1980’lerde Thatcher ve Reagan örneklerinde somutlanan yeni sağın yükselişine reel sosyalizmin çöküşünün eklemlenmesi gerek kuramsal gerekse pratik açıdan sağ ve sol siyasette yeni bir dönemin başlangıcını simgelemektedir. Sağ ve sol siyasetin parametrelerine ilişkin yeni -birbirinden farklı- saptamalar ve tanımlamalar, özellikle Batı Avrupa bağlamında, bu gelişmelerin kaçınılmaz sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Bu, sağda kuramsal açıdan kapitalizmin nihai zaferinin teyidi saptaması ile sınırlı kalırken, siyasal düzlemin karşıt ucundaki duruş açısından daha kapsamlı kaygıları beraberinde getirmiştir. Zira söz konusu dönem sol açısından çok boyutlu ve çok disiplinli akademik tartışmaların yol verdiği iki uçlu bir içsel sorgulama sürecini kapsamaktadır. Sol bir yandan yeni sağın yükselişi ile birlikte aktif siyasette yaşadığı kayıplar çerçevesinde yeni ve alternatif politika arayışlarına yönelirken, diğer yandan reel sosyalizmin çöküşü ile sorgulamanın ekseni sol geleneğin üzerine yapılandığı varsayımların ve beklentilerin gözden geçirilmesi etrafında şekillendirmiştir.
Bu çalışmanın amacı, yukarıda bahis konusu edilen sürecin Türkiye’de aktif siyasetteki izdüşümlerini irdelemektir. Bu çerçevede, neo-liberal ve sosyal demokrat siyaset pratiği çalışmanın odak noktasını oluşturacaktır. Tartışmanın ana ekseni neo-liberal ve sosyal demokrat kimlikleri üstlenen siyasal partiler ile 1980 sonrası dünya konjonktüründe meydana gelen gelişmeler ve bu gelişmelerin sağ ve sol siyaset üzerindeki etkileri arasında bir paralellik kurulup kurulamayacağı sorusu etrafında şekillenecektir.
Çalışma, dört kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda, 1980 sonrasındaki dönemde Batı Avrupa ve özellikle İngiltere örneğinde sağda ve solda gözlemlenen evrilişe değinilecektir. İkinci kısımda, ’80 sonrası Türkiye siyasetinin genel hatları çizilecektir. Üçüncü bölümde bu siyasetin temel aktörleri olarak neo-liberal sağ ve sosyal demokrat partiler incelenecektir. Dördüncü bölümde ise çalışmanın temelini teşkil eden soru doğrultusunda Türkiye’de neo-liberal sağın ve sosyal demokrat kimliği üstlenen partilerin siyaset pratiği değerlendirilecektir.
SİYASETİN DEĞİŞEN DİNAMİKLERİ: SAĞ VE SOL KATEGORİLERE İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER
1970’lerin ikinci yarısından itibaren Batı demokrasilerinde aktif siyasette meydana gelen dönüşümleri ve nihayetinde sosyalizmin Sovyet pratiğinin çöküşünü takiben 1990’larda yoğunluk kazanan ve geleneksel sağ-sol ayrıştırmasının bulanıklaşması tezi etrafında şekillenen tartışmaların belirleyici nesnelerini kendi içinde ve birbirleri karşısında dönüşüm geçiren sağ ve sol kimlikler oluşturmaktadır.[1] Diğer bir deyişle, siyasetin klasik ayrıştırıcı eksenlerinin yeniden tanımlanması yoluna gidilmektedir. Bu, sağ-sol kategorilerinde öz-sorgulamayı beraberinde getiren bir sürecin başlangıcını simgelemektedir. Ancak, burada belirtilmesi gereken nokta klasik ayrıştırmada birbirine zıt kutuplarda konumlanan sağ ve solun[2] ortadan kalkmış olması değil; her ikisi içerisinde de kendisini “orta”ya göre konumlandıran çizgilerin ortaya çıkışı ile aradaki farklılığın belirlenim çizgilerinin değişmesi ve yine bu çizgilere referansla ‘yeni’ bir sağ ve sol tipolojisinin görünürlük kazanmasıdır ki, bu da bu yazının tematik arka planını oluşturmaktadır. Bu noktada ise yazının kuramsal sorunsalını oluşturan ve literatürde sağ ve solda yeni oluşumlar olarak alınagelen liberal-muhafazakâr çizgi ile sosyal demokrat çizgi ön plana çıkmaktadır.[3] Bu iki çizgiyi ön plana çıkartan sadece aktif siyasette son yirmi yıldır hâkim rakip kanatlar olmaları değil, fakat ve daha önemli olarak sosyal demokrat kimlik açısından solun sağa taşınmasıdır.
Bu açıdan ülkelerin kendilerine özgü koşullarından kaynaklanan muğlâklık göz önünde bulundurularak bahis konusu olan liberal-muhafazakâr ve (yeni) sosyal demokrat tutumların en önde gelen taşıyıcıları olarak Thatcher başkanlığındaki Muhafazakâr Parti ve Tony Blair başkanlığındaki İşçi Partisi alınmaktadır.[4] Blair modeli olarak adlandırılabilecek Üçüncü Yol’un, ülkeler-arası farklılıklara rağmen -yenileşme ve değişim süreci çerçevesinde Avrupa solu henüz kesin bir ideolojik konumlanış ve yeni bir kimlik belirleyememiştir- Batı Avrupa sosyal demokrasisi açısından aktif siyasette popülarite kazandığı söylenebilir.[5] Benzer şekilde Thatcher’ın iktidarda bulunduğu dönemi karakterize eden Thatcherizm’in liberal-muhafazakâr politikalarının son yirmi yıldır revaçta olan ‘neo-liberalizm’ terimine popülerlik kazandıran en etkin pratik olduğu belirtilmelidir.
Sağ ve sol arasındaki ayrımın bulanıklaşmasına ilişkin olarak yukarıda değinilen dönüşümlerin arka planında çok boyutlu bir gelişim süreci yatmaktadır. Bu süreç içerisinde, bu çalışmanın kaygıları açısından iki eksen önem taşımaktadır: ekonomik alan ve demokrasi. Bu iki eksenin kesişme noktasında ise her iki çizgi için sorunlu bir amil olan devlet yatmaktadır.
İktisadî açıdan, bu süreç içerisinde Keynesyen politikaların ve Refah Devleti’nin tıkanması ile devletin ekonomideki belirleyiciliğinin sorgulanması gündeme gelmiştir. Aslında neo-liberalizmin Thatcher örneklemi ve Blair’in alternatif olarak sunulan programı bir zincirleme tepkimenin ürünleri olarak değerlendirilebilir. Çünkü sosyal devletin tıkanmasına çözüm olarak gündeme oturtulan neo-liberal iktisat politikalarının uygulamadaki iflası Blair’in seçim zaferine zemin teşkil etmiştir. Bu durumda denebilir ki, gerek neo-liberal gerekse Üçüncü Yol örnekleri dünya ekonomisinin değişen dinamiklerine uyum sağlama çabalarıyken, aynı zamanda öncellerinin başarısızlıklarından beslenen politika üretme projeleridir. Neo-liberal örnekte bu tam bir başarısızlıkla sonlanırken,[6] Üçüncü Yol selefinin ve hasmının söylemini yumuşatılmış bir şekilde entegre eden bir çözüm önerisi olarak ortaya çıkmıştır.
Thatcher’ın liderliğindeki Muhafazakâr Parti’nin 1979’daki iktidar zaferi büyük ölçüde ‘dadı devlet’ (Adams, 1993: 261) olarak özetlemiş olduğu refah devleti pratiğinin bunalımı üzerinde temellenmiştir. Parti yönetimi devletin ekonomideki rolüne saldırmış ve piyasa ekonomisine atfedilen koşutsuz değerle devletin pazardan tamamen soyutlanmasını ‘iyi’ toplumsal düzenin olmazsa olmaz koşulu olarak görmüştür. Bu noktada da halihazırda var olan ve II. Dünya Savaşı’ndan itibaren bir anlamda ikincil plana itilen pazar mekanizmasının bağımsızlığını yeniden kurma çabasından bahsetmek anlamlıdır. Çünkü, yeni sağın liberal-muhafazakâr görüntüsünde pazar mantığını oldukça liberal bir şekilde “en iyi düzen” olarak sunulur. Devletin pazara müdahalesi adaletsizliğin kaynağı olarak alınır ve sosyal devletin eşitlikçiliği karşısında yine oldukça liberal bir şekilde fırsat eşitliği ön plana çıkarılır. Neo-liberal sıfatına liberalliğini veren işte tam da bu söylemdir. Devlet pazardan elini çekecek; aslında özgürlüğü ve eşitliği kısıtlayıcı olan devletin girişimi ve denetimi altındaki sosyal yatırımlara son verilecektir. Bu da kamu harcamalarının kısıtlanması, vergilerin düşürülmesi gibi bir dizi, piyasaya öncelik veren politikaları gündeme getirir. Bu noktada belirtilmesi gereken neo-liberal iktisadî politikaların temelinde liberalizmin eşitlikçilik karşısında özgürlük şeklindeki klasik ayrımının yatmakta oluşudur. Neo-liberalizm oldukça tanıdık bir şekilde piyasa mekanizmasının devlet müdahalesinden bağımsız işleyişini özgürlük ilkesine dayandırmakta ve bireylerin özgürlüğünün sadece böyle bir piyasa sistemi içerisinde gerçekleştirilebileceğini vurgulamaktadır. İşte Blair projesinin önerdiği iktisat politikası tam da bu noktada somutluk kazanmaktadır.
Üçüncü Yol, neo-liberalizmin özgürlüğü eşitlikten soyutlayan ve tamamen (iktisadî) denetimsizlikle eşleştiren zihniyeti karşısında iktisadî regülasyonu özgürlük ve refahın en önde gelen önkoşulu olarak sunmaktadır. Burada Üçüncü Yol kendisine biçtiği özgünlüğü “yeni karma ekonomi” (Giddens, 1998: 99) anlayışı etrafında yapılandırmıştır. Bu söylem içinde söz konusu olan “eski sosyal demokrasi”nin çerçevesi içerisindeki kamu-özel sektör arasındaki dengenin artık yerini “regülasyon-deregülasyon” arasındaki dengeye bırakmasıdır. Diğer bir deyişle, neo-liberalizmin sonuçta toplumsal ‘iyi’yi getirecek olan bireyin piyasadaki denetimden tamamen bağımsız edimlerinin karşısında kamu çıkarı etrafında yapılanmış bir piyasa anlayışını öneren Üçüncü Yol, kendisini sadece neo-liberallerden değil, aynı zamanda politikalarını kamu-özel arasındaki ayrım üzerine kuran “eski” sosyal demokratlardan da ayrıştırmaktadır. Bu görüşün arka planında, David Miliband’ın (1994:9) Gordon Brown’a referansla özetlediği biçimde
“kamu mülkiyeti[nin] kamu çıkarını kurmak için tek yol olmadığı; pazarların varlığı[nın] kamu çıkarını dışlamadığı gibi, yapılması gerekenin pazarların kamu çıkarı doğrultusunda işletilmesi; ve bireyin kamusal ya da özel, tüm kurulu çıkarlar karşısında haklara sahip kılınması gereği”
bir önkoşul olarak yatmaktadır. “Eski” sosyal demokrasinin koşutsuz talepler olarak aldığı bu hakların çerçevesi Blair modelinde sorumluluk anlayışı ile çizilmektedir. Bu noktada neo-liberalizmde sosyal haklar tamamen reddedilip, sorumluluk karşısında zıt bir kutup olarak sunulurken, Üçüncü Yol örneğinde sosyal haklar-sorumluluk ikilisinin birbirini besleyen iki ilke olduğu belirtilmelidir. Bu çerçeve, Üçüncü Yol’un özgürlük-eşitlik ilişkisini, yani birey-topluluk, haklar-sorumluluklar arasındaki ilişkiyi yeniden kurması temelinde anlaşılabilir. Zira, Üçüncü Yol, özgürlüğü “eylemin özerkliği” olarak tanımlarken bireyselin kollektiviteyle barışıklığını vurgulamaktadır. Bununla bağlantılı olarak ilişkinin diğer kutbunda duran eşitliğe “dahil etmek olarak eşitlik” sıfatıyla getirilen yeni kurgu neo-liberalizmin anladığı şekliyle eşitlikçi politikaların kesinlikle özgürlüğü kısıtlayıcı oldukları saptamasını bertaraf etmeyi amaçlamaktadır. Burada söz konusu olan bildik ifadeyle “dahil etme”nin sadece vatandaşlık hak ve görevlerine tekabül etmekle kalmayıp, aynı zamanda kamu alanına katılımı ve fırsatları da kapsamasıdır. Projenin ayrıklığı tam da bu noktada belirginleşmektedir: “eski” sosyal demokratlardan farklı bir şekilde servetin değil, “olasılıkların yeniden dağıtımı”nı devletin en önemli işlevlerinden biri olarak önerirken, neo-liberalizmin yetindiği kendiliğinden fırsat eşitliği idealini de eleştirel bir şekilde açımlamaktadır. Bu ise Üçüncü Yol’un neo-liberalizme tezat, “eski” sosyal demokrasiye alternatif olarak koyduğu “sosyal yatırım devleti” ve “pozitif refah” kavramlarını gündeme getirmektedir. Şöyle ki, eski sosyal demokratlar için birincil amaç iktisadî güven ve yeniden dağıtımken, Blair projesinde öncelik “girişim kültürü”nü oluşturmayı hedefleyen sosyal yatırımlara verilmektedir. Burada eski ve yeni sosyal demokrasi arasındaki amaç farklılığına dikkat çekilmelidir. Öte yandan neo-liberalizm söz konusu olduğunda amaç farklılığından ziyade bu amaç için önerilen yöntem farklılıklarından bahsedilebilir. Daha açık bir ifadeyle gerek neo-liberalizmde gerekse Üçüncü Yol örneğinde ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için önerilen piyasa dinamizmini gerçekleştirmenin ve süreğenleştirmenin önkoşulu olarak “girişimci kültürü”nün yaratılması ön plana çıkmaktadır.[7] Blair projesinde bu amaçla eğitim, ya da farklı bir deyişle insan kaynağına ve altyapıya, yatırım yapılacaktır.[8] Buna bağlı olarak Üçüncü Yol’u “eski” sosyal demokrasiden farklılaştıran artık “servet yaratımı”nı emeğin riske karşı korunması için değil, bireyin riskle başa çıkabilmesi için gereken araçlarla donatılması gereğidir.
Burada tekrar denebilir ki, neo-liberalizm ve Üçüncü Yol’u birbirinden ayıran hedeflenen amaçlardan ziyade, kavramların ifadelendirilişinde ve kurgulamalarda yapılan tercih farklılıklarıdır. Bu çerçevede, sosyal demokrat hareketin “yeni” görünümü açısından durum neo-liberal sağ ile arasındaki farkı meşrûlaştıracak yeni açılımların yaratılması olarak somutlaşmaktadır.[9]
Böyle bir ayrıştırma çabasının muğlâk bir örneği özellikle demokrasi kavramsallaştırmasında görülebilir. Bu kavramsallaştırmanın arka planında liberal demokratik düzenin gerek kuramsal gerekse pratik açıdan yetersiz kalmasının yattığı söylenebilir. Temsili ön plana çıkartan liberal demokrasi modeli, özellikle 1970’lerden itibaren toplumdaki çoğullaşan çatışma eksenlerinin siyasî doğasını baştan reddederek, bu eksenleri siyaset-dışı olarak nitelendirmektedir. Böylelikle, giderek toplumun çok daha fazla kesimi seçim mekanizmasına indirgenen siyasal katılım pratiği temelinde sistem dışına itilmektedir. Diğer bir deyişle, Batılı liberal demokratik düzen toplumsal değişimleri siyaset platformuna aktarmakta atıl kalmakta ve değişen konjonktüre özgü sorunlara statükocu bir tutum alışla yaklaşmaktadır. Bizâtihi neo-liberalizm özellikle 1980’lerin sonlarından itibaren liberal demokrasinin pratikteki alternatifsizliği inancıyla temsilî demokrasiyi sorgulamaktan ziyade temel eleştiri nesnesi olarak yaygın devleti almaktadır. Buna göre ideal demokratik düzen piyasa mantığı çerçevesinde devletin denetiminin asgariye indirgenmiş olduğu düzendir. Bu, “siyasetin demokrasisi” yerine “pazarın demokrasisi”nin ikamesi ile gerçekleştirilebilir olarak özetlenmektedir (Harris, 1998:57). Bu, neo-liberalizmin muhafazakâr yüzünün bir boyutunun, liberal demokratik statükonun muhafaza edilmesinin gösterimi olarak alınabilir.
Neo-liberalizmin devleti küçülterek liberal demokratik sistemi potansiyel işlerliğine kavuşturmak kaygısı karşısında Üçüncü Yol’un alternatif projesi “demokrasiyi demokratikleştirmek” (Giddens, 1998: 70) adına devletin yeniden yapılandırılmasından yola çıkar. “Eski” sosyal demokrat argüman olan hâkim devlet stratejisi iktisadî alanda olduğu gibi burada da reddedilmektedir. Aslında yukarıda yeni karma ekonomiden bahsedilirken vurgulanan “risk” unsuru Üçüncü Yol’un demokrasiye yaklaşımında da belirleyicidir. Söz konusu risk daha kapsamlı bir gelişmenin, küreselleşmenin ve onun şekillendirdiği belirsizlik durumunun tespiti ile alâkalıdır. Bu tespitin uzantısı olarak risklerle başa çıkmaya endeksli bir toplum ve devlet taslağı çizilmektedir. Burada devlet ve sivil toplumun hem işbirliği yaptığı hem de birbirini kontrol ettiği bir düzen söz konusudur. Yanısıra, yönetimde şeffaflık, vatandaşların idarî karar alma mekanizmasına aktif katılımı -ki bu kimi zaman doğrudan demokrasi pratiğine göndermeyi de içerir- ve iki yönlü yetki devridir. Burada iki yönlü yetki devrinden kasıt devlet otoritesinin, küreselleşmeden kaynaklanan ulus-ötesi yapılanmalara ve yerel birimlere devredilmesidir. Ancak, önerilen düzenlemelerin tümünün idarenin verimli işleyişini ön plana çıkartan iktidar yanlı bir doğaya sahip olduğu söylenebilir. Bu açıdan hizmetin esas olduğu liberal devlet anlayışı ve sivil toplum bağlamında örgütlenmeden ziyade, topluluğu vurgulamasıyla -ki projede bu vurgudan hareketle dayanışma örgütsel değil, toplulukçu bir içerikle donatılmıştır- neo-liberal rakibi ile arasına çizmeye çalıştığı sınır bulanıklaşmaktadır. Bu bulanıklığın nedeni Ralph Dahrendorf’un projeye liberal kanattan yönelttiği her şeyi “tek bir potaya koyma ihtiyacı” yolundaki eleştirisinde bulunabilir (1999: 27).
Bu saptamadan hareketle Üçüncü Yol ve neo-liberalizmin Thatcher pratiğinin şimdiye kadar belirtilen ortak noktalarına temel teşkil eden bir tavırdan bahsedilebilir: popülizm. Bu tavrın çıkış noktasını ise sınıf kategorisinin her iki durumda da gözardı edilmesi oluşturmaktadır. Birincisi için durum işçi sınıfının tükenmişliği varsayımından kaynaklanırken sınıf temelli politikaları aşikâr olan ikincisi için zaten sınıf kavramı söz konusu değildir. Bu görüntüsüyle “yeni” sosyal demokrat proje, sosyal demokrasinin içerisinden geçmekte olduğu bir sürecin son noktasını simgelemektedir. Daha açık olarak, “eski” sosyal demokrasi orta sınıfa yönelirken, artık bütün toplumu içinde eriten bir proje sunmaktadır.[10] Thatcher dayandığı neo-liberal kuramın öngereklerini zamanın şartlarına göre değiştirirken, Blair döneme ve özellikle İngiliz toplumuna özgü politika önerileriyle pragmatizmin örneklerini sergilemişlerdir.
’80’LERDE SİYASETİN GENEL GÖRÜNÜMÜ
Yukarıda neo-liberalizm ve sosyal demokrasi özelinde değerlendiren ideolojik yapılanma ve/veya arayış sürecinin itici gücünü ’70’lerden itibaren dünya konjonktüründe meydana gelen çok-boyutlu dönüşümler oluştururken, bu sürecin sağ ve sol kategorileri arasındaki ayrım çizgisinin Batı bağlamında bulanıklaşmasını beraberinde getirmiştir.
Söz konusu olan birbirine eklemlenmiş ve birbirini besleyen iki eksendir: evrensel ve bağlamsal. Türkiye bağlamında, tema, Batı Avrupa örneğine göre daha karmaşık bir biçim almaktadır. Türkiye’de özellikle 1990’larda sağ ve sol kategorilerinde meydana gelen dönüşüme hâkim olan, uluslararası sistemdeki değişimlere eklemlenmiş tikel bir unsur olarak Türkiye tarihi açısından bir dönemeç işlevine sahip bulunan 1980 darbesi sonrasında oluşturulan yeniden-yapılanma projesidir. Bu açıdan neo-liberalizmin ve sosyal demokrasinin son onyılda kaydettiği gelişimi anlamak ancak temel çatısını 1982 Anayasası’nın oluşturduğu ve 1980-1983 arasında somutlaşan yapılanmanın analizi ile mümkün kılınabilir.
Bu yeniden-yapılanma projesinin bu çalışmanın kapsamı açısından en belirleyici özelliği siyasal olanın tanımına getirilen değişikliktir. Anayasa çerçevesinde hedeflenen sistem aktif siyasetin alanını daha dar kapsamlı bir şekilde yeniden kurmaktadır. Zira bu kurguya göre tanım itibariyle siyasal doğaya sahip oluşumlar Anayasa tarafından belirlenen faaliyet alanlarına hapsedilirken aktif siyasetin sınırları tabanı daraltılmış siyasal partilerle çizilmiştir. Esasen aktif siyaset alanında iki uçlu bir daraltma sürecinin başlangıcından söz edilebilir. Somutlaştırmak gerekirse, sözgelimi, siyasal partilerin kadın ve gençlik kolları kurmaları yasaklanıp sendikalar, dernekler, vb. oluşumlarla ilişki içinde bulunmalarının önü alınırken, parti üyelik koşullarına sınırlamalar getirilmiştir.[11] Denebilir ki, 1982 Anayasası’nın idealize ettiği yapı toplumsalın siyasal olandan ayrık kılındığı ve sistemin yürümesi adına, amillerin her birinin birbirinden soyutlanmış ve yabancılaşmış birer “makine dişli”sine dönüştürüldüğü bir model niteliğindedir. Aslında bu kurgu, bütünsel açıdan, 1970’lerin bölünmüş ve kutuplaşmış toplumsal ve siyasal arenasına olası bir geri dönüşün önünün alınması için etkin bir önlem olarak nitelendirilebilecek sınırlı demokrasi’ye duyulan özlemden başka bir şey değildir. Böyle bir kaygı–özlem ikilisi gerek 1980 darbesinden sonra kapatılan partilerin ve yöneticilerinin on yıl süreyle aktif siyasetten men edilmeleri,[12] gerekse 1983 seçimleri öncesinde partilerin seçime katılabilmeleri için gereken icazetin MGK’nın kararına bırakılması ve milletvekili seçimlerindeki % 10’luk baraj şartıyla, kendini açık bir şekilde göstermektedir. Aslında, demokratik-liberal anayasa teorisine referansla “karşıt-anayasa” olarak nitelendirilen (Sağlam’dan aktaran Tanör, 1986: 155) 1982 Anayasası’nın farklı bir düzlemdeki karşıtlığından, söylemde 1980-öncesine ait her şeye ve oluşuma anti-tez oluşturma amacından bahsedilebilir. Bu karşıtlık ise 1980 sonrasının siyaset dinamiğini ve siyasi partilerin kimliklerini ve politikalarını belirleyen bir unsuru teşkil ederken, amaçlanan istikrarlı siyasal yapının kurumsal çerçevesini de çizmekteydi.
Öte yandan, konuya farklı bir açıdan yaklaşıldığında bu çerçevenin ’70’lerde uygulanan ithal ikâmeci politikalardan ihracata yönelik dönüşümün çerçevesini çizen 24 Ocak 1980 kararlarının etkin bir şekilde uygulanmaları için uygun ortamı yaratmak hedefiyle örtüştüğü söylenebilir.
1983 seçimlerine gelindiğinde ortaya çıkan panorama MGK’nın bizzat belirlediği bir siyaset yelpazesinde yine MGK güdümü altında kurulan ve seçimlere giden üç parti arasındaki iktidar çekişmesinden ibarettir. Söz konusu partiler kimliklerini tam da MGK’nın Anayasa’da, Siyasal Partiler ve Seçim Kanunları’nda dayattığı bir merkez etrafında oluşturmuşlardır. Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi bu anlamda merkezi temsil ederken, Necdet Calp başkanlığındaki Halkçı Parti (HP) ve Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) bu tabloda sırasıyla sol ve sağ alternatifler olarak sunulmuşlardır. Diğer bir ifadeyle üç yıllık askerî rejimden sivil siyasete geçiş (sözde) temsilî demokrasi pratiği ile başlatılmıştır.
’80 SONRASINDA NEO-LİBERALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİNİN TÜRKİYE PRATİĞİ
Sözde temsilî demokrasi pratiğinin üzerine oturtulduğu siyasî yapının tanımlayıcı özelliği de-politizasyondur. Siyaset sadece “meşrû” siyasî partilere mahfuz kılınmış ve toplum ile siyaset arasında ancak seçimlerle “etkin” kılınabilen bir ilişki kurgulanmıştır. Bu açıdan 1980 sonrası siyasî partileri siyasetsizleştirilmiş bir ortamda “siyaset” yapmaya çıkmışlardır. Açmak gerekirse, 1980-sonrasında ortaya çıkan siyasî panorama sağ-sol arasındaki çizginin ortadan kaldırılması ile çizilmiştir. Bunun açık nedeni 1980 darbesinin genelde bütün “aşırı” eğilimleri özelde de solu törpülemeyi amaçlamasıdır.
Konuya 1980’lerde sosyal demokrat kimliği sahiplenen Halkçı Parti (HP)-Sosyal Demokrat Parti (SODEP)-Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)-Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) çizgisi örneğinden hareketle sosyal demokrat siyaset açısından yaklaşıldığında, kitle örgütlerine getirilen siyaset yasağının tabansız bir siyaset pratiği oluşturduğu söylenebilir. Öte yandan, aşırılıkların törpülendiği ve siyasetin sağ düzleme oturtulduğu böyle bir ortam nispeten sivil bir görünüm sergileyen ANAP’ın izleyen yıllar boyunca kaydedeceği yükselişe zemin hazırlamıştır. Aslında, bu yükselişin temelleri 1980 darbesinin hemen öncesinde alınan 24 Ocak Kararları ile atılmıştır. 24 Ocak Kararları, 1960’lardan-1980’lere kadar Türkiye’deki iktisadî ve siyasî yapılanmaya damgasını vuran “burjuvazi-işçi” yönelimli popülist iktisadî politikaların, 1970’lerde kapitalist dünyada yaşanan krizin de etkileri ile birlikte tıkanması sonucunda neo-liberalizmin uluslararası konjonktüre birebir bağımlı bir şekilde Türkiye örneğinde ortaya çıkışı olarak değerlendirilebilir.
24 Ocak Kararları’nın mimarı olan kurucu genel başkanı Turgut Özal’ın liderliğinde 1980’lerde MGK’nın yanındaki ikinci önemli aktör konumunda, modelini özellikle Thatcher politikalarına bağlı olarak şekillendirdiği siyaset anlayışı ve pratiği ile Türkiye’ye neo-liberalizmi tanıtan ANAP, yukarıda değinilen “siyasetsizleştirilmiş” yeni yapılanmanın en önde gelen temsilcisi olmuştur. Burada siyasetsizleştirmenin birbirini besleyen iki boyutundan bahsedilebilir. İlk olarak, siyaset yapmak seçim bölgelerine ve seçmen kitlelerine ideolojiden bağımsız bir hizmet sunumu olarak kurgulanmıştır. İkincisi -ki bu da hizmet yönelimli siyaset anlayışının bir çıktısıdır- siyasî faaliyetin ve iktidar pratiğinin ehil teknokratlar tarafından yürütülen iktisadî politikalara indirgenmesidir. Aslında, bu şema 24 Ocak Kararlarına yön veren uluslararası dinamiklerle de birebir örtüşmektedir. Zira, temelde Türkiye’nin 1970’lerin sonlarında girdiği dış borç krizine alacaklılarının bulduğu bir çözüm olarak nitelendirilebilecek 24 Ocak Kararları kabaca IMF-burjuvazi-ANAP ittifakının lehim noktasını oluşturmaktadır. ANAP’ın neo-liberalizmindeki liberal kimliğin tek dayanak noktası olan dışa açılma söylemi ve başlangıç itibariyle devletin rolünün küçültülmesi yönündeki iktisadî politikalarının toplumsal izdüşümü emekçi kesimin iktisaden marjinalleştirilip, siyaseten millliyetçi-muhafazakâr bir platformdan kaynaklandırılan bir popülizmle pasifize edilmesidir. Aslında, ANAP popülizminin temeli partinin içinde barındırdığı dört eğilimden kaynaklanan ideolojik “çeşitlilik”, daha doğru bir tanımla ideolojik “boşluk”tur ki, bu da yukarıda bahsedilen döneme özgü koşullarda var olmanın pragmatik bir yöntemi olarak değerlendirilebilir. 1980’lerdeki siyasal örüntünün ortaya çıkardığı alternatifsizlik ve ideolojik boşluk ortamı ANAP’ı yaklaşık on yıl boyunca iktidarda tutarken, beklenebileceğinin aksine sosyal demokrat siyasetin yükselişine ilişkin potansiyel bir zemin oluşturmamıştır.
Bu yazının temel sorunsalını teşkil eden sosyal demokrasinin ve neo-liberalizmin Türkiye örneklemi açısından, bu ortam, bir yandan neo-liberalizmin önlenemez yükselişi için kapı açarken diğer yandan sosyal demokrasinin söz konusu dönemdeki ideolojik konumlanışı itibariyle oldukça sorunlu bir dönemin başlangıcını simgelemektedir. Burada çıkış noktaları farklı olsa da sonuçları itibariyle dünya genelinde ve Türkiye bağlamında bir paralellikten söz etmek mümkün. Şöyle ki, konuya sağ ve sol siyasal geleneklerin birbirlerinden ayrıklığı açısından yaklaşıldığında, bu döneme dair yapılabilecek en önemli saptamalardan biri sağ ve sol konumlanışa tarihsel süreç içerisinde atfedilen işlevlerdeki kaymadır. Bu çerçevede dikkat edilmesi gereken nokta, neo-liberal söylemin amentüsü haline gelen “değişim” olgusunun geleneksel olarak sola atfedilen “ilericilik” sıfatını arka plana atacak şekilde yaygınlaşmasıdır. Böylelikle sol muhafazakârlık kategorisi içerisine itilirken, sağ değişimin öncüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim, İngiltere örneğinden yola çıkarak sol siyasetin içinde bulunduğu tıkanıklığa ilişkin bazı saptamalarda bulunan Stuart Hall ve Martin Jacques, hedefin “değişim olgusunu ve yeniliği Sol’un gündemine etraflıca yerleştirmek” olduğunu vurgularken, değişim sürecinin sol gündem içinde olası bir yadsınmasının sol için bildik ve o ölçüde de tehlikeli olduğunu dile getirmektedir. Zira sol,
“…konjonktürde ortaya çıkar, o çağa doktriner bir biçimde saplanır ve o çağın ortaya çıkardığı çözümlemelere örgütsel, programatik biçimlere yeri ve zamanı geçtikten çok sonra bile bağlı kalır. Bir dönemdeki değişimlerin başını çeken sol …tarihsel ilerleyişini sürdürürken tutucu bir politik güç haline dönüşebilir.” (1995: 17)
Türkiye’deki sosyal demokrat siyaset söz konusu olduğunda ise, Batı Avrupa örneğindeki yenileşme ve/veya değişim kaygılarına partileşme ve birleşme çabalarının da eklendiği ve bu bağlamda sosyal demokrat siyasetin 1980’lerde yoğun bir yeniden-var olma mücadelesi içerisinde bulunduğu söylenebilir. Dahası bu mücadele 1980’lerle sınırlı kalmamış 1990’ların ilk yarısına yayılacak şekilde sosyal demokrat gündemi meşgûl etmiştir. Bu bağlamda, 1985 yılında HP ve SODEP birleşmesiyle ortaya çıkan SHP, 1992 yılına kadar sosyal demokrat kimliğin taşıyıcısıyken, 1992 yılında CHP’nin yeniden kurulması ile birlikte iki başlı bir yapıya dönüşen sosyal demokrat kimlik, 1994 yılında SHP ve CHP’nin, CHP bünyesinde birleşmesiyle, geleneksel çatısı altında siyaset sahnesinde yerini almıştır.
Sosyal demokrat siyasetin yenileşme serüveni söz konusu olduğunda, değişim gerekliliği parti içerisindeki değişik görüşler değerlendirildiğinde homojen bir yapı göstermemekle beraber ancak 1980’li yılların sonlarında SHP bünyesinde ortaya çıkmış ve 1990’ların ortalarından itibaren CHP’nin söyleminde somutluk kazanmıştır. Aslında, Türkiye’de “sosyal demokrat” çizgi tarihsel olarak farklı anlamlarda değişimin taşıyıcılığını üstlenmiştir. Başlangıç itibariyle, değişim olgusunun merkezini, Kemalizm’in taşıyıcısı olan kurucu CHP’nin modernleştirici misyonuyla geleneksel toplumun laiklik ekseninde yeniden yapılandırılması oluştururken, takip eden aşamada Parti’nin “ortanın solu” söylemi çerçevesinde modernleştirici misyonun yüklediği seçkinci kimliğinden sıyrılarak emekçi kesime de ulaşabilme çabası belirleyici olmuştur. Son aşamayı oluşturan ve “Dünyada Yeni Sol, Türkiye’de Yeni CHP” sloganı ile lanse edilen değişim söylemi ise 1990’larda partinin kimlik arayışının yeni bir eksene oturtulma çabasının bir çıktısıdır. Bu durumda denebilir ki, son iki aşamada değişim söylemi başlangıçtaki topluma yönelik yeniden-yapılandırma boyutundan, bizâtihi parti kimliğini nesneleştiren bir boyuta kaymıştır. Gerek 1960’ların ortasından itibaren gerekse 1990’larda sosyal demokrat siyasetin gündemine oturan değişim, partinin siyasî yelpazede hasım olarak aldığı oluşumlar karşısında kendi ideolojik konumunu belirleme çabası ve pragmatik kaygılarla beslenmiştir. Bu karşıt konumlar 1960’larda, Marksist sol iken 1990’larda neo-liberal sağdır. Bu durumda denebilir ki, Türkiye’de sosyal demokrat siyaset, evrensel sosyal demokrat değerlerden hareketle toplumsal sorunların çözümüne ya da toplumun dönüştürülmesine hizmet edecek somut politikalar üretmekten ziyade türevsel bir kimlik arayışı içerisinde evrilmiştir.[13]
Bu noktada ise İngiltere örneğinde Thatcher’ın temsil ettiği neo-liberal duruşa alternatif üretmeye çıkan Blair projesi ile önemli paralellikler tespit etmek mümkündür. Nitekim, CHP’nin 24 Aralık 1995 seçimlerine girmeden önce seçim propagandasını üzerinde yapılandırdığı “Yeni CHP” anlayışı kapsamında kullandığı kavramsal çerçeve Blair modeli ile şeklen örtüşmektedir. Ancak, “Yeni CHP”nin bu modelle yanyana giden ek ve çelişik bir kimliğin de taşıyıcısı olduğunu gözardı etmemek gerekiyor. Söz konusu kimlik geleneksel kurucu CHP kimliğidir. Nitekim Parti, Üçüncü Yol’un taşıyıcılığını üstlendiği piyasa ekonomisi, hizmet eksenli devlet anlayışı, anayasa değişikliklerini temel alan yönetimde şeffaflık ve demokratikleşme gibi temalara yaptığı vurgunun yanısıra, tek partili dönemin CHP’sine yaptığı olumlu göndermelerle ideolojik anlamda sıkışık bir görünüm arzetmektedir.[14] Blair modelinin, en azından niyet itibariyle, gerek eski sosyal demokrasinin gerekse neo-liberalizmin üstünde/ötesinde politikalar üretmek amacıyla çizildiği gözönüne alındığında CHP’nin tarihsel dinamiklerinden kaynaklanan bu sıkışıklık aslında partinin yenileşme söyleminde eski sosyal demokrasi-neo-liberalizm üzerine oturtulmuş bir projeden ziyade neo-liberalizm-Kemalizm ekseninde salınan ve bağlamsal altyapıdan yoksun bir programa yol açmaktadır. Burada belirginlik kazanan en önemli nokta, Parti’nin ideolojik kimliğini sosyo-ekonomik düzlemden ziyade sosyo-kültürel düzlemde oluşturmasıdır ki, laiklik-irtica ekseni bu anlamda belirleyicidir. CHP’yi zora sokan tam da bu düzlem kaymasıdır. Zira, her ne kadar benimsediği Blair modeli neo-liberalizm karşısında bir alternatif iddiasıyla kurgulandıysa da, CHP aktif siyasette asıl muhatabı olarak Refah- Fazilet çizgisini görmektedir.
Bu noktada sağı ve solu geleneksel olarak ayrıştıran ilericilik-statükoculuk çizgisine ilişkin tartışmaya dönüldüğünde farklı/çelişik bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, farklılık/çelişkinin temel kaynağı, Türkiye’de sağ ve sol konumlanış arasındaki ayrıştırma çizgisinin tarihsel dinamiklerin etkisiyle evrensel ölçütlerden farklı bir biçimde yapılanmış olmasıdır. Konuya sosyal demokrat siyaset açısından yaklaşıldığında bu farklılık, Türkiye’de sosyal demokrat geleneğin temsilcisi olan CHP’nin, beslendiği kaynaklar itibariyle sol gelenekten ziyade, sınıf temelli siyasetini liberal demokratik düzeni kurma amacı ile şekillendiren ve böylelikle emekçi sınıfı tamamen gözardı eden kurucu bir gelenekten gelmesi ile anlaşılabilir. Zira CHP, belli dönemlerdeki kimlik arayışlarını değişim olgusu etrafında şekillendirse de, son kertede, mirasçısı olduğu Kemalist ideolojiye pek çok noktada bağlı kaldığı bir gerçektir. Parti, her ne kadar Batı Avrupa’daki sosyal demokrat yeniden yapılanmanın da etkisiyle birtakım “yeni” formülleri söylemine entegre etse de, bu özellikle iktisadî düzlemle kısıtlı kalmakta, toplumsal-siyasî düzlemde ise tutucu/statükocu bir görünüm arz etmektedir. Bu anlamda, sağ partilerin tümü Refah-Fazilet çizgisinin birer uzantısı olarak aynı potada eritilmekte ve CHP açısından siyaset laiklik üzerinde yapılandırılmış bir iktidar arayışı olarak belirginlik kazanmaktadır. Böyle siyaset yapmanın resmî ideolojinin tercihleriyle örtüşmesi ise Parti’nin tutucu/statükocu kimliğinin bir göstergesidir. Denebilir ki, CHP var olanı dönüştürmekten ziyade geçmişe referansla idealize edileni sistemleştirme arayışı itibariyle sol değil, muhafazakâr bir konumda yer almaktadır.
CHP’nin tümünü Refah-Fazilet çizgisinde erittiği sağ partiler arasında yer alan ANAP açısından ise ilericilik-statükoculuk ayrımı etrafında yapılacak bir tartışma Batı’da neo-liberalizmin muhafazakârlığı ile örtüşen bir yapıyı ortaya çıkaracaktır. ANAP’ın model olarak aldığı Thatcher politikalarında muhafazakârlık “girişimci kültürü”nün oturtulmasına dayanılarak kapitalist sistemin muhafazasını öneren ve bununla bağlantılı olarak toplumsal düzlemde vatandaşlık haklarına karşı çıkan ve Hıristiyan değerleri yücelten bir program çerçevesinde görünürlük kazanmıştır. Neo-liberal siyasetin Türkiye’deki tezahürü de milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin içerisine iktisadî liberalizmin eklemlendiği bir örüntüde gerçekleşmiştir. İktisadî politikalar söz konusu olduğunda Türkiye neo-liberalizminin taşıyıcısı olan ANAP, bir yandan “globalleşmek”, “çağ atlamak”, “dışa açılmak” sloganları ile yüzeyde 1980-sonrasının değişimci kimliğini temsil ederken, aslında İngiliz selefine benzer bir şekilde halihazırda var olan bir sistemi -kapitalizmi- evrensel gereklerin de dayatmasıyla sistemleştirmeye çıkmıştır. Bu açıdan devletin küçültülmesine, girişimci kimliğine verdiği önemle ANAP, liberal duruşu itibariyle, kendi içinde oldukça tutarlı bir görünüm arz etmektedir. Öte yandan, partinin 1990’ların sonlarında karşılaştığı kimlik sorununun, özellikle Özal sonrasında taşıdığı dört eğilim içerisinden en baskını olan milliyetçi-muhafazakâr tabanının alternatif sağ partilerde yer bulmaya başlamasının nedeni CHP’yi tutucu/statükocu bir konuma iten laiklik-irtica ekseninde anlaşılabilir. Halefi ve modeli olan Thatcher siyasetine paralel bir şekilde ANAP’ın Özal’ın liderliği döneminde ve kararsız da olsa Mesut Yılmaz döneminde salt iktidara yönelik olarak biçimlendirdiği politikalarının temelinde pragmatizm ve bunun bir uzantısı olarak nitelendirilebilecek “sezgisel” siyaset yatmaktadır. Bu durumda, her ne kadar siyasetteki belirgin çatışma eksenlerine ve özelde laiklik sorununa yaklaşımını demokratikleşme, “hoşgörü” retoriği temelinde ifade etmiş olsa da, Parti’nin son kararda tercihi devlet karşısında konumlanmaktan ziyade devlet tarafından belirlenen katı laik politikaların pasif uygulayıcısı olmak yolundadır.[15] Son olarak, partinin CHP ile paylaştığı diğer bir sıkıntıdan bahsedilebilir ki, bu kanımızca Türkiye siyasetinin yapısal bir sıkıntısı ile alâkalıdır: Türkiye’de gerek siyasî partiler gerekse seçmen kitlesi seviyesinde aktif siyaset sosyo-ekonomik kaygılardan ziyade sosyo-kültürel terimlerle yürütülmektedir. ANAP’ın model olarak aldığı neo-liberalizm, doygunluğa ulaşmış bir kapitalist sistemi klasik temelleri üzerinde yeniden inşâ etmeye çıkan ve bunu yaparken toplumsal politikalarını sorumlu (Hıristiyan) vatandaş-birey, neo-liberal terimlerle girişim kültürü ile donatılmış vatandaş tanımına referansla oluşturan bir anlayış çerçevesinde üretilmiştir. ANAP’ın toplumsal muhafazakârlığını belirleyen ise iktisadî politikalarının temelinde yatan anlayıştan tamamen kopuk, zaman zaman oy kaygısıyla beslenen bir tabana -geleneksel Müslüman seçmen kitlesine- hitap etme kaygısıdır.[16] Öte yandan, özellikle 1990’ların ortalarından itibaren neo-liberalizme ve “eski” sosyal demokratik modele “orta yol” bir alternatif olarak çıkan ve bu anlamda Batı’da sosyal demokrasinin krizine bir açılım sağlayabileceği düşünülen Blaircı modelin tonlamalarını barındıran CHP söylemi benzer bir sorunu farklı bir platformda gündeme getirmektedir. Şöyle ki, tarihsel dinamikleri açısından, evrensel anlamda “eski” sosyal demokrasiden ziyade, yukarıda da değinildiği gibi, Altı Ok üzerine yapılanmış bir sosyal demokrat pratikten çıkarak “post-sosyal demokrat” (Yalman, 1999: 63) olarak nitelendirilen bir kimliği uyarlama çabası Türkiye’de sol adına gerekenin çok uzağındadır. Türkiye’de sosyal demokrasinin temel sorunu üçüncü bir yolu getirmek değil; tarihsel arka planı ile hesaplaşarak, kendisini liberal-demokratik sistemi kurmayı hedeflemiş olan selefinden gerçek anlamda sosyal demokrat bir kimlikle yürüteceği sınıf temelli siyaset çerçevesinde ayrıştırma gereğidir. Bu ise bağlamsal dinamiklerle evrensel sosyal demokrat ilkelerin harmanlandığı ideolojik bir yapılanmayı gerektirmektedir. Böyle bir yapılanma önceliklerin tespitinde sosyalizmi es geçmeyen, ya da deyim yerindeyse sosyalizmi gerçekleştirilecek bir ideal olamasa dahi, sembolik bir motivasyon kaynağı olarak alan bir anlayışla gerçekleştirilmedir.
KAYNAKÇA
Adams, Ian (1993), Political Ideology Today, Manchester University Press, Manchester, New York.
Akalın, Cüneyt (1999), , “Öteki Sosyal-Demokratlardan Farklı mı? Sosyalist Parti (PS) (Fransa)”, İktisat Dergisi392-393 (Ağustos-Eylül): 71-5.
Arblaster, Anthony (1996), “Liberalism after communism,” James Meadowcraft (der.), The Liberal Political Tradition içinde, Edward Elgar, İngiltere ve ABD.
Blackburn, Robin der. (1993), Çöküşten Sonra. Sosyalizmin Geleceği, Osman Akınhay (çev.), Ayrıntı, İstanbul.
Dahrendorf, Ralf (1999), “Whatever happened to liberty,” New Statesman (6 Eylül): 25-27.
Dünya’da Yeni Sol, Türkiye’de Yeni CHP, (1995), CHP, Ankara.
Eames, Bill Chris (1999), “Break with labour’s ‘fairness at work,’” Marxist Review, 14-1 ( Ocak ): 6-7.
Giddens, Anthony (1998), The Third Way. The Renewal of Social Democracy, Polity Press, Oxford.
Hall, Stuart ve Martin Jacques. (1989), New Times. The Changing Face of Politics in the 1990’s, Lawrence & Wishart, Londra. [Türkçesi, Yeni Zamanlar, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı 1995]
Hall, Stuart (1998), “The great moving nowhere show,” Marxism Today, (Kasım-Aralık): 9-14.
Harris, Mike. (1998), “The New Right,” Adam Lent (der.), New Political Thought: An Introduction içinde, Lawrence&Wishart, Londra.
Hobsbawm, Eric (1998), “The Death of Neoliberalism,” Marxism Today, (Kasım-Aralık):.4-8.
Kahraman, Hasan Bülent (1993), Yeni Bir Sosyal Demokrasi İçin, İmge Kitabevi Ankara.
King, Desmond S. (1987), The New Right, Politics, Market and Citizenship, The Dorsey Press, Chicago.
McElvoy, Anne (1997), “The end of the labour movement,” New Statesman (26 Eylül): 28-30.
Miliband, David (1994), Reinventing The Left, David Miliband (der.), Polity Press, Oxford.
New Labour, Because Britain Deserves Better (1997) Labour Party, Londra.
Russell, Keat ve Abercombie N. derl. (1991), Enterprise Culture, Routledge, Londra ve New York.
Sağlam, F. (1982), AÜSBF Anayasa Seminerindeki konuşmasından Cumhuriyet, (23 Ağustos) aktaran Bülent Tanör İki Anayasa 1961-1982. Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul.
Sainsbury, D. (1993)“The Swedish Social Democrats and the Legacy of Continuous Reform. Asset or Dilemma?” Richard Gillespie ve W.E. Patterson (der.), Rethinking Social Democracy in Western Europe, Frank Cass, Londra.
Salvati, Michele (1999), “A View from Italy,” Dissent (Bahar): 81-84.
Yalman, Galip L. (1999), “Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin Siyasal ve İdeolojik Yönelimlerindeki Değişimler: İngiliz İşçi Partisi Örneği,” İktisat Dergisi, 56 - 67.
[1]Burada söz konusu olan iki siyasal kategorinin hem konumsal hem de betimlemeci açıdan incelemesidir. Bu çerçevede sağ ve sola bir yandan birbirlerine referansla, diğer yandan ise taşıdıkları değerler bağlamında yaklaşılacaktır.
[2]Bugünkü terimleriyle eski sol için de bir dönüşüm söz konusu olmakla birlikte, böyle bir irdeleme bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Bu dönüşüme ilişkin bazı yorumlar için bkz. Blackburn, 1993.
[3]Buradaki “yeni” ibaresi ile sol açısından Yeni Sol’dan bahsedilmediğinin belirtilmesi gerekmektedir. Öte yandan liberal-muhafazakâr Sağ’ın “yeni”liği ise kendinden menkûl bir olgudur.
[4]Ancak burada, kuruculuk ve taşıyıcılık açısından iki örnek arasında bir farklılık olduğuna dikkat çekilmelidir. Thatcher’ın muhafazakâr partisi halihazırda var olan neo-liberal doktrinden yola çıkarak iktidarda bulunduğu dönemler boyunca pragmatizmi, popülizmi, ‘sezgisel siyaseti’ (King, 1987:127-128) uygulamışken, Blair’ın İşçi Partisi aktif siyasetteki hasmının yenilgisi üzerinde yükselirken, bir yandan bu yenilginin ardında yatan sorunlara gerçek çözümler üreteceğini, diğer yandan da ‘eski sosyal demokrasi’ olarak nitelendirdiği çizginin tıkanıklığına sol içinde bir alternatif teşkil edeceğini varsaydığı Üçüncü Yol’un kuruculuğunu üstlenmiştir. Dolayısıyla pratiğini Blair’ın başkanlığındaki İşçi Partisi’nde bulan, kuramsal arka planını Anthony Giddens’ın çizdiği Üçüncü Yol projesi neo-liberalizm ve ‘eski sosyal demokrasi’ye referansla yeni bir sosyal demokrasi iddiası ile ortaya çıkmıştır. Bkz. Giddens, 1998: 26.
[5]Ancak, burada belirtilmesi gereken bir nokta Batı Avrupa’da sosyal demokrat partilerin Blair modeline olumlu yaklaştığı gözlemlense de ülkeler-arası farklılıklar temelinde henüz Blair modelinin ya da Üçüncü Yol’un Avrupa sosyal demokrasisi için tek bir model teşkil etmediğidir. Fransa ve İtalya örneklerinin bu çerçevede bir değerlendirmesi için, bkz. Akalın, 1999; Salvati, 1999.
[6]Bu konuda bkz. King, 1987: 133-135.
[7]Kökeni itibariyle Thatcherizm’e ait bir terim ve ideal olan girişim kültürü ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz., Keat ve Abercombie, 1991. Bu noktada Anthony Arblaster’ın İşçi Partisi’nin Muhafazakârlar’ın terminolojisini benimsemesi hakkındaki tespiti önem kazanmaktadır. Arblaster, 1996.
[8]İşçi Partisi’nin 1997 seçim broşüründe bu noktaya ağırlıklı olarak değinilmektedir. Bkz. New Labour, because Britain deserves better, 1997: 11.
[9]Üçüncü yol projesinin neo-liberalizm ile benzerliğine ilişkin bir değerlendirme için bkz. Hobsbawm, 1998; Hall, 1998.
[10]Bu çerçevede, Blair yönetiminin sendikalarla olan ilişkisindeki kopukluk en çok eleştirilen konulardan birini teşkil etmektedir. Bkz. Earnes, 1999; Anne McElvoy, 1997.
[11]’82 Anayasa’sına göre “Siyasî partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile siyasî ilişki ve işbirliği içinde bulunamazlar…” (m. 69/2); “Siyasî partiler, yurt dışında teşkilatlanıp faaliyette bulunamaz, kadın kolu gençlik kolu ve benzeri şekilde ayrıcalık yaratan yan kuruluşlar meydana getiremez, vakıf kuramazlar” (m. 68/6); “…hakimler ve savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanları, yüksek öğretim kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, öğrenciler ve Silahlı Kuvvetler mensupları siyasî partilere giremezler”(m. 68/7). Madde 68/6 ve Madde 69/2 23.7.1995 tarihinde yürürlükten kalkmıştır.
[12]1982 Anayasası’nın Geçici 4. Maddesi’nde yer alan bu kısıtlama, 17.5.1987 tarih ve 3361 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmış ve 6.9.1987 günü yapılan halk oylaması ile onaylanmıştır.
[13]CHP’nin “ilericilik” kavramı ekseninde bir değerlendirmesi için bkz. Kahraman, 1993: 55-78.
[14]Bkz. Dünyada Yeni Sol, Türkiye’de Yeni CHP, 1995.
[15]Burada en yakın iki örneğe değinmek açıklayıcı olacaktır. ANAP, DYP-RP koalisyon hükümetini dağıtan 28 Şubat kararlarının ertesinde ve bu kararlar doğrultusunda kurulan koalisyon hükümetinde ortaklığı kabul etmiş ve sekiz yıllık eğitim programının uygulayıcısı olmuştur.
[16]Burada, son yıllarda “Anadolu Kaplanları”, ve/veya “İslami sermaye” adlandırılmaları ile atak yapan Müslüman sermayeyi gözardı ettiğimiz şeklinde yanlış yorumlamanın önünü almak için söz konusu kopukluk saptamasının daha çok neo-liberalizmin düşünsel arka planında vurgulanan ve dolayısıyla neo-liberal pratikte daha çok sosyal haklarda kısıtlamaya gitmenin meşrulaştırılması için ön plana çıkartılan Hıristiyan değerler temelinde formüle edilen sorumlu vatandaş anlayışı ile ANAP’ın neo-liberalizminin iktisaden türevselliğine referansla yapıldığının belirtilmesi gerekiyor. Kaldı ki, başlangıcından itibaren ve özellikle 1990’larda ANAP’ın iktisadî kimliği, değinilen küçük ve/veya büyümekte olan Müslüman kimliğin ön planda tutulduğu sermayeden daha çok (laik) büyük sermayenin baskın olduğu bir görünüme sahiptir.