’80’li yıllar Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin hızla çoğaldığı bir dönem oldu; darbe yorgunu pek çok sosyalist de bu sürece aktif olarak katıldılar. Üstelik, solun en azından kaygı alanına dahil olacak olan “yeni toplumsal hareketler” de Türkiye’de bu sürece paralel olarak gelişti. ’90’lı yıllarda ise sivil toplum örgütlerinin kanaatlerinin medya formatlı meşrûiyetin kriterlerinden biri haline geldiğine tanık olduk. Sivil toplum örgütleri siyasal tartışmalarda taraf olmaya, kanaat beyan etmeye ve kamuoyu oluşturmaya, böylece de -en azından görünürde- tartışmanın akıbetini belirlemede söz sahibi olmaya başladılar. Hattâ depremden sonra yaşananlar, kimileri tarafından sivil toplumumuzun gelişkinliğinin, donanımının ve devletten bağımsız davranabilme kapasitesinin işareti olarak yorumlandı.
Bununla beraber, son 15 yılda, toplumsal yaşamımızın medenileştiğini, siyasal yaşama katılımın arttığını, devletin otoriter uygulamalarının sınırlandırıldığını, toplumun devlet karşısında -hak ihlallerinin azalmasıyla ölçülebilecek- nisbi bir korunmaya kavuştuğunu ve elbette siyasetteki askerileşmenin azaldığını kim söyleyebilir? Söylenebilecek tek şey bunların tam tersinin olduğudur. Bu durum, açıklanması gereken bir tezat teşkil ediyor: Sivil toplum örgütlerinin sayıları ve görünürdeki etkinlikleri artarken, Türkiye’nin daha otoriter, daha militarist, daha özcü kimliklerin hükmünü yürüttüğü bir ülke haline gelmesini nasıl açıklayabiliriz?
SİVİL TOPLUMUN DEVLETLE MUTABAKATI
“Sivil toplum” dendiğinde hiç kuşku yok ki, herkes aynı şeyi anlamıyor; zaten kavramın tarihi de farklı yorumlara el verecek bir anlam zenginliği/belirsizliği içeriyor. Fakat Batı siyasî düşünce tarihindeki anlam farklılıklarını bir yana bırakarak, -son derece gevşek bir çerçeve içerisinde- kavramın Batı toplumlarının devletten bağımsız gönüllü kuruluşlarla kendi kendini yönlendirme geleneğine, bu geleneğin kendisine dayandığı piyasa ilişkilerine ve kentsel yaşama has bir değerler silsilesine gönderimde bulunduğu söylenebilir. Kavram, bu bağlamda Türkiye solunun belli kesimleri tarafından siyasî ve ekonomik liberalizmin bir unsuru olduğu gerekçesiyle kategorik olarak reddedilirken, serbest piyasanın ve küreselleşmenin savunucusu olanlar tarafından, tam da Avrupalı olmanın sevincine gark olduğumuz şu günlerin haleti ruhiyesine uygun bir biçimde, medeni dünyayla bütünleşecek doğru düzgün bir ülkenin vazgeçilmez unsurlarından biri olarak benimsenmekte; ve bu nedenle de Batılılaşmanın normlarından biri olarak kabul ve itibar görmektedir. Ne var ki, sözkonusu norm Türkiye siyaseti ile sokulduğu zoraki ilişkide mutasyona uğramıştır ve hâlâ da uğramaktadır. [1]
Sivil toplum denen olgunun, anayurdu olan Batı Avrupa’da ortaya çıkışı ekonomik süreçlerle siyasal eylem arasındaki etkileşimin, yani mülk sahipleriyle egemenler arasındaki ilişkilerden kaynaklanan ekonomik sorunun siyasal soruna tahvil edilmesinin bir sonucudur ve Batı sivil toplum geleneğinin temel bir karakteristiği kendi otonomisini tesis etmede son derece ısrarcı davranmış olmasıdır. Oysa, daha devletin adının “mülk” olduğu Osmanlı’da sultanın iradesinin sınırlanmasıyla sonuçlanabilecek böyle bir sorunun ve dolayısıyla da bir sivil toplumun ortaya çıkmadığı/çıkamayacağı açıktır. Bu durum, modern Türkiye siyasetinin mimarları olarak önce İttihatçıların, daha sonra da Kemalistlerin uğraşmak zorunda kalacakları bir güçlük teşkil edecektir. Gerek İttihatçılar gerekse Kemalistler Batıcı idealleriyle toplum arasındaki boşluğu kapatacak aracı/sivil kuruluşların Türkiye’de gelişmiş olmadığını, bu nedenle de sahip oldukları fikirleri “ellerindeki” toplumsal yapıya uygulamakta zorluklarla yüzyüze olduklarını görmüşler; kendi siyasetleriyle, bu siyasetin nesnesi olarak düşünülen halk arasında -tek yanlı olması istenen- bir geçişi sağlayacak kurumlar, sınıflar ve hukuksal düzenlemeler oluşturma yoluna başvurmuşlardır. Farklı üretici kesimler için kurulan bankalarla, zorunlu meslek örgütleriyle, yerli bir sermaye oluşturmaya yönelik girişimlerle ve nihayet Batı tipi bir medeni kanun ve bir ceza kanunu ile Batı sivil toplumunun devlete direnç göstererek gelişen, bu nedenle de arkasında bir tarih ve bir gelenek taşıyan kurumsal ve hukuksal formlarını devlet marifetiyle tesis etmeyi denemişlerdir.[2]
O halde, Türkiye’de kavramın yaygın kullanımı son 10 yılın bir ürünü olsa da, Batı sivil toplumunun 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “muasır medeniyet”in unsurlarından biri olarak görüldüğü ve kalkınmacı/modernleşmeci yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendi ihtiyaçları doğrultusunda -adını koymaksızın ve ona farklı bir işlev yükleyerek- bizzat böyle bir aracı alan kurmak istediği söylenebilir. Türkiye’de sivil toplumun devlet karşısında bir otonomiye sahip olamamış olması, onun belli başlı hukuksal ve kurumsal formlarının devlet tarafından ve devletin ihtiyaçları doğrultusunda tasarlanmış olmasıyla ilgilidir. Bu durum, sivil toplumun aslî işlevleri arasında yer alan, “sivil”in taleplerini “siyasal”a iletme sürecinin de Türkiye’de tersinden işlemesine neden olmaktadır. Başka bir deyişle, sivil toplumun, toplumun taleplerini devlete değil, devletin taleplerini topluma taşıması istenmiş ve nihayetinde ortaya “sivil” teriminin içerdiği tüm anlamların zıttı ile tarif edilebilecek tuhaf bir “Türk tipi sivil toplum”, bir mutant, çıkmıştır. Bu toplumun “resmiyet”le arası iyidir, en güvendiği ve itibar ettiği kurum “askeriye”dir ve nihayet gündelik yaşamının davranış dili “gayrı medeni”dir.
Sivil toplumun kurucu ögeleri arasında yer alan gönüllü kuruluşların, aracı örgütler olarak, sivil toplumun siyasî taleplerini ifade etmelerini, devletin eylemlerini denetlemelerini ve aynı zamanda devlet karşısında topluma bir korunma sağlamalarını beklemek makûldür.[3] Türkiye’de ise işler böyle yürümemekte, sivilliğinden haklı nedenlerle kuşku duymamız gereken birçok sivil toplum örgütü Türkiye’nin kendi bürokratik/militarist geleneği temelinde hareket etmekte ve toplumun siyasî taleplerini devlete iletmekten ziyade, devletin taleplerini topluma dikte etmeye; devletin eylemlerini denetlemekten ziyade, meşrûlaştırmaya; topluma bir korunma sağlamaktan ziyade, devleti toplumun öteki kesimlerinden korumaya yaramaktadır.
28 Şubat 1997 bu tezatlığın kristalize olduğu bir dönemin başlangıcıdır. 28 Şubat öncesinden başlayan bir teyakkuz hali içerisinde işçi sendikalarından işveren örgütlerine, küçük üreticilerden sanayicilere, önlerine çıkan her fırsatta buldumcuk olup Atatürk’e şükranlarını sunan çağdaş kadınlardan, laikliğin entellektüel teminatı üniversite hocalarına dek, aslında “sivil” denince akla gelmesi gereken hemen hemen herkes MGK önderliğinde topyekûn seferber olmuştu. Türk-İş, DİSK ve TİSK’in oluşturduğu Sivil Dayanışma aynı günlerde Cumhurbaşkanı Demirel’i ziyaret ediyor ve grup adına açıklama yapan sabık işçi önderi Rıdvan Budak, Demirel’le “mutabık olduklarını” söylüyordu. Bu “mutabık olma” durumu mutant sivil toplumumuzun alameti farikası haline gelmiştir. Mutabık olunduğunu duyunca, işin içinde askeriyenin olduğunu, dolayısıyla meselenin millî güvenlik siyaseti kapsamına girdiğini, tartışmaya kapandığını, mutabakat konusuna göre seçilen birkaç sivil toplum örgütünün halkla ilişkiler görevini üstlendiğini ve geçici olarak da olsa “toplumu temsil” yetkisiyle donatıldığını ve nihayet Rousseau’nun genel iradesi gibi monolitik bir milli iradenin tecelli ettiğini, etmediyse de elbet edeceğini anlarız.
Temel maksimi “milli güvenliğin gerekleri” olan bu mutabakatlar, aynı zamanda siyasal tartışmadaki pozisyonların meşrûiyet sınırına da işaret etmekte; temel siyasî meseleler birer milli güvenlik sorunu olarak düşünüldüğünden, milli güvenliğin kurucu ilkeleri ile mutabık olmayan siyasal pozisyonlar gayrı meşrû ilan edilmekte ve siyasal “tartışma”dan dışlanmaktadır. Devlet, böylelikle, hangi referanslarla olursa olsun kendisine mesafeli duran örgüt ve hareketleri, sınırını kendi ilkeleri ile çizdiği siyasal alana etkide bulunmaktan menedebilmektedir. Bunun bir sonucu olarak da, sivilliğin normatif koşulları arasında önde gelen “devletten bağımsız olma” vasfına sadece formel/yasal anlamda değil, ideolojik anlamda da sahip olan örgüt ve hareketler, sivil toplum öğesi olarak kabul edilmek istenmemekte, kuzu postuna bürünmüş kurt muamelesi görmektedirler.
SİVİL TOPLUM VE MUHALEFET
Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde özellikle Polonya deneyimi, bugün sivil toplumu, otoriter devletler tarafından yönetilen ülkelerde demokratikleşmenin taşıyıcısı olarak düşünmek isteyenler için ilham verici bir rol oynadı. Bu bağlamda, Doğu Avrupa’nın yanısıra, Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında (özellikle Mısır’da) ve Latin Amerika’da (özellikle Şili ve Arjantin’deki insan hakları hareketlerine referansla) yeni sivil toplumların doğuşundan söz edilmektedir. Bu çerçevede, sivil toplum, devletten sadece formel olarak bağımsız olmakla kalmayıp, ama özellikle ideolojik olarak ona karşıt olan ve devletin otoriter uygulamalarını sınırlandırıp demokratik kazanımlar elde etmeye çalışan sivil örgütlerin oluşturduğu bir “eylem alanı” olarak görülmekte ve bu bağlamda Türkiye solunun çeşitli çevreleri tarafından şu ya da bu ölçüde benimsenip demokratikleşmenin önde gelen unsurlarından biri olarak düşünülmektedir. Bu süreç devlet mühürlü olmayan siyasetin en son ’80 darbesi ile bastırıldığı bir dönemde ortaya çıkmış, sol muhalefetin azımsanmayacak bir bölümü devletin otoriter uygulamalarına karşı demokratikleşmenin taşıyıcısı olmaları amaçlanan bir dizi örgüt, hareket, inisyatif oluşturmaya yönelmişti.
Bu örgütlenmeler, kelimenin sahih anlamıyla sivil olabildikleri ölçüde toplumla ilişki kuramamış, tabiri caizse “sivil” olmuş ama “toplumsuz” kalmışlardır. (Kaldı ki “şehit aileleri”nin İHD’ye yaptıkları son “ziyaret”, toplumun bu sivil örgütlere karşı zaman zaman da olsa uyanan ilgisinin hayra alamet olmadığını göstermektedir.) Türkiye’de sol muhalefetin içeriğinin oldukça belirsizleştiği ve işin kaçınılmaz olarak “kuyruğu dik tutma” kavgasına, bir tarz ahlâksal dirence döküldüğü bu dönemde sözkonusu sivil örgütler hayatî bir önem taşımakta ve devlete direnç göstermek isteyenlerin enerjilerini akıtabilecekleri gerçek bir adres olarak varolmayı sürdürmektedirler. Ne var ki, bu örgütlerin varlığı ile başka bir şeyin, siyasallığın yokluğu arasında -sorumluluğu asla sözkonusu örgütlerin varlığına yüklenemeyecek- bir ilişki vardır.
Solcuların sivil toplum örgütlerinde muhalefet etmeye başlamasının aslî nedenlerinden biri olan siyasetin zapturapt altında tutulma süreci, ’80 darbesi ile başlamış, ardından Türkiye’nin yeni dünya düzeninin bölgesel ve küresel taleplerine uygun olarak yeniden yapılandırılmasıyla devam etmiş ve nihayet PKK ile savaşta toplumun ve siyasetin militarizasyonu ile pekişip kesifleşmiştir. Halen içinde bulunduğumuz bu karanlık dönemde, örneğin insan hakları ihlâllerinin takibi, belgelenmesi ve elden geldiği ölçüde engellenmesi gibi hayatî meselelerle doğrudan ilgili olan, ama yapısı gereği siyasal eylemin ilke ve amaçlarının kendisinden türetilemeyeceği bir alana ilişkin olarak yürütülen çalışmalar sol siyasetin yerine ikame edilmektedir. Bu, söz konusu çalışmaların, siyasetle ilişkisiz veya siyasal mücadele karşısında ikincil bir önemde olduğu anlamına gelmez (ki özellikle insan hakları mücadelesiyle ilgili olarak bunun aksini iddia edecek lükse sahip olmadığımızı düşünüyorum). Ama, basitçe, bu etkinliklerin sol siyasetten (ve siyasallıktan) farklı olduğu ve onun yerine ikame edilemeyeceği anlamına gelir.
Bu ikameci eğilimin güçlenmesi sonucunda, bazı sol partiler, bizzat sivil toplum örgütü gibi hareket etmekte; sivil taleplerin, verili koşullarda siyasal taleplere göre nispeten daha fazla meşrûiyet kazanma şansına sahip olması da bu eğilimi pekiştirmektedir. Ne var ki, sivil taleplerin meşrûiyetinin sınırı devlet siyasetine eklemlenebilecek biçimde deforme edilebilme kapasitelerine bağlı olduğundan, söz konusu çaba göle maya çalıp, ya tutarsa diye düşünmekten pek farklı değil.
Sonuç olarak, bir yandan toplumsal temsil kabiliyeti devletin icazeti ve medyanın marifetiyle tesis edilen cüsseli sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu mutant, devletçi bir sivil toplumla; diğer yandan ise siyaseten muğlak bir solun toplumsuz ama sivil arayışlarıyla karşı karşıyayız. Batı tipi bir sivil toplumu model alan, AB aday üyeliği ile iştahlanan, “gerektiğinde devleti eleştirmesini de bilen” şık insanların sivil toplumu ise ayrı bir tartışma konusudur. Devletçi cenahla ilgili olarak söylenebilecek pek fazla birşey yok; siyasî muhalefetin sivil toplum terimleriyle düşünülmesi ise solun siyasallık arayışıyla ilgili olarak bir çıkmaza işaret ediyor ve solun sivil toplum muhalefeti ile 15 yıllık flörtünün kollektif bir muhasebesini, siyasallığın yeniden ve siyasal terimlerle düşünülmesini gerektiriyor.
[1] Sivil toplumun, bir kavram ve bir toplumsal fenomen olarak Batı’nın öz-imajının kurulmasında ve yeniden üretiminde oynadığı rol ve elbette sanayileşmiş Batı toplumlarının neo-liberal çerçevede dünyanın geri kalan ezici çoğunluğu ile kurduğu kültürel, siyasal ve ekonomik ilişkilerde ifa ettiği işlev gayet önemli bir tartışma konusudur; ve “rahat nefes almak”la tarif edilebilecek bir “demokratikleşme” adına görmezden gelinemez. Batı sivil toplum anlayışının eleştirisi toplumsal dönüşümü siyasal eyleme referansla düşünen herkes için can alıcı bir önem taşımalıdır. Ancak, sözkonusu tartışma bu yazının konusu dışında kalıyor.
[2] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yay., 1997, s. 31.
[3] F. İbrahim - H. Wedel, Ortadoğu’da Sivil Toplumun Sorunları, İletişim Yay., 1997, s.4.