Askerî terminolojide “ters cephede muharebe” diye bir deyim vardır. Bununla, normalde kendi ülkelerini, dolayısıyla lojistik ve muhabere hatlarını arkalarına alarak savaşmakta olan iki ordunun, yapılan karşılıklı manevralar sonucunda “düşman” ülkeyi arkalarına alarak savaşır pozisyona gelmeleri hali anlatılır.
İçinde bulunduğumuz çağın özelliğinden de olsa gerek; Türkiye’de özellikle şu son yıllarda “ters cephede savaş” hali istisna olmaktan çıkıp neredeyse kural haline geldi. Düne kadar taraflardan birinin alamet-i farikası sayılan bir görüş, referans, argüman veya değere karşı tarafın sırtını dayadığı, bunları dünkü “sahip”lerine karşı kullandığı, ötekinin de onun eski malzemesini kullanarak hücuma geçtiği sık sık görülebiliyor.
FP ile “laik güçler” arasındaki “savaş” ise şu son dönemde tamamen bu hale gelmiş durumda. Bir zamanlar AB’ye katılmanın amansız muhalifi olan FP, dinî hareket çevrelerinin şimdi AB’ye katılmanın savunucusu kesilmesi, buna mukabil Avrupalı olmayı, “medeni dünyanın bir üyesi” olmayı idealleştiren bir anlayışın mirasçısı olan günümüz “laik”lerinin AB üyeliğine neredeyse tamamen muhalif bir konuma geçmeleri artık şaşırtmıyor bile kimseyi. Alıştık.
“Ters cephede muharebe etmek” dün savunduğu, kuvvet aldığı toprakları şimdi topa tutmayı, orasını düşmanına güç ve tutunma imkânı veren yönleriyle görmeyi, öyle değerlendirmeyi gerektirir. Dün silâhlarıyla delik deşik ettiği, yollarını, köprülerini tahrip ettiği eski düşman toprağını ise onarmak, savaş amacına hizmet edecek kısımlarıyla sahiplenmek, buralarda tutunmak, bu coğrafyaya kendini uyarlamak da zorunlu hale gelir. Şüphesiz bu ters cephe durumunda geçici bir süre kalacaklarını bilen taraflar için söz konusu değildir bunlar. Ama uzun süre bu durumda kalan, daha da kalabileceğini kabullenen taraflar dayandıkları, tutundukları toprağı dost, karşı araziyi ise düşman gibi görmeye koşullanır. Süre uzadıkça bu koşullanma, içselleştirmeye bile dönüşebilir.
Nitekim FP cephesinde bunun alametleri epeydir su yüzüne çıkmakta. Necmettin Erbakan’a biatlı FP yönetici kadrosu ile ipleri koparma noktasına gelen “yenilikçi” eğilimlerin birçok sözcüsü bu partinin beş-on yıl önce taktik nedenlerle savunur, kullanır gözüktüğü demokrasi, özgürlükler gibi geleneksel tüm dinî hareketlerin pek de hoşlanmadıkları temaları çok daha içten ve tutarlı biçimde sahiplenen bir tavır göstermeye başladılar. Demokrasi, özgürlük yanlılığını taktik seviyesinde tutmaya çalışan gelenekçi-reel politiker kadronun tasfiyeyi göze alamayacağı kadar da güçlendiler.
Böyle giderse, birkaç yıl içinde FP’yi-İslâmî hareketi o geleneksel Avrupalılık-Hıristiyanlık karşıtı kimlik ve konumlanışından sıyırıp Hıristiyan Demokrat partililere benzer, onlarla diyalog kurabilen bir parti olma rotasına sokabilirler.
“Laik güçler” cephesinde olanlar da bundan aşağı kalır değil. Hattâ yer yer mevzilendiği araziden koşullanmanın pes dedirten örneklerini burası veriyor. Geçen ayın başlarında ordu adına AB’ye üyelik konusundaki görüşleri dile getiren generallerimizin konuşmaları bu açıdan ibret verici argümanlarla yüklüydü. Örneğin bu generallerimizden Nahit Şenoğul, AB’ye üyeliğin İslâmî hareketi güçlendirmesinden, anti-laik tehlikeyi arttırma ihtimalinden endişe duyduklarını resmen ifade etti.
Ters cephede savaşır hale gelişin ironik olduğu kadar klasik de sayılmaya değer bir sonucu bu sözler. Nasıl olmasın ki? Özellikle Türkiye’de Avrupa’nın, Avrupalılaşmanın ne anlama geldiği, ne gibi sonuçlar doğurabileceği hakkında pek çok farklı şey söylenmişti, ama teslim etmelidir ki Avrupa’ya katılmanın İslâmî akımlar için bir avantaj, güçlenme zemini, buna mukabil laikler ve laiklik için kaygı verici bir dezavantaj olduğunun bu denli açıkça ifade edilmesine ilk kez tanık oluyoruz.
Son iki yüz yıllık tarihimizde Batılılaşma-Avrupalılaşma yönündeki en ufak, en şeklî girişimler bile “din-İslâmiyet elden gidiyor” gerekçesiyle engellenmek istenmemiş miydi? Batılılaşma yönündeki adımları savunanlar da bunların öncelikle zihniyet ve kültür dünyamızdaki dinî-İslâmî belirleyiciliği azaltıp zayıflatacağı umudu ve hesabı içinde değiller miydi? Yani her iki taraf da Avrupa’nın, Avrupalılaşmanın öncelikle İslâmiyet için gayet olumsuz bir faktör olduğu, buna mukabil laikleşmeyi güçlendirdiği görüşünde değil miydi?
Ama son yıllarda “laik”lerle İslâmî hareket arasındaki “savaş” öyle bir ters cephe durumu yarattı ki şimdi her iki taraf da Avrupa konusunda yine görüş birliği içinde. Ama bu kez tam tersine Avrupa ve Avrupalılaşmanın İslâmiyet için gayet olumlu, laiklik için ise gayet endişe verici bir faktör olduğu tespitinde birleşilmiş gözüküyor.
Burada ne Avrupa ve Avrupalılığın geçmişe göre değişmiş olması söz konusu; ne de hattâ “laik” ve “İslâmcı”larımızın Avrupa’da 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında gayet yaygın olan İslâmiyet’in -doğası gereği- “medeni”leşmeye engel teşkil ettiği görüşünü savunanlar, aynı yaygınlıkta olmasa bile yine var ve etkili. 1920’lerde M. Kemal “medeniyet -yani Avrupa, Batılılık- öyle bir ışıktır ki ona bigâne kalanları [yani İslâmî çevreyi] yakar, mahveder” derken, o görüşleri dile getirmiş oluyordu. Ama bunu derken aynı “medeniyet”in bir başka boyutunun, demokrasi ve özgürlüklerin de “devlet” konumunda olanlar için yakıcı, mahvedici olabileceğinin farkındaydı. Kemalist rejimin Avrupalılaşma bahsinde İngiltere ve Kuzey Avrupa ülkeleri gibi burjuva demokrasisinin başat gelenek olduğu toplumları değil de devletçi, otoriter ve totaliter kültürün güçlü ve zaman zaman egemen olduğu Almanya, İtalya, Fransa gibi toplumları referans alması da bu yüzdendir: Gerçi böylece oluşturulan Kemalist modelin, “medenileşme”yle güçlenerek burjuva liberal ve sosyalist alanları dizginleyerek “devlet” ve devletlilerin konumunu sağlama alınacağı farz edilmişti.
Fakat “kaderin cilvesi”ne bakın ki; “devlet”, 1960’da Türkiye’de oluşabilen haliyle burjuva liberalizmine, 1971 ve 1980’de asıl olarak sosyalist akımlara karşı darbe ve müdahalelerinde özgürlük ve demokrasiyi kendisi için tehdit sayan anlayışını bu denli açıkça dile getirmek zorunda kalmamış, hattâ tam tersine bir görüntü verebilmeyi bile başarmıştı. Oysa şimdi özgürlükler ve demokrasiyi en az onun kadar kendisine aykırı ve tehdit sayan bir gelenekten gelen İslâmî hareket karşısında “baklayı ağzından çıkarmak”tan başka çare bulamaz duruma düştüğü gibi, laikliğin patentine sahip Avrupa’nın laiklik için tehlike olduğunu iddia etmek gibi tiraji-komik bir tavıra sürükleniyor.
FP’nin, İslâmî hareketin durumuna ise bu açıdan bakıldığında dramatik denebilir. Avrupa’nın yükselişi karşısında İslâm dünyasının ardarda yaşadığı özgüven sarsıntıları içinde bir reaksiyon olarak şekillenen bu hareket, böyle şekillenen her harekette olduğu gibi, reaksiyon gösterdiği şeye karşı düşmanlık ve öykünmenin içiçe geçtiği karmaşık bir ruh ve düşünce hali içinde olagelmiştir. Öykünmesini düşmanlık söylemi içinde gizleyerek bir İslâmî hareket olarak edinebileceği azami gücün sınırlarını gördüğü ve bu gücün değil iktidar olmaya, meşrû bir hareket olarak varlığını korumakta bile yetmediğini teslim etmek zorunda kaldığı bir noktada, kendisine bir Hıristiyan Demokrat Parti gibi bir şey olma şansını tanıyan yegâne muktedir güce, “Batı”ya, Avrupa’ya yaslanmanın bedelini o yüzlerce yıllık düşmanlık söylemini yutmakla ödemek zorunda kalması dramatik değil midir?
Siyasal kurum, kuruluş ve ideolojilerimizi kendisinden alarak bünyemize adapte ettiğimiz, Batı’da, o siyasal kültürde hareketlerin, toplumsal kesim ve bireylerin güç-çıkar-statü hesabı yapmak, davranış ve düşüncelerini bu hesap doğrultusunda belirlemek normaldir ve çoğu kez açıkça da ifade edilir bunlar. Oysa bizde “kendim için istiyorsam namerdim” diskuru geçerlidir. Kendisi için hiçbir şey istemeyen, hattâ kendi çıkarını hiçe sayarak hepimizin menfaati için uğraştığını iddia etmek, “inkâr yiğidin kalesidir” özdeyişimize uygun olarak usûldendir. Asla kendi çıkarlarını değil, toplum ve ülkenin “yüksek menfaatleri”ni dile getiren ve bunu yüksek fikir ve değerlerin icabı olarak sunmayı da ihmal etmeyenlere, o fikir ve değerleri neden tüm mantıki sonuç ve gerekleriyle değil de bir biçimde budanmış şekliyle sahiplendiği sorulduğunda ve bu kısıtlamanın ona atfettiğimiz güç-çıkar-statü hesabına bir kılıf gibi uyduğunu belirttiğinizde şiddetle karşı çıkacak hakarete uğramışçasına tepki gösterirler. Gerçi bu diskurlara inanmanın bedelini ağır hayal kırıklıkları ile ödeyip o yüksek menfaat söylevlerinin birilerinin güç-çıkar ve statü hesaplarının aracı olduğunu bir kez daha görmekten bıkan Türkiye toplumu da her yüksek diskurla bezeli tavır ve tutum karşısında bu kimlerin çıkar-güç hesabına uyuyor diye sormayı öğrendi. Ama bu arada salt güç-çıkar hesabının kılıfı olarak kullanıldığını gördüğü fikir ve değerlere boş veren bir ortam da oluşmuş oldu.
Bu nedenle şu sıralarda Türkiye’de fikrin, yüce değer sözcükleriyle bezeli bir perspektifin içerik olarak tutarlılığı, doğruluğu, olguya ve imkânlarına tekabül edip etmediği bir yana bırakılıp, söz doğrudan doğruya sahibinin, ait olduğu kesimin özel çıkar hesabına tercüme ediliyor. Bu hesabı kendi hesaplarına paralel veya destekleyici bulanlar onaylıyor, diğerleri karşı çıkıyor.
Bu herkesin, herkese karşı tavrı. Haklı ya da haksız herkes savunduğu fikir ve değerin gerisinde hangi özel çıkar hesabının yattığını ilân eden tavırdan nasibini alıyor. İki istisnası var bunun. Biri polis, diğeri asıl ve tamamen istisna olan ise ordumuz. Onun söz ve tavırlarıyla devletlü zümresinin ve bunlara yapışanların özel çıkar-güç ve statü hesabını yansıttığı, asıl davranış saikinin bu olduğu söylenemiyor, “kendisi için” değil, “ülkenin yüksek menfaatleri” adına düşünüp bu ulvi noktadan konuştuğu farz ediliyor. Başkasının ağzından çıksa tefe konulacak sözler etse bile.
Saygıdan mı, korkudan mı bu, yoksa “güçlü” karşısında hak reflekslerinin dumura uğramış olmasından mı?
ÖMER LAÇİNER