Marksizmde Devrim mi?

MICHAEL LÖWY

Dünyayı Değiştirmek Üzerine

Ayrıntı Yayınları

Marksizmde devrim mi?

GÜN ZİLELİ

Marksizmde devrim mümkün müdür? Evet, büyük bir kriz ve tıkanma içine giren ve bu durumdan ancak krize neden olan temellerini kendi elleriyle yıkmayı başararak çıkabilen bütün canlı organizmalar gibi, Marksizmde de devrim mümkündür. Eğer Marksistler, Marx kadar büyük olmayı becerebilir, onun kapitalizmi tahlil ederken gösterdiği geniş ufka sahip olur ve yine onun halen aşılamamış, kapitalizmi tahlil eden en büyük düşünür olmasının getirdiği büyük avantajı kullanma becerisini gösterebilir, Marksizmin devrimci ve radikal köklerini canlandırır, Marksizmi kapitalist uygarlığa eklemleyen ve onun bugünkü krizine neden olan üretici güçlerin ilerlemesi mantığına ve bu mantığın tüm uzantılarına ağır balyoz darbeleri indirme cesaretine sahip olur ve Löwy’nin kitabında belirttiği (Michael Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, çev. Yavuz Alogan,) ölçüde radikal bir yönelimle, diğer devrimci akımlarla birlikte köklü bir anti-kapitalist savaşta yer almanın gerektirdiği değişimleri yaparlarsa, bu, Marksizmde bir devrim yapıldığı anlamına gelecektir.

Yavuz Alogan’ın usta Türkçesiyle dilimize kazandırılan Löwy’nin kitabı, buna bir başlangıç olarak alınabilir. Löwy, Marksizmi ölüme götüren, kapitalist uygarlığa eklemlenme sonucu vermiş olan üretici güçler teorisine karşı gerçekten devrimci ve radikal bir tutum almıştır. Marksizmin liberal eleştirmenlerine verdiği yanıtta şöyle demektedir:

“Marksizmin, sorgulanmaya, eleştirilmeye ve yenilenmeye ihtiyacı olduğu kuşku götürmez; ama bize göre bunun, öne sürülenin tam tersi bir nedenden ötürü, onun üretimci endüstriyel kapitalizm modelinden, modern burjuva uygarlığının temellerinden kopuşu yeterince radikal olmadığı için yapılması gerekir.” (s.12)

Marksizmi yenileme çabasında amacın, “eski ve yıpranmış bir ortodoksinin yerine bir yenisini geçirmek,” (s.16) olmadığını belirten Löwy, bu yenilenmenin “yeni bir uygarlık vizyonunu,” gerektirdiğini söylüyor:

“Bu vizyon sadece aynı üretici güçlerin devlet denetiminde gelişmesini temel alan Batılı endüstriyel/kapitalist paradigmanın daha ‘ilerici’ bir versiyonu olmayacak.” (s.13)

Marksizmin yenilenmesi için, resmî Marksist akım tarafından bastırıldığına inandığı devrimci köklere uzanmakla yetinmeyen Löwy, Marksizm dışındaki devrimci gelişmelere de açık olmak gerektiğini belirtiyor:

“Ayrıca Marksizmin burjuva uygarlığından kopuşunu radikalleştirmek için çağdaş toplumsal hareketlerin ortaya çıkardığı ekoloji ve feminizm gibi teorik ve pratik karşı çıkışları bütünleştirebilmelidir.” (s.13)

“Bilimsel sosyalizm, Avrupa’da Jan Hus ve Thomas Münzer’den 1917-19 sovyetlerine ve Barcelona’da 1936-37 kollektiflerine kadar, ezilen ve sömürülen, ‘tarihin mağlubu’ milyonların mücadelelerinde, düşlerinde ve özlemlerinde yaşayan ‘umut ilkesi’nden (Bloch) esinlenerek bir kez daha ütopyacı olmalıdır. Bu düzeyde, Marksist düşüncenin kapılarını dünün ütopyacı sosyalistlerinden, endüstriyel uygarlığın romantik eleştirmenlerine ve Fourier’in düşlerinden anarşizmin liberter fikirlerine kadar geleceğe ilişkin bütün içgörülere açmak da zorunludur.” (s.40)

Löwy, bu belirlemelerin gereği olarak, Marksizmin üretici güçler teorisine ağır darbeler indiren şu saptamaları yapıyor:

“Günümüzde ‘teknik ilerleme’ sayesinde insanlık sadece kendisini bir felaketin sürekli tehdidi altında bulmakla kalmıyor; gezegenin ekolojik dengesinde felakete yol açacak bir bozulmaya da hızla yaklaşıyoruz. Sözde sosyalist devletlere (Sovyetler Birliği ve Çin) gelince, bu uygarlığa bir alternatif olmaktan gittikçe uzaklaşıyor ve tam aksine, kapitalist toplumların üretim yöntemlerini ve tüketim biçimlerini olabildiğince sadakatle taklit etmeye çalışıyorlar. Bu durum, Marksizmin romantik-devrimci boyutunu yeniden keşfetmenin ve geleceğin sosyalist perspektifini, kapitalizm öncesi geçmişin kayıp mirasıyla ve kapitalizmin doğuşundan beri ‘bencil hesaplamanın buzlu suları’na garkolan, kültürel, etik ve toplumsal nitelikte değerlerin kıymetli hazinesiyle zenginleştirmenin önemini ortaya koyar.” (s.33-34)

Marksizmin devrimci mirasını canlandırma çalışması içinde Walter Benjamin’i ön plana çıkaran Löwy, onun görüşlerini onaylayarak aktarırken, aynı zamanda Marksizmin bugüne kadar dayandığı temel direklerden birine de darbe indirdiğinin farkındadır:

Tarih Felsefesi Üzerine Tezler [Walter Benjamin’e ait, G.Z.], tarihsel maddeciliğin, ilerlemeyi farklı bir tarzda anlaması gerektiğini vurgular. Kapitalizmin teknik ve endüstriyel gelişimi, doğa üzerindeki artan hakimiyet, üretimin kör gelişimi, kaçınılmaz olarak sosyalizme varacak (içinde yüzebileceğimiz) doğal bir akarsu değildir. Tersine, felakete, insan kültürünün yıkımına götürebilecek bir yoldur.” (s.43)

Ve, yine W. Benjamin’i inceleyen bir makalede, ondan şu alıntıyı yaparak, kendisi de Marksizm treninin “imdat frenini” çekmiş oluyor:

“Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifleri olduğunu söyledi. Ama belki de onlar başka bir şeydir. Devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir.” (s.227)

Bu kadar alıntıyı yeterli bulduğum için, Löwy’nin, Latin Amerika’daki Hıristiyan devrimcilerinin ve A. Gunder Frank gibi teorisyenlerin, klasik Marksist ilerlemeci görüşe karşı çıkışlarını onaylayan pasajlarını buraya almıyorum. Bu kadarı, Löwy’nin, Marksist üretici güçler ve ilerleme mantığı karşısında ne kadar kökten ve radikal bir tutum aldığını yeterince ortaya koyuyor.

Löwy, bu radikal yönelimini, Fransız devrimindeki en aşağıdakilerin temsilcilerine sahip çıkmak noktasında da göstermekte ve klasik Marksizmin yukardancı-jakoben geleneği onaylayan yaklaşımının karşısında aşağıdancı yeni bir perspektif geliştirmeyi denemektedir:

“Fransız Devrimi’nin gidişatı içinde, toplumsal hareketler, 1789’da başlayan sürecin burjuva sınırlarının ötesine geçen özlemlerle birlikte ortaya çıktı. Hareketin başlıca güçleri - bras nus, cumhuriyetçi kadınlar, enragés, éqaux ve onların temsilcileri (Jocques Roux, Leclerc vb.) - yenilgiye uğradılar, ezildiler ve giyotinden geçirildiler. Onların, resmî tarihin sistematik biçimde baskı altına aldığı anısı Walter Benjamin’in söz ettiği ezilenlerin geleneğinin, günümüzün mücadelelerini besleyen martir (şehit) ataların oluşturdukları geleneğin bir parçasıdır. Daniel Guérin’in ve Maurice Dommanget’nin - akademik tarihyazımının dışında kalan iki ‘marjinal’ - eserleri brus nu’yü ve enragé’yi unutulmaktan kurtarırken, daha yakın tarihli araştırmalar, devrimci halkın ‘gizli yarısı’ kadınlar arasında bulunan zenginliği aşamalar halinde keşfetmektedir.” (s.169-170)

DEVRİMDE DURAKSAMA OLMAZ

Ne var ki, Löwy, Marksizmin temel direklerinden olan üretici güçlerin ilerlemesi teorisi konusunda gösterdiği radikal tutumu, Marksizmin düşünsel mirasının diğer alanlarında göstermiyor. Löwy, Marksist düşüncedeki, üretici güçler teorisinin doğal sonuçlarında da aynı radikal tutarlılığı göstermiş olsaydı, bu başlangıç, gerçek bir devrimin boyutlarına ulaşabilecekti.

Löwy’nin ilk hatası, Marksistlerin klasik bir yöntemine başvurarak, Marksizmin içindeki son derece tali öğelere (örneğin devrimci romantizme) vurgu yapıp, esas ağırlıkta olanı gözden gizlemeye ve Marx’ı olsun, sahip çıktığı Marksizmin diğer teorisyenlerini olsun mazûr göstermeye ya da onların hatalarını örtbas etmeye çalışırken, Marksizmin günahlarını bazı Marksist “keçi”lere yükleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmasıdır.

Şimdi bunları tek tek görelim. Löwy, şöyle diyor:

“Romantizmin, Marksist kapitalist uygarlığın eleştirisinin anahtar kaynaklarından biri ve Markist ütopyanın önemli bir bileşeni olduğu genellikle ihmal edilir. Bizzat Marx’ın ve çeşitli Marksist simaların yayınlarındaki romantik yönü aydınlatma girişimi, bu kitabın muhtemelen en polemiksel yönlerinden biridir.” (s.14)

Doğrudur! Özellikle Marx’ın eserlerinde yer yer böylesi romantik bir eleştiri boyutu vardır. Ama bu, Marx’ın eserlerinin bütününde son derece tali kalır. Marx’ın yöneliminin büyük ağırlığı ve teorisinin esası, üretici güçlerin ilerlemesi mantığına dayanır. Löwy’nin, Marx’ın teorisinde ancak %5-10 ölçüsünde var olan bir unsura böylesine ağırlık vermesi, insanın, aşık olduğu birisinde olmadık nitelikler vehmetmesine benzemektedir. Örneğin birisi, çok kısa boylu olan sevgilisinin çocukluk fotoğraflarına bakıp aslında onun hiç de o kadar kısa boylu olmadığını hayal edebilir. Oysa öncelikle yapılması gereken, ilüzyonlara kapılmak yerine, sevgilinin boyunun felaket kısa olduğunu saptamaktır. Bunu saptamak sevgiliyi, sevgili olmaktan çıkartmaz.

Oysa Löwy, böyle yapmıyor, çok sevdiği Marx’ı mazur göstermeye çalışıyor. “Teknik ilerlemeye eleştirel olmayan bir yaklaşım 19. yüzyılın sonundan beri Marksizmde başat eğilim olmuştur,” saptamasını yaptıktan sonra, hemen ekliyor:

“Marx’ın kendi görüşleri o kadar tek yanlı değildi: yazılarında ilerleme antinomilerinin (çatışkı) diyalektik kavramına yönelik bir girişim bulunabilir.” (s.232)

İşin aslına bakılacak olursa, bu kadarı, Löwy’nin “günah keçileri”nde de bulunabilir, eğer biraz çaba gösterilirse. Esas mesele, Marx’da böyle şeyler bulunup bulunmadığını saptamadan önce, nasıl olup da dünya çapındaki koca bir akımın, 19. yüzyılın sonundan itibaren böyle bir raya girdiğini tespit etmektir. Bunun baş müsebbibi, kuşkusuz, günah keçileri olan Plehanov ya da Kautsky’den önce bizzat Marx ve Engels’dir. Örneğin, bizzat Löwy’nin kitabının bir başka yerinde, pek de eleştirmeksizin aldığı Marx’ın şu paragrafı durumu açıkça ortaya koymuyor mu?

“Bu devrimlerde burjuvazi zafer kazandı; ancak burjuvazinin zaferi, aynı zamanda yeni bir toplumsal düzenin zaferidir; feodal mülkiyet karşısında burjuva mülkiyetinin, yerelliğin karşısında ulusallığın, loncanın karşısında rekabetin, en büyük evlat hakkı karşısında mülkün paylaşımının, toprağın mülk sahibi üzerindeki hakimiyetinin karşısında mülk sahibinin toprak üzerindeki hakimiyetinin, boş inan karşısında aydınlanmanın, unvanın karşısında ailenin, hamasi tembelliğin karşısında sanayinin, ortaçağ kökenli ayrıcalıkların karşısında sivil hukukun kazandığı zaferdir.” (s.154)

Burjuva ilerlemesinin bu kutsanışı (ki, bundan çok daha hamasi onaylamalardan yüzlerce örnek bulunabilir, Marx ve Engels’de) yanlış olmuyor da, kendilerini bu büyük düşünürlerin çırakları olarak gören Plehanov ve Kautsky (daha sonra, Löwy’e göre, Stalin ve Althusser ya da çağdaş Komünist Partileri) aynı şeyleri tekrarladıkları zaman mı büyük günah işlemiş oluyorlar? Yine yukardaki sevgili metaforundan hareket edecek olursak, Löwy’nin Marksizmin günahlarını, onun “kötü” “yol arkadaşları”nın sırtına yıkmaya çalışması, sevgilisinin kötü huylarını, onun bazı kötü arkadaşlarına atfetmesine benziyor. Evet ama, Löwy, sevgilisinin, nasıl olup da bu kötü arkadaşlarla bu kadar uzun süre düşüp kalkabildiğini sorgulamıyor. Böyle yapmak yerine, sevgilisinin bazı iyi arkadaşları da (Lenin, Troçki, Luxemburg, Lukács, Gramsci vb.) olduğunu (bunların da ne kadar iyi arkadaşlar olduğu ve aynı günahı paylaşıp paylaşmadıkları hayli tartışmalıdır) söyleyerek onu aklamaya çalışıyor.

Löwy, böyle yapmak yerine, Plehanov’ların, Kautsky’lerin, Stalin’lerin, bugünkü KP’lerin nasıl olup da Marksizmin ana akımını oluşturabildiklerini sorgulamalıydı.

Löwy, belki de bugünkü neo-liberal rüzgarın karşısında Marksizmin savrulup gitmesini önleme telaşı içinde, haklı olarak, eski olumlu köklere tutunmaya çalışıyor. Evet ama, bu olumlu kökler de Marksizmin genel zaafından azade değildir. Onlara sahip çıkarken bile eleştirmek gerekir. Löwy’nin bunu hiç yapmadığını söyleyemeyiz. Sahip çıktığı Luxemburg, Troçki, Lukács, Gramsci gibi düşünürleri yeri geldiğinde eleştiriyor, ama bu eleştiriler nispeten esasa ilişkin olmayan tek tek noktalarda oluyor. Bir savaşta, toprak altından çıkartılan eski silahlar işe yarayabilir, ama esaslı bir şekilde gözden geçirilmeleri, temizlenmeleri ve paslarından arındırılmaları koşuluyla.

Yine aynı, Marksizmi kurtarma telaşı içinde Löwy, zaman zaman mantıksal yanıltma oyunlarına da başvuruyor. Örneğin şu paragraf tipiktir:

“Kapitalizm sonrası devletlerin bu bürokratik yozlaşmasını, Marx’ın teorik anlayışlarının ürünü olarak açıklamak; Engizisyon’un İncil’deki ilkelerin sonucu olduğunu, Vietnam savaşının (demokrasi adına verilen) Thomas Jefferson’ın fikirlerinin meyvesi olduğunu ya da Alman üçüncü Reich’ının Fichte’nin ulusalcılığının (ya da Schelling’in akıldışılığı veya Hegel’in devletçiliği) uygulaması olduğunu söylemek kadar yararlı ve aydınlatıcıdır.” (s.36-37)

Öncelikle belirtelim ki, Marksizmin günahları, yol açtığı “bürokratik devletler”den ibaret değildir. Daha gerilere gitmek gerekir. Örneğin, Lenin’in ve Troçki’nin yönetimindeki Sovyet Devleti’nin uygulamalarına. Artık, tüm suçu “yozlaşmış bürokratik diktatörlüklerin” sırtına yıkmanın çok kolaycı bir yol olduğu ortaya çıkmıştır. Kronstadt bahriyelilerinin ve Petrograt işçilerinin kurşunlanması, “işçi-köylü devleti”nin “karşı-devrimi” bastırması oluyorsa, Stalin’in tüm muhaliflerini ölüme göndermesi, neden aynı şey olmasın. Ya da tersinden, eğer Stalin’in yaptığı Thermidorsa, Lenin ve Troçki’nin yaptığı, Thermidor’un âlâsıdır.

İkincisi, eğer bir diktatörlük kendine bazı geçmiş ilkeleri ya da düşünürleri temel alıyorsa, bunun üzerinde düşünülmelidir, bunun yüzde kaçı gerçek, yüzde kaçı demogoji diye. Böyle bir şeyin yüzde yüz demagoji olması mümkün değildir. Örneğin bugünkü Türkiye Devleti, Kemalizmin mirasına dayandığını söylüyorsa, bunda bir hikmet olmalıdır. Yoksa, Kemalizmin “saf” mirasına sahip çıkıp, bugünkü hükümetlerin Kemalizmle hiçbir ilgisi olmadığını ileri süren Kemalistlerin durumuna düşeriz.

Engizisyon İncil’in ilkelerine dayandığını ileri sürmüşse, İncil’de Engizisyona cevaz veren bir şeyler var demektir. Aynı şekilde, Jefferson’ın fikirleriyle Vietnam savaşı arasında da bazı bağlantılar olduğu ileri sürülebilir. Beyazlar için en demokratik ilkeleri ileri süren Jefferson değil miydi, kızılderililerin imhasına ferman çıkaran?[1] Hegel’in devletçiliği ile Alman Üçüncü Reich’i arasında da o kadar büyük bir uzaklık yoktur. Kaldı ki, bürokratik devletlerle Lenin ve Troçki arasındaki yakınlık, bunlardan da fazladır. Şunu sormak gerekir: Bürokratik devletler, neden kendilerine resmî ideoloji olarak, örneğin Bakunin’i değil de, Marx’ı almışlardır?

“ÜTOPİK ÖNERMELER” PEK YENİ DEĞİL

Löwy’nin kitabında yer alan “ütopik öneriler”, insanda, o güne kadar hiç tanışmadığı bir kadınla buluşmak için gittiği randevuda karısıyla karşılaşmak kadar büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Örneğin:

“Piyasanın, meta üretiminin ve paranın rolünde azalma.” (s.42); “toplumun ekonomiyi demokratik biçimde planladığı bir başka yol; yani sosyalist demokrasi yolu vardır.” (s.11); “İşçilerin ve halkın özyönetiminin ve doğrudan denetiminin, ‘devlet’ olarak bilinen baskıcı ve bürokratik türdeki yapının yerini dereceli olarak aldığı, demokratik ve merkezi olmayan bir ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın örgütlenmesi. Hatta proleter, devrimci devlet bile nihai olarak ‘sönümlenmeli’ (Engels), onun vazgeçilmez işlevleri sivil toplum tarafından sürekli özümlenmelidir.” (s.42); “dünya ölçeğinde bir planlamanın, sınırları, orduları, gümrükleri vb. ile birlikte rakip ulus-devletlerin mevcut sisteminin yerini alması.” (s.42); “[Luxemburg] bağımsız bir ulus-devlet kurma hakkını reddetmenin tam da ulusal baskının temel biçimlerinden biri olduğunu anlamamıştı.” (s.94)

Bu önerilerin hiçbiri yeni olmadığı gibi, “ütopik”likleri de tartışılır. Löwy’nin, üretici güçleri ne kadar radikal bir şekilde eleştirirse eleştirsin, henüz bu teorinin bütün sonuçlarını kafasından silip atmaya hazır olmadığı anlaşılıyor. Löwy’nin, klasik Marksizmin önerilerine uygun olarak, kapitalizmin devasa ölçülerde geliştirdiği üretici güçler temelinde bir sosyalizm düşlediği açıktır. Aksi takdirde, “demokratik planlama”dan, “dünya çapında (aman allahım, hem de dünya çapında!) planlama”dan, o bildik devletin “sönümlenmesi” teorisinden söz eder miydi? Şu kadarını söyleyeyim ki, istediği kadar “demokratik” olsun, planlamaya dayanan bir toplum, aynı bürokrasiyi yeniden üretecektir. Bir planlama toplumunda, üreticilerin kendi ürünlerini denetlemeleri mümkün değildir. Planlama, devasa endüstriyel üretimin ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Oysa üreticiler, bu devasa endüstriyel toplumu parçalamadan kendi ürünlerine sahip çıkamazlar, bu dev yapı içinde üretici nesnelere dönüşmeleri kaçınılmazdır. Öte yandan, gelinen şu noktada, Löwy’nin hâlâ bir devlet kurulmasını düşünmesi şaşırtıcıdır. Aynı şey, emekçilerin öz-örgütlenmesinden ayrı örgütlenen bir öncü parti anlayışından kopmamasıyla ilgili olarak da söylenebilir.

Ulusların kaderlerini tayin hakkı konusunda söyledikleri de, Löwy’nin klasik Marksizmden kopamadığı bir başka noktadır. Oysa, ulusal devlet kurma hakkını savunmak, ulus-devletin, üretici güçlerin ileri bir aşamasını temsil etmesiyle, yani üretici güçler teorisiyle bağlantılıdır. Öte yandan, ulusal baskıyı gerçekten ortadan kaldıracak tek yol, tüm ulus-devletlerin yıkılmasıdır.

Galiba, biraz daha cesarete ihtiyaç var!

[1] “Eğer bir kabileye karşı baltamızı kaldırmak zorunda kalırsak, onu imha etmeden ya da sürmeden asla yere indirmeyiz. (T. Jefferson, 1807). “... zalim katliamcılar, sınır boylarımızdaki insanlarımızın kadınlarını ve çocuklarını ani baskınlarla öldürerek bizi, imha seferlerine çıkmak ya da onları ulaşamayacağımız yeni bölgelere sürmek zorunda bıraktılar.” (T. Jefferson, 1813). (Fredy Perlman, “Milliyetçiliğin Bitmeyen Çekiciliği”, Birikim, Aralık 1999, sayı:128, s.116, çev: Gün Zileli-Kemal Orcan).