haleti ruhiyesi hâkimdir. “Demokrasi büyük liderler tarafından değil, yetkin ve sorumlu yurttaşlar tarafından güvence altına alınabilir”[1] sloganı etrafında biraraya gelen bir kısım düşünür, yurttaşların siyasal eylemin nesnesi değil öznesi haline gelmesinin ancak sivil toplum örgütleri aracılığıyla gerçekleşeceğini savunarak sivil topluma ve sivil toplum kuruluşlarına olağanüstü önem atfetmektedir. Karşıt görüşte olan ikinci eğilim ise sivil toplum nosyonunun taşıdığı belirsizlikler, zaman ve mekâna göre farklılaşan, hassaslaşan doğası yüzünden sivil toplum düşüncesinin eleştirel bir tarihini yeniden yazmaktadır. Sivil toplum alanının katıksız özgürlüğün ideal alanı olamayacağını, onun “mikrodünyalarında çok sayıda çatışma ve güç odakları -ve dolayısıyla sömürü, baskı ve dışlama noktaları-”[2] olduğunu savunan eleştirel yazarların çıkış noktası, sivil toplum kuruluşlarının her zaman demokrasinin yerleşmesine ve pekişmesine hizmet etmeyeceği görüşüdür. İster övücü olsun, ister eleştirel olsun her iki yaklaşımın da ortak noktası “demokrasinin sağlanması-pekiştirilmesi” sorununa sivil toplum açısından yaklaşmasıdır.
Sivil toplum günümüz demokrasi tartışmalarının odak noktası konumundadır. Habermas’ın “Demokrasinin Üç Normatif Modeli” adlı makalesinde yer alan demokratik siyasetin liberal-cumhuriyetçi ve müzakereci modelleri arasındaki ayrımın ortak platformu sivil toplum alanının yapılanması sorunudur. Liberal demokratik süreçte toplum özel kişiler arasında piyasanın düzenlediği bir etkileşimler ağı olarak tanımlanmaktadır. Bu ağ içinde sivil toplum da piyasa yönelimli ilişkilerin belirlediği bir alan olarak değerlendirilmektedir. Cumhuriyetçi görüş ise, tekil toplulukların birbirlerine bağımlılıklarının farkına vardıkları, dayanışma ve ortak yarar arzusuyla biraraya geldikleri bir toplum modeline dayanır. Burada sivil toplum kamu idaresinden ve piyasadan bağımsız bir özerklik temeline oturtulmaktadır. Bu temel yurttaşların kendi geleceklerini belirleme praksisi için bir ön koşul olarak kabul edilir. “Yurttaşların geleceklerini belirleme praksisi anlamında siyasetin paradigması piyasa değil, diyalogdur.”[3]
Habermas’ın söylem kuramına dayandırdığı müzakereci demokrasi modelinin temelini ise merkezsizleştirilmiş bir toplum imgesi oluşturmaktadır. Bu yapı içinde sivil toplum, idari mekanizmalardan olduğu kadar ekonomik sistemden ayrı duran özerk kamusal alanların toplumsal temelini oluşturacaktır. Sözkonusu modelin başarısı “toplu eylemde bulunan yurttaşlara değil, buna denk düşen iletişim usullerinin ve koşullarının kurumsallaştırılmasına”[4] bağlanmıştır.
Benhabib’in müzakereci demokrasi modelinde ise, 1- herkes konuşma edimlerini başlatma, soru sorma, sorgulama ve tartışma açma bakımından eşit fırsata sahiptir, 2- herkesin belirlenen konuşma konularını sorgulama hakkı vardır, 3- herkesin bizzat söylem usulünün kuralları ve bunların uygulanma veya yürütülme tarzına ilişkin görüşler ortaya atma hakkı vardır.[5] Kamusal alandaki tartışma ve müzakere süreçlerinin demokratikleştirilmesi temeline dayanan modelin, enformasyonunun dağıtımına ilişkin genel ve konuyu bambaşka bir uzama taşıyacak sorunlar bir kenara bırakılırsa, her şeyden önce sivil toplum örgütlerinin kendi içlerindeki tartışma, iletişim ve katılım süreçlerinin demokratikleştirilmesini gerektirdiği açıktır.
Bu noktada, demokrasiyi pekiştirme potansiyeli açısından sivil toplum kuruluşları arasında bir ayrıma gidilmesi gerekir. “Eğer sivil toplum maksimalist, uzlaşmaz çıkar gruplarını veya antidemokratik amaç ve yöntemleri kullananları içeriyorsa”,[6] demokrasiyi geliştirmeye yönelik beklentileri karşılayabilecek söylemsel ve iletişimsel koşulların kurumsallaşmasına hizmet edemez. Sivil toplum içindeki karmaşıklık ve parçalanma, farklılaşmış biçimler ve süreçlerin işleyiş yönü demokratikleşmenin yönünü de belirleyecektir.[7] Bu bağlamda demokrasi ancak yurttaşların kamusal alandaki taahhütlere geniş katılımının sağlanması, sivil sorumluluk ve problem çözme kapasitelerinin harekete geçirilmesi ile güçlenir.[8] Demokratik bir sivil toplumun varlığı, siyasal katılmayı seçimlerin ötesine taşır. Etkin ve uyanık bir sivil toplum sayesinde halk belirli sürelerle yapılan seçimlerde oy veren tekil seçmen kimliğinden uzaklaşarak, seçim dışı zamanlarda sivil toplumun örgütlü bir üyesi olarak katıldığı iletişim ve müzakere süreçleriyle aktif yurttaş kimliği kazanabilir. Demokratik tutum ve değerler ancak kurumsal katılma ve deneyimden doğdukları oranda bireylerde istikrarlı bir kişilik özelliği olarak yerleşebilir. Kamusal tartışma pratiği içinde sorunların ve siyasaların belirlenmesi hakkında bilgi sahibi olan, bu pratiklere bizzat katılan bireylerin siyasal partilerin demokratikleştirilmesinden, yönetimin şeffaflığına, insan haklarından yasal reformların takipçiliğine kadar pek çok konuda etkinlik göstermesi beklenir. Kamusal alanın mikro dünyaları olan sivil toplum örgütlerinde alınacak kararlara katılım ya da bu örgütler aracılığıyla makro düzeyde alınacak kararların kollektif hale getirilmesi yoluyla demokratik meşrûiyetin temeli de sağlamlaştırılmış olur.
En genel anlamıyla sivil toplumu, devlet ile aile arasında bir birliktelik alanı olarak kabul ettiğimizde, bu alanın devletten ayrı, devletle ilişkisinde özerkliğe sahip olan ve toplumun üyeleri tarafından kendi çıkarlarını ya da değerlerini korumak veya yaymak için gönüllü olarak kurulan örgütlenmelerden oluştuğu[9] söylenebilir. Devlet ile toplum arasındaki aracı örgütler bütünü olarak sivil toplumun en temel işlevi, kişilerin kendi iradeleriyle biraraya gelmeleri sonucu ortaya çıkan bu alanın demokratikleşmeye veya demokrasinin pekişmesine ne derece hizmet edeceği sorunu, sözkonusu alanın kendi iç dinamikleriyle yakından ilişkilidir. Bu nedenle yukarıda sayılan beklentilerin gerçekleşmesi sivil toplum örgütleri içinde, yani birinci düzeyde katılım ve demokrasi pratiklerinin geliştirilmesine bağlıdır. Sivil toplum örgütleri kendi içlerinde diyalog ve müzakere ortamını oluşturduktan sonra, devletle veya diğer örgütlerle sağlıklı müzakere ve diyalog sürecini başlatabilirler. Örgüt içi katılım ve diyalog süreçleri ise demokratikleşme - sivil toplum ilişkisinin görünmeyen yüzüdür. Ancak, demokratikleşme ve demokrasinin pekişme sürecinin değerlendirilmesi açısından mutlaka dikkate alınması gereken yüzüdür.
SİVİL TOPLUM ALANININ YAPISI
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan “düzen” anlayışı ve “toplumsal düzenleme projeleri”nden sivil toplum alanı da payını almıştır. Sözkonusu anlayış ve projelerin belirlediği Türkiye’nin modernleşme sürecinde devlet eliyle sivil toplum yaratma çabaları “sivil toplumdan çok bürokratik toplum denebilecek yeni bir model”[10] yaratmıştır. Askerî darbeleri izleyen yasal yeniden düzenleme faaliyetleri çerçevesinde anayasa ve sivil toplum örgütlerini ilgilendiren yasalarda (dernekler, vakıflar, sendikalar yasası vb.) yapılan düzenlemeler toplumun depolitizasyonu ve sivil toplumun yeni kurumsal çerçevesi üzerindeki devlet kontrolünü arttırıcı niteliktedir.
1980-83 arasındaki yoğun depolitizasyon politikasını izleyen ANAP iktidarı döneminde devletin ekonomideki rolünü ve bürokrasiyi azaltmaya yönelik piyasa yönelimli politikalar sonucunda, sivil toplumun toplumsal alandan çok piyasa ekseninde oluşturulmaya çalışıldığı gözlenir.[11] Sözkonusu politikalar bir yandan bireyleşmenin popülerleştirilmesine yol açarken, öne çıkartılan uzlaşmacılık, ılımlılık ve resmiyet dışı söylemiyle ANAP’a sözde sivil toplumcu bir görünüm kazandırmıştır.[12] 1990’larda sivil toplum örgütlenmeleri alanında örgütsüz sivil inisyatif ve girişimlerin yaygınlaştığını, Türkiye için yeni sivil hareketlerin yükselişe geçtiğine tanık olduk. “Barış için bir milyon imza”, “Kocakulak aradan çekil”, “Aydınlık için bir dakika karanlık”, “Oy verdik sonra boş verdik. Boşvermeyin” gibi kampanyalar çerçevesinde gelişen toplumsal hareketlere katılımın geniş çaplı olması eleştirel yurttaşlık bilincinin gelişmesi açısından umut vericiydi. “Epey insan bu hareketlerde seferber olarak sistemin zaaflarını devlet ve siyaset erkanının yüzüne vurdu. Ama sonra ivme düştü, yeni toplumsal hareketler kendi dar alanlarına tıkıldılar ve biraz da sistemin kenar süslerine benzediler.” Çünkü hareketlerin içlerinde taşıdıkları bütünlüklü bir toplum projesi ve siyaset üretememe zaafı[13] ilk baştaki umudu alıp götüren bir faktördü.
Sivil toplum örgütlenmeleri alanındaki görünüme baktığımızda, ortaya çıkan ve kendini sivil toplum kuruluşu olarak tanımlayan kalabalık içinde kendisinden beklenen farklı görüşleri müzakere sürecine sokma işlevini yerine getirebilecek olanların sayısı pek de fazla değildir. Kalabalık örgütlerden dernekler, vakıflar, sendikalar, meslek odaları, işadamı kuruluşları, hattâ bazılarına göre kooperatifler ilk dikkati çekenlerdir. Bu kuruluşlardan sendikaları ekonomik alanda toplu pazarlık amacına yönelik mücade etmeleri, kooperatifleri piyasa koşullarında mal ve hizmet üreten kuruluşlar haline gelmeleri, çeşitli meslek odalarını bir mesleği icra edebilmek için katılımı zorunlu tutmuş olmaları, devlet tarafından yetki verilmiş veya yaratılmış kamu kurumu niteliğinde olmaları nedeniyle sivil toplum kavramı dışında tutmak yararlı olacaktır.[14] Bu türden bir ayıklama diğerlerinin devlet iktidarı üzerinde bir baskı unsuru olmalarına engel değildir. Ne var ki, demokratik sivil toplumun doğası gereği böyle bir ayrım gereklidir. Vakıflar konusunda ise üyelik temelli vakıflar ile işletme gibi çalışan sermaye ve mülkiyet temelli vakıflar arasında ayrım yapmak gerekmektedir. Geriye, kamusal tartışma ortamlarını besleme potansiyeline sahip, örgüt içi katılım ve demokrasi pratiklerini gözleyebileceğimiz örgütler olarak dernekler kalmaktadır. Bu örgütlerde demokratik iç işleyiş ve örgüt içi katılım düzeylerini araştırmak, sivil toplum örgütlerinin kendi iç yapılarının ne ölçüde demokratik olduklarını belirlememize yardımcı olacaktır. Elde edilecek bulgulardan hareketle, mevcut sivil toplum potansiyelimizin, bir başka ifadeyle sosyal sermayemizin (social capital) demokratik kamusal alanların kurulmasına ne derece yardımcı olabileceğini tahmin edebiliriz.
ALAN ARAŞTIRMASININ ÖRNEKLEMİ VE DERNEKLERDE ÖRGÜT İÇİ KATILIM
Konuyla ilgili alan araştırması İzmir metropol alanı içinde kurulu olan dernekler arasından seçilen 178 derneğin 408 üyesiyle, önceden hazırlanan anket formunun yüzyüze görüşülerek doldurulması suretiyle gerçekleştirilmiştir.* Araştırma sırasında iki ayrı anket formu kullanılmıştır. STK (sivil toplum kuruluşu) Bilgi Formu başlığını taşıyan birinci görüşme formu derneğin fiziksel, maddi ve malî portresini, üyelik yapısını ve durumunu, diğer sivil toplum örgütleri, devlet, kamu kuruluşları ve yerel yönetimlerle ilişkilerini, örgüt olarak karşılaştıkları problemleri ve desteğe ihtiyaç duydukları alanları ortaya koymaya yönelik olup, genellikle yöneticileri ya da yetkilileriyle görüşülerek doldurulmuştur. İkinci soru formu ise, gidilen derneklerden edinilen bilgiler doğrultusunda adresi belirlenen dernek üyelerinin adreslerinde yüzyüze görüşülerek doldurulmuştur. Üyelere yönelik anket formunda toplam 60 soru olup, ilk 50 soru tamamen üyenin örgüt içi karar verme süreçlerine katılım derecesini ölçmeye yöneliktir. Diğer sorular ise örgüt içi demokrasi sorunu yaşanıp yaşanmadığına, üyelerin katılmaya ilişkin düşüncelerini ölçmeye yöneliktir. Her dernekten ortalama üç üyeyle görüşme yapılması hedeflenmiş, ne var ki bazı derneklerin ya da üyelerinin ketum davranmaları nedeniyle hedeflenen sayıya tam olarak ulaşılamamıştır.
Belirtilmesi gereken bir diğer nokta, bireylerde örgüt sözcüğüne karşı varolduğuna inanılan önyargı nedeniyle görüşme formlarında sivil toplum örgütü yerine sivil toplum kuruluşu (STK) kelimesinin kullanılmasına özen gösterilmiştir.
Görüşme yapılacak dernekler belirlenirken kuruluş amaçları açısından dengeli bir dağılım yapılmasına dikkat edilmiştir. Eğitim amaçlı dernekler içinde okul koruma dernekleri, dini amaçlı dernekler içinde ise cami yaptırma ve yaşatma dernekleri en büyük oranı oluşturmaktadır. Ancak iki grup dernek de araştırma kapsamı dışında tutulmuştur. Mümkün olduğu kadar örgüt içi katılım ve demokrasi pratiklerinin gözlenebileceği dernekler seçilmeye gayret edilmiştir.
Yukarıdaki dağılımda ekonomik ve mesleki dayanışma amaçlı derneklerin ağırlıkta olması Türkiye ve İzmir geneli ile paralel bir sonuçtur.* İşadamlarının kurdukları dernekler yanında, belirli bir iş kolunda çalışanların kurdukları mesleki dayanışma ve yardımlaşma dernekleri de bu kategoriye dahil edilmiştir.
Üyelerin örgütün kurulması sürecindeki inisiyatifini ortaya koymak için sorulan “STK’nın kurulmasında kim öncü oldu?” sorusuna verilen yanıtlardan, başkan ve yönetim kurulunun (%35.3), üyelerden (%26) biraz daha fazla inisyatif sahibi olduğunu anlıyoruz. Başkan ve yönetim kurulu üyelerinin daha örgütün kuruluşunda ele geçirdikleri inisyatif örgüt kurulduktan sonra da karar alma süreçlerinde devam etmektedir. Üyelere sorulan yürütülecek proje ve faaliyetleri kimin belirlediği sorusuna verilen yanıtlarda başkan ve yönetim kurulunun ağırlığına (%64.7) karşılık, üyelerin belirleyiciliği oldukça düşük (%9.8) düzeydedir (Tablo 2).
Yürütülecek faaliyet ve projelerin belirlenmesi sürecinde başkan ve yönetim kurulundan sonra genel merkez ve genel kurulun etkili olduğunu gözlüyoruz. Aynı durum STK’nın izlediği politikaların ve kuralların değiştirilmesi konusu için de sözkonusudur. Bu noktada genel merkezin başkan ve yönetim kurulundan daha fazla etkili olduğunu, üyelerin etkisinin ise ancak yüzde 10- 13 düzeyinde kaldığını belirtebiliriz.
Örgütün malî işlerinin düzenlenmesi sürecindeki üye katılımı ise daha dramatik boyutlara ulaşmaktadır. Çeşitli faaliyet ve projelerde kullanılacak mali kaynak miktarının bütçelendirilmesinde başkan ve yönetim kurulu ile genel merkezin etkisi yüzde 90’lar düzeyine ulaşırken, üyelerin bu sürece katılımı ancak yüzde 4 civarındadır.
Harcamalara karar verme sürecinde de ilk sırayı genel başkan ve yönetim kurulu (%81.9) üyeleri, ikinci sırayı ise genel merkez (%12.3) almaktadır. Üyelik aidatları gibi üyeyi oldukça yakından ilgilendiren bir konuda dahi başkan ve genel merkezin yüzde 90’lar düzeyindeki belirleyiciliği dikkat çekicidir. Buraya kadar elde edilen veriler ışığında, derneklerde merkeziyetçi bir yönetim yapısının hakim olduğunu, yatay ilişkiler ağı yerine, üyeleri büyük ölçüde dışlayan hiyerarşik karar verme süreçlerinin işlediğini belirtebiliriz. Derneğin kamuoyu önünde temsil edilmesinden, yürütülecek proje ve faaliyetlerin belirlenmesine, harcamalara karar verilmesine dek genel başkan ve yönetim kurulu yönündeki cevaplar profesyonelleşmiş, bürokratik piramit tipi bir yapılanma ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Dernek içinde fikir üretme ve geliştirme potansiyellerini ortaya koymak amacıyla sorulan sorulara verilen yanıtlardan, başkan ve yönetim kurulunun ilk sırada geldiğini, genel merkezin etkisinin azalarak, üyelerin diğer konulara nazaran bu konuda kendilerini biraz daha etkin hissettiklerini görebiliyoruz. Ancak bu etkinlik hissinin derecesi, örgütlerin demokratik yaşam pratiklerinin ve sorun çözümleme kapasitelerinin tam olarak hayata geçirildiği yerler olduğunu söylememize imkân vermemektedir.
Bu görüşümüzü destekleyen bir diğer önemli bulgu, ortaya çıkan sorunlarla başa çıkma konusunda üyelerin kendilerinden çok başkan ve yönetim kurulu üyelerine güvenmeleri. Tablo 6’daki verilerden izlenen sonuçlara göre, herhangi bir sorun, kriz ya da acil durumla karşılaşan örgüt üyeleri, sorunla başa çıkmada kendi sorun çözme kapasitelerini harekete geçirmek yerine, başkan ve yönetim kurulunun alacağı kararlara dayanmayı tercih etmektedirler.
Tablo 7’ye göre, üyelerin yüzde 13’lük bölümü liderlerin ve görevlilerin seçiminde kendi etkilerinin az olduğuna inanmakta, çok geniş ölçüde ve her zaman etkili olduğunu düşünenler ise yaklaşık yüzde 50 civarındadır. Kararlara katılım düzeyi bu kadar düşük olup, üyelerin kendilerini etkin hissetmeleri biraz çelişkili gibi görünmektedir. Benzer şekilde, karar alma süreçlerine katılmadıkları halde, liderlerin kendi fikirlerine büyük ölçüde saygı gösterdikleri kanısını taşımaktadırlar.
Dernek üyelerinin uygulanan faaliyetlerle ilgili kararlar ve faaliyetlerde kullanılacak kaynaklar üzerindeki kontrol yetkilerinin sınırlı kaldığı gözlenmiştir. Üyelerin yüzde 40’ı özellikle mali kaynaklar üzerindeki kontrol yetkilerinin az olduğunu belirtmişlerdir. Kaynak kullanımı ve faaliyetlerle ilgili kararlar üzerindeki kontrol yetkileri oldukça az olan dernek üyeleri, örgütlerinin kamuoyu önündeki temsilini ve faaliyetler hakkındaki sorulara cevap verme yükümlülüğünü de kendi üzerlerinden atarak, bu konudaki yetkileri de genel başkan ve yönetim kurulu üyelerine devretmişlerdir.
Tablo 9’daki veriler üyelerin sorumluluğu üzerlerinden atma ve örgütle ilgili sorumluluk taşımama eğiliminde olduklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kurulması ve katılımı gönüllülüğe dayanan örgütlerde, bir kez katıldıktan sonra sorumluluk ve yetkilerin yönetici organlara tamamen devredilmesini anlamak ve açıklamak mümkün değildir.
Konunun sivil toplum açısından ilginç olan diğer bir boyutu, bu türden bir yapılanmadan üyelerin pek rahatsızlık duymamalarıdır. Görüşme formunda yer alan “sizce üyesi bulunduğunuz STK’nın örgüt içi demokrasi sorunları var mı?” şeklindeki soruya üyelerin yüzde 61.8’i böyle bir sorunlarının olmadıklarını yönünde cevap verirken, ancak yüzde 31.9’u örgüt içi demokrasi diye bir sorunun varlığını kabul etmişlerdir. Örgüt içi demokrasi sorununun varlığını kabul eden 131 üyeden yüzde 56’sı genel olarak katılım sorunu olduğunu vurgularken, yüzde 17’si sorunun karar alma mekanizmasıyla ilgili olduğunu, yüzde 11’i kararların uygulanmasının takibiyle ilgili sorunlar yaşandığını belirtmişlerdir. Diğerleri ise üye kabulu ve yönetimin değiştirilmesiyle ilgili konularda sıkıntılar yaşandığını ifade ediyorlar.
Anket sırasında üyelere katılma ile ilgili bazı önermeler verilerek, katılıp katılmadıklarını belirtmeleri istenmiştir. Dernek üyelerinin en fazla destekledikleri iki önerme saptanmıştır. “Karar verme işinin eğitimli ve bilgili uzmanlar tarafından toplanmış somut bilgiler üzerine oturtulması gerektiği, oysa katılımcı karar verme süreçlerinin akılcı olmadığı, bireysel sorunlar ve önceliklerin belirleyici olduğu” yönündeki önermeye üyelerin yaklaşık üçte birini oluşturan yüzde 28.4’ü kesinlikle katıldığını belirtirken, yüzde 59.8’i buna katılmadığını ifade etmişlerdir. Yüzde 11.8’i önermeye ilişkin düşüncesini belirtmemiştir. “Katılma özü itibariyle seçkinci bir kavramdır, onu sıradan insanların anlaması ve uygulaması zordur” önermesine ise katılımcıların yüzde 22.5’i destek vermiş, yüzde 66.2’si desteklemediğini belirtmiştir. Üyeler tarafından en fazla desteklenen üçüncü önerme ise, “katılma verimsizdir, yönetimde etkinliğin zıddıdır. Bir karar verme süreci mümkün olduğu kadar az insanı içermeli” yönündeki önerme olmuştur. Üyeler bu önermeye yüzde 18.2 oranında destek vermiş, yüzde 72.6’sı desteklememiştir. Önermelere ilişkin veriler üyelerin katılım güdülerinin zayıf olmasıyla paralel olduğu kadar, mevcut örgütlenme ve örgüt içi ilişkilerin işleyiş modelinden beklenen sonuçlardır.
SONUÇ YA DA SONUN BAŞLANGICI
Derneklerdeki örgüt içi katılım ve demokrasi süreçlerini yorumlayabilmek için bir tür kavramsal süzgece ihtiyacımız vardır. Bulguları oturtabileceğimiz, rafine edebileceğimiz yurttaş katılımına ilişkin bir çalışmada, beş farklı katılım düzeyinden bahsedilir. Birinci düzey, ilgililere tek yönlü veri veya bilgi iletme sürecini kapsayan enformasyon düzeyidir. İkinci düzey, hedef kişi veya grupların özelliklerine dikkat etmeyle tanımlanan duyarlılık düzeyidir. Üçüncüsü, enformasyon verilen grupların düşünce ve görüşlerinin alınmasını kapsayan danışma düzeyidir. Dördüncüsü, ilgili taraflarla eşitlik temelinde görüşme ve tartışmaların yapıldığı diyalog kurma düzeyidir. Beşincisi ise, konuşmaların ötesinde herhangi bir mekânın düzenlenmesi, bir ekipmanın (faaliyetin) gerçekleştirilmesi gibi konularda bireylerin doğrudan müdahale imkanının olduğu ortak yönetim düzeyidir[15] Yaptığımız alan araştırmasından elde edilen verilere göre, üyelerin dernek içi katılım düzeylerinin sıklıkla tek yönlü enformasyon iletme düzeyinde kaldığı, nadiren duyarlılık ve dayanışma düzeylerine erişildiği yönündedir. Diyalog kurma ve birlikte-ortak yönetme düzeyi ise henüz ulaşılması zor düzeylerdir.
Dernek üyelerinde karar alma süreçlerine katılım konusunda gözlenen zayıflık, araştırmamız özelinde derneklerin, genelde ise sivil toplum örgütlerinin seçkinci yapısına bağlanabilir. Toplumsal örgütlenme modeli olarak önünde devletin bürokratik-merkeziyetçi yapılanmasından başka bir model bulamayan sivil toplum örgütleri için böylesi bir yapılanmayı taklit etmek kolay bir yol olarak görünmekte ve sıkça tercih edilmektedir. Sivil toplum örgütlerinin demokratikliği kendi doğalarına içkin değildir. Sivil toplum alanını meydana getiren sivil toplum örgütlerinin zamanın farklı noktalarında demokratik projeye destek olabilecekleri kadar, ilgisiz kalabileceklerini ya da düşman olabileceklerini de[16] akılda tutmalıyız. Onu demokratik kılan özellikler kurumsal varlıktan kaynaklanmaz ilişkiler ve etkileşimler sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıkar.
Türkiye’de genelde sivil toplum örgütlerinin, özelde ise derneklerin örgütsel yapıları ve işleyişleriyle ilgili olarak belirtilmesi gereken nokta, sivil toplumun demokratik -veya demokratikleştirici- potansiyeli açısından bir son ya da sonun başlangıcı noktasında bulunduklarıdır. Kendi örgütsel işleyişlerini ve örgüt içi iletişimsel yapılarını demokratikleştirmedikleri sürece, devletin tahakküm ve tasallutundan kaçış noktaları olmaktan çok, her biri birer muhalefetsiz tahakküm odakları olarak işleyeceklerdir. Mevcut yapılanma devam ettiği sürece, sivil toplum alanı alternatif politikalar oluşturan örgütler arenası olmaktan çok, siyasal partiler ya da kamu kurumları içinde ikbal beklentileri zayıflayan politikacıların yönelecekleri yeni toplumsal iktidar platformları olacaklardır.
[1] Benjamin Barber; Güçlü Demokrasi, Çev.Mehmet Beşikçi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995, s.18.
[2] Stuart Hall; “Yeni Zamanların Anlamı”, Der.Stuart Hall, Martin Jaques, Yeni Zamanlar, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995, s.120.
[3] Jürgen Habermas; “Demokrasinin Üç Normatif Modeli”, Der.Seyla Benhabib, Demokrasi ve Farklılık -Siyasal Düzeninin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, WALD Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, 1999, s.37-40.
[4] A.g.m., s.46.
[5] Seyla Benhabib; “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, Der.Seyla Benhabib, Demokrasi ve Farklılık -Siyasal Düzeninin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, WALD Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, 1999, s.105.
[6] Larry Diamnond; “Rethinking Civil Society Toward Democratic Consolidation”, Journal of Democracy, C:5, S:3, Temmuz 1994, s.11.
[7] Gordon White; “Civil Society, Democratization and Development (I): Clearing the Analytical Ground”, Democratization, C:1, S:3, Sonbahar 1994, s.376.
[8] Luis Roniger; “Civil Society, Patronage And Democracy”, International Journal of Comparative Sociology, C:35, S:3-4, 1994, s.210.
[9] White; a.g.m., s.379.
[10] Murat Belge; “Sivil Toplum ve Türkiye”, C.D.T.A., C:7, İletişim Yayınları, İstanbul, 1986, s.1920.
[11] Nilüfer Göle; Mühendisler ve İdeoloji -Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere, Çev.Eli Levi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1986, s.15.
[12] Ali Yaşar Sarıbay; Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.153.
[13] Tanıl Bora; “Sivil Toplum, Sivil İnisiyatifler ve Siyaseti Yeniden Kurmak”, Ağaçkakan, S: 7(32), Güz 1997, s.32.
[14] İlhan Tekeli; “Gelişen ve Saygınlığını Koruyabilen Bir Sivil Toplum Alanının Oluşma Koşulları Üzerine Düşünceler”, Sivil Toplum Kuruluşları ve Etik Sempozyumunda Sunulan Tebliğ, 1-3 Temmuz 1999, İstanbul, s.4-6.
(*) Sözkonusu alan araştırması Ege Üniversitesi Araştırma Fon Saymanlığı tarafından desteklenen “İzmir’de STK’lar ve Katılım” konulu araştırma projesi çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Araştırma sırasında büyük bir gayret ve özveriyle bana yardımcı olan Ege Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü 2. Sınıf öğrencilerine teşekkür etmek istiyorum
(*) Bkz. Aydın Gönel; Önde Gelen STK’lar, Tarih Vakfı, İstanbul, 1998, s.30.
[15] Nuri Bilgin, Melek Göregenli; “Kentsel Katılım ve Çoğulculuk”, Kentte Birlikte Yaşamak Üzerine, WALD, İstanbul, 1996, s.58.
[16] Björn Beckman; “Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar”, Der. Elisabeth Özdalga, Sune Persson, Sivil Toplum Demokrasi ve İslam Dünyası, Çev.Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s.3.
TABLOLAR VAR!