Yeni Bir Sağ: Neo-Liberal Faşizm

Meksika’da hâlâ süren ve dikkate değer özellikleri de dünya ölçeğinde bir ilgi ve sempati odağı haline gelen Chiapas yerlileri isyanının önderi ve sözcüsü Komutan Yardımcısı Marcos’un yeni sağın dünya ölçeğinde yükselişini ele alan yazısı, doğrudan doğruya solun anlamı, içeriği sorununu ele alıyor değil. Ancak, genel olarak küreselleşme, özel olarak yeni sağ olgusu karşısında entellektüellerin -aslında sol entellektüellerin- işlevinin ne olması gerektiği konusuna ağırlıkla yer veren bu yazı, onun sol kavramına dair önemli çizgiler de içeriyor. Ayrıca, bunları daha önce yine Birikim’de yayımladığımız bir diğer yazısında öne sürdüğü görüşlerle birlikte ele aldığımızda, Marcos’un “küreselleşme çağı”nda sol düşünce ve tavrının hangi ögeler üzerine kurulmuş olduğu büyük ölçüde ortaya çıkıyor. Marcos’un, “militan sol”da gayet tipik ve yaygın olan bir sol düşünüş tarzının yetkin bir varyasyonunu temsil ettiğini görüyoruz.

Kendisine ve önderliğindeki harekete büyük sempati ve saygı duymamıza, görüşlerini üzerine kurduğu tespitlerin pek çoğuna katılmamıza rağmen, böylesi bir sol düşünüş ve tahayyülle yetinmenin, ciddi sonuçlara yol açabilecek yetersizlikler ve handikaplar içerdiği kanısındayız.

Söz konusu yetersizlik ve handikapların, 2. Sanayi Devrimi dediğimiz, -günümüzdeki küreselleşmeyi de mümkün kılan- yeni üretici güçler dinamiği üzerine kurulmuş, kurgulanmış bir düşünüş, tahayyül farzından uzak durmaktan kaynaklandığı fikrindeyiz. “Militan sol”un bir kesimi bu uzak duruşu, söz konusu endüstriyel devrim’in durumu -“temel sorunu”- niteliksel, içeriksel olarak değiştirmediği iddiasıyla sürdürürken; bir diğer kesim de o dinamiklerin, ancak ve sadece egemen sınıfları ve düzeni güçlendirici mahiyette olduklarını peşinen kabullenmiş gibi, kendini bu endüstriyel devrimin “sızmadığı”, henüz pek az etkilediği alanlarda var etmeye çabalamaktadır.

Kendine “üçüncü yol” demekle birlikte, merkez sağla farkını açıklamakta giderek zorlanan, dahası bunu gereksiz ve anlamsız bulan bir “sol” eğilim ise, tam aksine, söz konusu üretici güç devrim ve dinamiklerinin kapitalizm koşullarında biçimlendirilişini, meta ve piyasa mantığına göre yönlendirilişini ve bu eksende yol açtığı siyasal, ekonomik, kültürel ve toplumsal değişiklikleri kabullenmekte, benimsemektedir. “Küreselleşme”yi bu haliyle onaylayan, kaçınılmaz sayan ve savunan bu, “postmodern” yaklaşım “sol” sıfatını, bu “küreselleşme”nin kimi sonuçlarını adalet ve insaniyet kaygılarıyla telafi edici düzenlemeleri gerekli saydığı için taşıdığı iddiasındadır.

“Militan sol”un -daha doğrusu geleneksel sol yaklaşımı muhafaza edenlerin- bu küreselleşmeye teslimiyet tavrını şiddetle kınamaları ve böylece onların “sağcılaştıklarını” söylemeleri elbette yanlış değildir. Ama sağcılaşmanın tam tersi bir yoldan da mümkün olduğu unutulmamalıdır. Küreselleşmeye tamamen olumsuz bir anlam ve içerik vererek, onun yol açtığı farz edilen tüm değişimlere kategorik olarak karşı çıkmak, muhafazakârlığa ve dolayısıyla sağcılaşmaya gayet açık bir kapıdır.

Önemle belirtilmelidir ki, küresellik topluca 2. Sanayi Devrimi dediğimiz -uzay, nükleer ve bilhassa genetik ve bilgi işlem, iletişim alanındaki- gelişmelerin bizzat kendi “doğa”sında olan özelliktir. Bunların tekabül ettiği üretim güçlerinin mahiyeti küreseldir, kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak küresel mekânda işlerler. Dolayısıyla bu dinamikler devreye girdiğinden itibaren bütün insanî, toplumsal, siyasal, ekonomik... sorunlar ve çözümler öncelikle küresel formatta ele alınmak zorundadır. O nedenle sorunlar ve çözümler konusunda bir genel saflaşma olacaksa bu, küreselleşme yanlıları ve karışımları biçiminde değil, mevcut ve alternatif küreselleşme “tasarımları”, perspektifleri arasında olmalıdır.

Bu noktada sol -özellikle sosyalist sol- zaten enternasyonalisttir, ütopyası dünya ölçeğinde bir devrimdir demekle sorun geçiştirilemez. Ya da mevcut küreselleşme halinde daha da ezilen, durumları eskisinden de kötüye giden kesimlerin kendi ülkelerinde yaptığı isyan ve direniş hareketleriyle maddi veya manevi dayanışmalarla da yetinilemez.

Bu tür eylem ve hareketlerin desteklenmesi, hattâ bizzat sol-sosyalist bir hareket tarafından örgütlendirilmesi ne denli doğru ve gerekli ise, sol-sosyalist perspektif ve “strateji”nin bu tür hareketlerin çoğalması ve yoğunlaşması üzerine oturtulması da o oranda yanlış ve sonuçsuzluğa mahkûmdur. Hele böyle bir “strateji” -sırf neo-liberal küreselleşme şampiyonları budamak, sürecin isterlerine uygun “çekirdek devlet” haline getirmek istedikleri için savunulan- “ulus-devlet”leri muhafaza veya ihya etmek üzerine kurulu ise.

Marcos’un daha önce yayımladığımız yazısında olduğu gibi bu yazısında da neo-liberal küreselleşmeye karşı mücadeleyi ulus-devletleri savunma ekseninde kurduğu görülüyor. Bu yaklaşım ve önerinin, ABD ile Latin Amerika, özellikle Orta Amerika ve Meksika ilişkilerinin özgül bir bileşeni olan anti-Yankee gelenekle sıkı sıkıya bağlı tarihsel gerekçelerinden bahsedilebilir. Ve buna tam da bu yıllarda modern Meksika ulus devletini kuran ve kesintisiz yetmiş yıldır bu ülkeyi yöneten KDP’nin iktidardan düşmesi ve Pro-Amerikan, neo-liberal bir partinin seçim zaferi ile iktidara gelmiş olması gibi özel bir gerekçeyi ekleyebiliriz. Bizde CHP’nin 1950’de DP karşısında yenilgiye uğrayarak, iktidardan düşmesine benzer bir durum. Ama CHP’den farklı olarak Meksika’nın bu “devleti kurmuş” partisi her tür yolsuzluk ve çamura batmış, çürümüş halde, iktidardan düştü. Chiapas isyanı, düşmanlarında bile saygı uyandıran bir hareket olarak KDP’nin bu rezilce düşüşünün bıraktığı siyasal boşluğu doldurmayı düşünüyor da olabilir.

Ama her ne olursa olsun ulus-devlet gibi kapitalizm ve milliyetçiliğin dokusunu ördüğü bir kurumu savunmak, onu yeniden canlandırmayı talep etmek sol-sosyalist harekete düşmemelidir. Şüphesiz, dünya ölçeğinde bir mali sermaye egemenliğinin karakolları derekesine indirilmiş eski ulus devlet kalıntıları, bu “çekirdek devlet”ler ağı birçok bakımdan belki de ulus-devletlerin yaşattıklarından çok daha vahim sorunlarla karşılaştıracaktır bizi. Ama ya her şeye rağmen ulus-devlet veya neo-liberal çekirdek devlet gibi bir ikileme mahkûm olduğumuzu söyleten nedir? Pragmatizm, “siyasal gerçeklik” mi, yoksa, bunlara sığınmaktan başka çare bulamayacağını kabullenmiş, alternatif bir yaklaşım geliştirme umudunu tüketmiş, henüz yitirmediklerini muhafazadan başka bir şey düşünmez hale gelmiş olmak mıdır?

Bu soruya dürüstçe cevap vermek ve solu gerçek bir alternatif dünya perspektifinin odağı haline getirecek düşünüş ve tahayyül ufkunu özgüvenle yeniden kurmak zorundayız.

***

“Oksimoron* denilen biçim aracılığıyla, bir deyişle birleştirilmiş olup kendi içinde çelişik görünen bir sıfat anlaşılır. Bu yolla nostikler loş ışıktan, simyacıları kara güneşten bahsetmişlerdi...”

J. L. Borges

Dikkat! Epigrafı okumadıysanız, en iyisi şimdi hemen okuyun. Aksi halde hiçbir şey anlamayacaksınız.

İnkâr edilemez bir olgu: Küreselleşme. Onu yargılamıyorum, bir gerçekliği tespit ediyorum. Ama madem ki oksimorondan söz ettik, belirtmek gerekir ki bu bir “bölük pörçük küreselleşme”dir.

Küreselleşmeyi iki devrim, teknolojik ve informatik devrim mümkün kıldı. Malî iktidar tarafından yönlendirildi. Teknoloji ve informatik (artı mali sermaye) el ele, mesafeleri ortadan kaldırdı, sınırları geçersizleştirdi. Bundan böyle bir bilgiyi dünyanın herhangi bir yerinden her an elde etmek mümkün. Para artık her yerde hazır ve nazır olma yetisine sahip; başdöndürücü bir tarzda gidip geliyor, sanki aynı anda her yerdeymişçesine dünyaya yeni bir görünüm, bir pazar, bir mega-pazar görünümü veriyor.

“Küreselleşme”ye rağmen veya onun yüzünden türdeşlik gezegenimizin başlıca niteliği olmaktan çok uzak. Dünya, her parçası, diğer bir parça da olabilen bir puzzle, bir takımada ve sonuç olarak gerçekten küreselleşmiş tek şey benzeşmezlik.

Eğer teknolojik ve informatik dünyayı birleştiriyorsa, malî iktidar bir savaş aracı olarak kullanmak için dünyayı parçalara ayırıyor. Küreselleşme dördüncü dünya savaşıdır ve tüm gezegene yayılmış bir tahrip/ıssızlaştırma ve yeniden inşa/yeniden düzenleme mekanizmasıdır. (İgnacio Ramonet’e göre yeryüzü ölçekli, sürekli, dolaysız ve gayri maddi) bir “yeni dünya düzeni’ni inşa etmek için finans gücü sınırları ortadan kaldırıyor; bu amaçla yeni tür bir savaş yürütmekte. Ulus-devlet üzerine kurulu milli ekonomiyi imha etmektedir. Ulus-devlet bitime doğru gidiyor. Onun yerine bileşik pazarlar, daha yerinde bir ifadeyle büyük dünya “çarşı”sının, dünya pazarının şubeleri zuhur ediyor.

Sonuç: Bir oksimoron görünüm. Giderek daha az sayıda insan, gittikçe daha da yoksullaşan sayıları giderek daha da artan emekçinin ürettiği zenginliklerin giderek daha fazlasına sahip oluyor. John Berger’in dediği gibi

“Yüzyılımızdaki yoksulluk, daha öncekilerle kıyaslanamaz. Önceki devirlerde olduğu gibi kıtlığın doğal sonucu değil, zenginler tarafından dünyanın kalan kısmına empoze edilmiş ayrıcalıklarla yöndeştir.”

Yeryüzü birkaç güçlüyü gayet iyi ağırlarken milyonlarca göçer yerleşecek bir yer bulamaksızın dolaşıp durmakta. Örgütlü suç, hükümetlerin ve adli sistemin omurgasını oluşturmakta (konum dışı kanunları koymakta) ve küresel “bütünleşme” sınırları çoğaltmaktadır.

Çağımızın karakteristik özellikleri şunlardır: Malî gücün büyük egemenliği, teknolojik ve informatik devrim, savaş, imha/ıssızlaştırma ve yeniden inşa/yeniden düzenleme, ulus-devletlere karşı hücumlar, iktidar ve siyasetin yeniden tanımlanması, hayatın tüm yönlerine egemen olan pazarın hegemonik görünüm olarak yükselişi, zenginliğin az sayıda insan elinde yoğunlaşması, yoksulluğun hızla yaygınlaşması, sömürü ve işsizliğin artışı, milyonlarca insanın sürgün edilmesi, bölgelerin ayrışması, suçluların kurduğu hükümetler kestirme bir deyişle “Bölük pörçük küreselleşme.”

Entellektüellerle ilgili olarak sormak gerekir: İmha/ıssızlaştırma ve yeniden inşâ/yeniden düzenleme olgusu size acı veriyor mu? Malî güce nasıl bir rol veriyorsunuz? Şu sözünü ettiğimiz savaşta pozisyonunuz nedir? Teknolojik ilerlemeden nasıl yararlanıyorsunuz (veya o sizi nasıl kullanıyor?) Bu ulus-devletlerle ilişkiniz nasıl? Şu yeniden tanımlanan iktidar ve siyaset ile ilişkiniz nedir? Globalleşmenin sonuçları karşısında tavrınız nasıl? Sözün kısası, bu bölük pörçük küreselleşmeye nasıl intibak ediyorlar?

Bu yazının amacı sol ve sağ entellektüeller arasındaki polemiği kamçılamaktır. Dolayısıyla entellektüeller ve dönüşümler ile entellektüeller üzerine derinliğine düşünmeyi bir yana bırakıyor.

Güzel. Selamlar ve eliniz tele kumandanız üzerinde olsun. Az sonra başlıyoruz.

2000 yılı, takvim dönümünde 20. ve 21. yüzyıl arasında tereddüt ediyor. Bu durum zıt sözcüklü deyimlerin çoğalmasını teşvik ediyor gibi. Örneğin, bu dönemin bir şeylerin sonu veya sonunun başlangıcı olduğu söyleniyor. Her şey daha önce yaşanmış sanki, tıpkı eski bir filmin başka görüntüler, başka aktörlerle ama aynı senaryoyla çekilmiş olması gibi. Sanki küreselleşmenin “modernliği” (daha titiz tanımlamalar peşinde olanların post-modern demesine de itirazım yok) kendi zıt sözcüklerle kurulu deyimine bürünmüş ve kendini bize arkaik bir modernlik olarak sunuyor gibi...

Dünya kare değil, en azından okulda bunu öğrendik. Ancak üçüncü bin yıla geçişin arefesinde, diyebiliriz ki dünya yuvarlak da değil. Dünyanın güncel biçimine hangi geometrik şeklin uygun olduğunu bilmiyorum ama sayısal iletişim çağında olduğumuza göre dünyayı dev bir ekran olarak tanımlayabiliriz. “Bir televizyon ekranı,” diye de ilave edebilirsiniz ama ben “sinema ekranı” demeyi yeğleyeceğim. Sırf sinemayı sevdiğim için değil ama bana (ve özellikle de) önümüzde bir film, önceki devre ait modern-eski (zıt sözcüklü deyişlere devam için) bir film oynuyormuş gibi geldiği için.

Birbiri üzerine bindirilmiş birçok şeklin aynı anda gösterilmesinin (resim içinde resim diyorlar buna) programlanabildiği bu ekranların birindeyiz. Küreselleşmiş dünya olayında, gezegenin dört bir yanından görüntüler söz konusu. Her görüntü var değil. Çünkü ekranda yer yok, özellikle de “biri” diğerlerinden çok daha fazla bu görüntülerden seçme yapabildiği için yok. Yani biz dünyanın farklı yerlerinden görüntüleri eşanlı sunan çok sayıda çerçeveleriyle bir ekrana bakıyoruz bu kesin, ama orada herkes var değil.

Bu noktaya gelince kaçınılmaz olarak soruyoruz: “Bu ekranı uzaktan denetleyen kim?” Programlamayı yöneten kim? Güzel sorular ama cevaplarını burada bulamayız. Çünkü doğruluklarından tam emin değiliz ve konumuz da değil.

Madem ki kanal veya sinema değiştirmemiz imkânsız, o halde küreselleşmenin mega-ekranında bize sunulan üstüste bindirilmiş değişik çerçevelerin birkaçını gözlemleyelim.

Örneğin Amerika kıtası çerçevesine bakalım. Çerçevenin bir köşesinde bir grup paramiliter tarafından işgal edilen özerk Mexico milli üniversitesinin görüntüsündesiniz. Bu gri üniformalı adamlar orada öğrenim için bulunmuyorlar. Daha uzakta, Güney Batı Meksika dağlarının eteklerinde bir zırhlı birlik müfrezesi Chiapas yerlilerinin köyünden geçiyor. Öbür köşede, gri bir görüntü, Seattle ya da Washington’da olabilecek bir yerde genç bir adamı ite kaka tutuklayan bir Kuzey Amerikan polisini gösteriyor.

Avrupa çerçevesinde de griler çoğalıyor. Avusturya’da Jörg Haider ve onun pro-nazi ihtirası, İtalya’da Silvio Berlusconi kravatını düzeltiyor. İspanya’da Felipe Gonzales Aznar’ın makyajını yapıyor. Fransa’da Le Pen sırıtıyor. Asya’da, Afrika ve Okyanusya da aynı gri renk yineleniyor.

Hımm. Bunca gri. Hımm... Protesto edebiliriz. Ama dur bakalım, bize renkli bir program vaadetmiştiler. Hiç değilse sesi açalım ve ne olup bitiyormuş anlamaya çalışalım.

Entellektüeller toplumsal bir gerçekliktir. Varlıkları insan toplumunun başlangıçlarına kadar uzanır. Ancak entellektüellerle ilgili arkeolojik, bilgilerimiz damlacıklar halindedir. Keşfetmeye çalıştığımız şey, onların bugün yerine getirdikleri işlevdir. Umberto Eco,

“Kategori olarak entellektüeller, gayet bulanık bir kavramdır, herkes bilir bunu. Buna karşılık entellektüel işlevin ne olduğu biraz daha açıktır. Bu işlev, bizatihi hakikat konseptinin yeterli doğrulanması olarak addedilen şeylerin eleştirel tarzda belirlenmesine dayanır. Her kim olursa olsun bu işlevi geliştirebilir, hattâ kendi durumu üzerine düşünen ve bir biçim de bunu ifade eden dışlanmış biri bile. Oysa, tefekkürün eleğinden geçmeyen ve olaylara tutkuyla yaklaşan bir yazar bu işleve ihanet edebilir.”

Dolayısıyla entellektüel işlev analitik ve eleştireldir. Toplumsal bir olay (kendimizi bir olanla sınırlarsak) karşısında entellektüel belirsiz ve bulanık olanı (benzese bile), ne o ne öteki şey olanı araştırarak, olumlayıcı ve olumsuzlayıcı yönleriyle vakıayı analiz eder ve sahih olmayanı veya çoğu kez sahih olanın tam karşıtını ifşa eder (haber verir, ortaya koyar, itham eder).

Norberto Bobbio’ya göre “entellektüellerin tümü gündelik ve bilinçli meşgûliyetleri mesaj aktarımı olanlardır” ve kabaca ifade edersek, çoğu zaman bu onların hayatlarını kazanma aracıdır. Entellektüele, eleştirel analiz mesleğine ilişkin bu yaklaşımı ele alalım.

Biliriz ki, entellektüel her zaman entellektüel işlev yerine getirmez. Eco’ya göre

“Entellektüel işlev, daima ve daima öngörüyle (meydana gelebilecek olan ile) ya da geriye dönüşle (geçmiş olan ile) gerçekleştirilir, ender olarak da cereyan etmekle olanı konu alır. Ahenk meselesi. Çünkü olaylar, olaylar üzerine tefekkürden çok daha hızlı ve zorlayıcıdır.”

Bu eleştirel analiz mesleği, toplumun bir tür sınır tanımaz bilincidir. Huzursuz her şeyle, politik ve toplumsal güçlerle, devletle hükümet ve medyalarla, kültür, sanat ve dinle hasılı okurun isteyeceği her şeyle ihtilaf halindedir. Toplumsal aktör “yeter” derse entellektüel şüpheyle ya “çok fazla” ya da “yeterince değil” diye mırıldanır.

Entellektüel hareketsizliği eleştirir, değişim ve ilerleme talep eder. Çoğu kez, türlü çatışmalardan geçmekte olan ve iktidarı değişme olmasın diye kullananlarla değişim için mücadele edenler olarak bölünmüş bir toplumun bizzat içindedir. Manuel Vazquez Montalban

“Entellektüel gülünç olmaktan kaçınmak için anlamak zorundadır. Etrafında tarihin gerçek veya sahte anlamının dönüp durduğu bir ruh büyücüsü görevine oynamaz, ancak aşikâr bilgi ve kavrayışlara sahiptir... şu veya bu şekilde tarihin oluşumuna katılabilir. Bu bilgi ve kavrayışla dünyada varolan adaletsizliklerin aydınlatılması arayışına katılabildiği gibi, genelleşmiş bir kabullenmenin ve kuşatıcı bir hareketsizleşmenin suç ortağı haline de gelebilir.”5

Entellektüelin, toplumsal aktörlerce ona önerilen işlevle kendi entellektüel işlevi arasında seçim yapması bundandır. Ve yine ilerici entellektüellerle gericiler arasındaki bölünme (ve mücadele) bu noktada zuhur eder. Her ikisi de kendi eleştirel analiz işlerini sürdürmekle birlikte, ilericiler hareketsizliğin, istikrarın, türdeşliğin ve hegemonyanın eleştirisini ısrar ve inatla sürdürürken, gericiler değişimin, hareketin, isyanın ve çeşitlenmenin eleştirisini yaparlar. Gerici entellektüel kendi entellektüel işlevini “unutur”, eleştirel düşünceden vazgeçer ve artık ne geçmiş ne de gelecek olmasın diye hafızasını küçültür. Sadece şimdi ve dolaysız olan anlaşılabilirdir ona göre ve üstelik tartışılmazdır da.

İlerici ve gerici entellektüeller diyerek sol ve sağ entellektüellere gönderme yapmış oluyoruz. Eklemek gerekir ki sol entellektüel kendi entellektüel işlevini yerine getirir, yani eleştirel analizini (toplumsal, partili ve ideolojik) sol karşısında bile yapar; ancak çağımızda bu eleştiri asıl olarak hegemonik gücü, paranın efendilerini ve onlara hizmet edenleri hedef alır.

İlerici ve sol entellektüelleri bir an için bir yana bırakalım da gerici, sağ entellektüellerle ilgilenelim.

Önceleri büyük sağ entellektüeller ilericiydiler. Devlerden söz ediyorum cücelerden değil. Octavio Paz, şu son yıllarda Meksika’nın en büyük sağ entellektüeli, “sol denilen düşünceden geliyorum. Formasyonum için son derece önemliydi bu”. Ama şimdi, bilemiyorum. Paz’ınki gibi örnekler devasa dünya ekranında tekrarlanıp duruyor.

İlerici entellektüel egemen için bir nesne ve bir hedef haline geliyor. Satın alınacak bir nesne, imha edilecek bir hedef. Çok çeşitli türden araçlar bu amaçlardan biri ya da öbürü için harekete geçiriliyor. İlerici entellektüel bu ezici çekicilikteki hava ortasında “doğuyor”. Kimisi (çoğu kez tek başına, çünkü dayanışma ilerici entellektüelin bir özelliği gibi gözükmüyor) direniyor ama diğerleri küreselleşmenin “kaçınılmaz”lığına ikna olmuş olarak kendi kutularında iktidarı meşrulaştıracak fikirler arıyor ve buluyorlar. Sistem onlara (çoğu kez sübvansiyon, makam, ödül veya imtiyaz kılıfı altında), geçmişte onca betimlenmiş prensin sağında rahat koltuklar teklif ediyor.

“Kaçınılmaz”ın bir ismi var: “Tek bir bileşik düşünce.” Bu “ekonomik güçlerin tamamının ve özel olarak uluslararası sermayenin çıkarlarının evrenselliği iddiası ve bunun ideolojik deyimlere tercümesi” (I. Romanet) oluyor; tarihin sonunu, paranın her yerde hazır ve nazır her şeye muktedir olmasını, politikanın yerine polisin geçişini, şimdinin mümkün tek gelecek olmasını, toplumsal eşitsizliğin aklî sayılmasını, insanın doğal kaynakların aşırı sömürüsünün haklılaştırılmasını, ırkçılığı, hoşgörüsüzlüğü, savaşı içeriyor.

İki yeni paradigmayla iletişim ve piyasa paradigmalarıyla belirlenen bir dönemde sağ (ve eski solcu) entellektüelin “modern” olmaktan anladığı şey “ya uyarlanacaksınız ya da ayrıcalıklarınızı yitireceksiniz!” öğüdüne itaat etmek anlamına geliyor.

Sağ entellektüelin orijinal olması gerekli değil, tek ve bileşik düşünceyi izlemesi yeter. Başlıca “kaynakları”nı Dünya Bankası’nda, IMF’de, OECD’de, Dünya Ticaret Örgütü’nde de bulan bu düşünce

“bunların malî gücüyle, tüm dünya ölçeğinde sayısız araştırma merkezini, üniversite ve vakfı kendi fikirlerinin hizmetine koşuyor ve o kuruluşlar da sıraları gelince güzel haberler geliştirip yayıyorlar.

Yıllardır kendilerini tamamen, ‘tek ve bileşik düşünce’nin övgüsüne adayan, bütün eleştirel düşünüşlere karşı ‘modernleşme’, ‘gerçekçilik’, ‘sorumluluk’ ve ‘akıl’ adına içten bir şantaj icra eden, olayların halihazır gidişatının ‘kaçınılmaz karakteri’ni olumlayan, entellektüel teslimiyeti öngören ve ‘toplumun doğal halinin piyasa olduğu’nu kabul etmeyi reddeden herkesi akıldışılık cehennemine fırlatıp atan”

elitler böyle zuhur ediyorlar.

Eleştirel düşünüşten uzaklaşarak sağın entellektüelleri dört başı mamur pragmatikler haline geliyorlar. Entellektüel işlevi lanetleyip bölük pörçük küreselleşmenin dev piyasasını, istila eden reklam mesajlarını yankılandırıyorlar. Yeni “erdem”ler ediniyorlar (kısmen oksimoron): Ödlek bir cesaret ve derin bir aleladelik gibi. Globalleşmiş şimdinin ‘analizler’i ve tarihi revize etme anlayışlarıyla, öne çıkıyorlar. Para hegemonyasının zırhlı cam kuleleri koruyor onları. Sağ entellektüel özellikle sekter ve öte yandan bir kısım medyanın ve hükümetlerin desteğinden de yararlanıyor.

Prensin ihsanına mazhar olmak kolay değildir; ve özeleştirel tahayyülden, zekâdan, kanıtlamadan, derinliğine düşünüşten vazgeçmek ve yeni dogmayı neo-liberal teolojiyi yeğlemek gerekir.

Globalleşme mümkün dünyaların en iyisi olarak övülür. Ancak, insanlığa iyilikleri konusunda somut örneklerden yoksun olduğu için inanca ve neo-liberal dogmalara başvurmak zorundadır. Neo-liberal teolojisyenler “sapkın”ları, “kötülüğün haberci”lerini -ki bunlar sol entellektüeller oluyor- itham eder ve ezmeye çalışırlar. Onların “mesihçiliği” suçlamalarının en gözde aracı hangisidir? “Modası geçmiş mesihçilik.” Yani herkesin satın alacağı birinci derecede ideolojik ürünlere ve siyasal programlara kendisinin karar verdiği tepeleme özgürlükle yüklü bir şimdiyi tartışma konusu yapmayı istemek.

Ama paradoks affetmez. Eğer bir mesihçilik varsa o da sağ entellektüellerdedir.

“Kimyasal olarak saf neo-liberal veya eski Marksist-dönek entellektüeller Büyük Locası, en açık toplumların en güzel manzaraları önünde çekilen tarihin sonu fotoğrafına eşlik eden flaş ışığını gözeten tek bir ordu-jandarma, tek pazar ve tek hakikat üzerine kurulu bir evrene yazgılı olduğumuzu belirleyerek mesihçiliğin kanıtını vermiş olurlar.” (Montalban)

Regis Debray’dan bir paragrafla

“Sorun küreselleşmenin niçin ve nasıl kaçınılmaz olduğu değil, hemen hemen herkesin niçin ve nasıl bunun kaçınılmaz olduğunu söylemekle fikir birliği halinde olduğudur.”

Cevaplardan biri şu:

“İnandırma teknolojisi ... bilgi-haber iktidarı .. İnformer: Biçim vermek, formatlamak. Conformer: Uygunluk vermek, transformer: Bir durumu değiştirmek.”

Ekonomi nasıl küreselleşiyorsa kültür de küreselleşiyor. Büyük iletişim kuruluşlarının tüm dünya üzerine kendi elektronik ağlarını “örmeleri”ne nasıl engel olunur? İgnacio Ramonet’in tespiti:

“Ne CNN’nin Ted Turner’ı, ne News Corporation Limited’in Rupert Murdock’u, ne Microsof’un Bill Gates’i, ne Fidelity Investments’ın Jeffrey Vinik’i, ne China Trust and International Investments’ın Larry Rong’u ve ATT’nin Robert Allen’i ne de George Soros veya birkaç düzine dünyanın yeni efendileri tasarılarını asla genel oya sunmadılar.”

Bölük pörçük küreselleşmede, toplumlar temelde medyatik toplumlardır. Medyalar bir toplumun ne olduğunu değil, ne olması gerektiğini gösteren büyük aynadır. Totoloji ve alenilik seli altında medyatik toplum akıl yürütme ve kanıtlamayı boşlamış haldedir. Ona göre tekrarlamak, ispatlamaktır. Ve tekrarlananlar görünümlerdir küresel eleştirinin gri görünümleri gibi. R. Debray diyor ki:

“Görsel çağın denklemi şuna benziyor: Görülebilen=gerçek: hakiki. Denetimli (ve şüphesiz yeniden tanımlanmış) aptallık işte budur.”

Sağ entellektüeller derslerini gayet iyi öğrenmişlerdir. Bu teolojilerinin dogmalarından da biridir.

Görülebilir ne zaman gerçek ile eşit görülür? Küresel ekranın “özel efekt’leri” sayesinde. Bütün dünya ve evrensel bilgi bir televizyon veya bilgisayar ile herkesin ulaşabileceği yerdedir. Evet ama herhangi bir dünya ve herhangi bir bilgi değil. R. Debray haber-bilgi de ağırlık merkezinin yazıdan görsele, sonradan anındaya, işaretten görüntüye kaydığını açıklıyor. Sağ entellektüeller için avantajlar (ve ilericiler için sakıncalar) ortadadır.

Körfez Savaşı sırasında Fransa’da haber iletişiminin tutumunu analiz etmek, medyaların gücünü açığa vurur. Savaşın başlangıcında Fransızların % 70’i savaşa karşıyken, çatışma sona erdiğinde aynı yüzdeyle savaş olumlanıyordu. Medyaların saldırısı altında Fransız kamuoyu düşüncesini değiştirdi ve hükümet savaşçı tutumunun takdis edilmesini sağladı.

Bir “görsel çağ”da yaşıyoruz. Haber-bilgiler bize dolayımsız ve anında oluşlarının sahiciliği içinde sunuluyorlar. Gösterilen gerçek ise, gördüğümüz de doğru, hakikidir. Eleştirel düşünüşe yer yok. Gerçi, görüntünün okunmasını “tamamlayan” yorumculara yer var yine de. Görsel, görülmek için değil “anlamak” için oluşturulmuştur. Dünya görüldüğü oranda bilinir olmaya yeterli tam bir multi-medya sunumu haline gelmiştir. Görmek anlamaktır. Üçüncü bin yılın şafağında “modern” dünyamızın egemen felsefesi mutlak idealizmin ta kendisidir.

Birkaç tespit: Yeni sağ entellektüel eğer meşru olmak istiyorsa işlevini görsel çağda yerine getirmek; doğrudan ve anında olanı yeğlemek; işaretten görüntüye, derinliğine, düşünüşten televizyon yorumculuğuna geçmek zorundadır. O, totaliter, zalim, soykırımcı, ırkçı ve hoşgörüsüz bir sistemi meşrulaştırmak için hiçbir gayret göstermez. Medyaların ona “entellektüel işlevi”nin nesnesi olarak sunduğu dünya potansiyel olarak varolan bir sunuluştur. Eğer küreselleşmenin dev pazarında ulus-devlet bir işletme, hükümetler, şirket yöneticileri, asker ve polisler koruma olarak tanımlanıyorsa kamusal ilişkiler alanı da sağa, sağ entellektüellere ait oluyor.

Bir başka deyişle, küreselleşme süresinde sağ entellektüeller “çok kartlı”dır: Eleştirel analiz ve derinliğine düşünüşün mezar kazıcılığı, neo-liberal teoloji karayılanının yutucusu “kutsal referanslar”ı unutan yöneticilerin suflör’ü, vakıaların yorumcusu, asker ve polisin destekçisi, kendi beğenilerine göre “doğru” ve “yanlış”ı söyleyen hakem, Prens’in teorisyen-muhafızı ve “yeni tarih”in sunucusu.

“Yakın kitapları ve prenslerin bildik görevlerinin surlarını yükseltin” diyor Borges. Ve ekliyordu ki her prens tarihin kendi hükümdarlığıyla başlamasını ister. Bölük pörçük küreselleşme çağında (surların berkitildiği halde) kitaplar yakılmıyor artık; yerleri değiştiriliyor. Böylece küreselleşme öncesi tarihi silmekten ziyade neo-liberal prens, entellektüellerine şu ani bütün zamanların nihai zirvesi olarak gösterecek tarzda tarihi yeniden yazmalarını emrediyor.

Meksika’daki son başkanlık seçimi vesilesiyle sağ entellektüellerle yaptığı tartışmayla ilgili makalesine L. Hernandez Navarro, “Tarih makyajcıları” başlığını bu nedenle koymuştu. (İddiasını geliştirmek amacıyla yazılmış) bu yazının neden olacağı bir diğer nokta konusunda Navarro, yeni sağ entellektüellerin bataryalarını Meksika sol entellektüellerinin önde gelen kişiliklerine yönelttiğini söyleyerek bizi uyarıyor.

Meksika’da sol entellektüeller büyük bir nüfuza sahiptir. Bu birilerinin canını sıkıyor, suçları bu. Daha doğrusu suçlarından biri de bu. Bir diğer de Zapatist mücadeleye verdikleri destek. “Zapatist hareket, neo-liberal küreselleşmeyi muhalefetin aktörleri olarak yerliler hareketinin bir çığ gibi yükselişiyle yeni bir dönem açıyor.” Biz ne en iyisiyiz ne de yalnızız. Ekvator ve Şili’nin yerlileri, Seattle ve Washington’un -bunu takip edeceklerin- gösterileri de var. Bölük pörçük küreselleşmenin dev ekranının bazen görüntülerden biriyiz biz.

Sonuç olarak, Prens emirlerini verdi: “Saldırın onlara! Ordu ve medyaları ben, fikirleri siz sağlayın.” Böylelikle yeni sağ entellektüeller vakitlerini sol entellektüellere iftira ve yalan düzmekle geçirir oldular. Ve Zapatizm uluslararası bir etkiye sahip olduğu için, sağ entellektüeller tarihimizi değiştirmek ve Prensin arzusuna göre yeniden yazmak istiyorlar.

Octavio Paz bu misyonu mükemmelen yerine getirdi. 1994 başlarındaki bir açıklamasını yazar tamamen ilerici entellektüellere karşı suçlamalara tahsis etti. “Onlar” 1994 yılını (aslında modern Meksika tarihinin bütün yıllarını demek gerekir ama sağ entellektüellerin tarih hafızası asla parlak olmamıştır) belirleyen “şiddet iklimi”nin sorumlularıydı. Birkaç yıl sonra ölmeden önce Paz bu görüşünden caydı ve sistemin zaten krizde olduğunu, Zapatist ayaklanma olmasaydı da bu olayların yine de meydana geleceğini teslim etti.

Küreselleşmenin dev ekranı üzerindeki gri görüntüler neyi haber veriyor?

Bu filmi daha önce görmüştük, şayet hatırlamıyorsak bunun nedeni tarihin küreselleşme pazarında pek geçerli bir ürün olmamasıdır. Bu gri görüntüler şunu işaret edebilirler: Faşizmin yeniden zuhuru.

Paranoya mı? Umberto Eco, “Ebedi Faşizm” başlıklı yazısında faşizmin gizlice varkalışını anlamaları için bazı anahtarlar verir. Faşizmin yaygın bir totalitarizm biçimi olduğuna dair uyarısını yaptıktan sonra onun karakteristiklerini tanımlar: Bilginin ilerleyişini reddetme, irrasyonalizm, kültüre karşı güvensizlik, farklılık korkusu, ırkçılık, bireysel ve toplumsal yoksunluk, yabancı düşmanlığı, aristokratik elitizm, maçoluk, dava yararına bireysel feda, televizyonun yaydığı niteliksel popülizm, yoksul ve basit söz dizimli özel dil.

Sağ entellektüellerin savunduğu değerler bunlardır:

“Dün olduğu gibi bugün, demokratik gevşeklik, hiçlik karşısında iğrenme, düzensizlik karşısında karmakarışıklık, merkezileşmiş bir baskının, pazarın ve sistemin tüketicileri ve müşterileri haline gelen insanları biraraya getiren ikna edici bir yeni otoritarizm talep eden yeni istisnai tarihsel durumun bahaneleri olarak kullanılmıyor mu?” (Montalban)

Dev ekrana bakınız, bütün o griler düzensizliğe cevaptır. “Düzen ve yasallık” isteyen sağ entellektüellerin bağırtısı her yerde yükseliyor. Avrupa yeniden faşizmin nüfuzu altına mı giriyor? Korkunç ve uzak rüya dev ekranda görüntüler. Şu dazlaklar ve onların o sokak köşesindeki küstah duruşları, Almanya’da, İngiltere’de ya da Hollanda’da mıdır? Yorumcu “bunlar azınlık ve denetim altında topluluklardır” diye teminat veriyor. Ancak yenilenmiş faşizm her zaman dövmeli vücutlar ve dazlak kafalarla gözükmüyor. Bir solcu sağ doğuyor.

Solcu sağ dediğimde kötü bir kelime oyunu yaptığımı ve bir zıt sözcüklü deyim oluşturmaya çalıştığımı düşünürsünüz. Oysa şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: Berlin Duvarı’nın çöküşünden beri Avrupa politik yelpazesi kendini merkeze yaklaştırmaya çabaladı. Geleneksel sol için bu apaçık, ama aşırı sağ partiler için de aynı şey söz konusu. Bu partiler otoriter ve şiddet yüklü geçmişlerinden uzak yeni bir imaj oluşturmaya gayret ediyorlar. Ve neo-liberal teoloji üzerine atlıyorlar. Seçim kampanyalarında asayiş ve güç “tehdidi”ni vurgularlarken sosyal demokratların önerileri de bundan farklı mı?

Faşizm bu tutumun gerisinde tuzağını kuruyor, tıpkı neo-liberalizme karşı tavır almayan bir solun ardında kurduğu gibi. Ünlü “üçüncü yol”un sol için ölümcül olduğunu değil, yalnızca, neo-faşizm için yeri geldiğinde bir atlama tahtası olabileceği belirtilmelidir.

Belki abartıyorum ama bu görüntülerin ekran üzerine üşüşmesinin anılarımızı gölgelemek, bulanıklaştırmak ve belleğimizi kaybettirmek amacı taşıdığından şüpheleniyorum. Her şey size ekmek ve tuz -ve Prensin sağında bir yer- garanti etmek için yapıldı. Prensin gömleğinin gri olması ve göğsünde bir yılan yumurtası saklaması pek de önemli değil.

Yılan yumurtası. Hafızam yanıltmıyorsa, İngmar Bergman’ın aynı adlı bir filmi vardı ve burada Nazizmin kuluçka dönemi tasvir ediliyordu. Peki biz ne yapıyoruz? Filmin sonunu bekleyerek oturuyor muyuz? Evet mi hayır mı? Bir dakika! Öteki seyircilere bakın! Birçoğu ayağa kalkmış, gruplar oluşturuyor! Bir gürültü kopuyor! Biri ekrana bir şeyler fırlatıyor, biri ıslıklıyor! Ve şunlara bakın! Ekrana doğru gidecekleri yerde ondan uzaklaşıyorlar? Filmi oynatanı arıyorlar! Galiba bulacaklar onu çünkü ısrarla üst köşeyi gösteriyorlar! Kim bunlar ve hangi hakla filmin gösterimini durduruyorlar? İçlerinden biri bir pankart sallıyor. Üzerinde “Biz, yurttaşlar söz ve inisyatif alıyoruz. Haklarımızı talep etmenin gücü ve enerjisiyle görevlerimize saygı da istiyoruz.” Görevlerimize saygı mı? Bunu bize kim açıklayabilir? Sessizlik! Biri söz alır...

İlerici düşünürün şüpheci umudun görevi hiç de kolay değildir. Olayların gidişatını anlamışlardır, şeref borcu, ifşa etmeleri, göstermeleri, itham etmeleri ve iletmeleri gerekir. Ancak bunu yapmak için neo-liberal teolojiyle, bunun gerisindeki medyalarla, bankalar, büyük firmalar, ordu ve polisle çatışmak zorundadırlar.

Bunu görsel çağın tamamen belirlediği bir ortamda yapıyor olacaklar. En büyük dezavantajları da buradadır. İmajın gücüne karşı yegâne başvuruları ile, eleştirel analizlerinde sözle mücadele etmek. Ancak şüphecilikleri daha önce de onların tuzağı bozmalarını sağlamıştı. Aynı şüphecilikle donanarak, kavramsal olarak, sanal güzellikler ve gerçek sefaletler makinasını bozabilirler. Umud etme, nedenimiz var mı?

Bırakın neşter ve megafon haline gelen, söz daha şimdiden ölçülemez bir meydan okumayla karşı karşıya olsun. Çünkü imaj zamanımızın hakimidir. Ve görsel çağın despotluğu sözü kaba güldürü ve bilmece dergilerine sürgün ediyor. Berger’e göre:

“Yenilgilerimizi ve direnişimizi sözle adlandırıyoruz. Çünkü başka aracımız yok ve insanların söze açık oluşları değişmez bir özelliktir ve çünkü azar azar da olsa yargımızı şekilleyen odur. Bazen iktidara sahip olanlara karşı duyulan korkuyla yargımız, söz akışlarının kazdığı bir nehir yatağındaymışçasına yavaş yavaş oluşur. Ama söz, dört başı mamur bir geçerliliğe, itibara sahip olmadıkça akımlar yaratamaz.”

İtibar. Sağ entellektüelde olmayan niteliklerden biri budur ve sevindirici olan bu niteliğin sol entellektüellerde bolca bulunmasıdır. Onların sözleri, birçok kişide önce şaşkınlık, ardından sıkıntı yaratsa da kışkırtıcıdır. O sıkıntı görsel çağın rahata düşkünlüğü tarafından yok edilemiyor. İktidara (neo-liberalizm ve küreselleşmeye) karşı toplumsal direniş hareketleri uzun bir yol kat etti. Amaçlarına varmak için, değil örgütleyici alternatif olarak kendi durumlarını sağlamlaştırmak içindi bu.

İlerici entellektüel Narcisse ve Promethe’e arasında durmaksızın kendisiyle tartışır. Kimi zaman aynadaki görüntü onu yakalar ve dolayısıyla, gözünün yaşına bakmadan onu neo-liberal dev pazarın bir yeni askeri haline getirecek deri değişimi süreci başlar. Gerisindeki gizli gerçeği keşfetmek için değil, sadece kendisi gibi olmayanların da aynı şekilde davranmaları için aynayı kırma noktasına da gelebilir.

Bir gerçekliğin değiştirilmesi, istediği kadar güçlü, zeki, yaratıcı ve uzak görüşlü olsa da tek bir aktörün işi olamaz. Ne politik ve sosyal aktörler ne de entellektüeller bu dönüşümü olumlu bir mecraya oturtabilmek için yeterlidirler. Bu eylemde olduğu gibi gerçekliğin analizinde ve dönüşüm hareketinin kararlarının verilmesinde de kolektif bir uğraş olmak zorundadır.

Mikelanj’ın David heykelini ciddi malzeme sıkıntılarına rağmen yaptığı söylenir.

“Mikelanjın üzerinde çalıştığı mermer parçası üzerinde daha önce birileri de çalışmış bazı yerlerini oymuşlardı. Heykeltraşın yeteneği bu sınırlamalara kendini uyarlayarak bir kişilik yaratmaya dayanıyordu. Nihai eserin duruşunu açıklayan şey budur.” (Pablo Fernandez Christlieb)

Aynı şekilde, dönüştürmek istediğimiz dünyada daha önce tarihin üzerinde işlediği bir dünyadır. Her tarafı kazılmıştır. Bütün bunlara rağmen, değiştirmek, dönüştürmek ve yeni bir dünya yaratmak için gerekli yeteneği bulmak zorundayız.

İşte bu kadar. Selamlar ve unutmayın ki fikirler aynı zamanda da silahtır.

Güney Batı Meksika dağları.

P.S.: Elinde bir çekiç olan var mı?

Le Monde Diplomatique, Ağustos 2000

(*) Oxymoron: Anlamı kuvvetlendirmek için zıt kelimelerin bir araya getirildiği deyiş tarzı. (ç.n.)