İnsanın Sol Hali

“...her yüzün dikkatli bir bakışa göstermesi gereken şeyi ihtilaçlı bir tarzda gösterir: insanlarda bayağılığın olmadığını.

...insanın teslim olmama gücü varsa, keşfedilecek bir yol vardır”.

J. Kristeva

1

Uzun süredir değişmeden aynı biçimde sürüp gittiğine, orada olduğuna göre soru şu olmalı: Ben niye solcuyum? Sol, sosyalizm, Marksizm benim için hangi anlamları taşıyor? ‘Ahalinin’, artık kanıksamış olduğum, yer yer bir ‘ciddi olmayış’ havası da kondurmaya dikkat ederek, ama apaçık işte, merhametle(!) yüklü bakışlarını yönelttikleri, demode saydıkları, ‘dostça’ temenniler eşliğinde vazgeçmeye çağırdıkları solculuğum nasıl bir şey? Bir tür ayakları yere basmamak, gerçeklerle uyuşmamak, boşa kürek sallamak, bönlük durumu mu? Bir ‘gerçeklerle uyuşmamak’ durumu söz konusuysa bile, ya da gerçeği biraz değiştirerek görme/farkında olma çabası, bu kategorik olarak reddedilmesi gereken bir hal midir? İzini sürmeye değmez mi insanı, hangi saikler, arzular, korkular gerçek karşısında böylesi bir konuma sürüklüyor? Dileyenler için, bir heyula, orada duruyor işte: Adaletsizliğin gerçeği... İnsanın sözünün ve eyleminin o olağanüstü değerine, dünyayı değiştirebileceğine duyduğum inanç, insanlığın yeryüzü kardeşliğine, özgürlükçü ve eşitlikçi bir gelecek hayaline bağlılığım nereden köken alıyor? O bağlılığı, inancı ve umudu kuran ve dolduran hangi imgeler? O imgelerin kökensel fantezi imgelerimle, imgeler repertuvarımın ilkel olanlarıyla ilişkisi ne, ve o ilişki hangi düzeylerde sürüyor? En nihayetinde boşunalık duygusu uyandırarak bir akametle sonuçlanmayacaksa eğer, söz konusu o soru hem kendi eylemimi yeniden anlamlı ve berrak kılacak, hem de başkalarına teklif etmeme yetecek yeni ve bütünlüklü herhangi bir şey üretmeye ne kadar uygun? Uzun zamanlar kimileyin bir bunaltı, öfke, korku, can sıkıntısı, suçluluk, çaresizlik; kimileyin de coşku, memnuniyet, şükran, sevgi veren o duygular boyunca giderek biraz daha yaklaşmaya çalıştığım şey, tam da o aynı soru neden olmasın ki? Ama aynı anda, şuracıkta duyduğum tedirginliğin ele verdiği ne ola ki? Belki de gökler katına ait olması gereken bir sorudur da onu, yersiz bir işgüzarlıkla buraya, somut/maddi dünyaya indirmek sonu gelmez bir zembereği boşaltmak gibidir. ‘Marksizmin kendisinin bir tür din olduğu düşüncesi’ anti-komünist kampın temel kanıtlarından birisi değil miydi yoksa?... ‘Onun mahcup bir din, kendi adını bilmek istemeyen bir din olduğu’ düşüncesi.

2

Norberto Bobbio’nun söyledikleri, işte:

“Bu gerçek karşısında, eşitlik idealini hep baktığı ve bakmakta olduğu kutup yıldızının oluşturduğu sağ ve sol ayrımı çok nettir... Bitirirken burada ileri sürülen sava kişisel bir tanıklığımı ekleyebilirim. Kendimi hep bir solcu olarak kabul ettim ve sürekli kendiyle ters düşen ‘sol’ terimine her zaman ve şimdi bile hep olumlu bir anlam verdim ve bugün yeniden çok geniş bir şekilde değerlendirilen ‘sağ’ terimine de olumsuz bir anlam yükledim. Yaşamımın bazı dönemlerinde politikaya ilgi duymamın ya da diğer bir deyişle politika ile uğraşma gereğini hissetmemin temel nedeni, zenginler ile yoksullar arasında, toplumsal ölçekte alttakiler ile üsttekiler arasında ve ekonomik-politik-ideolojik alanlarda diğerlerinin tavrını belirleme yetkisine sahip olanlar ile bu yetkiden yoksun olanlar arasındaki dengesiz, haksız, orantısız ve büyük eşitsizliklerin sunduğu görüntü karşısında duyduğum rahatsızlık oldu. Benim gibi, sınıf farklılıklarının daha belirgin olduğu bir burjuva ailesinde doğup eğitilmiş biri tarafından, ahlâki bilinç ve olayların trajik oluşumu ile birlikte gittikçe daha da gelişen bir bilinçlilikle yaşanan eşitsizlikler bunlar. Bu farklılıklar, biz şehirden gelenlerin köylülerin çocukları ile oynadığımız uzun tatillerde özellikle belirgin oluyordu. Gerçeği söylemek gerekirse onlarla aramızda mükemmel bir arkadaşlık vardı ve sınıf farklılıkları kesinlikle belli değildi. Ama yine de bizim evlerimizle onların evleri, yemeklerimizle onların yemekleri ve kıyafetlerimiz arasındaki farklılıklar (yazın yalınayak gezerlerdi) gözümüzden kaçmazdı. Her yıl tatile gidince oyun arkadaşlarımızdan birinin kışın tüberkülozdan öldüğünü öğreniyorduk. Oysa şehirdeki okul arkadaşlarımdan birinin bile hastalık nedeniyle öldüğünü hatırlamıyorum.” (Norberto Bobbio, Sağ ve Sol: Bir Politik Ayrımın Anlamı, Dost Kitabevi Yayınları, 1999, çev: Zühal Yılmaz).

Ya da; Prag’dakilerin sorduğu “Bugün kaç çocuk öldürdünüz” sorusunun, olanca ağırlığı ve çıplaklığından sonra, geride kalan ne olabilir ki hâlâ ‘neden solcuyum’ dedirtecek... Dahası, örneğin, kaybetmekten ölesiye korkulan lanet olası bir iş karşılığında alınan bir aylık ücret, başka yerlerde bir yemek parası ediyorken... Her şey böyle kurulduğu ve işlediği için bu dünyanın yoksullarının çocukları ilk adımlarını, -sanki bilirlermiş gibi- öylesine sarsak, cılız, kaybederek atıyorken; eğitim hakkını, sağlıklı bir hayat hakkını, güvenli bir gelecek hakkını, oyun hakkını, çocukluk hakkını hattâ, en başta kaybederek başlıyorlarken hayata... Kaybedilmiş bir çocukluktan daha feci kaç ıstırap vardır ki yeryüzünde, bildiğimiz?

Sol eğer tam da derin bir adalet duygusunun, deyim yerindeyse cisimleşmesini temsil ediyorsa, ya da baskı, egemenlik ve zulüm karşısındaki öfke ve isyanın hayat verdiği dünya görüşünün adıysa...

3

O halde şunları da eklemeli: Solun tarihsel/güncel etkisini, yönelimlerini ve eylemini onun ütopik/muhayyel boyutundan koparmanın vebali vardır. Derhal Marx’ı anmalı:

“Dünyanın nicedir rüyasına sahip olduğu meseleye gerçekte sahip olması için yalnızca bilincine sahip olmasının gerektiği açıktır. Bunun, geçmişle gelecek arasında herhangi bir kavramsal kopma sorunu değil, fakat daha çok geçmişin düşüncelerinin tamamlanması sorunu olduğu anlaşılacaktır.”

Diğer yandan solun her iki veçhesini bir ve aynı anda/düzeyde düşünmenin, kurmanın sayısız pratik yararı olduğunu, bir perspektif zenginliği ve üstünlüğü sağlayacağını da unutmamalı. Sol bütün konjonktürel, yerel, zaman-sınırlı, somut önerilerini, eylemlerini, kampanyalarını, sloganlarını, anlatılarını birbirine eklemleyecek, onların bir bütünselliğin parçası olma talebini karşılayacak büyük anlatısına, tasavvuruna, idealine gözünü dikerek tasarlamalı. Ya da, aynı anlama gelmek üzere, her somut belirişini aynı zamanda; idealinin kurucu unsuru kılacak, hem kendisinin hem de başkalarının gözünde idealini daha belirginleştirecek, öyleyse, o somut durumla ideali arasındaki mesafeyi kısaltacak, idealinin mümkün olma iddiasını kuvvetlendirecek bir imkân, bir avantaj gibi de düşünmeli. Yoksa, herhangi somut bir eylemimiz devrimci olma ve aynı zamanda zihinlerde de bir yenilenmeye/dönüşüme yol açma vasfını başka nasıl kazanabilir ki? Kendimizi her seferinde yeniden kurmamızı ve canlılığımızı korumamızı sağlayacak o kavurucu eksiklik duygusunu başka hangi düşünüş hattı verebilir bize? Eksik bıraktığımızı fark etmemizin, sürekli bir özeleştiri tutumunu güncelleştirmemizin dayanaklarını başka nerede arayabiliriz ki? Şöyle düşünelim: Sağlık alanındaki bir tasarrufumuza eşitlikçi bir toplum tasarısıyla açık etkileşimler kurmuş, o tasarıyla düğümlenmiş eşitlikçi bir sağlık perspektifi yön vermiyorsa, hem o tasarrufun güdüklüğü ve kendini görememesi, hem de süreklilik ve ufuk kaybı kaçınılmaz olacaktır. Ütopya biraz da bir ufuk tayini için ihtiyacımız olan bütün olasılıkların, olanakların ve eğilimlerin içerilme tarzıdır. Oraya bir belirsizlik gölgesi düşmüş de olsa. Ama unutmayalım: Belirsizliği göğüslemek üzere cesaret de orada olacaktır. Böylece belki, bu dünyadaki bütün hayırlı işlerin solcuların yaptıklarından ibaret olmadığını da görme şansını elde ederiz. Belki de dünyanın dört bir yanında insanların hayatı daha yaşanılır ve adil kılmak için harcadığı onca muazzam çabayı da fark eder, ama bir kez daha biliriz ki solun tahayyül dünyası o çabaların tutkuyla açığa vurduğu bir anlam ve ifade edinme, bir bütünlüğe kavuşma ihtiyacına karşılık olabildiği ölçüde çağırıcı olacak, kapsamını genişletecektir. Ayrıca, daha iyi bir hayat düşü kurmadan, bizi doğrudan dünyanın tamamlanmamışlığına bağlayan o düş olmadan umut nasıl canlı kalır ki?

Ütopyasız sol evsiz, yersiz/yurtsuz hissetmez mi kendisini sonra?

4

Bir zorunluluk gereği ulaşılır olacağına inanmıyor olmama karşın, sosyalizmin daha ‘iyi’ bir toplum tasarımı sunuyor olması, sol/sosyalist düşüncenin insanlığın çağlar boyunca sürdürdüğü eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin esas olacağı bir hayat ve toplum arayışını temsil edişi yeterli sayılmamalı mı? Tam da o çağlar boyunca sürüyor olma özelliğiyle daha iyi bir hayat ve dünya arayışı, belki de, insanî varoluşumuzun yetkinleştirici ve kesintisiz bir dinamiği olarak temel bir arayış, merak ve bilme dürtüsüne (libidonun bilgi-arayan bileşenine) sözünü, aktüel çerçevesini sağlıyor. Bireyin gelişimi, biraz da çocuğun bilme dürtüsüyle, onun sayesinde serpilip gelişen bir süreç değil mi? Dış dünya annenin bedenini temsil ettiği ölçüde (burada çocuğun annenin bedenine, bedeninin içine/gizlediklerine, bir bebek de dahil olmak üzere sakladığı sırlara ilişkin olarak geliştirdiği muazzam ve ayrıntılı fantezileri ayrıca vurgulamalı), çocuğun yoğun ve tutkulu araştırmacılığı, bilme dürtüsü öylesine merkezî ve güçlüdür ki, kaçınılmaz bir biçimde engellendiği her durumda, gerisinde aynı yoğunlukta bir özlem bırakır. Ve bu kesintisizce ve tırmanarak sürer.

5

Şimdi artık daha çok anlıyoruz ki, insan varlığı için en temel şey, başkalarıyla güven verici ve sevgiye dayalı bir ilişki içinde olup olmadığıdır. Doğumdan itibaren bebeğin söz konusu o emosyonel ihtiyaçları, ebeveynleri ile süren temel ilişkisi sağlıklı bir gelişim için esastır. İnsanî gelişim duygusal ilişkilere bağımlıdır. Sözde bir bireyciliği yüceltmek uğruna ötekine bağımlılık ve ötekiyle ilişki ihtiyaçlarının aşağılanması ve alaya alınması, belki de modern toplumların ereği olmaktan çok asli bir yetersizliğini açığa vuruyor. Kişisel deneyimin insanileşmesini sağlayan tam da, ötekilerin iyilik ve mutlulukları, onların ıstırap ve acıları karşısında yaşadığımız endişedir. Aynı endişe, bizi başkalarıyla paylaştığımız ortak alanların, ortaklaşabilme imkânlarının kaybına bu denli duyarlı kılıyor. Davranışlarımızın gerisindeki saikleri biçimlendiren sadece kişisel çıkarlarımız değil, aynı zamanda kendimizi bağlı saydığımız doğrular ve o doğrular kişisel çıkarlarımıza indirgenmeye müsait olmayan bir fazlalığı daima taşıyor.

Bu yüzden sol dayanışmacı, ortaklaşmacı değerlerini, kardeşlik idealini belki de, tek tek insanlara seslenmeye muktedir bir ahlâki söylemin kurucu unsurları olarak yeniden düşünmeli.

6

Geçmiş aslında giriştir, başlangıçtır, şimdidir. Bütün kayıpları, yenilgileri, zaferleri, hayal kırıklıkları, kopmaları, korkuları, istekleri, ayrılıkları, umut ve umutsuzluklarıyla şimdinin içinde yaşamaya devam eder. Solun onca kaybından ve değişiklikten sonra bile hâlâ ciddi bir yenilenme tutumu geliştiremeyişinin, bir tür tekrarlama kompülsiyonunu düşündürtecek biçimde dağarcığını/repertuvarını farklı seçeneklere ve bakış açılarına kapalı tutuşunun nedenlerini nerede aramalı? Kayıplarımızı ya mağdur kahraman rolüne bürünmemizin dayanağı yapmamız, ya da salt bir kahramanlık anlatısına dönüştürmemiz hangi dinamiğe yaslanıyor? Solu somut bireylerin dünyasını aşan bir zorunluluğa bağlama; her türlü muhasebeyi daima yapılar, örgütler, güç dengeleri, sınıf pozisyonları vb. üzerinden yapmakta hiçbir beis görmeme anlayışı ve tavrı, katılaşmadan nasıl sürdürülebilir ya da hangi insanî içeriğe temas edebilir ki?

“Oysa yas tutma, basitçe herhangi bir yitim ya da değişikliğe verilen psikolojik yanıt, iç dünyamız ile gerçeklik arasında bir uzlaşma sağlayabilmek için yaptığımız uzlaşmalardır. Keder yas tutmaya eşlik eden duygudur ve yaşamımız boyunca karşımıza çıkan alelade kayıplar karşısında keder duyma, tekrarlayıcı biçimde başımıza gelen bir olaydır. Yitirilen şey aile yadigarı bir küpe olabileceği gibi, bir umut, bir ülkü, bir dostluk, bir vatan, bir sevgili hattâ bir eski kendilik olabilir... Yaşamımızın gidişi bu kopmaları gerçekleştirebilme, tüm yitimlere uyum sağlayabilme ve değişimi büyüme aracı olarak kullanabilme yeteneğimize bağlıdır. Yası tam olarak tutulmamış kayıplar –başka bir deyişle, uyum sağlayamadığımız değişiklikler- yaşamımıza gölge düşürür, enerjimizi yutar ve bağlantı kurma yeteneğimizi bozar. Eğer yas tutamıyorsak, eski sorunların, düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız. Hâlâ geçmişin melodisine göre dans ettiğimiz için bugüne ayak uyduramayız.” (Vamık D. Volkan, Elizabeth Zintl: Kayıptan Sonra Yaşam, Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı Eğitim Notları No:1, İzmir, 1999, Çev: Işıl Vahip, Müge Kocadere).

7

Dünyanın dört bir yanında hayatın lanet ucuzluğu alçakça katliamlara gerekçe yapılabiliyor, onca zulüm, acı, işkence aralıksız sürüyor ve hep yoksulların payına düşüyor, yoksullukla çarpılmış insanların dilsizliği, çaresizliği zehir gibi ağırlaşmaya devam ediyorken; isyan etmek, karşı çıkmak için her türlü nedenden bir silkinişle sıyrılıverir, umursamazsak, zaten biraz çürümüş, alçalmış oluruz. Her türlü soru için, belki de bu kadarı yeter.