Solda olmak, sol konumdan düşünmek ve eylemde bulunmak demek, kaybedenler açısından düşünmek ve eylemde bulunmaktır. Toplumda kaybedenler, bir oyunda kaybedenlere benzemezler. Toplumda kaybedenler, genellikle aynı kesimdir ve bunlar seçmedikleri bir “oyun”un aktörleridirler. Kazananlar kuralları değiştirebilirler; kaybedenler ise, kendilerine empoze edilen kurallar altında, kaybedeceklerini bile bile “oynamak” zorundadırlar. Bu oyun benzetmesini bilinçli olarak kullanıyoruz. Çünkü kazananlar, onların kazançlı çıkmalarını güvence altına alan, yürürlükteki toplumsal düzen sorgulandığında, bunun kendi seçimleri değil, “oyunun kuralı” olduğunu ve kendilerinin de bu “oyuna” uymak zorunda olduklarını söylerler. Sol olmak, her şeyden önce bu “oyunun” doğal ve evrensel olmadığını kabul etmek ve, buradan hareketle, “oyunun kurallarını” değiştirme mücadelesi vermektir. Bu mücadelenin temel ekseninde, diğer toplumsal eylem değerlerine nazaran eşitlik değerlerinin hiyerarşik olarak üstün olduğu kabülu yer alır. Özgürlük, dayanışma ve benzeri değerler, sol açısından eşitlik hedefi içinde anlam kazanırlar.
Ne kadar tersi iddia edilse de, günümüzde sol ve sağ kavramları siyasal alanı oluşturan iki temel kutup olmaya devam etmektedir. Elbette sağ söylem de, özgürlük, insanlık, dayanışma kavramlarını dile getirmekte, eylemini ve düşün sistemini bu amaçlar ışığında meşrûlaştırmaya çalışmaktadır. Bu değerler, sol ve sağ arasındaki evrensel bir farka denk düşmezler. Bu değerlerin içeriği zaman ve koşullarla değişebilir. Bir dönem özgürlük simgesi olan bir toplumsal kurum, bir zaman sonra özgürlüğü boğan bir yapı olabilir. Bir dönem sağda yer alan bir değer, daha sonraki dönemde solda yer alabilir. Veya tam tersine, uzun bir tarih boyunca solun simgesi olan bir yapı veya bir değer, daha sonra sağın şiarı haline gelebilir. Sol ve sağ konumlanışın arasındaki farklar tözsel değil, ilişkiseldir. Bu nedenle sol, eşitlik ve özgürlük sorunsalını zamandan ve mekândan ırak bir ortamda, soyut bir insan sureti üzerinden değil, insanî ilişkiler içindeki somut insanlar üzerinden tasarlar.
Sol ve sağ kavramlarının siyasal alanın ana kutupları olmaya başladığı modern zamanların ilk dönemlerinden beri, sol konumu sağdan kesintisiz biçimde ayıran şey, solun her zaman sağdan daha fazla ve daha içsel olarak eşitlik yanlısı olmasıdır. Günümüzde sol ve sağ arasında bir anlam farkı kalmadığını iddia eden düşünürler bile, açıkça olmasa bile, zımnen bu farkı kabulleniyorlar. Örneğin Üçüncü Yol’un teorisyenlerinden Anthony Giddens, sol ve sağ arasında fark kalmadığı temasını uzun uzun işledikten sonra, kitabını şöyle bağlıyor:
“Genel olarak, sağ soldan daha fazla eşitsizlikleri anlayışla karşılar ve iktidardan mahrum olanlardan ziyade, iktidarı ellerinde tutanları desteklemeye sağ daha fazla eğilimlidir.”[1]
Solda olmanın eşitliğe ayrı bir önem vermek demek olduğunu kabul etmekle, solun aynı zamanda kaybedenler açısından düşünmek ve eylemde bulunmak demek olduğunu belirtmek, elbette aynı şeylerdir. Ama ikinci ifade tarzı, birincisinden çok daha geniş bir sorgulama alanı açtığı gibi, eşitlik kavramının çok daha belirgin biçimde kazananlar/kaybedenler diyalektiği içinde ifade edilmesini sağlamaktadır.
Eşitlik veya kaybedenlerin savunması merkezli yaklaşımlar iki türlü sorunla kaçınılmaz olarak yüzyüze gelirler. Birinci sorun, yerine konuşmak eylemiyle ilgilidir. Kaybedenlerin görüşünden hareketle konuşmanın, düşünmenin ve eylemde bulunmanın, kaybedenlerin yerine konuşmak, onların yerine düşünmek veya eylemde bulunmak haline gelmesini engellemek mümkün müdür ve bu nasıl sağlanır? İkinci sorun, eşitliğin sadece kaybedenler arasında eşitlik mi, yoksa kaybedenler ve kazananlar arasında eşitlik mi olacağı sorusunu gündeme getirir. Kaybedenlerle sınırlı bir eşitlik, toplumsal mücadelenin zaferinin anlamını zayıflatacak ve temel eşitsizliğe dokunmayacaktır. Kazananlar ve kaybedenler arasında eşitsizliğin ortadan kalkması ise, toplumsal mücadelenin anlamını kaybettirecek, bir tür “tarih sonu” ortamı yaratmayacak mıdır?
Demokrasi ve solun en büyük felsefi düşmanı olan Nietzsche, eşitlik söyleminin yenilenlerin söylemi olduğunu, bu nedenle meşrû olmadığını iddia eder. Gerçekten de kazananların eşitlik diye bir talebi olmayacağı için, eşitlik esas olarak kaybedenler cephesinden bakılınca anlamlıdır. Kazananlar cephesinin sözcüleri, kaybedenlerin bir özlemi olduğu için, ve tam da bu nedenle, eşitlik talebinin gerçekleşmesi mümkün olmayan bir özlem olduğunu iddia ederler. Bugün solda olmak, Nietzsche’nin bu çıkarsamadan hareket ederek vardığı sonucun, yani eşitliğin kaybedenlere özgü bir talep olduğu için meşrû olamayacağı sonucuna karşı, bu talebin tüm insanlık için meşrû bir talep olduğunu göstermeye çalışmak demektir. 20. yüzyıl deneyimleri dikkate alındığında, bunun o kadar kolay bir hedef olmadığı görülür. Sol, eşitlik talebinin kaybedenlerin öç alması özlemine indirgenmemesini başarmak zorundadır. Bunun yanında, eşitlik ve benzeri kavramları esas olarak kazananların yerini kendilerinin alması için sloganlaştırıp, araçlaştıranların, yani kazanan-kaybeden konumlarını değil, kazanan ve kaybeden kişileri değiştirmeyi hedefleyenlerin, sol ufuk ve eyleme hâkim olmasını engelleyebilmelidir. Bu iki olmazsa olmaz koşul, solun eşitlik hedefinden ilham alan pratiklerin, çoğul ve ortak toplumsal dinamikler içinde, herkesin denklik ve onurunu koruyan biçimde gerçekleşmesini sağlamak için önemlidir.
Sol, eşitlik konusunda, Michael Walzer’in “karmaşık eşitlik” olarak tanımladığı,[2] hiçbir toplumsal “oyunun” diğerlerine nihai biçimde üstün olmadığı, birçok alanda ve aynı zamanda toplumsal varoluşa katılmanın mümkün olduğu ve sonuç olarak, bir yerde kaybetmenin başka bir yerde kazanmak için engel teşkil etmediği, çoğul toplumsal varoluş düzenini savunur. Bu düzende, toplumsal yaşamın bir alanında kazanmak, diğer tüm alanlarda da kazanmak güvencesi vermez. Ne de bir alanda kaybetmek, bütün alanlarda kaybetmenin yolunu açar. Çünkü hiçbir “toplumsal oyun” diğerlerine nihai biçimde üstün değildir ve hiçbir toplumsal alan, diğer tüm toplumsal alanların anlam ve önemini kazandıkları merkezî bir konum işgâl etmez.
Adalet, sol için eşitliği tamamlayan kavramdır. Solla sağ arasındaki farkı, eşitlik kavramına yapılan farklı vurgular olduğu kadar, adalet kavramının içeriğinin farklı biçimde tanımlanması da belirler. Sol için, adalet sadece kuralların herkese aynı biçimde uygulanması demek olan hukuki bir adalet değil, aynı zamanda toplumsal adalettir. 20. yüzyıl sağ siyasal düşün içinde belki en tutarlı düşün adamı olan Hayek ise, toplumsal adalet fikrinin nafile olduğunu iddia eder. Hayek’e göre, adalet sadece oyunun kurallarının adil olmasıyla sağlanır. Oyunun sonuçlarının adil olması için müdahale etmek, iradeciliktir ve totalitarizmin kapısını aralar. Sol için ise, toplumsal adalet, eşitlik idealinin somut olarak gerçekleşmesi için gerekli bir kertedir. Eşitlik ve adaletin karşılıklı etkileşim alanı, toplumsal adalettir ve sol için, toplumsal adalet alanı, özgürlüklerin kuvveden fiile geçmesi için elzemdir. Bu eşitlik ve adalet arayışı içinde biçimlenen özgürlükler, toplumsal olarak ete kemiğe bürünür. Soyut bir bireyin özgürlük arayışına indirgenmekten çıkıp, toplumsal yaşam içinde kişilerin özgürlüklerinin taşıyıcısı olurlar. Bu bağlamda, kapitalist sistemin kendi mekanizmaları içinde “adil” olan bir durum, örneğin piyasa koşullarında belirlenen ücret, sol için kapitalist sistemin temel eşitsizliğinin bir tezahürüdür. Ücret düşük olduğu için değil, ücretli emek ilişkisi yapısal bir eşitsizlik üzerine kurulduğu için adil değildir. Ücretlilerin ortalama alım gücü seviyesinin artması mücadelesi, bu temel eşitsizliğin gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır. Bu temel eşitsizlik, iktisadî olduğu kadar, hattâ ondan daha fazla, siyasal ve simgeseldir. Sovyetler Birliği deneyiminin gösterdiği gibi, özel mülkiyetin lağvedilmesi, eşitsizliğin siyasal ve toplumsal boyutlarını daha da güçlü kılabildi.
Eğer sol düşünce, içinde yetiştiği dönem ve kültür dünyasının sınırlarını aşıp, evrenselleşecek ve Batı dünyası merkezli bir düşün sisteminin, dünyanın geri kalanına yansıması konumundan çıkıp, gerçekten evrensel bir idealin taşıyıcılığını yapacaksa, bunu esas olarak, eşitlikle adaletin diyalektik birliğinin kaybedenler safından yorumlanmasıyla gerçekleştirecektir. Bunu başarabilmesi için, sol düşünün modern Batı toplumsal tarihinin sınırları içine kendini hapsetmemesi gerekir. Hem Batı dünyası içinde, hem de bu dünyanın dışında, eşitlik ve adalet kavramları ışığında özgürlük arayışını sürdüren toplumsal aktörlerin, farklılıkları içinde algılanabilmesi için, sol düşünce mitolojik bir toplumsal aktör beklentisini terk etmelidir.
İşçi sınıfının, bir yüzyıldan fazla bir süredir toplumsal tarihte işgâl ettiği merkezî konumu artık işgâl etmediğini günümüzde hemen hemen herkes kabul ediyor. 19. yüzyıl başından 20. yüzyılın ortalarına kadar, özellikle Batı dünyasında, belli başlı siyasal ve toplumsal gelişmelerin merkezinde, bu sınıfın toplumda fiilen işgâl ettiği yer ve sahip olmaya talip olduğu konum arasındaki gerginlik yer aldı. Toplumu baştan aşağı dönüştürecek olan veya dönüştürecekmiş gibi gözüken bu sınıfın toplumda işgâl etmesi gereken yer, toplumsal çatışmanın odak noktasıydı. İşçi sınıfının toplumsal çatışma içindeki bu merkezî konumu, sadece bu sınıfın devrimci potansiyelini yüceltenler tarafından değil, tersine bu sınıfın bu potansiyelinden son derece korkup, bunun gerçekleşmemesi için ellerinden geleni yapmaya hazır olanlar tarafından da paylaşılıyordu. Bu nedenle, bir buçuk yüzyıllık modern Batı toplumsal tarihinde, toplumsal sorun esas olarak, işçi sınıfı sorunu oldu. Eşitlik ve adalet kavramlarının, toplumsal mücadele alanında somutlaşması, bunun işçi sınıfı sorunu olarak tanımlanmasıyla mümkündü. Toplumsal mücadele alanının, kaybedenler safındaki, son derece güçlü bir cazibe gücü içinde oluşmuş kutbu, işçi sınıfıydı. Bu kutup, kaybedenleri olmayan bir geleceğin kurucu gücü olarak kendini tanımladığı için veya ona dışarıdan böyle bir tanım atfedildiği için, kaybedenler safını aşan bir cazibe gücüne sahipti.
İster sevinelim, ister hayıflanalım, artık böyle bir sorunsal içinde değiliz. İşçi sınıfı, ne Batı’da ne de Batı dünyası dışında, topyekûn bir toplumsal örgütlenme alternatifinin taşıyıcısı olarak artık gözükmüyor. Bu tespit, işçi sınıfının yok olduğu veya önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Ama işçi sınıfının, gerçekten taşıdığı veya ona atfedilen toplumsal dönüşüm gücünü artık taşımadığı ve bu anlamda, siyasal ve toplumsal konumunun telafisi mümkün olmayacak biçimde gerilediğini gösteriyor.
Robert Castel’in belirttiği gibi, 20. yüzyılda işçi sınıfı doğrudan bir siyasal çatışma sonucunda yenilmedi.[3] Yenilgiyle sonuçlanan bu tür doğrudan çatışmalar daha çok 19. yüzyılda, Komün’de veya 1848 ayaklanmalarında gerçekleşti. 20. yüzyılda ise, işçi sınıfı toplumsal tarihteki merkezî konumunu, ücretli konumunun tedrici, fakat derinden dönüşüme uğramasıyla kaybetti. Ücretli konumunun genelleşmesi ve çeşitlenmesi ve işçi sınıfını ikinci plana iten yeni ücretli kategorilerinin ortaya çıkması, işçi sınıfının yenilgisinin ana etmeni oldular. I. Dünya Savaşını izleyen yıllarda, sanayileşmiş ülkelerde ücretliler toplumu oluşmaya başladı. Bu ücretliler toplumu içinde, işçi sınıfı, kendine özgü ideolojisiyle, siyasal örgütlenmeleriyle, özellikle Batı Avrupa’da siyasal çekim merkezi olmaya devam etti. Ama artık toplumsal olarak ikincil konumdaydı. Toplumsal prestij ve iktidar mevkilerine ulaşma olanağı veren bir pozisyonda artık değildi. Buna karşılık kendini hâlâ başat toplumsal zenginlik üreticisi olarak görmeye devam edebiliyordu. 20. yüzyılın son çeyreğinde ise, ücretliler toplumu içindeki yeni bir dönüşümle, işçi sınıfı toplumsal zenginliğin merkezî üreticisi olma konumunu, hem kendi nezdinde hem de toplumsal tahayyülde kaybetti. Ara meslekler, orta ve üst kademe yöneticisi ücretliler, tüm ücretli sınıfı için simgesel çekim merkezi olmaya başladılar. İşçi sınıfının ideolojik hegemonyasına ve işçi sınıfı örgütlerinin toplumsal mücadelelerdeki çekimgücü konumlarına karşı öldürücü darbeyi, sanayi-sonrası toplumunun ücretliler kategorisinin iç kutuplaşmaları etrafında hareketlenmeye başlaması vurdu
Yeni ücretliler toplumunda, toplumun ezici çoğunluğu ücretli konumunu paylaşırken, aynı zamanda ücretlilik içinde çok büyük konum farkları ortaya çıktı. Bu durumda, siyasal-toplumsal gündeme devrim değil, toplumsal zenginliğin daha hakça paylaşılması ve eşitsizliklerin azaltılması beklentileri hâkim oldu. İşçi sınıfı, siyasal mücadele açısından ve toplumun bugünden geleceğini tasarlaması açısından hegemonik bir referans olmaktan çıktı. Sınıf olarak varlığını sürdüren ve daha uzun dönem sürdürmeye devam edecek olan işçi sınıfı, 20. yüzyılın sonunda, toplumsal mücadelelerin hegemonik aktörü değil, aktörlerinden biri oldu. Önümüzdeki dönemde de, üretim sürecinin parçalanmaya devam etmesiyle, bu konumun giderek parçalanmasına, bir üretim ve kader cemaati geleneği içinde kök salan işçi sınıfı geleneklerinin zayıflamasına şahit olmaya devam edeceğiz. Emek dünyasında giderek artan taşeron emek, atipik iş akitleri, yarım zamanlı çalışma, kesintili çalışma ve yeni “serbest” çalışma biçimlerinin baskısı karşısında, emek dünyasının parçalanmışlığı artarak devam edecek.
Yukarıdaki tespitten hareket ederek, solun işçi sınıfının durumuna karşı ilgisiz kalması gerektiği sonucu çıkartılamaz. Kaybedenler cenahının önemli bir katmanı olan işçi sınıfı, özellikle neo-liberal dalganın yarattığı yıkıcı güçten en fazla zarar gören, deklase olan kesim olarak, sol düşün ve eylemliliğin ilgi alanında kalmaya devam edecektir. Ama çalışma ilişkilerinin kollektif karakterinin giderek kaybolmasıyla beraber, Sanayii Devrimi içinde tarihî olarak biçimlenen sınıf kavramının bile önümüzdeki dönemde geçerliliğini koruyamayacağı olasılığı üzerine sol düşünmek zorundadır.
20. yüzyılın son çeyreğinde, sol değerlerin tarihî bir yenilgi yaşamalarına şahit olduk. Kapitalist düzenin dizginlenmesi için toplumsal mücadelelerle inşâ edilen bir dizi kurum, neo-liberal düzensizleştirme dalgası tarafından parçalandı ya da etkisiz hale getirildi. Bir kısmı ise direnmeye devam ediyor. Bireysel özgürlükleri her türlü değerden daha üstün kılmak için mücadele eden geleneksel sağ veya liberalizmden farklı olarak, neo-liberal dalga, eşitlik ve dayanışma değerlerini bireysel ve maddi bir serbestlik kavramına tâbi kılmaya çalışmakla yetinmedi. Toplumun kapitalist ekonomik devinime karşı inşa ettiği tüm savunma bentlerini yerle bir etmeyi hedefledi. Neo-liberal dalga “serbest”i özgürün yerine ikame etti.[4]
Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’de belirttiği gibi, kapitalizm, iktisadi alanı özerkleştirerek, toplumsalın iktisada tâbi olmasını gerçekleştirmeye çalışan, insanlık tarihindeki ilk sistemdi.[5] Kapitalist sistemde, demokrasi çerçevesinde her şey eleştirilebilir ama iki ilkeye el uzatılamazdı: özel mülkiyet ve pazar. Ancak 20. yüzyıl, bu iki ilkeye ya bütünüyle karşı çıkıp, bunları lağvetme ya da bu ilkelerin geçerlilik alanlarını daraltma amacıyla yürütülen mücadelelerle geçti. Solun bir parçası olan Sovyetler Birliği deneyimi ve onu izleyen sosyalist ülke pratiklerinin özel mülkiyeti ve pazar ekonomisini lağvetme deneyimleri, sol ideal açısından bütünüyle başarısız kaldı ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, bir anti-model konumu kazandılar. Bunun yanında, kapitalist veya yarı-kapitalist ülkelerde, pazar ekonomisi ve özel mülkiyetin toplumsal ve siyasal kurumlar tarafından denetlenmesi ve düzenlenmesi yolunda önemli adımlar atıldı. Refah Devleti (Welfare state), kapitalizmi ve onun içinde eğilimsel olarak bulunan tam pazar toplumunu “medenileştirmeyi” başardı. Ne var ki, 20. yüzyılın son çeyreğinde, bu başarıyı mümkün kılan üretim ve toplumsal örgütlenme yapısının etkinlik sınırlarına ulaşıldı. Refah Devleti modelinin sıkı düzenlenmiş emek piyasası, ücret-üretkenlik artışı paralelliği, sanayi merkezli büyüme dinamiği, kamu hizmeti ve sosyal güvenliğe dayalı paylaşım ve dayanışma sistemi, özel mülkiyet rejimi içinde sürdürülebilirlik olanağını kaybetti. Refah Devleti’ne karşı mülklülerin karşı-devrimi olarak da tanımlanabilen neo-liberal tepki, II. Dünya Savaşı sonrası iktisadi-sosyal gelişmeye damgasını vuran ulusal-ücretli (fordist) düzeninin gelişme soluğunun kesilmesinden beslendi.
Sovyet modelinin çökmesiyle daha da güç kazanan neo-liberal dalganın hedefi, “serbestlik” ve “esneklik” adı altında, mükemmel pazar toplumunun hâkim olmasına karşı geçmişte dikilen engelleri yıkmak oldu. Bu neo-liberal dalganın arkasında gelen ikinci ve belki sonuçları itibariyle daha da vurucu olan küreselleşme dalgasıyla, eski dünyanın son korunaklı alanlarının da “serbestleşmesi” hedefleniyor.
Kapitalizm hakkındaki yargılarımız ne olursa olsun, neo-liberalizm ve onun gölgesinde gerçekleşen düzensizleştirme girişimleri bir yandan, küresel patrimonyal kapitalizmin emrettiği en kısa vadede en yüksek kârlılığı elde etme hedefi diğer yandan olmak üzere, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu zenginleşme-fakirleşme sarmalının insanı sersemleten bir eşitsizlik patlamasına yol açtığı aşikâr. Bu boyutlarda insanlık tarihinde bir ilk olan küresel eşitsizlik, solun önündeki gündemin tam da eşitlik ve adalet olduğunu yeteri açıklıkta gösteriyor. Yakın zamana kadar, ileri kapitalist ülkelerin sosyal kurumlarının koruması altında artık gündemden düştüğü kabul edilen, Marksist “fakirleşme” kavramı, bu perspektif içinde yeniden anlam kazanıyor. Ücretliler içinde bir kesim göreli olarak fakirleşirken, dünya nüfusunun gittikçe artan bir diğer kesimi ise, sömürülme değeri bile taşımadığı için, mutlak bir fakirleşme girdabı içinde boğulmaya başlıyor. Maddi tüketim olanaklarına ulaşmanın ötesinde, bugün yerküre nüfusunun önemli bir bölümü, toplumsal değer sahibi olma ve kendine saygı olanaklarından mahrûm biçimde yaşamaya mahkûm bırakılıyor. Temel ihtiyaçların karşılanamaz olması kadar vahim ve uzun vadeli sonuçları itibariyle daha kalıcı olan bir hak ve onur yoksunluğuna dayalı bir fakirlik, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü tehdit ediyor.
Sol için, eşitlik ve adaletin bileşkesi olan özgürlüğün ilk ve olmazsa olmaz adımı, her insanın toplumsal eşdeğerliğinin ve eşit onurunun sağlanmasıdır. Bu bağlamda, neoliberal tohumlu küreselleşme ideolojisi, solun önümüzdeki uzun yıllar boyunca mücadele edeceği esas rakip olacaktır. Sol, spekülasyon ve rant arayışının doruğa çıktığı bu kapitalizme karşı siyasal-ideolojik mücadele verirken, sermaye sahiplerinin artık büyük burjuvalar veya “kapitalistler” olmadığını dikkate almak zorundadır. Patrimonyal kapitalizmin önemli bir aktör kümesi, ücretlilerin gönüllü ve zorunlu tasarruflarını toplayıp, “çalışanların geleceklerini güvene almak için” bu tasarrufları malî piyasalarda değerlendiren, hukuki yapıları itibariyle daha çok kooperatif ve hattâ dernek ya da sendikaya benzeyen kurumları yöneten bürokrasilerdir. Bu bürokrasiler esas olarak ücretlilerin tasarruflarını değerlendirdikleri için, son tahlilde meşrûiyetlerini ücretlilerden almaktadırlar. Patrimonyal kapitalizm, ücretlileri ücretlilerle karşı karşıya getirerek, sınıfsal çatışmanın belirleyenlerini muğlaklaştırmaktadır.
Devletler, hükümetler ve şirketler, bu patrimonyal kapitalizmin en kısa vadede, en yüksek malî randımanı elde etme arzusuna tâbi duruma geldikçe, kapitalizm tüm insanî kaygıların bir kenara bırakıldığı bir yağma düzeni haline gelmektedir. Bir şirketin en kısa zamanda hisse senetlerinin borsadaki değerinin artmasını sağlamak için yıllarını o şirkete vermiş insanlar kapının önüne konmakta, doğal dengeyi ve çevreyi koruma kaygıları susturulmaktadır. Ekonominin toplum, doğa ve insanlara hükmetmesine karşı çıkmak, bugün sol düşün ve eylemliliğin üzerine düşen tarihî bir sorumluluktur.
Bu çerçevede sol, içinden geldiği modernliği de sorgulamak zorundadır. İnsanı doğanın sahibi ve efendisi yapma iddiasını pratiğe geçiren modernlik, aynı zamanda iyi ve arzulanabilir toplumun tanımlanması sorusunu sürekli erteleyerek, yegâne iyi ve arzulanır olan şeyin, daha fazla üretmek ve daha fazla tüketmek olduğu inancını günümüz toplumlarına empoze etti. Hobbes’un açıkça ifade ettiği gibi, modernlik için erdemin ne olduğu, yani insan ve toplum için iyi olanın ne olduğu sorusu artık geçersizdir. Geçerli olan, “insanlığın, ancak ölümle nihayete eren, hiç durmaksızın güç üzerine güç elde etme arzusudur” (Leviathan). Gerçekten de modernliğin en önemli özelliklerinden birisi, insan için iyi olanın ne olduğu, ara amaçlarla nihai amaçların nasıl ayrılması lazım geldiği ve insanî yaşamın tözsel anlamının ne olduğu sorularını gündemden kaldırmasıdır. Günümüz modernliği, içinde bulunulan anın ve aciliyetin diktatörlüğüdür. Bu modernliğin merkezinde geçmiş ve gelecek değil, bitmek tükenmek bilmeyen bir şimdiki zaman yer alır. Megakapitalizm, insanları ve halkları geçmişsiz ve geleceksiz bırakarak, kendini sonu gelmeyen bir aciliyet içinde empoze eden bu modernliğin son tezahürüdür. İnsanlığı giderek artan bir telaş içinde, hep içinde bulunduğu ana hapseden bu megakapitalizm karşısında solun yeniden güçlenebilmesi için, bu aciliyet saplantısına kendini kaptırmaması elzemdir. İnsanların nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz sorularını sormaları ve bu sorulara cevap aramak zamanına sahip olma haklarının indirgenemez meşrûiyetini savunmak, solun mücadelesinin önemli araçlarından birisidir. Megakapitalizmin teknokratları, uzmanları ve yöneticilerinin giderek artan bir hız ve telaşla, insanlığa empoze etmeye çalıştıkları o anın aciline karşı, tartışma, düşünme ve karar vermenin kendi özgül ritminin indirgenemez değerinin, demokrasinin varoluş koşulu olduğunu sol hatırlamalıdır. Sol, demokrasinin maliyetiyle aciliyetin randımanını karşılaştırarak, kendine meşrû müdahale alanı yaratan teknokrasiye karşı, demokrasinin indirgenemez ve karşılaştırılamaz meşrûiyetini savunur.
İçine girdiğimiz süreçte, kapitalizm sadece malî ve iktisadî bir birikim süreci olmaktan çıkıp, iktisadi, parasal, teknik, bilimsel, kültürel, ilişkisel ve askerî bir toptan birikim süreci haline dönüşüyor. Marx’ın dönemindekinden kat be kat daha güçlü bir kapitalizm, tüm yaşam alanlarını küresel boyutlu bir birikim sürecinin katmanları haline getirme yolunda ilerliyor. Megakapitalizm, tarihî kapitalizmin kendi kurumsal sınırlarını da aşarak, küresel boyutta bir pazar toplumu kurma amacıyla, tüm toplumlar üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Bu megakapitalizm olgusu, Marksizmi de beklenmedik bir konum karşısında bırakıyor. Marksizmin II. Dünya Savaşı sonrası Batı kapitalizmi konusunda dile getirdiği öngörülerin hemen hiçbiri doğrulanmadığı için, 20. yüzyıl sonlarına doğru, en ortodoks Marksistler bile, örneğin mutlak fakirleşme ve kapitalizmin nihai bunalımı gibi dogmaları terk etmişlerdi. Bu çerçevede en dogmatik Marksistler bile, en azından Batı dünyasında, “biçimsel demokrasi”nin erdemlerini, ağız ucuyla bile olsa kabul eder hale gelmişlerdi. Ulusal temelde bir ücretliler toplumuna tekabül eden kapitalizme 20. yüzyıl Marksizminin yönelttiği, ama tarihî gelişme içinde geçerliliği onaylanmayan bu eleştiriler, biçimlenmeye başlayan megakapitalizme karşı birdenbire güncel duruma geldi. Buna karşılık, bu megakapitalizmle mücadele etmek için dile getirilen öneriler, ulusal-ücretli toplumu kapitalizminin sorunsalı içine hapsolmaktan kurtulamıyorlar. Ya sosyal-demokrat bir reformizm ya da radikal olduğu varsayılan bir ulusal devrimcilik kutupları dışında bir alternatif sol gelişmiyor.
Geleneksel sol, faydacı ve liberal ideolojinin referanslarına hem simgesel hem de kuramsal planda teslim olduğundan beri, geleceğin taşıyıcı gücü olarak, 19. yüzyıl sonunda elde ettiği hegemonik konumunu yitirdi. Bu solun sosyal demokrat versiyonu, liberalist kapitalizmin nimetlerini, pazar ekonomisinin kendi başına çalıştığı durumda yararlanacak olanlardan daha fazla sayıda insana ulaştırma misyonuyla kendini sınırladı. Marksist/devrimci versiyonu ise, kapitalizme özgü ereği, yani belirsiz sayıda metanın sonsuz üretimi ereğini, kapitalizmden daha iyi gerçekleştirerek kapitalizme son vermek hülyası içinde, kendini aşırı iktisadiyatçı ve teknikçi bir tahayyülle donattı.Geleneksel solun bu kuramsal ve simgesel araçları, sosyal demokrat ya da Marksist örgütlerin, ulusal ücretli toplumu (bunu kabaca fordist toplum olarak da tanımlayabiliriz) içinde bir karşı-güç işlevini yerine getirmelerini ve muhalif söylemin odak noktasını oluşturmalarını iyi kötü sağladı. Ama bu geleneksel solun iki kanadının rakibi ve bir biçimde tamamlayıcısı olan –geleneksel, ulusal ücretli– kapitalizmin hızla değişmesi, geleneksel solun söyleminin boşlukta kalmasına yol açtı.
Sol düşün ve eylemliliğin, etkili ve çekici biçimde megakapitalizme karşı yerini alabilmesi, onu bugüne kadar hem besleyen hem de, çoğu zaman önünü kesen, iktisadiyatçı, faydacı ve işçici temellerini aşabilmesiyle mümkündür. Sol demokrasiyi, solun geleneksel destekçisi grup ve sınıflara getireceği maddi yararlar nedeniyle değil, demokrasi ilkesi için talep etmeli ve savunmalıdır. Günümüz toplumlarının karşısındaki sorun artık mutlak nedret sorunu değil, nedretin kurumsal olarak bir kesimin çıkarları lehine düzenlenmesi sorunudur. Bu sorun ise üretimin örgütlenmesi kadar ve belki ondan daha fazla, insanların yurttaş olarak haklarının tanımlanması sorununu gündeme getirir. Çalışma zamanının kısaltılması; sosyal (dayanışma gelirleri) ve siyasal (yurttaşlık gelirleri) temelli gelirlerin yaygınlaşması; üretimle ilgili kararların, mülk sahiplerinin tekelinde olmayan, toplumsal bir sorun olduğunun kabulü ve bunun düzenlenmesi gibi önlemler, toplumun iktisadi gidişe hâkim olmasının temellerini yaratacakları için, solun gündeminin en ön sıralarında yer almalıdır. Günlük yaşamın devlet ve pazar sistemleri tarafından kolonize edilmesine karşı mücadele edebilmek, kamu alanlarının çoğalmasını sağlamakla mümkündür. Sol, mümkün olan en fazla insanın kamu alanlarında yer almasından güç kazanır. Çünkü solun nihai varlık nedeni, mülklü/donanımlı oldukları için sürekli kazanma güvencesine sahip olarak toplumsal ilişki alanında yer alanlara karşı, mülksüz/donanımsız oldukları için kaybetmeleri kaçınılmaz olanlara kaderlerini değiştirebilme olanağı sağlamaktır.
Sol, 20. yüzyılda, pazar sisteminin tahakkümünden kurtulmanın yolunun devleti güçlendirmekten geçtiği inancıyla davrandı. Liberallerin pazar sistemine atfettikleri erdemleri, sol devlete atfetti. Devlet ve pazarın aynı sistemin iki zıt kutbunu oluşturduklarını dikkate almadı. Halbuki modern devlet ile pazar, tarihi olarak birlikte büyümüşler, birbirlerinden beslenmişler ve iktisadi, siyasal ve simgesel birikim sürecinin tamamlayıcı iki kutbunu oluşturmuşlardı. Sol, ilk dönemlerinde, devlete de pazara olduğu kadar mesafeli yaklaşıp, bu iki ilkenin karşısına, üçüncü bir ilke ve kutbu, toplumu, çıkarmaya itina etti. 19. yüzyıl sosyalizm tahayyülünün merkezinde, toplumu devlet ve pazar tahakküm kutuplarının boyunduruğundan kurtarmak vardı. Solun kendine seçtiği şiar, “sosyalizm/toplumculuk”, toplumun aktör olarak sahneye çıkmasını simgeliyordu. Ne var ki, 20. yüzyıl solları, toplumu bir üçüncü başat ilke olarak algılamayı terk edip, devlet iktidarı merkezli bir siyasal programın sözcüleri oldular. Bu çerçevede, iktisadın toplumsala tâbi olmasını değil, ya devlet sistemini pazar sistemine ikame etmeyi ya da pazar sistemi karşısında devlet sistemini güçlendirmeyi tercih ettiler. Toplumun iktisadı denetleyip, ona hâkim olmasının öncülüğünü yapmadılar. Çünkü amaçları, pazar sisteminin yerine, aynı şeyi ama daha iyi gerçekleştirmekti.
Kapitalizm ve devletin lağvedilmesi gibi radikal sloganlar, hem kapitalizmin hem de devletin güçlenmesinin aracı oldular. Stalin, ölümüne yakın, (kötü) kapitalizmin lağvedilip, (iyi) pazarın korunmasıyla sosyalizmin başarıya ulaşacağını belirtiyordu. Halbuki kapitalizm, kısaca, pazar sisteminin sonsuz ve sınırsız biçimde genişlemesi demekti. Sovyet sistemi, bu genişleme enerjisini devlete kanalize ederek, devletin toplumsal alana bütünüyle egemen olmasını sağladı.
Sol, modern dönemlerin başında taşıyıcısı olduğu, toplumu başat ilke olarak devlet ve pazar sistemlerine empoze etme girişimini, yeni zaman ve koşullara uyarlayarak, yeniden üstlenmelidir. Böyle bir perspektif, eğer bu devlet değilse, toplum adına kim konuşmaya yetkilidir sorusunu gündeme getirir. Uzun bir dönem, din toplumu temsil işlevini kısmen üstlendi. Modern devletin dinin bu konumuna karşı verdiği mücadeleler sonunda, devlet bu konumu tekeline aldı. Ama içine girdiğimiz dönemde, gösteri toplumunun kurumlarını ve iletişimi giderek daha fazla kendi içinde eriten pazar, toplumun meşrû ifade alanını tekeli altına almaya başlıyor. Buna karşı solun savunması gereken, devletin tekeline geri dönüş değil, pazar sisteminin bu çoğul temsil olanağını mülklüler/donanımlıların tekeline teslim etmesini engellemek, devlete indirgenmeyen, doğrudan temsil olanaklarıyla donanmış kamu alanlarını savunmak ve güçlendirmektir. Geleceğin taşıyıcısı olma iddiasındaki solun gündeminde, kapitalizmin artık ulusal sınırlar ötesinde ve dolayısıyla devlet kutbunun dengeleyici denetimi olmaksızın harcadığı yıkıcı enerjiyi dizginleyecek, yeni bir büyük dönüşüm dinamiği yaratmak olmalıdır. Bu dönüşümün ekseninde, Marx’ın ısrarla vurguladığı, insanın kendi yarattığına yabancılaşmasına karşı mücadele yatmaktadır. Bugün bilim ve teknik giderek daha fazla kazananların sermaye ve iktidar birikimlerinin aracı olarak işlev görmektedir. Buna karşı solun ulus-devlet ötesi düzenleme kurumlarının oluşması ve bu kurumlarda insan merkezli değerlerin egemen olma mücadelesini vermesi elzemdir.
Bu çerçevede sol, küreselleşmeye ilkesel olarak karşı olamaz. Tersine, evrensel olabilmek için sol küreselleşmeyi savunmalıdır. Ama bugün halklara empoze edilen küreselleşme, mülklülerin kâr ve gelirlerinin azamiye çıkarılması hedefine göre biçimlendirilmiştir; kapitalizmin evrenselleşmesine dayanmaktadır. Kapitalizmin çıkışından beri içinde taşıdığı küreselleşme eğilimi, içinde bulunduğumuz dönemde nihai noktasına doğru hızla yaklaşmaktadır. Tüm yaşam alanları ve değerlerin ticari/malî küreselleşmenin nesneleri haline gelmesine karşı, sol, siyasal ve etik bir küreselleşmenin bayraktarlığını yapmalıdır. Bunun için somut kültürel tikelliklerin ve yerelliklerin soyut evrenselliklere kurban verilmeleri gerekmez. Evrenselle tikelin çoğul birlikteliği projesini gerçekleştirmeyi başardığı ölçüde sol, önümüzdeki dönemin dönüşüm dinamiğinin çekim noktası olabilecektir. Evrensel ve tikelin karşılıklı olarak birbirlerini zenginleştirmeleri, her insanın dil, tarih ve coğrafya olarak biçimlenmiş bir yapıya ait olarak yaşamak veya bunlardan bütünüyle kopmak eşit hakkına sahip olduğu ilkesinin hâkim olmasıyla mümkündür. Sol, bu ilkenin evrensel güvencesi olmalıdır. Bir tarih ve coğrafya içine kök salmış toplumsal grupların, evrensellik sayesinde günlük yaşamlarının somut biçimde zenginleşmesinin siyasi ve iktisadi koşullarını düşünüp, bunların küresel dinamiğe egemen olması mücadelesini vererek, yeni hegemonya savaşını sol kazanabilir. Küresel bir pazar sistemi ve onun baronlarına karşı mücadele etmek, bu küresel alanda yer almak ve donanmayı kaçınılmaz olarak gerektirmektedir. Üstelik bu “enternasyonal” ufuk, solun çıkışındaki ideali içermektedir.
Bugünkü ticari/malî küreselleşme dalgası, kaybedenler kesimini solun yeniden değerlendirmesi gereğini gündeme getiriyor. Sol kaybedenlerin yanındadır, ama hangi kaybedenlerin? Bugün zengin bir toplumda fakir konumunda olanlar, o ülke sınırları içinde kaybedenler safında yer alırlarken, fakir ülkelerin fakirlerine nazaran kazananlar cephesindeymiş gibi algılanabilmektedirler. Küreselleşme dinamiği içinde sol, küresel boyutta bir eşitlik idealini dile getirmelidir. Bunu yaparken, iyi niyetlerle bezenmiş bir safdil evrenselciliği değil, eşitliğin hem yerel hem de küresel olarak ilerlemesinin somut koşullarını düşünmeli, önermeli ve bunları hayata geçirmek için mücadele etmelidir.
Evrensel ilkelerin uygulanmasında çoğu zaman yerindelik ilkesi daha etkendir. Evrensel bir eşitlik dinamiğinin temeli, her şeyden önce yerel eşitlik dinamikleridir. Benzer biçimde, eşitlik ilkesinin nihai değer olması için diğer toplumsal eylem değerlerinin kurban edilmesi gerekmez. Somut insanlar için özgürlük evrensel boyutta değil, yerel ve tikel boyutta somut olarak anlamlıdır. Evrensel bir dayanışma, yerel dayanışmanın yerini alamaz, ancak onu tamamlar ve güçlendirir. Sol, siyasal ve etik bir küreselleşmenin taşıyıcısı olduğu evrensel bir demokratikleşme dalgasının öncülüğünü yaparken, somut insanların çoğul ve somut tarih, coğrafya ve kültürlerde yaşadıklarını, bu tikellikleri içinde insanî açıdan zenginleşebileceklerini unutmamalıdır. Özellikle kaybedenler açısından bu olgu daha da geçerlidir. En azından küreselleşme çatışmasının içinde bulunduğumuz döneminde, yerel ve tikel, kazananlardan daha çok kaybedenler açısından değerli olmaya devam edecektir.
Kapitalizmin birikim sürecini sınırsız ve engelsiz biçimde dünya coğrafyasının ve nüfusunun bütününe ve yaşamın tüm alanlarına yayma girişimi, kapitalizmin önemli bir çelişkisini de gündeme getiriyor. Bundan yarım yüzyıl önce, Joseph Schumpeter, kapitalizmin çöküşünün başarısızlıklarından değil, esas olarak başarılarından kaynaklanacağını iddia etmişti. Önümüzdeki dönemde kapitalizmi bekleyen en büyük tehlikenin kendi içinden, düzensizleştirerek genişletmeye çalıştığı pazar sisteminin giderek artan kaotik yapısından çıkacağını öngörebiliriz. Immanuel Wallerstein, küreselleşen patrimonyal kapitalizmin, birçok kez kaza geçirmiş bir otomobili kullanacak temkinli bir şöförden mahrûm kalmaya mahkûm olduğunu ve yapısı gereği, hiçbir grup veya bireyin gidişatı denetlemek ve düzenlemek olanağının olmadığını ve bu nedenle, küreselleşen kapitalizmin en kısa vâdeye artan bir hızda koşmasının kaçınılmaz olduğunu iddia ediyor.[6] Gerçekten de, yurttaş bireyciliği yerine patrimonyal bireycilik üzerine dayanan patrimonyal kapitalizm, birikim alanını genişlettikçe, kaotik gelişme riskini de o oranda arttırmaktadır.
Önümüzdeki dönemde hemen tüm toplumlarda iki temel gücün çarpışacağını öngörebiliriz. Bir yanda, bugünkü eşitsizlik düzeninden elde ettikleri ayrıcalıkları korumak isteyenler, modernleşmeci, demokrat ve hattâ radikal devrimci söylemleri kullanmaktan çekinmeyerek, yeni eşitsizlikler çağının savunmasını üstlenecekler. Bu çerçevede, postmodernizmin açtığı yoldan, eşitliğe dayalı kimliklerin yerlerini, farklılığa dayalı kimliklere bırakmaları önerilecek ve mutlaklaşmış farklılık kimlikleri yeni bir eşitsizlikler çağının önünü açabilecektir. Demokrasi adına farklılıkların mutlaklaştırılmasının, yeni eşitsizlikler çağının ana dinamiğini oluşturacağını sol dikkate almalıdır. Diğer yanda ise, demokrat ve eşitlikçi bir idealden hareket ederek, yerel ve evrensel dayanışma ilkelerinin siyasal-iktisadî politikalara hâkim olması ve insanî ve doğal çevrenin korunarak zenginleşmesi mücadelesini verenler yer alacak. Bu mücadelede solun yeri, eşitsizlik düzeninin ayrıcalıklarını kaybetme tehlikesinde olanların yanında değil, evrensel bir eşitlik ve demokrasiden kazanacak olanların yanında olmalıdır. Bu çerçevede solun hedefi toplumsal birliği güçlendiren bir çoğulluktur. Sol, günümüz siyasal tartışmalarına hâkim olan cumhuriyet ve demokrasi kutuplaşmasında, temel ilkelerde ortak, çoğul bir siyasal birliktelik tarzı önermelidir. Cumhuriyeti modernlik ideolojisinin tahakkümü olarak algılayanlara karşı, solun bugün önereceği ilke, farklılıkların bütünlüğü üzerine dayalı çoğul demokratik cumhuriyet rejimleridir. Sol, katı bir cumhuriyetçi ideolojinin yansıması olan, her türlü otoriter rejimi ve “sınıf diktatörlüğünü” kesinlikle reddetmelidir. Farklılıkların reddi üzerine değil, bunların eşdeğerliliğini mümkün kılacak düzenlemelere dayalı bir siyasal program, solun 21. yüzyılın hegemonya mücadelesini kazanmasını sağlayabilir Böyle bir perspektif içinde solun, Nietzsche’nin ironik eleştirisini yalanlama ve kaybedenlerin kaybetmeye mahkûm ideolojisi olma konumundan kurtulma şansı vardır.
[1] Anthony Giddens, Beyond Right and Left, The Future of radical Politics , Polity Press, Cambridge, 1994, s. 251.
[2] Michael Walzer, Spheres of Justice, A Defense of Pluralism and Equalıity, Basic Books, Nex York, 1984.
[3] Robert Castel, Les métamorphoses de la question sociale, Gallimard, Paris, 1995.
[4] Anthony Barnett, “Yeni” İngiliz İşçi Partisinin söyleminde “free” kavramının çok sık kullanıldığını, buna karşılık “liberty” kavramına pek rastlanmadığını belirtiyor (New Left Review, 3, Mayıs-Haziran 2000). Üçüncü Yol’un söyleminde “free” olarak tanımlanan, esas olarak serbest pazar ekonomisi mekaniğidir ve bu anlamdaki kullanımı Muhafazakârların 1950 programındaki “halkı serbest kılmak” (to set the people free) vaadinin uzantısında yer alır (Ross McKibbin, New Left Review, 4, Temmuz-Ağustos 2000).
[5] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, (çev. Ayşe Buğra), İletişim yayınları, 2000.
[6] Immanuel Wallerstein, “C’était quoi le tiers-monde?”, Le Monde Diplomatique, Ağustos 2000.