Eşitlik Üzerine Düşünceler

Eşitlik solun, özellikle de sosyalizmin sahiplendiği, başkalarından çok daha geniş bir geçerlilik alanı kazandırmaya uğraştığı bir değer değildir sadece. Onun merkezî, kurucu ve yönlendirici fikridir. İnsanların, şimdiye kadarki tarihin herhangi bir kesitinde -ve o dönemin kabul edilmiş nitelik ve özellikleri açısından ele alındıklarında- öyle sayılmış ve görülmüş olmasalar bile, potansiyel olarak eşit, eşdeğer olduklarını ifade eder bu fikir. Ve bu içeriği ile solun, sosyalizmin düşünüş, davranış ve değerler dünyasının temel örgü elemanı, kendi kendisiyle tutarlılık, inanç ölçütüdür.

Eşitlik, eşdeğerlik doğal durumda, doğal varlık olma halinde söz konusu değildir. Eşitlik ve eşdeğerlilikten kaynaklanan dayanışma, feragât, merhamet, vicdan, adalet gibi değer ve erdemler analık ve sürü içgüdüsüne bağlı, bazı davranışlara “atfedilen”leri saymazsak salt doğal varlıklar için asla geçerli değildirler. Eşitlik, eşdeğerlilik fikri ve buna bağlı, bunlarla rezonanslı değerler, insanla, onun kendini doğal bir varlık olmaktan fazla bir şey olduğunu keşfetmesiyle, bu fazlanın mahiyetini kavramaya yönelmesiyle birlikte doğmuştur. Bu, insanı doğal varlıklardan farklı kılan, ona ayırdediciliğini, türsel niteliğini veren şey, zihni kapasite ve etkinlik adı altında topladığımız, üretici-yaratıcı faaliyetler olarak pratik ifadesini bulan salt insana özgü aklî-ruhi yeti ve yeteneklerdir. Dolayısıyla eşitlik-eşdeğerlilik fikri bu salt insana özgü zihni kapasite ve etkinlik vasfının kendisinden doğmuş ise, olanaklılık derecesi de bu vasfın gelişmesiyle orantılı olacaktır. Bu çıkarsamanın bir diğer sonucu da şudur: Eşitlik ve eşdeğerlilik üretici-yaratıcı vasfın gelişim formatıdır.

Bu bakımdan eşitlik veya eşitsizlik fikrinin geçerlilik testinin yapılabileceği yer, insan doğası, insanın doğal bir varlık olarak özellikleri, içgüdüleri düzeyi değildir. İnsanın üretken ve yaratıcı bir canlı türü olarak tarihidir.

Şüphesiz insanın doğal bir varlık olarak ihtiyaç ve içgüdülerini tatmin yönü ile yaratıcı-üretken vasfını geliştirmek ve böylece “daha insan” haline gelme yönelimi iki ayrı mahiyettir, ama tarihi bunların birlikteliğinde kurgularız. Ve kaçınılmaz olarak bu ikinci ve salt insana özgü özellik, hem doğal ihtiyaçları teminin imkân ve araçlarını arttıran, yenilerini ortaya çıkaracak faaliyet türlerini oluşturmuş, onlarda somutlanmış; hem de doğal içgüdü ve eğilimlerini tatmin kanal ve nesnelerine insanî biçimler vermiştir. Uygarlaşma, kültür dediğimiz şey bütün bunların toplamı, sürecidir.

Solun tam tersine sağ, eşitliğin “insan doğası”na aykırı olduğuna; çünkü insanların yaradılıştan eşitsiz olduklarına, yani gerek içgüdü ve eğilimlerinin gücü ve gerekse insana özgü yetenekler kapasitesi bakımından eşdeğer olmadıklarına inanır. Yukarıda anlatılan süreç gerek topluca ele alındığında ve gerekse her kesiti incelendiğinde sağ düşünüşlerin temelinde yer alan bu fikri doğruluyor gözükür. Gerçekten de bu süreç boyunca insanlığın yaratıcı ve üretken vasfının giderek gelişip zenginleştiği bir genel trend izliyor olmamıza rağmen, bunun her aşamasında eşitsizliğin yeni bir biçimde ve daha da belirgin hale gelerek sürüp gittiğini görmekteyiz. Hattâ öyle gözükmektedir ki; genel olarak insanlığın yeni maddi ve zihni ürünler ve üretim tarzları icat etmesiyle kendini gösteren salt insana özgü vasfı geliştikçe, insanların bu vasfa sahip oluş dereceleri arasındaki fark daha da ortaya çıkmaktadır. Bazı insanların bu vasıflarının sınırlı bir gelişme kapasitesine sahip olduğu; bu bakımdan her toplumda ve bütün insanlık çapında, kapasite zenginliği açısından en altta en düşük seviyedekiler olmak üzere piramidal bir düzenin ezeli ve ebedi bir “yapı” olarak var olduğu ve bu yapının her yeni aşamada -geçerli kapasite zenginliği, nitelik sıralaması ve ölçüm kıstasları değişse bile- kendini kaçınılmaz olarak “yeniden ürettiği”, toplumsal-siyasal düzenlere ve insanlar arası her tür ilişkiye öncelikli damgasını vurduğu görülmektedir. Bu manzaraya, sözü edilen sürecin her aşamasında, bir biçimde eşitlikçi bir durum ve düzen için harekete geçen akımların başarısızlığı olgusunu da eklemek gerekir. Üstelik bunlardan önceleri yerel çapta da olsa amaçlarına uygun bir düzen kurabilmeyi başarmış olanların, bir süre sonra o sözünü ettiğimiz piramidal yapıyı kendiliğinden, kendi içlerinden “doğurmak” zorunda kalmış, bu “kaçınılmazlık” karşısında ya dağılmış ya yozlaşmış ya da “gerçeği” kabullenerek kısmen ve şekli eşitlik kurumlarıyla yetinir hale gelmişlerdir.

Bu “realite” karşısında eşitlikçi akımlar, ya insanların eşdeğer yaratılmış olmadıklarını zımnen de olsa kabullenerek; eşitliği toplum(lar)a ait her tür kaynak ve üründen olabildiğince eşit biçimde yararlanması konusunda temine yönelmiş; o kaynakların kullanım, üretim ve toplumsal bir düzenin yürütülmesinde rol alan insanlar arasındaki ilişkilerin, kapasite hiyerarşisine tekabül eden bir “yapısal eşitsizliği” yansıtmasını sorun olarak görmemeyi yeğlemişlerdir. O yapısal eşitsizliğin kendi savundukları -yegâne mümkün- “bölüşüm eşitliği”ni fazla bozmaması için siyasal tedbirler ve moral yönlendiriciler devreye sokulmuştur.

Bir diğer ana eğilim ise, yaradılışsal bir eşitsizliğin değil, koşullar sonucu oluşmuş bir eşitsizliğin söz konusu olduğu varsayımından hareketle, koşulların ve toplumun sahip olduğu her tür imkânın eşit katılım ve yararlanmayı sağlayacak biçimde değiştirilmesiyle bu yaradılışsal denilen eşitsizliğin tedricen ortadan kalkacağını düşünmüştür. Modern çağların sosyalizm akımlarına temellik eden bu düşünüş biçimi, dolayısıyla eşitsizliği yaratan ve besleyen başlıca “koşullar”ın tespiti ve onların yerine eşitlikçi kurumların ikâmesiyle “nihai çözüm”e gidileceğini öngörmekteydi. Kendisini bölüşüm eşitliği ile sınırlamış akımlar gibi o da söz konusu koşulların en önemlisinin özel mülkiyet kurumu olduğu tespitini esas almakta ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kategorik ilgasıyla, insanlar arası eşitliğin tamamen gerçekleşeceği bir sürecin başlayacağı umulmaktaydı.

20. yüzyılda yaşanan tarihsel deneylerin sonunda, bölüşüm eşitliği ile yetinen, “ılımlı” eşitlikçi akım -sosyal demokrasi- bölüşüm eşitliği, adaleti konusunda fazla ısrarlı olmanın “gelişme”ye engel olduğu, insanlar arası işlev ve kapasite eşitsizliğine daha da hürmetli bir bölüşüm düzenine razı olunması gerektiği noktasına gelirken; diğer “radikal” eşitlikçi hareket ve kurulu düzenler, üretim ve yaratıcılık açısından eşitsizlik üzerine kurulu toplumsal düzenlerin, kapitalizmin gerisinde kaldıklarını, onunla bu konuda başedemeyeceklerini teslim ederek ya çöküş kararlarını bizzat verdiler veya yapısal -eşitsizliğe izin veren- revizyonlarla ayakta kalmaya çalışır oldular.

Bu tarihsel sonuç, sol zihniyet ve perspektifin üzerinde kurulduğu eşitlik fikrinin yanlışlığını kesin olarak kanıtlamış sayılabilir mi? Veya eğer bu sonuç eşitsizliğin; kural olduğu ama bazı alanlarda eşitliğin mümkün ve gerekli olduğu biçimde yorumlanırsa ve sola işte bu mümkün ve gerekli alanları tespit, koruma ve olabildiğince geliştirme misyonu ile bir meşruiyet zemini sunuluyorsa sol bu rolle yetinebilir mi? Zımnen veya açıkça bununla yetindiğinde sağ ve solun eş ağırlık ve önemde perspektifler, zihniyet dünyaları olduğu nasıl iddia edilebilir? Bu soruların ilkine evet deniliyorsa ikincisine de evet demek mümkündür, ama üçüncüsüne de evet demek gülünç veya acıklı olmayı göze almak demektir. O nedenle ilk soru üzerinde durmak gerekiyor.

Bunu tartışmak için yazının başında belirtilen bir noktaya dönmeliyiz. Orada, insanın doğal bir varlık olarak ihtiyaç ve içgüdülerini tatmin boyutu ile, insanın salt insana özgü vasfını geliştirme, bu vasıftan türeyen ihtiyaç ve eğilimleri tatmin boyutunun iki ayrı mahiyet olduğunu bilhassa belirtmiştik. İnsan, somut varoluşunda bu iki boyutu birlikte yaşarsa da, gerekleri arasında sık sık çıkan çatışma ve her an varlığı hissedilen gerilim, birey ve toplumlara ne ve nasıl olmamız gerektiğini sürekli sorduran sorunun kaynağıdır. İnsanın doğal ihtiyaçlarının “kölesi” olmasını, salt bu ihtiyaçların tatmini ile sınırlı bir yaşam ve varoluş tarzını -isterse bu büyük bir bolluk ve en rafine, en yüksek teknolojilerle üretilmiş ürünleri tüketerek de olsun- asla yeterli saymayışımız, hattâ aşağılamamız da bu yüzdendir. Ve yine bu yüzden uygarlaşma, gelişme dediğimiz şeyin en tartışılmaz ölçütü; doğal ihtiyaç ve güdülerimizi, doğallığın “mantığı”nca tatmin usûl ve araçlarından, bu mantıkça belirlenen ilişki tarzlarından uzaklaşma, onları insanî bilgi, değer ve erdemlerle donatma derecemizdir. Hattâ insanın “salt insan” haline gelmesinin, bu düzeye erişmesinin, doğal ihtiyaç, içgüdü ve eğilimlerinin empoze ettiği “zorunluluk”lardan “kurtulmak” anlamına geldiği söylenmiş ve tarih boyunca bu tür bir “kurtuluş”a yönelen akımlar, topluluklar sürekli var olmuştur. Uygarlaşma ve “gelişme”nin ikinci ölçütü, birey ve toplum olarak eylemli varoluşumuz içinde doğal ihtiyaç ve güdülerimize yönelik faaliyet ve ilişkiler ile salt insana özgü faaliyet ve ilişki biçimlerinin miktar ve belirleyicilik oranıdır. Bir yandan doğal ihtiyaç ve güdülerine salt insani “töz”ler kazandıran öte yandan insanın insan vasfının gelişmesi ve bunun yarattığı ihtiyaçlara has etkinlikte bulunan birey ve toplumlar bu iki boyutta gösterdikleri gelişme oranında uygarlaşmış demektirler.

Bir diğer belirtilmesi gerekli olan nokta da şudur: Doğal ihtiyaçlar, periyodik de olsa belli bir tatmin düzeyi ile sınırlanabilen, kendini sınırlayan şeylerdir. Oysa salt insani ihtiyaçlar ve bunların tatmin “nesneleri” nitelikleri gereği sınırsızdır. Ama öte yandan da bu tatmin düzeyi sınırlanabilen doğal ihtiyaçların tatmin nesneleri “kıt”tır. Doğanın verdiği veya ondan sağlanabilen miktarın bir sınırı vardır ve bu miktar, doğal, tatmin düzeylerinin toplumda -çok ender yer ve durumlar istisna- kural olarak azdır. İnsanlık tarihinin eksenini oluşturagelmiş toplumsal düzenleri ve insanlar arası ilişkileri öncelikle belirlemiş olan “bölüşüm sorunu ve mücadeleleri”nin kaynağı bu olgudur. Buna mukabil salt insani ihtiyaçların tatmin alanı ve “nesneleri”nde kıtlık değil tam tersine sürekli artan, artırılabilen bir bolluk vardır ve bir bölüşme, daha fazla pay kapma sorunu ve mücadelesi yerine, bu bolluğu “paylaşmama”, paylaşamama sorunu söz konusudur. Salt insanî ihtiyaç ve niteliklerin ürünü-nesnesi olan bilgi, değer ve erdemler paylaşıldıkça azalan değil, tam aksine çoğalan ‘şey’lerdir.

Buradan, ister ürünlerinden yararlanmada ister bu ürünler için yapılan faaliyetlere katılma, işlev bahsinde düşünülebilecek bir eşitliğin, doğal ihtiyaçları tatmin alanında, teorik olarak imkânsız olduğu, bunu ancak ve sadece insani ihtiyaç ve niteliklerin alanında mümkün ve bunların “doğa”sında “mündemiç” olduğu yargısının temel bir gerekçesine varırız. İkinci bir sonuç daha çıkar bundan: Bireysel ve toplumsal varoluşumuzda salt insani ihtiyaç ve niteliklerimize karşılık düşen faaliyet ve ilişkilerin alanı genişlediği ve belirleyiciliği arttığı oranda eşitliğin, eşdeğerliliğin gerçekleşme imkânı da artar.

Demek ki, eşitlik, eşdeğerlik imkânını bastırmanın iki mümkün yolu, mecrası vardır. Birincisi, insanların doğal ihtiyaçlarını nasıl temin edebileceklerinden başka pek az şey düşünebilecekleri bir “kıtlık” ortamında olmaları. Doğal ihtiyaçların bu baskınlığı, temin etmenin doğal güdülerini, yani cangıldaki canlıların herhangi bir merhamet, dayanışma ve paylaşma izi göstermeksizin salt kendisinin ve sürüsünün varlığını koruma, “öteki”ni yok etme, türdeşleri ile amansız ve sürekli bir üstünlük ispatı kavgası içinde olma davranış ve “hissiyatını” körükler. Salt insanî nitelik ve ihtiyaçlara karşılık düşen faaliyetler ve bunların ürünleri de ya araçlaşır ya da bu hissiyatın oluşturduğu “güç kültürü” içinde bu kavgada hedeflenen üstünlük konumlarından birini kapmak, bir ayrıcalık oluşturmak üzere kurumlaşır. İnsanlık tarihinin kapitalizm çağına kadarki tarihi bu mecradan akar. İkinci mecra 1. Sanayi Devrimiyle aşılmıştır. Bu devrim, her şeyden önce “kıtlık” çağlarının sona erdirilme imkânının doğuşu anlamına gelir. Nitekim bu devrimin üzerinden kısa denilebilecek bir süre geçtikten sonra, daha 19. yüzyılın ortalarında önceki çağların “kıtlık krizleri”nin aksine bu kez üretim, ürün bolluğundan doğan krizlerle karşılaşılır olmuştur. İşte tam bu noktada kapitalizmin asli mahiyeti ortaya çıkmaya başlar.

Az önce doğal ihtiyaçlarımızın belirli bir tatmin sınırı olduğunu belirtmiştik. Oysa kapitalizm, doğal ihtiyaçların herkes için kabul edilebilir bir tatmin düzeyini sağlamaya bol bol yetebilecek bir üretim düzeyine varılsa ve asıl olarak varıldığında bile bu üretimin daha da arttırılmasını, dolayısıyla herhangi bir tatmin sınırı tanınmaksızın üretimin arttırılmasının bizatihi kendisini amaç sayan bir zihniyet demektir ilkin. Üretimin ve dolayısıyla tüketimin amaçlaşması, her ikisinin de insanlar için doğal ihtiyaç kategorisi içinde algılanması bu tür ihtiyacın tatmininde harekete geçen mantık ve güdülerin körüklenmesini de gerektirir. Kapitalizmin varlık ve “istikrar” koşuludur bu. Nitekim olgun kapitalizm koşullarında ortaya çıkarılan tüketim ideolojisi tam da bunu ifade eder. Bu ideolojinin bir türevi olduğu ekonomi-politiğin -kapitalizmin “dini”nin- amentüsü, ihtiyaçlarımızın sonsuz, temin nesnelerinin daima az olduğu aksiyomu ile başlar. Her tür faaliyet ve üretimi, ürünü, “doğal faaliyet ve doğal ihtiyaçlarımızın nesneleri olarak görmek -az önce de belirttiğimiz gibi- “doğal eğilimleri de körükler. Yani sahip olmak ve tüketme, sırf tatmin olmanın değil “öteki” ile rekabetin, kendi türdeşleriyle bile -ölümüne de olabilecek- bir üstünlük mücadelesi vermek zorunda olduğu duygu ve “bilinci”nin de gereği haline gelir. Dolayısıyla aslında ihtiyaçlara ve ihtiyaç tatmin nesnelerine değil, bu güdülerin sınırsızlığına kapı açılmış olur.

Kapitalizmin üretimde ve tüketimde rekabete, üstün olma çabasına hayati bir öncelik vermesi, doğal ihtiyaç ve mücadele güdülerinin böylece geçerli ve canlı tutulabilmesinden ötürüdür. Bu güdülerin belirleyiciliğinde olması gereken bir üretim ve tüketim düzeninde ne üretim ve tüketim payları -bölüşüm- konusunda ne de üretmek için kurulan düzenek ve insan ilişkilerinde, insanî değer ve kıstaslar yer yoktur ve bunlar giderek arındırılır, “nesnelleştirilir”. Böylece bölüşüm sorunu tıpkı doğadaki gibi karşılıklı kuvvet ilişkilerinin, güç-sınıf-mücadelelerinin kuralsız veya kuralları o mücadelenin geçici sonuçlarına göre sürekli değişebilen dalgalı zeminine terk edilir, üretim-iş-ilişkileri de yine doğa yasaları gibi mutlaklık atfedilen, insaniliğin değil “verim”in esas alındığı iş ve işbölümü kurallarının sultasına bırakılır.

Özetlersek; doğal ihtiyaçlarını kıtlık durumunda temine çalışmak, insanlar arasında -tıpkı doğadaki gibi- amansız ve eşitsiz ilişkileri kaçınılmazlaştırdığı için, eşitsizliğin sürekliliğinin önşartı kıtlığın sürekli bir ihtimal, her an mümkün bir durum olmasıdır. Bir üretim patlamasının yaşandığı kapitalizmde bu önşart, tatmin sınırlarını görünmez kılan bir ihtiyaç körüklenmesi ile sağlanmıştır. Ancak bunu mümkün kılan salt bir ideolojik koşullanma değildir. Olağanüstü çok ve çeşitli ürünlerin varlığında kişinin kendini sürekli “aç”, “açlık tehlikesine marûz” hissetmesi, yani bunca bolluğa rağmen kıtlık durumunun sürdüğü ve süreceğine dair yargının değişmemesi, asıl gerekçesini, kaynağını kapitalizm koşullarındaki insanın tipik varoluş durumunda bulur.

Üretimden alınan (kâr, ücret... biçimindeki) payın üretime katkıyla, üretimdeki rollerle -genel kural olarak- belirlendiği bu koşullarda, ücretli çoğunluğun tipik bir mensubu, ürünlerin artış ve çeşitlenmesiyle kendi üretici işlevi arasında doğrusal bir bağ, orantı kuramaz. Çünkü bu genel üretim artışı ve çeşitlenmesi, onun üretici işlevinin daha etkin ve zengin olmasıyla değil, tam aksine gitgide daha pasif, rutin ve tek boyutlu hale gelmesiyle olmaktadır. Benzetmek gerekirse, yiyeceğin birden sürekli bollaştığı bir doğal ortamda, bu bollaşma olurken bir gün kolunu öbür gün bacağını kaybeden ve ertesi günlerde de mutlaka güç yitireceğini bilen bir canlının, bu bollaşmanın öncesindekinden daha fazla “kıtlık”, yiyecek bulamama endişesi taşıyacağı gibi; daha çok ve çeşitli ürün anlamına gelen üretim araçlarının gelişmesiyle üretici işlevi de daralan, belki de gereksiz hale gelen tipik ücretli de bu güçsüzleşmesine paralel olarak artan bir var olma endişesi içinde olur. Üretici işlevinin daralması, üretimden pay talebinin dayanağının da zayıflaması demektir çünkü.

Daha da önemlisi sürecin bu üretici işlevleri, insana türsel niteliğini kazandıran -zihni- etkinliklerden neredeyse tamamen yalıtma yönünde işlemesidir. Kapitalist toplumda “iş”lerin büyük çoğunluğu için geçerlidir bu.

Kapitalist toplumun tipik bireyinin varoluş merkezinde “iş” yer alır. Bu “iş” gerçekte zihnî faaliyetten neredeyse arındırılmıştır. Üstelik tipik kapitalist toplum bireyleri, o işlerin uzağında bir yerlerde yürütülen zihnî etkinliklerin üretime dönük sonuçlarını “iş”i -dolayısıyla üretimden aldığı payı- üzerinde bir tehdit olarak yaşar. Bu durumda faaliyet özneleri olarak ele alındıklarında, ayırdedici vasıfları ile insana mı yoksa o vasıflarıyla insanı kendileri için bir tehdit olarak gören doğanın öteki canlılarına mı benzemektedirler?

Kapitalist toplumun anatomik anahtarı olan üretim tarzı, düzeni, aşağı yukarı olduğu gibi alınarak 20. yüzyılın sosyalist toplum inşâ denemelerinin merkezine konuldu. Dolayısıyla üretim tarzı, düzeni olarak bu sosyalist deneyler kapitalizmin -paylaşımın kuralları revize edilmiş- birer versiyonundan başka bir şey değildir.

Bu üretim düzeninin, bin yıllardır kıtlık tehlikesi içinde boğuşan insanlığa, bu tehlikeyi geride bırakacak büyük ve sürekli bir üretim artışı sağlama imkânı yarattığı için kaçınılmazlık, zorunluluk atfedilebilir. Ama bu zorunluluğu atfettiğimiz bu üretme-yaratma düzeninin, insanların yaradılışlarındaki eşitsizliği yansıttığı, onların eşdeğer kapasitede olmadıklarının kanıtı olduğu iddia edilemez. Daha fazla üretebilmek için “iş”i bin parçaya bölmek ve böylece ortaya çıkan bin niteliksiz işe bin insanı koşmak, hesaplanan miktarda ürün elde etmeyi başarmışsa bu o bin insanın ancak bu nitelikte işleri yapabilecek kapasitede olduklarının kanıtı olamaz.

Dolayısıyla, 20. yüzyılın sosyalist inşa deneylerinin sonuçları, insanların eşdeğer olmadıkları ve olamayacakları iddiasını kanıtlamış değildir. Bu iddianın karşıtı da denenmiş sayılamaz.

Kaldı ki, özellikle belirttiğimiz gibi eşitlik fikri, doğrudan, doğal varlık olmaktan, insanın “doğası”ndan türetilmiş değil, tam aksine insanı “doğal varlık olmanın ötesine taşıyan ve gelişimiyle uygarlık dediğimiz süreci yaratan salt insana özgü vasıfların mahiyetinden türeyen” bir fikirdir. Dolayısıyla insanlığın, doğal varlık koşullanmalarından kurtulamadığı, eylemli varlığıyla doğadaki öteki canlılar gibi varkalmaya, varlığını -kendi türdeşlerine bile karşı- sürdürmeye koşullu olduğu dönemlerde, eşdeğerlilik fikrinin sınanacağı “maddi” koşullar zaten söz konusu değildir.

17.-18. yüzyıllarda zihnî etkinlik türlerinde ardarda devrimler, doğal ihtiyaçları temin kısırlılığının çemberini kırmış, böylece insanlığın önünde doğanın ve kendi doğal varlığının koşullanmalarından kurtulabilme ufku açılmıştır. 21. yüzyıla girerken, egemenler ve egemen konumlarını sürdürmeye kararlı olanlar, istedikleri kadar, insanları kendilerinin büyüttüğü bir doğal ihtiyaçlar çemberi içinde dönüp durmaya koşullasınlar; insanların doğal ihtiyaçlarının fazlasıyla karşılanabildiği, dolayısıyla bu ihtiyaç baskısının tamamen geride bırakılmasını mümkün kılacak fiilî imkânlar mevcut olduğu gibi; insanları bu ihtiyaçlar için insanî vasıf ve duyarlılıklarından yalıtılmış, disiplinli bir doğal varlık halinde “çalışma”ya mahkûm eden kol emeği, ücretlilerin ezici çoğunluğunun yaptığı rutin işleri bir zorunluluk olmaktan çıkaran, bunları otomatik düzeneklere, robotlara havale etmemizi mümkün kılan bir aşamaya da varılmıştır. İnsanın doğayı dönüştürerek kendini dönüştürebileceği fikrine başdöndürücü bir alan açan genetik devrim insana bizzat yaradılışı üzerine karar ve eylemde bulunabilme imkânı sunmaktadır.

Tüm insanlar için tamamen zihni, etkinlik alanlarına yönelik bir eylemli varoluş tarzını mümkün kılan her tür “maddi koşul” vardır.

Eşitlik, eşdeğerlik iddiasının sınanacağı tarih asıl şimdi ve henüz başlamaktadır. Eşitliği her tür ürünün paylaşımında tasarlayabilen geçmiş eşitlikçi hareket ve deneylerin yenilgisini, eşitliğin ürün üzerinde değil, ürünün kaynağında yani eylemde ve insanı eylemde bulunmaya yönelten insana özgü kapasitede aranması ve gerçekleştirilmesi ufkunu keşfetmemiz için kamçılayıcı bir kanıt olarak görebilirsek, kapitalizmin alternatifsiz olduğunu iddia edebileceği zaman da sayılı demektir.