“Bir Arap atasözü ‘ölü ile yaşlının arasına girme’ der. Aralık 1987 günü, Filistinli işçileri taşıyan bir kamyon Gazze’de İsraillilerce pusuya düşürüldü. Filistinlilerin altısı öldürüldü... Cesetler yakındaki bir mülteci kampına götürüldü ve yakınlarına teslim edildi. Aynı gece, İsrailliler kampa saldırarak, cesetleri zorla ailelerinden aldılar.
Cesetler soğukkanlı bir İsrail katliamının delilleriydi. Ve yok edilmeleri gerekiyordu. İsraillilerin düşüncesine göre ceset olmadıkça toplu cenaze törenleri, gösteri yürüyüşleri düzenlenemeyecekti.
Filistin’in kaderi bir taşla değişti. Pusunun kurulduğu günün hemen ertesinde, Filistinli bir genç Gazze Şeridi’nde bolca bulunan keskin çakmak taşlarını toplayarak İsrail askerî devriyelerine atmaya başladı: Arkadaşları da onu taklit etti, kısa sürede taş atanlar yüzlerce kişi oldu... Devriyeler geri çekilmek zorunda kaldı. İşgâl altındaki topraklarda her zaman ani gösteriler olmuştur, ancak bu seferki çok değişikti... Artık bıçağın kemiğe dayandığı anlaşılıyordu. Taş ayaklanması başlamıştı.”
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin önemli ismi, bir zamanlar George Habbaş’ın sağ kolu ve şimdi Arafat’ın danışmanı Ebu Şerif Basam ’90’lı yılların başına kadar süren ve işgâl altındaki Filistin halkının direniş simgesi olan intifada’nın başlangıcını ve “taşlar”ın öyküsünün nasıl başladığını böyle anlatıyor. O taşı atan genç Filistinli kim bilinmiyor ama onun geleneği hâlâ sürüyor. Ve Filistin halkı hâlâ o taşlarla işgâlci İsrail Savunma Güçleri’ne (IDF) karşı savaşıyor.
Ortadoğu’da Filistin halkının taşlarla direneceğinin habercisi İsrail ile Filistin yönetimlerinin Camp David’de anlaşamamalarıydı. Amerikan başkanı giderayak, Ortadoğu’ya son noktayı koymak istiyordu. Ama Clinton’ın dikte ettirmeye çalıştığı hiç olgunlaşmamış, bölgenin ve Filistin halkının tarihine ve inançlarına tamamen ters bir metindi. İsrail için ise çok önemli değildi. Çünkü yıllardır küstahça bir işgâli sürdüren İsrail’in bütün yönetimleri, ellerindeki tüm avantajların yanısıra yapılacak bir anlaşmada da aslan payını istiyordu. .
Yaser Arafat’ın görüşmelerde sonuç alınsın ya da alınmasın bir Filistin Devleti ilân edeceğini açıklaması ise bir blöf veya manevra alanını genişletmek için geliştirilmiş bir taktikti. Nitekim Camp David’den kimse istediğini elde edemeden döndü. Çünkü Camp David’deki tıkanma noktaları Kudüs’ün statüsü ve İsrailli yerleşimcilerin durumu idi. Zaten 130’un üzerinde insanın İsrail tarafından katledilmesi ve barış süreci kapısının kapatılmasının anahtarı da hem Kudüs tartışmalarında ve Kudüs’te gerçekleştirilen provokasyonda yatıyordu. Böylece, “barışçı” Barak şahin Netanyahu zamanında bile görülmeyen bir şiddet uyguladı ve zaten gönülsüz olduğu barış görüşmelerine ara vermek için gerekli nedeni buldu.
Arafat ise patlayan halkını durdurmakta en azından şimdilik güçlük çekiyor. Arafat “sokaklara hâkim olamıyorum” derken hem karşı tarafa gözdağı veriyor hem de bir gerçeği dile getiriyor. Çünkü bu kez halkı Arafat’ı aştı. Çünkü onlar da yıllardır süren nafile barış çabalarının sadece sona erdiğini anlamadı, aynı zamanda “barış” denen sürecin tuhaf bir şekilde hep aleyhlerine işlediğinin farkına vardılar; hep haksızlığa uğramış, tarihi hep katiamlarla dolu ve yalnız bir halk olarak.
Ortadoğu’da İsrail-Filistin gerginliğinin altında yatan neden iki kelime ile özetlenebillir: İşgâl ve savunma. Filistin fiilî olarak işgâl altında, bunun Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen meşrû temeli de var. Ve İsrail’in yıllardır kendisini savunma gerekçesi “işgâl ettiği” topraklardır. İsrail’in başkasının toprağında kendisini niçin savunduğunu kimse yadırgamaz, hesabı sorulamaz. Ama işgâl devam ettiği sürece de tarafların her zaman provokasyona açık olduğu da bilinir; aynı bu kez olduğu gibi.
1980’li yıllardan hatırladığımız “kasap” lakaplı, her zaman faşizan görüşleri ile bilinen Ariel Şaron’un Müslümanlar için “kutsal”, Arap dünyası için de bir “prestij” meselesi olan Mescid-i Aksa’yı ziyaretinin sonuçlarının nelere malolacağını bilmediği söylenemez. Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında bir gece içinde Hırıstiyan milislerle birlikte binlerce kadın ve çocuğu gözünü kırpmadan kesen Şaron bu kez de onlarca Filistinlinin katili olmakla kalmayıp, başından beri karşı olduğu barış sürecine büyük bir darbe vurdu. Çünkü bu kez seçim öncesi Barak’ın kamuoyu tarafından sıkıştırıldığını da biliyor, İsrail’in Lübnan’dan zamansız geri çekilmesi ile desteğini yitirdiğini, elinin zayıfladığını hesaplıyordu. Üstelik İsrail kamuoyu, buna barış yanlıları da dahil, Barak hükümetinin Filistin tarafına gereğinden fazla taviz verdiğini düşünmeye başlamıştı. Ve Barak da Ariel Şaron’un seçim öncesi hazırladığı bu kanlı tuzağa kolayca düştü. Hattâ Barak, Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa ziyaretini birlikte planladıkları gibi ileri uçta iddalara da yanıt vermekten kaçındı.
Ziyaret aslında, sadece patlama için bir nedendi, bir başka yer veya zamanda Filistin halkı ayaklanmaya hazırdı. Bir aydır devam eden çatışmalarda Filistinlilerin yıllardır biriktirdikleri “nefret” ezilmişlik haksızlığa uğramışlıkla birleşince ölüme gitmek de kolay oldu. Çünkü Filistinlilerin birçoğu Oslo’da başlayan ve Camp David’de sone erdirilmeye çalışılan, barış süreci olduğu iddia edilen döneme inanmamış ve içine sindirememişti.
Çünkü barış görüşmeleri devam ederken, açıkça dile getirmeseler de yönetim kademesinden tabanına kadar İsrail’in Filistin topraklarının işgâlinin ne kadar devam ettireceği sorusunun yanıtı yoktu. Süreç uzadıkça işgâl edilen topraklar arttı ve Filistin halkına nefes alacak alan kalmadı. Çünkü İsrail yıllardır işgâl ettiği topraklar konusunda kimseye hesap verme gereğini duymuyordu. Onlara hesap soracak hiçbir merci de yoktu; tıpkı öldürdükleri Filistinli gençlerde olduğu gibi. Ve Filistinliler sadece ve sadece kendilerini, kendilerinin savunabileceğini fark ettiler, ya da seslerini duyurmanın yolu buydu onlar için.
İsrail’e göre Filistin saldırgandı ve bunun en kolay yolu da gençleri hattâ çoçukları ön plana, yani ölüme sürmeleriydi. Ama o çocukların birilerinin kendilerini ölüme, kurşunların önüne atmalarına ihtiyacı yoktu. Topraksız, işsiz, geleceksiz özellikle Gazze Şeridi’nde 30 yılı aşkın bir süredir mülteci olarak yaşayan, sayısını hatırlamadığımız nesillerin son yıllarda Filistin yönetiminin artı bir çabası olmadan mücadeleye katılması, kurşunlara karşı taşlarla karşı koymasından daha normal ne olabilirdi ki?
İsrail’in saldırgan ve “terörist” olarak lanse ettiği bu gençler, “çoçuklarımız ve kadınlarımız” saldırı altında diyerek toprak üstüne toprak aldıklarında sesleri hiç çıkmayan, metre metre Filistin’i işgâl eden silâhlı ve saldırgan yerleşimcilerinin yanında çok masum kalır. İsrail Devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana başlattığı 1967 ve 1973 savaşları ile iyice genişlettiği toprakların Filistinlilere ait olduğunu, yerleşimçilerin işgâli sürdükçe yakında Filistinlilere toprak kalmayacağını da herkes biliyor. Çünkü İsrail devletinin bir taktik olarak geliştirdiği genişleme politikası bu. Yani her ay, her yıl, Filistin topraklarında ilerleyerek,10’ar, 20’şer evlik arazileri kapatması, buraları yerleşime açması, dolayısıyla yavaş yavaş ilerlemesi ve Arafat yönetiminin çaresizlik içinde buna gözyumması bugün gelinen noktanının en önemli nedeni. Filistin’in önemli aydınlarıdan Edward Said’in yıllardır Arafat’a karşı sürdürdüğü muhalefetin gerekçesi de buydu. Edward Said, Filistin sorununun Kudüs değil, yerleşimciler olduğunu iddia ettiği zaman Arafat yönetimi tarafından aforoz edilmiş ve kitapları Filistin topraklarına sokulmamıştı. Ama bugün Said’in ne kadar haklı olduğu ortada.
Her yerleşim bölgesi Filistin’in kalbine bıçak saplamaktan farksız. Yerleşim demek onları korumak bahanesi ile çevresine asker yığmak, yavaş yavaş ilerlemek demek. Tüm bunlar kabul edilse bile çeşitli anlaşmalarla Filistin’e bırakılan Batı Şeria ve Gazze Şeridi içindeki İsrail yerleşiminin anlamı provokasyondan başka bir şey değil. Filistinlilerin birçoğu artık İsrail devletine karşı değil, onların karşı oldukları kendi bölgelerinde ne İsrail askeri ne İsrailli yerleşimci görmek. Dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olan, etrafı tellerle ve karakollarla çevrili Gazze Şeridi’nin içinde İsrail kontrol noktalarının anlamının güvenlik olmadığını herkes biliyor. Ve El Aksa intifadasında gençlerin taşlarla, silâhlara karşı karakol ve kontrol noktalarında çatışmaları da tesadüf değil. Filistinliler kendi topraklarında İsrail askeri ve yerleşimcisi istemiyor; ve bu duygu artık nefrete dönüşmüş durumda.
Şaron’un provokasyonunun ardından meydana gelen çatışmalar Arafat yönetimi için test niteliği de taşıyordu. Ve bir aylık çatışma sürecinde Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’nü oluşturan gruplar üzerindeki denetimini eskiye oranla yitirdiği ortaya çıktı. Arafat taktik gereği çatışmaları durdurmak istemezken hem de aralarında FHKC gibi örgütlerin de bulunduğu grupları kontrol edemedi. Özellikle FKÖ’yü oluşturan gruplardan en geniş tabana sahip olan hem de Arafata en yakın olarak bilinen El Fetih ve onun militan kolu Tanzim grubu çoğu zaman çatışmalarda hep ön saflarda yer aldı. Arafat’ın en yakınındaki isimlerden ve Tanzim grubunun lideri Marvan Barguati, “bu intifada emirle başlamadı. Emirle de sona ermeyecek. Yukarıdan emir vererek sokaktaki çoçukları durdurmaya çalışmak deliliktir. Onlar düşmanla çatışıyor. İntifadanın tek amacı var: işgâli sona erdirmek” diyor.
Evet, gerçekten Filistin’deki gençler düşmanla çatışıyor. Filistinlilerin direniş ve mücadele geleneğinden kaynaklanan ve biraz da abartılarak “şehit”likle kutsanan bir süreç bu. Onlar El Aksa intifadası ile işgâlin sona erip ermeyeceğine sadece liderlerinin karar vermeyeceğini gösterdi.
Hamas’a gelince: Çatışmaların başlangıcında çatışmalara girmekten kaçınan örgüt daha sonra sokaklarda daha sık görülmeye başladı. Amaç ilk günlerde karşı oldukları Arafat yönetiminin tavrını gözlemlemek, izleyeceği yönteme göre intifadaya katılmaktı. Ama intifada tahmin ettiklerinden uzun sürünce katılmak durumunda kaldılar. Çatışmalara geç katılmalarının bir nedeni de Arafat’ın Hamas’ın önde gelen isimlerini tutuklatmasıydı. Ve Filistin yönetimi Hamas’ı tam bir pazarlık malzemesi haline getirdi. Nitekim çatışmaların ilk günlerinde, Filistin yönetimi İsrail’le daha önce anlaşmalar çercevesinde tutukladığı Hamas militanlarını serbest bıraktı. Ardından Şarm el Şeyh kentinde gerçekleşen zirve olmayan zirvede ateşkes kurallarına göre yeniden tutuklamaya başladılar.
Artık her iki taraftan da barış seslerini duymak çok güç. Bu konuda yıllardır seslerini yükseltenler, kendi kamuoylarındaki şahinler karşısında yenik düştüler ve suskunlar. Filistinli görüşmeci Saab Erkaat’ın “15 yıldır barış için çabalıyorum, ama bu kez çok karmaşık duygular içindeyim. Yanlış mı yapıyorum bilmiyorum” sözleri anlamlı. Bu sözler, gençlere ve çoçuklara gerçek mermilerle acımasızca ateş açarak öldüren İsrail Savunma Güçlerinin saldırısı ile başlayan, halkın infialini gören bir barış yanlısının haksızlıkla birlikte gelen umutsuzluğunun en önemli göstergelerinden birisi.
Benzer duygular İsrail tarafında da hâkim, hâlâ barış için direnenler, İsrail askerlerini Miloseviç’in ordusuna benzeten ve her türlü dışlanmayı göze alanlar olduğu kadar, barış yanlılarının çoğu kara kalabalıkların tepkileri sonucu köşelerine çekilmiş durumda. En önemlisi bir kısmının da barış sürecinin geri gelemeyecek kadar uzak olduğunu düşünmesi.
Evet 1987 yılının Aralık ayında atılmaya başlayan taşlar 2000 yılında da Filistin mücadelesinin önündeki yola döşeniyor. Ve o çocuklar adil bir bağımsızlık için dedelerinden babalarından dinledikleri, gördükleri geleneği devam ettiriyorlar.