Global Sivil Toplum mu?

Uluslararası sistem açısından bakıldığında, 20. yüzyılın önemli bir karakteristiği, devletler arası ilişkilerde görülen serpilmeye paralel olarak, çok sayıda global ve bölgesel nitelikli devletler arası örgütün (inter-governmental organization - IGO) ortaya çıkmış olması ise; diğer önemli gelişmesi de, bu alanda “devletsel olmayan”, başka bir deyişle “devlet veya hükümet dışı örgütler”in (non-governmental organization – NGO) kurulmuş ve yaygınlaşmış olmasıdır. Sayıları 2. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda hızla artmış olsa da “devlet veya hükümet dışı örgütler”in, bu yüzyılın son 10-15 yıllık dilimine kadar devletlerin ve devletler arası örgütlerin uluslararası sistemin öznesi olmak bakımından sahip oldukları “tekel”i kırmak bir yana, bunun sorgulanmasına dahi yol açacak bir gücünden ya da etkisinden söz etmek mümkün değildi.

Bu durum, en geç ’90’ların başlarından itibaren kesin olarak değişti. Bir yandan sözkonusu örgütlerin sayısında çarpıcı bir artış ve faaliyetlerinde geniş çaplı bir serpilme yaşanırken; diğer yandan bunların işlevleri ve misyonları etrafında hararetli bir tartışma başladı. NGO’ların hem sayısal hem siyasal işlev açılarından yaşadıkları bu güçlenme, bir “yeni enternasyonal”in temeli olarak değerlendirilmelerine de vesile olmuştur.[1] Örneğin haftalık Alman gazetesi Die Zeit’ın 25.8.1995 tarihli sayısının “hükümet dışı örgütler”e tahsis edilen dosyasının başlığı “Yeni Enternasyonal” şeklindeydi. Dosyada yer alan birçok yazıda “hükümet dışı örgütler” alanındaki gelişime atıf yapılarak bir “uluslararası, uluslarüstü ya da uluslaraşırı sivil toplum”un doğuşu müjdelenmektedir. “Hükümet dışı örgütler”i, oluştuğu veya oluşmakta olduğu varsayılan bu “sivil toplum”un çekirdeği olarak gören ya da “kozmopolit demokrasi”nin dayanakları misyonuyla donatan değerlendirmelere artık sıkça rastlanıyor.[2] Hattâ bazılarına göre, yaşadığımız çağ düpedüz bir “hükümet dışı örgütler çağı”dır.

Peki bu değerlendirmeler gerçeği ne ölçüde yansıtmaktadır? “Hükümet dışı örgütler”, kendilerine biçilen misyonları yerine getirmeye ehil ve muktedir bir “kollektif özne/aktör” olabilirler mi? Bunlar, kolayca yanıtlanabilecek sorular değil kuşkusuz; daha doğrusu, bu sorulara tatmin edici yanıtlar bulabilmek için pek çok kavramı ve faktörü işin içine katan kapsamlı bir inceleme, tahlil ve tartışmaya ihtiyaç vardır.

Her şeyden önce, bu tür örgütler konusunda, yerleşik bir terminoloji, ortak bir tanım, işlev ve etkileri hakkında güvenilir değerlendirmeler yapmaya imkân sağlayacak yeterli ampirik çalışma bulunmadığını belirtelim. Bu durum bile, soruna yaklaşmanın zorluğuna bir gösterge olarak alınabilir. Bu yazının amacı, “hükümet dışı örgütler” olarak adlandırılan oluşumların uluslararası sistemde böylesine önem kazanmasına yol açan gelişmeleri ve dinamikleri ana hatlarıyla tasvir ve tahlil etmektir. “Hükümet dışı örgütler”e yönelik beklentilerin gerçeğe ne ölçüde uygun düştüğü, bu oluşumların uluslararası alanda hangi şartlarla ne gibi roller oynayabilecekleri ve bir bütün olarak “hükümet dışı örgütler” dünyasında karşılaşılan başlıca sorunları, bu yazıdaki saptamalardan hareketle başka bir yazıda ele alınacaktır. Ama önce “terim” ve “tanım” sorununa kısaca da olsa değinmekte yarar vardır.

I- TERİM SORUNU

Baştan beri kendilerinden söz ederken “hükümet dışı örgütler” terimini kullandığım bu oluşumlar, uluslararası yazında, NGO kısaltmasıyla anılırlar. Birçok ülkede ulusal dile tercüme edilmeden aynen kullanılan NGO, İngilizce “non-governmental organization” teriminin kısaltılmasından türetilmiştir. Bu terim Türkçeye genellikle “hükümet dışı örgütler” olarak tercüme ediliyor. Ancak bu kısaltmada yer alan “governmental” sözcüğünün Türkçedeki “hükümet“ sözcüğünden daha geniş bir kapsama işaret ettiği, bu nedenle “hükümet dışı örgütler” teriminin, bu terimle tasvir edilmek istenen olguyu kavrayamadığı, örneğin bu örgütlerin belirleyici özelliği olan “devlet-dışı”lığı yansıtmadığı haklı olarak belirtilmektedir.[3] Aynı sıkıntının İngilizce bakımından da mevcut olduğunu düşünen yazarlar, terimdeki “non-governmental” yerine “non-state” veya “non-state made” nitelemelerinin kullanılmasının daha yerinde olacağını belirtmektedirler.[4] NGO kısaltması, ayrıca “international” kelimesini içermediğinden de eksik bulunmaktadır; oysa devletlerarası örgütleri ifade etmeye yönelik olan IGO (international governmental organizations) teriminde bu kelime bir unsur olarak yer almaktadır. Bu nedenle, NGO yerine INGO kısaltmasının daha açıklayıcı ve kapsayıcı olduğu ileri sürülmüştür.[5] Bütün bu eksikliklerine rağmen, NGO terimi uluslararası yazında yerleşik hale geldiği ve bunun da ötesinde birçok ülkede ulusal dile tercüme edilmeden, aynen kullanıldığı için, en azından uluslararası örgütler sözkonusu olduğunda muhafaza edilmesinde bir sakınca yoktur; bu haliyle de meramı anlatmaktadır, yeter ki bu meram iyi tanımlansın. Ancak hemen belirtelim ki, bu örgütleri adlandırmak için en yaygın kullanılan terim NGO olmakla beraber, hem yazında hem de uygulamada başka terimler de kullanılmaktadır. Örneğin Non-Profit-Organization, Private Organization/Sektor, Voluntary Organization/Sektor, Private Voluntary Organization, Private Foreign Aid, Altruistic Organization vb. gibi.[6] Aslında terimlerdeki çokluk ve karmaşa, salt terminolojik kaygıların bir ürünü değildir. Her bir terim, genellikle bu örgütlere yönelik belli bir ideolojik ve/veya pratik-siyasal bir yaklaşımın ya da hesabın yansıması olarak da değerlendirilebilir.

Türkiye’de ise, devlet-dışı kuruluşları ifade etmek üzere “sivil toplum örgütleri”, “sivil toplum kuruluşları”, “demokratik kitle örgütleri”, “gönüllü örgütler”,[7] “üçüncü sektör”,[8] “yönetim dışı örgütler”[9] gibi terimler kullanılmaktadır. Bu yazıda esas olarak uluslararası örgütler sözkonusu edildiği, her şeye rağmen geniş çevrelerce benimsendiği ve nisbeten nötr nitelik taşıdığı için NGO kısaltması kullanılacak; ancak yeri geldikçe ve daha çok bu tür örgütlerin tümünü kapsayacak bir üst kavram olarak “sivil toplum örgütleri” formülüne de başvurulacaktır.

II- TANIM SORUNU

NGO’lar konusunda üzerinde görüş birliği sağlanan bir kaç husus varsa, bunlardan biri de, NGO’ların tanımı konusunda bir uzlaşmanın mevcut olmadığıdır. BM Ekonomik ve Sosyal Konsey’in tanımına göre, NGO kavramı, devletlerarası bir anlaşma temeline dayanmayan bütün uluslararası örgütleri kapsar. Ancak bu tanım, NGO olgusunun sadece bir yanına, “devlet-dışılık” karakterine, o da yetersiz ve sorunlu bir şekilde vurgu yapmakla birlikte, bu çerçevede anılması hiçbir şekilde düşünülemeyecek başka birçok oluşumu, özellikle de kâr amaçlı birleşmeleri de kapsadığından, haklı itirazlara marûz kalmıştır. Öte yandan, bu tanımdaki “devlet-dışılık” unsuru, münhasıran “devletlerarası anlaşmalara dayalı olmama” ile sınırlandığından, gerçek NGO’lar ile sahte NGO’lar arasındaki ayrımı ortaya koymaktan uzaktır. Başka türlü söylersek; NGO’ları salt hukuksal statülerine göre, yani belli bir devletler arası bir anlaşmayla kurulmuş olup olmadıklarına bakarak tanımlamak, sahte NGO’lar olgusunu gözden kaçırma sonucunu doğurur. Bu nedenle NGO’lar hakkında bir değerlendirme yaparken, bunların faaliyetlerini sürdürdükleri coğrafyanın devleti ile olan siyasal paralelliklerini, bu devletin siyasal hedefleri için propaganda aracı olup olmadıklarını da araştırmak gerekir. Şu halde, bir örgütün NGO olarak nitelenebilmesi için her şeyden önce, “devlet-dışı” bir kuruluş olması gerekir. Devlet-dışı olmak, aynı zamanda ve bilhassa devlet güdümünde ve paralelinde hareket etmemeyi de gerektirir. Hukuksal statüleri itibariyle belli bir devlete bağlı olmamakla beraber, faaliyetleri itibariyle devlet güdümünde veya paralelinde olan örgütler için ise, GONGO (government organized non-governmental organization) veya GRINGO (government run/inspired non-governmental organization) gibi isimler kullanılmaktadır.

Bir örgütün NGO sayılabilmesi için, devlet-dışı olması da yetmez. Şayet bu özellik, NGO tanımının tek ölçütü olarak kabul edilecek olursa, kapitalist özel işletmeleri de, kelimenin dar anlamında devlet-dışı olduklarından, NGO kapsamında görmek gerekecektir. Oysa NGO’ların faaliyetleri, “özel çıkarlar”a değil, “kamusal gerekler”e yöneliktir. NGO ile aynı anlama gelmek üzere “sivil toplum örgütleri” teriminin, “yalnızca bilgiyle teşhis edilen bir kamusal ihtiyacı karşılamak için kurulan kuruluşlar” için kullanılması gerektiği şeklindeki belirlemenin bu açıdan isabetli olduğu söylenebilir.[10] Bu nedenle, NGO’ların ikinci ayırıcı özelliği olarak vurgulanan “kâr amacı gütmeme” karakteri[11] başlıbaşına bir vasıf değil, kamusal ilgi şartının zorunlu bir sonucudur.

BM’nin uygulamalarına bakıldığında, bu ölçütlere veya onların ruhuna sadık kalındığını söylemek zordur. Örneğin “devlet dışı” olma ölçütü, doğrudan devletler tarafından kurdurulan ya da devlet kaynaklarından beslenen örgütlerin görmezden gelinmesiyle epeyce sulandırılmıştır. Yine “kâr amacı gütmeme” ölçütü de, doğrudan iktisadî aktörlere BM’de danışmanlık statüsü tanınmamak suretiyle bir ölçüde ciddiye alınmış gibi görünmesine rağmen, bu aktörlerin çıkarlarını kollamak amacıyla kurulmuş olan örgütlere, örneğin Uluslararası Ticaret Odası’na bu yol açık tutularak göreceli hale getirilmiştir.

Katı bir yorumla ve tutarlı şekilde uygulanmaları halinde bile bu ölçütlerle NGO teriminin türdeş bir kümeyi niteleyecek hale gelmesi yine de mümkün olmaz. Bugün anılan gerekleri yerine getirmekle beraber çevre, kalkınma/gelişme, sağlık, nüfus planlaması, insan hakları, kadın, eğitim, sosyal yardımlaşma, barış gibi birbirinden farklı alanlarda faaliyet gösteren onbinlerce örgütün varlığından söz edilmektedir. BM, 1995 yılında bu sayının en az ellibin civarında olduğunu tahmin etmekteydi.[12] Bu durum, NGO’lar hakkında ve konusunda genellemeler yaparken temkinli davranmayı zorunlu kılmaktadır.

III- NGO’LARIN ULUSLARARASI SİSTEME GİRİŞİ

BM örgütünün kurulması ve bu örgütle kurulan ilişkiler, NGO’ların uluslararası alanda boy göstermesi bakımından önemli bir aşamayı işaretler. NGO’ların varlığı ve sınırlı da olsa ağırlığı, daha BM’nin kuruluş aşamasında hissediliyordu. Bir yandan, bu dönemde faaliyet gösteren NGO’lar, devletlerin anlaşmasına dayanan devletlerüstü bir örgütün, uluslararası barış açısından gerekli ve yararlı olacağı görüşünü yayarlarken; diğer yandan NGO’ların bu örgüt içerisinde sahip olacakları konum ve işlevler sorunu, adı BM olacak bu örgütün kurulmasında başı çeken devletler arasında önemli tartışma konularından birini oluşturmuştur. Sovyet yazarlara göre, BM’nin kuruluş konferansından önce, “Anti-Hitler Koalisyonu”nu oluşturan 26 devletin bir “BM Deklarasyonu” imzaladıkları 1 Ocak 1942 Washington müzakerelerinde ve daha sonra BM Anlaşması tasarısının ele alındığı 21 Ağustos - 29 Ekim 1944 tarihleri arasında Dumbarton Oaks’ta yapılan toplantılarda bu konu görüşülmüştür.[13] Buna karşılık Batılı yazarlar, konunun bu takdim şekline karşı çıkmakta ve NGO’ların bir “genel uluslararası örgüt” ile ilişkileri sorununun tartışılmadığını ileri sürmektedirler. Sonucunda BM Anlaşması’nın 26 haziran 1945’te imzalandığı San Fransisko Konferansı’nda sorun yeniden gündeme gelmiş ve uzun tartışmalardan sonra orta yolcu bir çözüm olarak 71. madde üzerinde anlaşma sağlanmıştır.[14] BM Anlaşması’nın bu maddesine göre, “Ekonomik ve Sosyal Konsey, kendi yetki alanındaki konularla ilgili hükümet dışı örgütlere danışmak üzere uygun düzenlemeler yapabilir. Uluslararası örgütlerle ve gereğinde ilgili Birleşmiş Milletler üyesine danışıldıktan sonra ulusal örgütlerle de bu tür düzenlemelere gidebilir”. Bu madde, BM ile NGO’lar arasındaki resmî ilişkinin, danışmanlıkla sınırlı olsa bile, temeli durumundadır. Gerçi bu düzenleme, NGO’ların BM sistemine doğrudan katılımını ve Genel Kurul ile Güvenlik Konseyi gibi diğer temel organlarla ilişkisini peşinen devre dışı bıraktığı için eleştirilere neden olmuştu; fakat o dönem için, NGO’lara yönelik muhalefet de gözönünde bulundurulduğunda, uzlaşmaya dayalı olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

71. maddenin hayata geçirilişi ve Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKSOK) ile NGO’lar arasındaki ilişkinin somut biçimlenişi, EKSOK’un bir dizi kararıyla olmuştur. Bunlardan en önemlisi 23.5.1968 tarihli 1296 (XLIV) sayılı karardır. Bu kararda, NGO’ların tanımı dahil BM için bugün de geçerliğini koruyan birtakım belirlemeler yer almaktadır. Bu karara göre, “devletlerarası anlaşmayla kurulmamış olan bütün uluslararası örgütler hükümet dışı örgüt olarak kabul edilir”. Bu son derece genel tanım, diğer şartları içeren bir katalogla somutlaştırılmaya çalışılmış. Bunlar, NGO’ların EKOSOK nezdinde danışmanlık statüsü elde edebilmeleri için gerçekleştirmeleri gereken şartlardır. Buna göre, ilk şart, sözkonusu örgütün EKOSOK’un yetki alanına giren işlerle uğraşması ve BM Anlaşmasının ruhuyla uyumlu amaç ve ilkelere sahip olmasıdır. Ayrıca, örgütün temsili karakter taşıması ve uluslararası alanda tanınmış olması gerekiyor. Bunun dışında, demokratik yoldan kabul edilmiş bir tüzüğe sahip olması, uluslararası alanda faaliyet göstermeye elverişli yapıda olması ve malî kaynaklarını açıkça göstermesi gerekiyor.

NGO’lara danışmanlık statüsü verilmesi konusunda yetkili organ, 1946’da EKOSOK’un bir yan organı olarak kurulmuş olan ‘NGO Kurulu’dur. Bu Kurul’un, NGO’lara karşı tutumu hiç de dostane olmamış, çoğu zaman NGO’ların faaliyetlerini engelleme çabası içinde bulunmuştur. Özel olarak bu Kurul’un genelde de BM’nin NGO’lara yaklaşımı hep gönülsüz tanıma ile belli sınırlara hapsetme arasında gidip gelmiş ve NGO’lar niteliği itibariyle devletlerin “mahfuz alanı” olarak görülen faaliyetlerin dışında tutulmuşlardır. NGO’ların katılım talepleri karşısında BM’in hemen tüm cevap yazılarında mealen şu cümle neredeyse her zaman yer almıştır: “Çalışma grubunun faaliyetlerinin devletlerarası nitelik taşıması nedeniyle, NGO’ların bu grubun çalışmalarına katılmaları caiz değildir.” Rio Konferansı ile birlikte bu tutumda temkinli fakat kayda değer bir değişim yaşanmıştır.

BM tarafından 1992’de Rio de Janerio’da düzenlenen Çevre ve Kalkınma Konferansı, NGO’ların BM sisteminde daha etkili bir konum elde etmeleri bakımından dönüm noktası sayılır. Hatta Rio Konferansının, NGO’ların uluslararası siyasetin aktörleri olarak tanınması sonucunu doğurduğu bile iddia edilmektedir.

Konferans için akredite olan grup ve örgütlerin sayısı 1420’yi bulmuştu. Konferans’ın EKOSOK’ta danışmanlık statüsüne sahip olmayan NGO’lara da açılmasını sağlayan önemli faktörlerden biri, akredite yetkisinin NGO Kurulu’na değil, NGO’lara karşı daha liberal bir tutuma sahip olan Konferans Sekreteryasına verilmiş olmasıdır. Gerçi NGO’ların yoğun katılımı, Konferans sonuçlarının zayıf kalmasını engelleyemedi; ama hükümet temsilcileri tarafından karara bağlanan Çevre ve Kalkınma İçin Global Eylem Planı Gündem 21’in dokuz ayrı bölümünde “önemli toplumsal grupların” (major groups) güçlendirilmesi meselesinin ele alınmış olması, doğrudan NGO’ların etkilerine bağlanmaktadır. Örneğin Gündem 21’in NGO’lara ayrılan bölümünde şöyle bir madde yer almaktadır: “Hükümet dışı örgütlerin toplumsal muhataplar olmak bakımından oynadıkları rolün güçlenmesi karşısında, BM Örgütü ve hükümetler, hükümet dışı örgütlerle istişare içinde, bu örgütlerin siyasal karar alma ve kararları hayata geçirmeyle ilgili bütün düzlemlere dahil edilmelerini amaçlayan usûl ve mekanizmaları gözden geçirmeye yönelik bir süreci harekete geçirmelidirler.” Bugüne kadar bu sözler pratikte basit bir niyet beyanından öte ciddi bir sonuç doğurmamış olsalar bile, hükümetlerin NGO’ları siyasal karar alma sürecine dahil etmekten söz etmiş olmaları bile başlıbaşına önemli bir gelişmedir.

Rio Konferansında ortaya çıkan bu eğilim, izleyen yıllarda düzenlenen diğer “Dünya Konferansları”nda da uygulama buldu. NGO’ların kalabalık şekilde katıldıkları ve yoğun faaliyet gösterdikleri Konferanslardan biri de, 1993’te Viyana’da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları Konferansı olmuştur. Örneğin 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kaleme alınması çalışmalarına katılan insan hakları örgütlerinin sayısı onbeş iken; 1968’de Tahran’da düzenlenen Birinci Dünya İnsan Hakları Konferansı’na 150 örgüt katılmıştı. Bu sayı, Viyana Konferansı’nda 1.500’ü bulmuştu. Benzer gelişmeleri diğer “Dünya Konferansları”nda da saptamak mümkündür.[15]

BM örgütü bünyesinde bu gelişme eğiliminin ilk önemli uygulaması Mayıs 1993’te kurulan Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonunda yaşandı. Çok sayıda örgüt, bürokratik engeller labirentinde yılgınlık yaşamadan Komisyonun çalışmalarına katılma imkanı buldu. Açılan bu kapı, başka komisyon ve kurulların oturumlarına katılma yolunu de beraberinde getirdi. Bu gelişme, bir başka önemli sonuç da yarattı: O zamana kadar çoğunlukla siyasal açıdan “ılımlı”, daha doğrusu apolitik büyük uluslararası örgütler danışmanlık statüsü elde edebilmişlerken, bu değişimle, çevre ve kalkınma alanlarında faaliyet gösteren, devlete karşı eleştirel ve tabana yakın çok sayıda ulusal örgüt BM çalışmalarına dahil olma imkanı buldu. Bu gelişmenin, belli çevrelerin tepkisi ve hatta engellemesiyle karşılaşmaması şaşırtıcı olurdu. Nitekim, başta NGO Kurulu olmak üzere, birçok devlet ve EKOSOK’ta danışmanlık statüsüne sahip yerleşik büyük örgütler, eski imtiyazlı konumlarını kaybetme ihtimalinin telaşıyla, bu durumu “talihsiz bir emsal” olarak değerlendirerek, eski katı kurallara bağlılığın devamını talep ettiler.

BM bünyesinde ve onunla ilişkiler çerçevesinde yaşanan bu gelişme, NGO’ların uluslararası sistemde kazandıkları konumun bir nedeni olarak değil de, başka kaynaklardan beslenen dinamiklerin bir sonucu ve tescili olarak okunmalıdır.

V- YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER VE NGO’LAR

Bu dinamiklerin başında 60’lı yılların protesto ruhunun ve bundan türeyen “yeni toplumsal hareketler”in geldiği genellikle kabul edilir. Bununla beraber, toplumsal hareketlerin gelişiminin, bir kesintiler tarihi olarak değil, kesintisiz bir etki-tepki süreci olarak görülmesi gerektiği noktasından hareketle, NGO’ların köklerini çok daha eski tarihlere uzatmak mümkündür. Örneğin Kettner’e göre, bugünkü uluslararası sivil toplum örgütlerinin tarihsel ataları; 19. yüzyılda sendikal hareket, 20. yüzyılın ilk yetmiş yıllık diliminde “klasik” yurttaş hareketleri, yetmişlerden itibaren de “yeni toplumsal hareketler”dir.[16] Biraz zorlamayla çok daha gerilere de gidilebilir. Ancak böyle bir yöntem, bugünkü gelişimin sıcak kaynaklarını ve doğrudan dinamiklerini gözden kaçırma riskini de içerdiğinden pek kullanışlı sayılmaz. Sıcak kaynaklar ve doğrudan dinamikleri bulabilmek için 60’lı yıllara bakmak daha doğrudur. Gerçekten de genel olarak sivil toplum kavramı ile sivil toplum örgütlerinin gündeme yerleşmesi, “68’den itibaren Batı toplumlarına damgasını vuran yeni toplumsal hareketler”le doğrudan bağlantı içindedir.[17] Bu nedenle, hem ulusal hem de uluslararası alanda sivil toplum örgütlerinin güçlenme sürecinin başlangıcını 1968 olarak kaydetmekte bir yanlışlık yoktur.[18] Aşağıda görüleceği gibi, ’68 protestosunun ve yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasında belirleyici rol oynayan “kriz”, aynı zamanda yeni boyutlar kazanarak NGO’lar alanındaki gelişmeleri de etkileyen başlıca faktörler arasında yer almıştır.

“Yeni toplumsal hareketler” ile NGO’lar arasında bu tür bir ilişki olduğunu söylemek, bugün ulusal ya da uluslararası zeminde faaliyet yürüten NGO’ların tümünün “yeni toplumsal hareketler”in doğrudan ürünü ya da devamı olduğu anlamına gelmiyor. Gerçi NGO’lar dünyasına damgasını vuran, hatta bizzat NGO teriminin ve kavramının itibar kazanmasında belirleyici paya sahip olan çevre, insan hakları, kadın, barış, kalkınma/gelişme gibi alanlarda faaliyet gösteren örgütlerin büyük çoğunluğu, hem sorunlara yaklaşım şekilleri hem de faaliyet tarzları açısından “yeni toplumsal hareketler”in doğrudan mirasçısı sayılırlar.[19] Hattâ bunların bir bölümünü, “yeni toplumsal hareketler”in profesyonelleşmiş kesimi olarak tanımlayanlar bile var.[20] Ancak bütün bu örgütlerin dışında, “geleneksel” diye nitelenebilecek, uluslararası alana ’70’lerden çok önce çıkmaya başlamış geniş bir NGO’lar kümesi vardır ki, bunlarla “yeni toplumsal hareketler” arasında herhangi bir ilgi kurmak sözkonusu olamaz. Bu tür NGO’ların başında dinsel yardım kuruluşları, siyasal vakıflar, dayanışma ve sosyal yardım örgütleri, belli bilim kurumları, çeşitli çıkar gruplarını temsil eden loby örgütlenmeleri vb. gelir.

“Yeni toplumsal hareketler”, NGO’ların gelişmesinde önemli bir çıkış noktası oluşturmasına rağmen, bu örgütlerin uluslararası alandaki rolleri ’90’lara kadar “marjinal” ölçüyü aşamamıştır. NGO’ları uluslararası sistem ve siyasetle ilgili tartışmaların merkezine sokan gelişmeler, esas itibariyle son onbeş yılda yaşanmıştır. Bu dönüşümün daha önce değil de, ’80’li yılların ortalarından başlayarak ’90’lı yıllarda yoğunlaşması, konunun “globalleşme” kavramından ve sürecinden bağımsız ele alınamayacağını gösterir.

VI- GLOBALLEŞME VE NGO’LAR

NGO’ların globalleşme sürecinin neresinde durduklarını tartışabilmek için, bu sürecin belli başlı özelliklerine göz atmak gerekir. Burada göze çarpan ilk husus, globalleşme ile NGO’lar arasında karşılıklı bir etkileşimin, bir tür diyalektik ilişkinin varlığıdır. Globalleşme sürecinde rol oynayan faktörlerden bazıları, NGO’ların uluslararasılaşmasını doğrudan teşvik etmiştir. Tersi şekilde, NGO’ların uluslararasılaşması da, globalleşme sürecinin bazı boyutlarına etki etmektedir. Şimdi bu bağlantıyı biraz daha açalım:

İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulamaya sokulan kapitalizmin Fordist modelinin ’70’li yıllarda içine düştüğü global bunalım ile başlayıp, 1980’lerin ilk yarısından itibaren ana eğilimleri belirginleşen ve 1990’larda iyiden iyiye görünür hale gelen süreci tanımlamak için kullanılan globalleşme kavramı, bir yandan bir burjuva ideolojisi olarak işlev görürken, diğer yandan belli nesnel gerçeklere işaret etmektedir. Kapitalizmin nihai zaferinin gerçekleştiği, tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiği temel tezine dayanan globalleşme ideolojisi, sözü edilen nesnel gerçekleri de kullanarak etkisini yaygınlaştırmaya çalışmakta ve bunda belli ölçülerde başarılı da olmaktadır. Meşrûluğunu, demokrasi ve insan hakları retoriği ile etik bir temele oturtmayı hedefleyen globalleşme ideolojisinin beslendiği nesnel gerçekler; sermaye ve üretimin giderek büyüyen ve tüm dünyayı içine alan genişleme hareketi, kapitalist ilişkilerin bir ahtapot gibi ‘globus’un bütün köşelerini sarması, çok-uluslulaşan firmaların endüstriyel ve finansal faaliyetlerini küresel plana yaymaları, iletişim ve ulaştırma teknolojilerinde meydana gelen olağanüstü gelişmeler vb. olarak özetlenebilir.

Globalleşmenin merkezinde, ekonomik ilişkilerin/süreçlerin uluslararasılaşmasında yaşanan olağanüstü hızlanma yer alır. Bu durum, ulusal sınırları aşan toplumsal, siyasal ve ekolojik sorunların da çoğalması sonucunu doğurmuştur. Başka bir deyişle, sermayenin uluslararasılaşmasının bu yeni biçimi ve buna eşlik eden teknolojik ve siyasal gelişmeler; işsizlik, yoksulluk, çevrenin tahribi, mafyalaşma gibi sorunların da münhasıran ulusal sınırlar içinde ele alınmasını imkânsız hale getirmiştir. Büyük ulus-devletler (“zenginler kulübü”), çokuluslu şirketler ile IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası, daha doğrusu devletlerarası kuruluşlar, globalleşme sürecini sermayenin çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye ve düzenlemeye çalışırlarken; bu sürece - genel bir ifadeyle - “insanï” amaçlar için müdahale edebilecek aktörler konusunda ciddi bir belirsizlik mevcuttur. İşte bu durum, bu sürecin tehdit edici sonuçlarına karşı koyabilecek ve biçimlenmesine belirtilen yönde aktif olarak katılabilecek aktörlerin ve bunu sağlayacak eylem imkânlarının araştırılmasını ve aranmasını da globalleşme tartışmalarının önemli konularından biri haline getirdi. Karmaşık bir faktörler demeti, bu arayışta NGO’ların öne çıkmasına yol açmıştır.[21]

Bu faktörlerin bir kısmı, doğrudan NGO’ların kendi özelliklerine; bir kısmı da globalleşme sürecinin nesnel sonuçlarına bağlanmaktadır. Ancak ayrıntılarına biraz sonra değineceğim bu faktörler, siyasal sistemle bağlantılı bir başka olgu olmasaydı, çok muhtemeldir ki, NGO’ların başlıca aktörler olarak öne çıkmaları sonucu doğuramazdı. Bu olgu da, alternatiflerin azlığı ya da zayıflığıdır. NGO’ları bir tür umut taşıyıcısı rolüne sokan asıl olgu budur.

NGO’lar giderek karmaşıklaşan sorunlar karşısında, belli bir sorun alanını öne çıkararak, somut çözümlere ya da sonuçlara ulaşmayı yakın bir ihtimal haline getirirler. Esasen insanların değişik somut ihtiyaçlarını kamusal ilginin ve/veya mücadelenin konusu haline getirmek bu tür yapıların varlık nedenidir. Genel olarak sivil toplum örgütleri, belli özgül bir toplumsal temelde, hitap veya temsil edilen grubun toplumsal bilincini, yani “kendi küçük dünyasını kurma” duygusunu güçlendirmekten güç alırlar. Bu özelliklerinin bir sonucu olarak sözkonusu örgütler, uğraş alanlarına giren sorunlarda ilgili insanları büyük bir hız ve angajmanla harekete geçirme imkânı bulurlar. Bu da, NGO’ları cazip birer aktör haline getirir.

Ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmelerin yarattığı yeni imkânları yoğun bir şekilde ve ustaca kullanan NGO’lar, bu yolla bilinçlendirme ve harekete geçirme kabiliyetlerini daha da artırmışlardır. Bugün bilgisayara dayalı elektronik haber ve bilgi akışını ucuz bir şekilde sağlayan öncü kuruluşlar durumuna gelen NGO’lar, dünyanın herhangi bir ülkesindeki veya bölgesindeki bir sorunu, hızla dünya kamuoyuna aktarma ve gerektiğinde kampanyalar başlatma gücüne sahiptirler. Özellikle çeşitli ülkelerdeki NGO’lar arasında kurulan iletişim ağları, bu konuda önemli imkânlar sumaktadır.

Belli bir alanda uzmanlaşma, kaynakları kıt ve elemanları sınırlı örgütlerin bile şaşırtıcı başarılar elde etmelerini sağlar. Bunun tipik örneği, Dünya Bankasının büyük projelerini takip altına alan NGO’ların faaliyetleridir.

Dışsal etkenlerle birleşmedikçe bilgi, motivasyon, angajman vb. konularda sahip oldukları bu avantajlar, genel olarak sivil toplum örgütlerinin, özel olarak da uluslararası NGO’ların önem ve itibar kazanmalarını, tek başına açıklamaya yeterli olmazdı herhalde. Dışsal etkenlerin başında da, hem ulusal hem de uluslararası düzlemde yaşanan “siyasal kriz” gelir. Özellikle Batı tipi parlamenter demokrasilerde ’70’lerden beri gündemde olan bu “kriz”, geleneksel siyasal kurumların toplumsal sorunlara ve taleplere tepki verme yeteneklerini giderek daha çok yitirmeleri ve klasik siyasal aktörlerin aracılık ve temsil işlevinden uzaklaşmaları olarak özetlenebilir.[22] Başka bir deyişle, parlamenter demokratik sistemleri içten içe kemiren bu kriz, yerleşik siyasal kurumların çözüm üretme kabiliyetini, başta siyasal partiler olmak üzere geleneksel siyasal aktörlerin toplum ile devlet arasında aracılık yapma işlevini ve temsil gücünü giderek yitirmeleri şeklinde yansıma bulmaktadır. Bunların birer neden mi, yoksa daha derinde yatan başka nedenlerin su yüzüne vuran sonuçları mı olduğu kuşkusuz üzerinde önemle durulması gereken bir meseledir; ama burada tartışmanın ayrıntılarına girmek mümkün değildir.[23]

Burada üzerinde durmak istediğim husus, siyaset bilimi yazınında genellikle “siyasetten soğuma/uzaklaşma” olarak kavramsallaştırılan krizin, daha doğrusu krizin sonuçlarının, yerleşik siyasal aktörler alanında bir “boşluk” yarattığıdır. Aslında bu kavramsallaştırma, gerçeği olduğu gibi yansıtmaktan uzaktır. Çünkü, “siyasetten soğuma/uzaklaşma” kavramının tartışma gündemine girdiği ’70’li yıllarda da, bugün de sözkonusu olan şey, genel bir siyasal ilgisizlik değil, yerleşik siyasal kurumlardan yüz çevirmedir. Örneğin 1970’lerde alternatif aktörler olarak siyasal alana akın eden “yeni toplumsal hareketler”, yerleşik siyasal düzende “siyaset dışı” sayılan birçok sorun alanını toplumsal mücadele konusu haline getirmek ve geniş kitleleri bu doğrultuda seferber etmekle, hem siyasetin alanını genişletmiş, hem de siyasal katılımı yaygınlaştırmışlardı.[24] Bu açıdan bakıldığında, siyasetten soğumak bir yana, tam tersine daha yaygın ve derin bir siyasallaşmadan söz etmek gerekir. Bu saptama, sadece ’70’li yıllar için değil bugün için de geçerlidir.[25]

Ancak ortada yine de bir kriz vardır; ama bu kriz demokrasi fikrinin değil, geleneksel parlamenter sistemin ve onun taşıyıcı aktörlerinin krizidir. Sonuçta bu kriz, farklı kesimleri farklı saiklerle yeni çözümler aramaya yöneltmiştir. Hem sistemin hem de sistemden yakınanların krizi aşma gayretleri, katılım kanallarını genişletme ve yeni aktörleri siyasal alana sokma noktasında buluşmuştur. Gerçi Batı’da, başta Almanya olmak üzere devletlerin çoğu, önceleri yeni toplumsal hareketlere sıcak bakmamışlar, onları bir şekilde siyasal sistemden dışlama çabasına girmişlerdi. Ancak hem bu hareketlerin yaygın bir desteğe mazhar olmaları, hem de meşruiyet sorununu bir şekilde çözme kaygısı, bir süre sonra sistemin direnişten vazgeçmesine ve engelleme politikasından uzaklaşmasına neden olmuştur. Toplumsal talepleri sistem içine çekip massetme, siyasal alanın toplumsal tabandan kopuk olmadığını kanıtlama ve böylece bir hayli zayıflamış görünen toplumsal temelleri mümkün ölçüde tahkim etme hesapları, sistemin tepkisinin bu şekilde tezahür etmesini sağlamıştır. ’80’lerde belirginleşen bu stratejinin günümüzdeki uzantısı, sivil toplum örgütlerine sisteme “payanda” olmak suretiyle meşruiyet krizinin aşılmasına yardımcı olacak yeni aktörler rolünün biçilmesi şeklinde somutlaşmaktadır.[26]

Yeni toplumsal hareketlerin ve sivil toplum örgütlerinin yükselişini, münhasıran veya büyük ölçüde sistemden gelen işlevselleştirme ve araçsallaştırma manevralarına bağlamak, hem gerçeği yansıtmayan bir açıklama hem de esaslı bir haksızlık olur. Parlamenter demokrasinin krizine toplumun değişik kesimlerinin tepkisi, sistemin hantal ve çözüm yerine yozlaşma üreten mekanizmaları ile modernleşmenin yarattığı çok çeşitli sorunlar karşısında aciz kalan sınırlı refleksli ve dar ufuklu aktörlerini yegane veya başlıca adres olarak görmekten uzaklaşma şeklinde olmuştur. Toplumsal talepleri başka kanallardan ve farklı yapılarla kamusal alana taşıma, mevcut karar süreçlerini bu taleplerin doyurulması ve onları doğuran sorunların çözümü yönünde etkileme ve/veya karar alma mekanizmalarını yayma eğilimi ile paralel giden bu uzaklaşma, önce yeni toplumsal hareketlere, şimdilerde de (birinin diğerini dışlaması sözkonusu olmaksızın) daha çok sivil toplum örgütlerine ilgiyi yoğunlaştıran en önemli nedenlerden birini oluşturmaktadır.

“Globalleşme” kavramının bileşenleri olarak ortaya çıkan bazı nesnel ve ideolojik faktörler, yukarıda tartışılan krizin daha geniş alanlara yayılmasına ve derinleşmesine yol açmıştır. Bundan önce parlamenter demokrasinin krizi ile açıklanan tezahürler, bir süredir artık genel olarak ulus-devlet eksenli düzenleme sistemlerinin krizi halini almıştır. Bu gelişme, globalleşme şartlarında “ulus-devletler”in durumu etrafında yürüyen daha genel bir tartışmanın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Globalleşme ile ulus-devletin varlığı ve işlevleri arasındaki ilişki meselesinin, ulus-devletlerin ortadan kalkması – kalkmaması gibi kolaycı genellemelere sıkıştırılamayacak denli karmaşık olduğunu unutmadan, konuyu sözkonusu gelişme bağlamında biraz daha açmak gerekir.

Globalleşme süreci, neo-liberalizm denen ideolojinin dünya çapında dayatılmasıyla birlikte işliyor. Bu dayatmanın somut görünümlerinin başında, ulusal siyasetin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi merkezi siyasal alanlardan çekilmesi sonucunu doğuran özelleştirme uygulamaları gelmektedir. Ulusal siyasal kurumların ve aktörlerin hareket alanını önemli ölçüde budayan bir başka gelişme de, uluslararası sermayeye optimal değerleme şartlarının sunulması konusundaki baskının, bugün ulus-devlet eksenli siyasetin belirleyici sabit noktası haline gelmiş olmasıdır. Teknolojinin kullanımından istihdam politikasına, toplumsal politikadan kültür politikasına bütün devletsel faaliyetler bu baskıya tabi durumdadırlar. Global finans piyasaları ve çokuluslu şirketler, kanunlarını ve reçetelerini bütün dünyaya dayatma gücüne erişmiştir. Bu çerçevede “ulus-devletler, ... siyasal olarak kontrol etme umutlarını daha çok yitirdikleri kuvvetlerin icra kurumları ve tam yetkili temsilcilerine dönüşüyorlar”.[27] Bu durumda ulus-devletlerin siyasal organları ve kurumları, artık sahici anlamda “karar” değil, bir tür “icra” mekanizmaları haline gelmektedir. Sistem içi siyasi partilerin alternatif gibi görünen programları da, daha çok dünya pazarına eklemlenmenin ve başka yerlerde kotarılan kararları yerine getirmenin değişik imkânları etrafında dolanmaktadır. Böylece seçenekler giderek azalmakta, partiler arasındaki farklılıklar da silikleşmektedir.

Öte yandan bu gelişmelerle birlikte, daha önce belirgin bir çerçeveye oturtulabilen devletin ülke, iktidar, halk gibi unsurları, haklar ile yetkilerin paylaşım şekli ve kararlara katılmaya ilişkin kurallar iyice belirsiz hale gelmektedir. Biçimsel-demokratik usuller, karar alma yetkisine sahip olanlar ile bu kararların muhatabı durumunda olanlar arasında mekânsal (territorial) bir ortaklık bulunmasını gerektirir. Çünkü ancak bu yolla muhataplar, sahip oldukları belli demokratik hakların da yardımıyla karar mekanizmaları üzerinde denetim icra edebilirler. Bu nedenle, kararlar ile bunların denetimi arasındaki mekânsal (territorial) örtüşme, klasik demokratik sistemlerin işleyişinde vazgeçilemeyecek bir şarttır. Ulus-devlet mekânı, bu örtüşmeyi, yani sorumluluk, hesap verme, meşruiyet ve temsil mekanizmalarının kurumsallaşmasını mümkün kıldığı için, aynı zamanda biçimsel demokratik usullerin uygulanabilirliği bakımından da büyük önem taşımaktadır. Globalleşme sürecinde, bu örtüşme sürekli aşındığından, biçimsel-demokratik mekanizmalar asli işlevlerini göremez duruma düşmektedirler. Bu açıdan bakıldığında globalleşme, kararların siyasal sorumluluktan bağımsızlaşması ve artık bir “seçmen halk”a hesap vermek zorunda olmayan özel güçlere devredilmesi anlamına geliyor. Bu “tanzim edilmemiş güçler”, meşruiyet ve denetimleri bakımından biçimsel-demokratik sürecin bir rol oynamadığı global siyasal otorite kimliğine bürünmüştür. Bu güçlerin dikkate almak zorunda oldukları şey, tüketicilere cazip seçenekler, hisse senedi sahiplerine de kâr takdim etmek; yani iktisadî mekânın oyun kurallarına uymaktır. Böylece mekânsal örtüşmenin yitmesinin yanında, iktisadî aklın belirleyici duruma gelmesinin bir sonucu olarak, demokratiklik ilkesi de yerini iktisadî ilkeye bırakır. Bu sistemde, insanların yaşamlarını etkileyen önemli kararlar, siyasal pazarlık ve uzlaşma arayışlarını mümkün kılma esasına dayanan kurumsal çerçevede değil, çokuluslu şirketlerin idare merkezlerinde ve global finans piyasalarının elektronik ağlarında kotarılırlar.[28]

Bütün bu gelişmeler, genel olarak sivil toplum örgütlerinin, özel olarak da uluslararası NGO’ların rolü açısından değerlendirildiğinde, şu saptamalar yapılabilir:

Sadece ulus-devlet bünyesindeki belli kurumların değil, bir bütün olarak ulus-devletin yönlendirme, düzenleme ve sorun çözme yeteneğinin önemli ölçüde aşınması, geleneksel siyasal aktörlere olan ilgiyi iyice azaltmış ve bu alanda oluşan boşluğun sivil toplum örgütleri tarafından doldurulabileceği fikrini daha da teşvik etmiştir. Bu boşluk, uluslararası alanda daha da büyüktür; burada en az iki katlı bir boşluktan söz edilebilir. Çünkü, bir yandan uluslararası sistemde, ulus-devletlerdekilerle kıyaslanabilecek yerleşik kurumlar ve düzenleme mekanizmaları mevcut değildir. Ulus-devletlere ve ulus-devlet kültürüne dayalı uluslararası sistemin taşıyıcıları durumunda olan geleneksel uluslararası/devletlerarası kurumlar ve düzenleme süreçleri de global sorunlar karşısında yetersiz kalmakta; giderek daha fazla güç ve itibar yitirmekte[29] ve bir meşrûiyet krizi yaşamaktadırlar. Bu gelişmelerden olumsuz anlamda en fazla etkilenen örgüt ise, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan uluslar arası sistemin ya da “eski dünya düzeni”nin temeli durumunda olan BM’dir.

Öte yandan, uluslararası düzeyde karar mercileri ile “dünya toplumu” arasında “aracılık” işlevi görebilecek ulus-devletlerdeki partilere benzer aktörlerin olmaması, uluslararası sistemdeki boşluğun katlanmasına neden olan bir diğer faktördür.[30]

Uluslararası alandaki bu katmerli boşluk, birkaç yönden NGO’ların uluslararası siyasetin merkezine kaymalarına yol açmaktadır. Bir defa, tıpkı ulus-devletler düzleminde olduğu gibi, bu alanda da sistemin yerleşik kurumları, NGO’ların devreye girmesini meşruluk krizinin aşılması bakımından arzu ve teşvik etmektedirler. BM örgütünü NGO’lara açma yönündeki çabaların ve bu örgüt tarafından tertiplenen Dünya Konferansları serisinin, BM’nin uluslararası topluluğu temsil yeteneği ve demokratik meşrûluğu konusunda kuşkuların arttığı bir döneme denk düşmesi tesadüf değildir. Nitekim BM eski Genel Sekreteri Butros-Gali’nin 1994’te yaptığı bir konuşmada sarf ettiği sözler, NGO’ların katılımını teşvik etme tavrının ardında, uluslararası siyasetin geleneksel aktörlerini ve düzenleme mekanizmalarını içine düştükleri müşkül durumdan kurtarma hesabının yattığını açıkça göstermektedir. Bu konuşmasında Butros-Gali şunları söylemişti: “NGO’ların uluslararası örgütler nezdindeki katılımı, belli ölçülerde, bu örgütlerin siyasal meşruluğunun da güvencesidir.”[31]

Öte yandan, biraz paradoksal görünebilir, ama neo-liberal paradigmanın globalleşmesi de, NGO’ların uluslararası alandaki ağırlığının artmasına katkıda bulunmuştur. Neo-liberalizmin devlet karşıtı tutumu, NGO’ların daha çok “sol”-da konumlanan devlet karşıtı tutumlarıyla örtüşmektedir. İçeriği ve hedefleri büsbütün farklı da olsa iki kutup arasındaki bu ortaklık; “global sistem”in güçlü düzenleme merkezlerinde NGO’ların belli politikalar doğrultusunda kullanılabilecekleri düşüncesinin güçlenmesine elverişli bir zemin yaratmaktadır. Bu durum, özellikle başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerdeki muhafazakâr-neo-liberal yönetimleri ve Dünya Ticaret Örgütü, IMF, kısmen Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşları, NGO’ları belli konularda ve belli hedeflere ulaşmak için muhatap almaya yöneltmiştir. Bu stratejiyi benimseyen devletlerin ve kuruluşların gözünde, NGO’ların kendinden menkûl bir değeri ve onları salt idealist mülahazalarla muhatap almanın bir anlamı yoktur. Az önce de belirtildiği gibi, neo-liberal ideolojinin kurucu unsurlarından biri, devlet karşıtı tutumdur. Ancak buradaki devlet karşıtlığının esas anlamı, devlet eliyle iktisadî alana kaynak dağılımı ve sosyal güvenlik amaçlarıyla müdahale edilmesinin reddinde yatar. Dolayısıyla eleştirinin merkezinde sosyal devlet işlevleri yer alır. Neo-liberallerin terminolojisinde “private organizations” olarak geçen NGO’lar bu çerçeveye epeyce uygun düşüyorlar. NGO’lara biçilen asli işlev, sosyal devlete alternatif olmaktır. NGO’ların avantajı olarak sayılan etkili harcama ve esneklik gibi bazı özellikler, devletin belli ödevlerinin NGO’lara devredilmesi ve dolayısıyla özelleştirilmesi konusunda argüman olarak kullanılır. Bu eğilim özellikle kalkınma/gelişme politikaları sözkonusu olduğunda iyice belirginleşmektedir. Başta Dünya Bankası olmak üzere birçok uluslararası kuruluş, ABD ve Avrupa ülkeleri ve bir kurum olarak Avrupa Birliği, bugün “kalkınma/gelişme yardımı” adı altındaki ödenekleri ilke olarak NGO’lar aracılığıyla dağıtmayı tercih etmektedirler.[32] Bu durum, küçümsenmeyecek bir kısmı “sahte” (GONGO) de olsa, “kalkınma/gelişme” alanında faaliyet gösteren uluslararası NGO’ların sayısında olağanüstü bir artışa neden olmuştur.

Ancak meşrûluk krizine çare bulma ve dünyayı neo-liberal ideolojinin gereklerine göre biçimlendirme konularında NGO’lara biçilen bu misyonlar, bütün NGO’ları “yeni dünya düzeni”nin piyonları olarak değerlendirmeye kesinlikle dayanak oluşturamayacağı gibi, NGO’ların uluslararası alandaki ağırlığının artmasını, münhasıran bu tür manevralara bağlamak da doğru olmaz.

Globalleşme sürecinin siyasal sistem bakımından yarattığı en önemli sonuçlardan birinin, daha önce ulus-devletler çerçevesinde belli ölçülerde de olsa halledilebilen başlıca ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunlar bakımından karar alma mercilerinde ve iktidarında bir mekân kayması yaşanması olduğu yukarıda belirtildi. Bu olgu, uluslararası ve uluslarüstü siyasete eskiden egemen olan diplomasi çehresini değiştirmiş, önceki dönemle kıyaslanmayacak bir önem ve canlılık kazandırmıştır. NGO’ların uluslararası alandaki varlığının güçlenmesi bu alandaki karar mekanizmalarına etki etme ihtiyacının yansıması olarak da değerlendirilebilir. Siyasal karar süreçlerinin uluslarüstü ve uluslararası mekânlarda yoğunlaşmaya başlaması, bu alanda katılım ve denetim, kısacası bir demokratikleşme sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, “uluslararası sivil toplum”, uluslararası alanda demokratikleşmeye taban oluşturacak bir düzlem yaratma ihtiyaç ve arzusunu dile getiren bir formül olarak düşünülmekte; NGO’lar da bunun önemli bir unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle uluslararası NGO’ların işlevi ve misyonu etrafındaki tartışmalar, aynı zamanda uluslararası siyasetin demokratikleştirilmesinin imkânları ve sınırları tartışmasıyla da yakından bağlantılıdır. Öte yandan, NGO’ların uluslararası alanda bu konularda bir rol oynayabilmeleri ya da katkı sunmaları, esas itibariyle ulusal mekânlarda gelişme imkânına sahip olmalarına bağlıdır. Başka bir ifadeyle ulusal sivil toplumların güçlenmesi, uluslararası sivil toplumun güçlenmesinin neredeyse ön şartı durumundadır. Bu da, uluslararası sistemdeki demokratikleşme sorununu, aynı zamanda ulusal mekânlardaki demokratikleşme sorunundan ayrı düşünülemeyeceğini gösterir. Kısacası, uluslararası NGO’ları da kapsayacak şekilde, sivil toplum örgütleri etrafındaki tartışmalar, bir bütün demokratikleşme meselesinin denebilir ki en önemli boyutunu oluşturmaktadır.

Uluslararası siyasal işbirliğinin ya da genel olarak “dayanışma”nın bugün her zamankinden daha önemli hale geldiği aşikârdır; çünkü, globalleşme ve ona bağlı olan neo-liberal yeniden yapılanma politikası, etkileri dünyanın her yerinde yaşanan toplumsal ve siyasal tehditler, kalıcı ekonomik bunalım, gezegeni tehdit eden çevre felaketleri ve bir neo-otoritaryanizm tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Bu tehditleri savuşturma konusunda, ulus-devlet mekânının imkânları ve yerel ve grupsal çıkarlarla sınırlanmış bir siyaset yetersiz kalır. Mücadelenin uluslararasılaşması gereğinin böylesine yakıcı hale gelmiş olması, meselenin teorik ihtimallere ve hayalci stratejilere havale edilmesini ciddi şekilde engellemekte, acil hareket kaygısını öne çıkarmaktadır. Bu durumda, tartışma ve arayışlar, doğal olarak “özne” sorununa gelip dayanmaktadır. Bugüne kadarki tecrübeler ve hele de 1989’da yaşanan çöküşten sonra, uluslararası dayanışma konusunda uzun yıllar yegane “özne” olarak görülen “işçi sınıfı”nın bu yükü taşıyabilecek durumda olmadığını ortaya koydu.

Uluslararası işbirliğinin ve aktif menfaat dayanışmasının ağırlık noktası, bugün ironik bir şekilde tersine dönmüştür. Daha önce bu tür işbirliği, en azından program düzeyinde mevcut egemenlik ilişkilerini hedef almışken; bugün büyük ölçüde bu ilişkilerin pekiştirilmesi amacına hizmet etmektedir. Bugün enternasyonalizmden söz edildiğinde, daha çok “sermayenin enternasyonalizmi” akla gelmektedir. Kuşkusuz “gericiliğin enternasyonali” olgusunun tarihi, çok daha gerilere uzanmaktadır. 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da Metternich önderliğinde oluşturulan “Kutsal İttifak”, buna iyi bir örnektir. İşçi enternasyonalinin inşasından on yıllar önce sahneye çıkan bu ‘Monarşiler İttifakı’nın başlıca misyonu özgürlük hareketlerini bastırmaktı. Enternasyonalizm, işçi sınıfı veya sosyalistler arasında bir efsane olarak varlığını sürdürürken, egemenlerin dayanışması çoğu zaman kuvveden fiile çıkmakta zorlanmıyordu. 19. yüzyılın toplumsal hareketleri- 1848 Devrimleri ya da Paris Komünü gibi - bu olguyu canlı olarak yaşayıp önemli bedeller ödediler. Enternasyonalizm efsanesi, bu dönemlerde oluşmuştu gerçi; ama bu hareketler de, egemenlerin müdahaleleriyle bastırılabilmişti. 1848/49’da Rusya’nın Macaristan’a müdahalesi ve Prusya birliklerinin Fransız egemenleri ile işbirliği, hareketlerin bastırılmasında belirleyici rol oynamıştı. Aynı şekilde, ortaya çıkışında Fransa’nın Almanya’ya karşı 1870 yenilgisinin önemli payı olan Paris Komünü de, yine Fransız ve Alman egemen sınıflarının ittifakıyla kanlı bir şekilde bastırılmıştı.[33] Bugün ise, motoru çok-uluslu şirketler olan “sermayenin enternasyonali”, mevcut elverişli şartlardan da yararlanarak, hem ideolojik hem de olgusal açılardan iyice güçlenmişken; onunla boy ölçüşecek bir “emek enternasyonali”nden söz etmeyi mümkün kılacak dayanaklar bulmak için, ya gerçekleri aşırı şekilde zorlamak ya da iflah olmaz bir iyimser olmak gerekir.

Öte yandan, global iktidar odaklarına ve süreçlerine karşı, örneğin ulus-devleti bir “muhalefet öznesi” olarak öne çıkarma hedefi üzerine oturtulan “yeni Üçüncü Dünyacı”, “milliyetçi” ya da “ulusal sol” yönelimler de gerçekçilikten uzak olduğu gibi, bugünkü dünya düzeninin yerine daha “ilerici”, daha “demokratik, daha “özgürlükçü” bir projeyi de temsil etmemektedir.

İşte özne konusunda ortada duran bu boşluk, genel olarak toplumsal hareketleri, özel olarak da NGO’ları bir uluslararası demokrasi programını taşıyacak umut odakları arasında ayrıcalıklı bir konuma itmekte ve Soğuk Savaş’ın ardından ilan edilen üsttekilerin “yeni dünya düzeni”nin aksine, tabanın/güçsüzlerin/alttakilerin dünya düzeninin (grassroots world order) umutları olarak değerlendirilmelerine neden olmaktadır. Başta da belirttiğim üzere, NGO’lara böyle bir misyon yüklemenin doğru olup olmadığını, NGO’ların genel olarak uluslararası sistemde, özel olarak da uluslararası dayanışma konusunda ne gibi işlevler görebileceğini, NGO’lar dünyasında karşılaşılan diğer sorunlarla birlikte başka bir yazıda tartışmaya çalışacağım.

[1] Bkz. Caroline Fetscher, Die Zwerge auf den Schultern von Riesen. Lobbyisten der neuen Internationale veraendern die Politik, Spiegel-Special, Sayı 11/1995, s.125 vd.

[2] Bkz. Daniel Janett, “Vielfalt als Staretegievorteil: Zur Handlungskompetenz von Nicht-Regierungs-Organisationen in komplexen sozialen Umwelten”, Elmar Altvater – Achim Brunnengräber – Markus Haake – Heike Walk (Ed.), Vernetzt und verstrickt. Nicht-Regierungs-Oirganisationen als gesellschaftliche Produktivkraft, Münster 1997, s.146.

[3] Bkz. Ioanna Kuçuradi, Üç Sempozyum. Sivil Toplum Kuruluşları içinde, Tarih Vakfı Yay., İstanbul 1998, s.24-25.

[4] Bkz. Josef J. Lador-Lederer, International Non-Governmental Organizations and Ius Gentium, Leyden 1962, s.12 vd.

[5] Andreas von WEISS, “Die Non-Governmental Organizations und die Vereinten Nationen”, Zeitschrift für Politik içinde, 1980, s.387.

[6] Bkz. Manfred Glagow, “Die Nicht-Regierungsorganisationen in der internationalen Entwicklungszusammenarbeit”, Dieter Nohlen – Franz Nuscheler (Ed.), Handbuch der Drittenwelt içinde, C.I, Bonn 1993, s.307.

[7] Bkz. Türkiye Gönüllü Kuruluşlar Rehberi (Turkish NGOs Directory), Türkiye Çevre Vakfı Yay., Ankara 1995.

[8] Bkz. Türkiye Üçüncü Sektör Konferansı Kararları ve Türkiye Üçüncü Sektör Beyannamesi, TÜSEV Yay., İstanbul 1994

[9] Bu terimin önerildiği bir çalışma olarak bkz. Cem Eroğul, “Sivil Toplum Örgütlerinin Demokratikleşme Süreçlerine Etkileri”, İnsan Hakları Merkezi Dergisi içinde, C.III, Sayı 4, Kasım 1995, s.3 vd.

[10] Bkz. Kuçuradi, s.30. Kuçuradi, bu noktadan hareketle şöyle bir tanım yapmaktadır: “Sivil toplum kuruluşları, belirli mekan ve zamanda bilgiye dayanarak teşhis edilen bir ihtiyacı ya da bir ihtiyaçlar demetini karşılamayı amaç edinen, kâr amacı gütmeden hizmet veren, böylece de kamunun yönetimine katılan kuruluşlardır.” Sivil toplum – kamusal alan ilişkisi hakkında bkz. ayrıca Belge, s.34: Sivil toplum örgütlerinin mekanı “kamusal alan”dır.

[11] Bkz. Ulrich Brand, “Wohin die Hoffnung trägt”, links - Sozialistische Zeitung içinde, Juli/August 1995, s.27; Cem Eroğul, s.4: “Bunlar, sınai, ticari, mali birer ortaklık, ‘şirket’ değildir.”

[12] Bkz. Christian Wernicke, “Barfuss auf dem roten Teppich”, Die Zeit içinde, 10.3.1995, s.5-6.

[13] Georgij J. Morozow, Internationale Organisationen - Ihre Rolle im Prozess der Veränderung des internationalen Klassenverhältnisses, Berlin 1971, s.32-35.

[14] Andreas von Weiss, “Die Non-Governmental Organizations und die Vereinten Nationen”, Zeitschrift für Politik içinde, 1980, s.396-397.

[15] Genel olarak bkz. Dirk Messner – Franz Nuscheler (Ed.), Weltkonferenzen und Weltberichte, Bonn 1996.

[16] Matthias Kettner, “Die Angst des Staates vorm Einspruch der Bürger. Die Legitimität von “Nichtregierungsorganisationen” und die Medien der öffentlichen Gesellschaft, Frankfurter Rundschau, 17.10.1995

[17] Bkz. örneğin Nilüfer Göle, Üç Sempozyum. Sivil Toplum Kuruluşları içinde, Tarih Vakfı Yay., İstanbul 1998, s.116 vd.

[18] Bkz. Belge, s.24.

[19] Bkz. Karl Bruckmeier, “Nichtstaatliche Umweltorganisationen und die Diskussion über eine neue Weltordnung”, Prokla içinde, sayı 95, 1994, s.227 vd.

[20] Bkz. Mohssen Massarrat, “Soziale Bewegungen und parlamentarische Repräsentation”, Blätter für deutsche und internationale Politik, 1995, s.690 vd.

[21] Bkz. Roland Roth, “Greenpeace – eine neue Form menschenrechtlich-demokratisch angemessenen globalen Populismus?”, Jahrbuch der Komitee für Grundrechte und Demokratie, 95/96, s.265-266

[22] Bkz. örneğin Alain Touraine, Demokrasi Nedir?, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 1997, s.83 vd.

[23] Bu tartışma için bkz. örneğin Michael Th. Greven, Ist die demokratie modern? Zur Rationalitätskrise der politischen Gesellschaft, Politische Vierteljahresschrift içinde, 1993/3, s. 399 vd.

[24] Bkz. Tanıl Bora, “Yeni Toplumsal Hareketler”e Dair Notlar”, Birikim içinde, sayı 13, Mayıs 1990, s.50-51

[25] Bkz. Roland Roth, Demokratie von unten. Neue soziale Bewegungen auf dem Wege zur politischen Institutionen, Köln 1994, s.11 vd.

[26] Bkz. ve karş. Belge, s.30-31; Aydın Uğur, “Yeni demokrasinin Yeni Aktörleri: STK’lar”, Taciser Ulaş (Der.), Merhaba Sivil Toplum içinde, Helsinki Yurttaşlar derneği Yay., s.76.

[27] Zygmunt Baumann, Küreselleşme. Toplumsal Sonuçları, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul 1999, s.76-77.

[28] Bu konuda ayrıntılı bir tahlil için bkz. Elmar Altvater - Birgit Mahnkopf, Grenzen der Globalisierung. Ökonomie, Ökologie und Politik in der Weltgesellschaft, Münster 1996, s.541 vd.

[29] Bkz. Roth, Greenpeace, s.268; Dirk Messner – Franz Nuscheler, “Global Governance. Organisationselemente und Säulen einer Weltordnungspolitik”, Dirk Messner – Franz Nuscheler (Ed.), Weltkonferenzen und Weltberichte, Bonn 1996, s.16-17.

[30] Bkz. Ulrich Brand, Hükümet Dışı Örgütler, Çev. Tanıl Bora, Birikim içinde, sayı 65, Eylül 1994, s.66.

[31] Aktaran Peter Wahl, “Mythos und Realität internationaler Zivilgesellschaft. Zu den perspektiven globaler Vernetzung von Nicht-Regierugns-Organisationen”, Elmar Altvater – Achim Brunnengräber – Markus Haake – Heike Walk (Ed.), Vernetzt und verstrickt. Nicht-Regierungs-Oirganisationen als gesellschaftliche Produktivkraft, Münster 1997, s.305.

[32] Bkz. Wahl, s. 299-301.

[33] Immanuel Wallerstein, “Sistem-Karşıtı Hareketlerin Tarihi ve İkilemleri”, Büyük Kargaşa - Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi içinde, Alan Yay., İstanbul 1993, s.15.