Sevgili Perry Anderson,
Sağ ve Sol adlı kitapçığımı dikkatle okuduğunuz ve yorumladığınız için size teşekkür ederim. Kitap hakkındaki değerlendirmeleriniz genellikle olumsuz olmakla birlikte, bu yorumunuzun beni memnun ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Kitap, satış yüzdesi bakımından İtalya’da tahmin edilemeyen, benim de sebebini anlayamadığım bir başarı elde ettiyse de eleştirmenlerden aynı ilgiyi görmedi. Okurların çoğu, benden farklı olarak, kitabı sadece tartışma yaratmak için kaleme alınmış küçük bir kitap olarak gördü. Size cevap yazmakta bu kadar geciktiğim için beni bağışlamanızı dilerim. Geçenlerde yaşlılık üzerine düşündüklerimi yazdığım bir kitabımda, yaşlanmanın en belirgin işaretinin, insan bedeninin hareketlerinde ve zihninin işleyişinde görülen yavaşlama olduğuna dikkat çekmiştim.[1] İnsan yaşlanınca yaşayacağı günler azalıyor, geriye kalan vaktini de çarçur ediyor. Yazdığınız metinden seçtiğim on beş sayfayı elimde defalarca evirip çevirdim, hepsini neredeyse ezberleyinceye kadar tekrar tekrar okudum. Her okuyuşta bir orasını çizdim bir burasını; her yerini işaretledim, elimde üstü çizilmemiş tek sayfa kalmadı.
Size cevap yazmakta biraz ağır davranıp gecikmemin bir sebebi de bana yönelttiğiniz on beş civarındaki eleştirinin bir kısmını iyice anlayamamamdı. Bu da, eleştirilerinizde benim yeterince aşina olmadığım kitaplara başvurmanızdan kaynaklanıyordu. Bu yüzden, yazdıklarınızın bir kısmını yanlış anlamaktan korktum. Eleştirilerinizin bazıları da o denli sağlam bir temele oturtulmuş gibiydi ki, maddi bir hata ya da bir mantık hatası işlediğimi söylemekten başka ne cevap vereceğimi bilemedim. Üzerinde iyice düşünülmeden yazılmış bir kitap olmamasına rağmen, yeterince tartışılmamış bu eserin kusurlarını kabul eden ilk kişi de benim. Şimdi tarafsız bir gözle bakabiliyorum kitaba. Eleştirilerinizi her okuyuşumdan sonra, cevap yazmanın gerekli olup olmadığını sordum kendime. Yazılacak cevabın getireceği çeşitli zorlukları düşünüyordum. Bir gün cevap yazayım, öteki gün yazmayayım diye düşünüp dururken bir türlü karar veremedim. Şu anda bile verdiğim karardan pek emin değilim.
Cevap yazmanın ne getirip ne götüreceğini de ölçüp biçerken şüphelerimi bir türlü yenememiştim. Sonra, Reset adlı İtalyanca derginin bir sayısında makalenizin İtalyanca çevirisini gördüm. Makalenin başlığı ‘Destra e Sinistra. II caso non è chiuso.’ (Sol ve Sağ. Değişen Bir Şey Yok). Beni cesaretlendirdiği kadar utandırmıştı da bu başlık. Makalenin çevirtilip yayımlanması işini üstlenen Reset dergisi yayım yönetmeni Giancarlo Bosetti, solun da tıpkı tarih gibi yolun sonuna geldiğini söyleyen anlı şanlı yazar Francis Fukuyama’nın fikirlerini sorguluyor gibiydi. Bu cüretkâr ve anlamsız kehaneti görünce, değişen bir şey olmadığını ben de kabul etmek zorunda kaldım.
SOSYALİZM İLE GERÇEKLİK ARASINDA
Benim çalışmalarım üzerine yazdığınız ilk yazı değil bu. New Left Review dergisi ‘Norberto Bobbio’s Affinities’ başlıklı denemenizi yayımlamıştı daha önce.[2] Bunun ardından Teorica Politica adlı dergide benim size yazdığım cevap yayımlandı.[3] Ancak, bu defa rollerimizi değiştiğimiz izlenimi uyandı bende. Oysa daha önce, Vilfredo Pareto, Gaetano Mosca gibi kimselerden etkilenen siyasî gerçekçiliğim ile liberal-sosyalist ideallerim arasında çelişkiler bulunduğu gerekçesiyle paylamıştınız beni. Şimdiki gerekçeniz o gerekçenin tam tersidir. Sizi doğru anlayabilmişsem, sol ile sağa ilişkin görüşlerimdeki asıl sakatlığın sola getirmiş olduğum tamamıyla ideolojik, sadece değer yargılarına dayalı, hattâ metafizik tanım ile sol ile sağın birbirinden gitgide daha az ayırt edilebilir hale geldiği bir dünyadaki gelişmeleri anlayabilecek gerçekçilikte olmayışım arasındaki çelişkide bulunduğunu söylüyorsunuz. Daha önce ben önemsiz bir gerçekçiydim, şimdi ise, gerekli donanımdan yoksun bir idealist. Yine eskiden, o denli gerçekçiymişim ki, hüsnü idealizmimi temelsiz bırakıyorum, şimdi ise o denli idealistim ki, söylediklerimi yalanlayan apaçık gerçekleri göremiyorum.
Açık konuşmak gerekirse, solun ve sağın somut siyasî eylemler bakımından içiçe geçtiği tarihin bu döneminde, ikisi arasındaki fark hâlâ nasıl savunulabilir, anlayamıyorum. Hattâ sizin, solun, yani ‘gerçek’ solun yenilgiye uğramasını önleme yönündeki çabanız, ideal değerlerden yardım ummaksızın, düşüncelerini, sahte bir alçakgönüllülüğe sığınmadan açık sözlülükle ya da çürümüş ideolojilere başvurmaksızın nasıl benimsenebilir, bunu da çözemiyorum.
Solu sağdan ayırırken, eleştirinizin sonunda tamamıyla değer yargılarına dayalı saydığınız ideal bir değer olan eşitliği düşünüyorum. Geçen iki yüzyıl boyunca solu tarihteki bütün biçimleriyle sağdan hem ‘olumlu’ hem de ‘olumsuz’ işlevi bakımından ayıran şeyi, ben eşitliğin özü (bu aynı zamanda eşitliğin ‘duygu’ ile ilgili yönüdür) olarak tanımlıyorum. Bunu ben icat etmiş değilim. Kitapçığımda da, hem sol hem de sağ üzerine yazılmış eserlerde kullanılan bir düşünceyi özetlemekten başka bir şey yapmadım. Özellikle günümüzün İtalyan yazarlarınca bu konuda yazılmış yazıları inceleyip notlar alırken sağlam bir düşünce geleneğinden yararlanıyordum. Sol ve sağ hakkındaki tartışmaları izlerken de görüşlerimi değiştirmek için hiçbir sebep görmedim. Michael Walzer’in Reset dergisinde yayımlanmış bir söyleşisinin sonunda dile getirdiği görüşleri burada anmak isterim. ‘Toplumda hiyerarşi ve eşitsizlik üretme yolunda değişmez bir eğilim’ olması ‘solun önünde duran bir engeldir’ diyen Walzer şöyle devam ediyor sözlerine:
“İşte sol bunun için vardır; toplumun durmadan ürettiği eşitsizlik ve otoriterlik biçimlerine karşı çıkmak ve bunları düzenli bir şekilde düzeltmek için vardır.”[4]
Eşitliğin özü, Rus devrimine olduğu kadar Avrupa sosyal demokrasisine de esin kaynağı olmuştur. Sosyalizmin tarihi büyük ölçüde eşitlikçi ideallerin, yani ya özel mülkiyetin bütünüyle ortadan kaldırılması (Rousseau da bunun insanlar arasındaki eşitsizliğin ana kaynağı olduğunu düşünmekteydi) ya da gelir dağılımının yeniden düzenlenmesiyle geliştirilen, sosyal adaleti özendirici siyasetlerin tarihidir. Tony Blair’in sizi çok üzdüğünü düşündüğüm seçim bildirgesinde bile söylenen şey şuydu: ‘Zor olan, toplumsal eşitsizliklerin artmış göründüğü bir dönemde eşitlik üzerine yeniden düşünmektir.’[5] Bir başka deyişle, kendisini solda görmeye devam eden (ancak, sizin sola muhalif olup da sağa yakınlık duyanları[6] kastederek belirttiğiniz üzere, sağ politikalar uygulayan) bir partiyi öncelikli olarak kaygılandıran şey eşitsizliğin artmış olmasıdır.
BLAIR VE FUKUYAMA
Pek ses getirmeyen bir değişiklik de olsa, Lordlar Kamarası’nı değiştirme ya da feshetme önerisi eşitlikçi bir adım değil midir? Peki, böyle bir öneri neden kendisini ve parti programını solda gören bir partiden geliyor? Eşitlikçi amaçlardan esinlenerek ayrıcalıkların kaldırılması, solu tarihi boyunca sağdan ayırmamış mıdır? Parti programında okuduklarımdan biri de, İşçi Partisi hükümetinin eşitlikten yana bir eğitim ve üniversite sistemini teşvik etmesi gerektiğiydi.[7] Bu da solun öteden beri söylediği şey değil midir?
Komünist eşitlikçilik ile sosyal demokrat eşitlikçilik arasında hiçbir ilişki bulunmadığı görüşüne karşı çıkmakta son derece haklısınız. Ancak, benim anlatmaya çalıştığım şey, sizin de bildiğiniz gibi, ‘kimlere, nelere ilişkin ve hangi ölçüte göre olduğunu belirtmedikten sonra eşitliğin hiçbir anlama gelmeyeceğiydi.[8] Çok farklı sonuçlar doğursa da eşitlikçi üleşiminin sayısız biçimi olabilir.
Solun en temel özelliklerinden birisi olan eşitliğin özüne bir anlam verebilmek için bu özün tam karşıtına, yani, deyiş yerindeyse, eşitsizliğin özüne ve bu özü savunanlara bakmalıyız. Bunların başında son dönemlerin en tepkici yazarlarından biri olan Francis Fukuyama geliyor. Ona göre, tarihin sonu Amerikan kapitalizminin Reagan ve Bush döneminde zirveye çıktığı döneme rastlar.[9] Fukuyama, bu konuda söylenebilecek her şeyi söylediğiniz uzun bir denemenizde çok sert bir dille eleştirdiğiniz bir yazar.[10] Tarihin sonunun geldiği kehanetini savuran Fukuyama, kısa bir süre önce Giancarlo Bosetti’nin sorduğu soruları cevaplandırırken, komünizmin çöküşünün sol hareketlerin, özellikle de komünist hareketin ve aynı ölçüde vahim olmasa da, sosyal demokrasinin ölümcül bir hata işlediğinin apaçık kanıtı olarak görülmesi gerektiğini söylemişti. Fukayama’ya göre, bu hata, eşitliğin hem çok olumlu bir hedef, hem de tarihin ileriye doğru gittiğinin tartışılmaz kanıtı olduğuna inanmaktı. Buna karşılık, Fukuyama’ya göre, tarihi ileriye götüren güç eşitsizliktir, bu da eşitsizliğin kapitalist pazarların işine yaramasından ve kendi içinde ‘doğru’ bir şey olmasından kaynaklanıyordu.[11]
Fukuyama bu görüşüyle, eşitliği gerçekleştirmeye çalışanların bugüne dek kullandıkları bütün araçları sarsmakla kalmıyor, eşitliği başlı başına bir amaç biliyor. Fukuyama’nın tezini geliştirdiği, biri tarih felsefesi, öteki de varlık felsefesi olmak üzere, iki düzlem var: (i) tarih, eşitsizliklerin eşit kılınmasıyla değil, üstünlük sağlamaya yönelik bireysel ya da toplu mücadeleyle ileri gider; (ii) insanlar, her ne kadar bir ideal olarak benimsemeseler de, gerçek hayatta, eşitliğe değil, rekabet yoluyla ya da düşmanlarını yenilgiye uğratarak başka insanlar üzerinde üstünlük kurmaya özlem duyarlar.
Burada Fukuyama’nın fikirlerini eleştirecek değilim. Tarihin Sonları adlı denemenizde yazdıklarınız, benim getirebileceğim eleştiriden çok daha kapsamlı. Benim söylemek istediğim şu: Fukuyama, Kojève’in o tanınmış eserinden aldığı, Hegel’in geliştirdiği ‘efendi-köle’ diyalektiğine ilişkin yorumu temelinden çarpıtıyor. Kojève’e göre ‘efendi’ ile ‘köle’ arasındaki çatışma, Fukuyama’nın söylediği gibi efendinin zafer kazanmasıyla değil, kölenin emek harcayarak kazandığı zaferle biter. Şöyle:
“Efendi, kendisini içinde yaşadığı dünyadan ayrı göremez, dünyası yok olursa kendisi de onunla birlikte yok olur. Yalnızca köle (efendinin hizmetindeki dünyanın) bu dünyanın dışına çıkabilir, emeğiyle dünyayı değiştirirken kendisini de değiştirir köle, böylece başlangıçta ölüm korkusuyla reddettiği, kendisini var edecek olan gerekli özgürlük kavgasına yöneltecek yeni nesnel şartları hazırlamış olur.”[12]
Günümüzde savaşların varlığı, efendiyi üstün kılan şeyin, onun ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunmayı istemesi olduğu düşüncesiyle çelişmektedir aslında. Ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan efendiler değil, onlara boyun eğerek kendilerini ve bedenlerini canlı mermiler ve öldürme araçları haline getirenler kölelerdir.
Fukuyama’nın sağcı olduğu her bakımdan belli olan düşüncelerinin yanlışlığını kanıtlamaya çalışırken sol ve solun idealleri konusunda yazılar yazmıştınız. Ben bu yazılarınızı, benden çok daha etkili bir biçimde dile getirip örneklediğiniz şu tamamıyla ‘varsayımlara dayalı’ olan durumu (beni bundan dolayı eleştiriyorsunuz) en sevindirici biçimde doğrulayan yazılar olarak görüyorum. Sol kültürün, Sovyet komünizminin çöküşüyle ya da Batılı sosyal demokrasilerin karşılaştığı zorluklarla yıkılıp gitmediğini söylerken, sosyalist geleneğin birçok açıdan sürdürüldüğüne işaret ediyorsunuz. Sermaye piyasasının gücüne gereğinden fazla inanmak, kapitalizmin doğurduğu zorluklara hiçbir ‘çözüm’ getirmiyor. Bu zorlukların bütün dünyada kendiliğinden artmasının doğurduğu sonuçlar, kapitalizmin yararlı bir politik ekonomi alışverişi olduğu yönündeki Avusturya kaynaklı düşünceyi çürütüyor.[13] Yazınızın sonunda, günümüz dünyasındaki önemli uluslararası gerginliklerin toplumun yeniden yapılanması programı için gerekli ön şartların oluşturulmasını sağlayabileceğinden ve amacı zaten daha eşitlikçi, daha yaşanabilir bir dünya yaratmak olan bu toplumun yeniden yapılanması programında sosyalizmin yerini başka bir hareketin alamayacağından söz ediyorsunuz.[14]
REFORMCULUĞUN TEHLİKELERİ
Görüşlerime karşı çıkan yazarların eserlerini bu denli ciddiye almanız, beni tehlikeli biçimde sınamak istediğiniz düşüncesini uyandırıyor bende. Bu yazarların kurtuluşun piyasaya inanarak gerçekleştireceği yönündeki düşüncelerini paylaşmadığınızı açıkça dile getiriyorsunuz; sol ile sağı birbirinden ayıran şey de bu, ikisi arasındaki anlaşmazlığı doğuran şey de bu zaten. Albert Hirschmann’ın The Rhetoric of Reaction[15] adlı eşsiz kitabından söz edebiliriz burada. Yenilikçilerin hep yanlış yolda oldukları, hele hayatın doğal (yani kendi kendine sürüp giden) akışına müdahalede bulunabileceklerini, bu süreci değiştirebileceklerini ya da düzeltebileceklerini düşündükleri zaman yanıldıkları görüşü temcit pilavı gibi çiğnenip durur. Reformcular toplumun yararına çalıştıklarını düşünürler, ne var ki yaptıkları şey tam tersi sonuç verir. Değişen hiçbir şey olmadığı halde yararlı değişiklikler getirdiklerini düşünürler, böylece eldekilerin de kaybedilmesine yol açabilirler. Önyargıları kapamıştır gözlerini; dünyanın nasıl döndüğünden, her kötülüğün en kötüsü olmadığından, “dünyanın ne kadar çok değişirse o kadar aynı kalacağından”, iki karpuzun bir koltuğa sığmayacağı gerçeğinden haberleri yoktur. Bunlar duymaktan bıkıp usandığımız basmakalıp lakırdılar.
Eşitlik tutkusunun gereği olan düşüncelere karşı çıkılamayacağını söylemiyorum. Ancak, insanlar arasındaki eşitsizliklerin doğrudan doğruya yaradılıştan geldiğine, bu yüzden de bu eşitsizliklerin giderilemeyeceğine ya da gelir dağılımı yeniden düzenlendiği için sınıflar arası eşitliğin artık önemsizleştiğine bugüne dek kimse inandıramadı beni. Kendini bu düşüncelerin büyüsüne kaptıran bir sol, daha kavga başlamadan yenik düşmüştür. Bunlar çürütülmesi imkânsız düşünceler olsaydı, sol ya çoktan silinip gitmiş olurdu ya da vuruşmadan teslim bayrağını çekerdi.
Benim görüşüme karşı çıktığınız nokta aslında çok farklı. Yazınızın başındaki, Avrupa siyasetinin “dış bağlamı”na bakma yönündeki gerçekliğime işaret ettiğiniz bölümden söz ediyorum. İngiltere’de, Fransa’da ve son yıllarda (sol yönetimin küçük ölçekli ticaret üzerindeki devlet müdahalesini kaldırmak için ilk adımları attığı) İtalya’da iktidarda bulunan sol partilerin sağ partilerle aynı siyaseti gütmediğini görmemek mümkün mü?
Bu farkı çok iyi anlıyorum ben. Kamuoyunda da gündelik tartışma konusu olmuştur bu artık. Günümüzün en çok okunan sol siyaset yazarlarından Marco Revelli’nin geçenlerde yayımladığı kitabın çok anlamlı bir adı vardı: Le Due Destre (İki Ayrı Sağ).[16] Revelli’ye göre, bu iki sağdan biri, gerçekte teknokratik bir sağ olmasına rağmen kendini sol gibi göstermekte, öteki ise taşıdığı sıfatın hakkını tam olarak verip bildiğimiz popülist bir sağ olarak kalmaktadır. Revelli İtalya’da gerçek sola yer olmadığını ya da solun sağdan ayırt edilemez hale geldiğini söylemiyor. O yalnızca, ‘sol’ olarak tanımlanagelen siyasî ve toplumsal hareketlerin ciddi bir yenilgiye uğradığı gerçeğinin altını çizmek istiyor.
Sol hareketler sonsuza dek mi yenilgiye uğramıştır? Bu soruya çok hararetli ama sağlam temellere oturtulmuş bir cevaplar arayanlar Revelli’nin şu anda İtalya’da en çok satılan kitaplar arasında bulunan, sözünü ettiğimiz kitabından daha yeni bir kitabına bakabilirler. Bu kitabın adı La Sinistra Sociale. Oltre la civiltà del lavoro (Toplumsal Sol. İşgücü Uygarlığının Ötesi). Sosyalizmin bütün biçimleriyle uğradığı tarihî yenilgi uzun dönemli bir bakış açısıyla ve çok geniş bir çerçevede ele alınıyor burada. Gene de, Revelli’nin, solun (erkeklerin ve kadınların kurtuluşu davasına kendisini adamış ideal anlamdaki sol) tarihteki gelişimi düzenleyici ilkeler yoluyla varlığını sürdürebildiği inancına sıkı sıkıya bağlı kaldığı görülüyor. Solun varlık sebebinin ortadan kalkması yalnızca sağın kazanmış ve sola kendi şartlarını bugün için, hattâ belki daha uzun bir süre için kabul ettirmiş olmasının mı bir sonucudur? Sağın bu şartları sola başka bir düzlemde karşı çıkabileceği yeni eşitsizlikler yaratmayacak mı? İdeal ilkelerin gerekleri bir yana, sol yalnızca bundan dolayı tekrar güç kazanabilir mi? Peki bu ideal ilkeler, sizin daha eşitlikçi, daha yaşanabilir bir dünyanın hedefleri diye tanımladığınız hedeflerden ne kadar farklı şeyler?
SOLUN ŞEYTANİLEŞMESİ
Önümüzde duran gerçeğe baktığımda, sol ile sağ arasındaki karşıtlığın ortadan kalktığı düşüncesi acaba doğru mu diye şüphe ediyorum. İçtenlikle itiraf edeyim ki, günlük hayatımda, en azından İtalya gibi bir ülkede ben bu karşıtlığın ortadan kalktığını hiç fark edemedim. Sağın da solun da partizanlarının sık sık anlaşmazlığa düşmelerine bakıp bir yargıda bulunmamız gerekse, sol ile sağ arasındaki gerginlik günümüzde daha önce olmadığı ölçüde belirgin, belirgin olduğu kadar da şaşırtıcıdır desem yeridir. Sağın yeniden canlandığı günümüzde solda yer aldığınızdan şüphe edilmesi, durup durup vatan haini diye suçlanıp aşağılanmanız anlamına geliyor. Sol, her günkü biraz daha yükselen bir sesle “iktidarın şeytanî” yüzü olarak gösteriliyor. Bunu söylerken Gerhard Ritter’in Die Daemonie der Macht (İktidarın Şeytanîliği) adlı kitabını düşünüyorum, tıpkı faşizmin yenilgiye uğramasından sonra solun da sağa bakışı gibi. Her sabah çeşitli gazetelerden gazetecilerin basında çıkan yazıları sırayla okuyup yorumladığı bir radyo programını dinliyorum. Konuşmacıların hepsi mümkün olan en tarafsız biçimde konuşuyorlar, ama ben yine de (özellikle dinleyicilerin sorularına verdikleri cevaplardan) solcu mu sağcı mı olduklarını hemen söyleyebiliyorum onların. Aralarında bir fark kalmamışsa bunu nasıl söyleyebiliyorum peki? Bunu anlamak zor değil. Sol ile sağ arasındaki, benim de savunucusu olduğum ‘değer yargılarına dayalı’ farkı yaratan sebepler, solun piyasanın yararlarını kabul etmesiyle ortadan kalkmış gibi görünen sebepler değil yalnızca. Başka sebepler de var.
Ülkelerimizin karşı karşıya olduğu çok çarpıcı ve son birkaç yıl içinde İtalya’da ilk defa bu denli yoğun biçimde beliren sorunlardan biri, Üçüncü Dünya ya da Doğu Avrupa ülkelerinde iş bulma amacına yönelik göçlerdir. Solu sağdan ayıran çizgi çok belirgindir burada. Sol bu konuda daha geniş görüşlü, sağ daha dışlayıcıdır, bunun sebebi de solun sağdan daha eşitlikçi olmasıdır. Çok sayıda göçmenin yaşadığı bir şehir olan Torino’da 1996 yılındaki seçim kampanyası bu konu etrafında dönmüştü. Bereket versin, seçimi sol kazandı bu şehirde. Göçmen sorununa bulunacak çözümün, istenmeyen misafirleri uçağa bindirip kendi ülkelerine göndermekte olduğunu açıkça söyleyenleri, sağ, kendi taraftarı sayıyordu. Küçük ama çok açık bir örnek daha vermek gerekirse, birkaç ay önce, Torino belediye meclisinin solcu üyeleri, Guatemala’da Maya kökenli bir belediye başkanlı ilk şehir olan Quetzaltenango’nun kardeş şehir ilân edilmesi üzerine, Nobel ödülü Rigoberta Menchu’nun şerefine düzenlenen, kendisinin de hazır bulunduğu bir halka açık tören düzenledi. Peki, meclisin sağcı üyelerinin hiçbirisi neden yoktu bu törende?
PİYASA VE MİLANO BAŞPİSKOPOSU
Bahane arayacak değilim. Geçen yüzyılda sol ile sağ arasındaki büyük farkın oluşmasına yol açan sınıf ayırımının dışındaki konular bunlar. Sınıf çatışmasının ortadan kalkmadığı gerçeğine değinmek istemiyorum, ama bu sınıf çatışması şimdilik kapitalist ülkelerde göz önünden kaldırılıp zengin ülkelerin yönetici sınıflarıyla yoksul ülkelerdeki işçi sınıfı arasındaki ilişkilere taşındı. Business Week dergisi ‘yolumuz aynı’ dese de, sınıf çatışmaları merkezde bulunan ülkelerde bile büsbütün ortadan kalkmış değil aslında.[17]
Çatışmak için daha pek çok sebep var. Irklar, etnik gruplar, dinsel ve kültürel azınlıklar ve çoğunluklar arasındaki çatışmaların birçok sebebi var. Bu çatışmalar, iş peşinde koşan insanların bir ülkeden bir başkasına yoğun hareketlerinin ifadesi olduğu için her geçen gün artıyor, artmaya da devam edecek. Yakın geleceğin önemli sorunları arasında sayılmalı bu çatışmalar.
Solun varlığını sürdürmesi ve yeniden doğması için aşılması gereken en önemli engeli piyasa ekonomisinin beklenmedik başarısı oluşturuyor. Ancak, yenilginin kabullenilmesi (beni bu konuda düşünmeye davet ediyorsunuz yazınızın sonunda) savaştan kaçmak anlamına gelmez. Piyasanın çözüm üretemediği sorunlar olduğunu söyleyen siz değil miydiniz? Piyasadan başka hiçbir şeyin çözüme kavuşturamayacağı tek bir sorun var mıdır sorusu buna eklenemez mi? İşte tam burada solun daha önce söyleyebildiği kadar, hattâ daha çok sözü olmalıdır. Kapitalizm tarihin sonunu ve muhalefetsiz bir gelecek olduğunu ilan etti diye kapitalizmin vahşice taraflarını papaya ve Milano başpiskoposuna bildirmekten gerçekten vazgeçmek mi istiyoruz?[18] Kapitalizmin ipini koparmasını sağlayan bir yerküreselleşmeye karşı solun söyleyecek hiçbir şeyi olmaması mümkün müdür?[19]
‘Sol’dan anladığımız, daha eşitlikçi, daha yaşanabilir bir dünyanın kavgasını vermeye kendisini adamış, tarihten gelen bir dava ise, önümüzde daha çok uzun bir yol var. En azından, gözümüzü kendi ülkelerimizin dışına çevirdiğimizde (bazen yüceltilen, bazen de batırılan bu yerküreselleşme çağında gözlerimizi dışa kapamamamız gerekiyor) görebiliriz bunu. Solun geleceği söz konusu olduğunda, kendimden çok emin olarak şunu söyleyebilirim ki, insanlık hiçbir şekilde ‘tarihin sonu’na gelmemiştir. Olsa olsa daha yolun başındadır.
New Left Review, Eylül-Ekim 1998, sayı 231
çeviren HAVVA KARAKAŞ
[1] Norberto Bobbio, De Senectute, Torino, 1996.
[2] Perry Anderson, ‘Norberto Bobbio’s Affinities’, Temmuz-Ağustos 1988 tarihli 170 sayılı New Left Review. A Zone of Engagement’da Verso, Londra’da bir arada yayımlanmıştır, 1992, s.87-129.
[3] ‘Un Carteggio tra Norberto Bobbio e Perry Anderson’, Teoria Politica, 5. cilt, sayı 2-3, 1988-1989, s.293-308.
[4] M. Walzer, ‘Il doppio dissenso di Dissent’, Clementina Casula ile görüşme, Reset, sayı 43, Aralık 1997, s.36.
[5] Tony Blair, Il nuovo Labour (derleyen Marina Calloni), Roma, 1997, s.12-13.
[6] O denli ki FIAT şirketinin genel müdürü Cesare Romiti’nin bile ilgisini çekmişti. Bkz. ‘Romiti: il politica scelgo Blair’ (I Choose Blair’), Corriere della Sera, 30 Ocak 1998, s.7.
7 Blair, Il nuovo Labour, s.13.
[8] Bobbio, Destra e Sinistra, s.100.
[9] Fukuyama’nın teorilerine yönelik eleştiriler için bkz. Marco del Ponte tarafından yayıma hazırlanan Dentro le Nazioni Unite, Roma, 1996, s.82.
[10] Perry Anderson, ‘Tarihin Sonları’, A Zone of Enlargement, s.279-375.
[11] Fukuyama ile görüşme 4 Aralık 1997’de L’Unità’da yayımlanmıştır, s.4.
[12] A Kojève Introduction à la lecture de Hegel. Leçons sur la Phénoménologie de l’Esprit professées de 1993 à l’École des Hautes Études réunies par Raymond Queneau, Paris, 1947, s.34; Introduction of the reading of Hegel, çeviren: James H. Nichols, Jr., New York, 1969, sayfa 29-30.
[13] Anderson, ‘Tarihin Sonları’, s.363.
[14] A.g.e., s.375.
[15] Albert Hirschmann, The Rhetoric of Reaction: Perversity Futility, Jeopardy, Cambridge, MA 1991. [Gericiliğin Retoriği, çev. , Yavuz Alogan, İletişim Yay., 1994]
[16] Marco Revelli, Le Due Destre, Torino, 1996.
[17] Business Week, 23 Mayıs 1994; anan Noam Chomsky, The Prosperous Few and the Restless Many, yayıma hazırlayan David Barsamar, Berkeley, 1993.
[18] Burada Kardinal Carlo Maria Martini’nin Igor Man ile yaptığı, 21 Aralık 1997 tarihli Corriere della Sera’da yayımlanan görüşmeden (sayfa 9) söz ediyorum. Kardinal’in görüşlerine karşı çıkan düşünceleri toplu halde görmek için Pierluigi Battista’nın 23 Aralık 1997 tarihli La Stampa’da yayımladığı yazılara bakınız.
[19] G. Ruffolo, Sinistra di fine secolo adlı kitapta ‘Europa senza soggetto, sinistra senza progetto’ başlıklı bölüm, Roma, 1997, s.138.