Sırbistan'da “biraz yeni“ Bir Dönem

Yugoslavya Devlet Başkanlığı seçimlerinden galip çıkan Vojislav Koştunitsa’nın oylarının hile-hurdayla % 50’nin altında gösterildiğini ileri süren muhalefetin ikinci tur seçimi boykot etmesinin ardından, yarım milyona yakın insanın sokaklara döküldüğü protesto gösterileri, nihayet parlamentonun basılması ve bu durumda rejimin önemli cihazlarının pes etmesi, Slobodan Miloşeviç’i iktidardan düşürdü.

Miloşeviç, Tito-sonrası Yugoslavya’nın bölünme sürecinin ve bu süreçte ergen-ruhlu bir milliyetçi zihniyetin hâkimiyetini tesis etmesinin tek ya da aslî aktörü değildi, fakat bu sürecin savaşlarla, kıyımlarla korkunç bir travmaya, kaotik bir politik sorunlar yumağına dönüşmesinin belirleyici aktörlerinden, daha düzgün bir ifadeyle temsilcilerinden biriydi. Onun “düşmesi”, kuşkusuz, maneviyat düzeltici bir gelişmedir. En azından, “diktatör” sıfatı kesinlikle abartılı olmakla beraber, oluşturduğu baskı aygıtıyla altedilmez görüntüsü veren bir muktedirin yenilebilmiş olması, önemlidir. O baskı aygıtının, ayaklanma ânının kısa ömrünce bile olsa, meşruiyetini yitirmesi önemlidir. Bunlar bir deneyim olarak başlıbaşına önemlidir.

İHTİLAL.. DARBE...?

Ancak Bakiye-Yugoslavya’da, Kosova ve Karadağ’da seçimin boykot edildiği düşünülürse aslında fiilen Sırbistan’da, Eski Rejimi ilga eden bir “demokratik ihtilâl”den bahsetmek o kadar kolay değil.

Birincisi, bir “ihtilâl”den söz etmenin önünde tereddütler var. Medyadaki “demokratik halk ihtilâli” manzaralarının gerçekten demokratik halk ihtilâline mi delâlet ettiğine kesin karar vermeden ince eleyip sık dokumayı Timişoara-Çavuşesku hâdiselerinden öğrenmiş olanlar, Belgrad manzaralarında da bu dersten faydalandılar. Kuşkusuz Belgrad’daki kalkışmada sahici bir isyancı damar olduğunu kimse inkâr edemez. Birçok “sıradan” insanın yanısıra kökten-muhalif (anarşist, sosyalist-komünist, savaş-karşıtı, feminist vd.) birçok grup seferber oldu, protestosunu dışavurdu, rejimin otorite simgelerine karşı çıktı. Bu bir özgürleşme, bir ‘aydınlanma’ ânıdır ve bir deneyim olarak başlıbaşına kazanımdır. Öte yandan, 5 Ekim’de Belgrad’da vuku bulan olayda, kuvvetli bir “darbe” virüsü mevcudiyeti de teşhis ediliyor; dahası, bir “danışıklı dövüş” şüphesinin de izlerine rastlanıyor. Olaydaki “darbe” (“saray darbesi”) bileşeninin odağında, “Cacaklılar” var. Belgrad’ın 150 km. güneyindeki küçük Cacak kenti, 1940’ların kralcı-faşist Sırp milliyetçisi Çetnik hareketinin tarihî mirasının çok güçlü olduğu bir yer. Cacak, Tito-sonrası dönemde Sırp milliyetçiliğinin dirilişinin mayalandığı atmosferin köylü-taşralı basınç merkezlerinden biriydi. Buradaki milliyetçi oluşum, Çetnik mirasına sahip çıkan akımların hemen hepsi gibi, Miloşeviç’e daima muhalif kaldı ancak “Sırplığın beka savaşı”na da daima angajeydi. 5 Ekim’de Cacak’tan Belgrad’a 10 bin gösterici aktı; Cacaklı köylüler ve işçiler gösterilerin en militan unsurlarıydı, tank yerine geçen buldozeri de onlar getirmişti. Cacak belediye reisi Velimir İliç, Cacaklı iki emniyet âmiri, Belgrad’da özel timden iki üst düzey polisle beraber, parlamento baskınının planlayıcıları arasında yer aldı. Bu hücre, baskın için yirmi kişilik bir vuruşçu kadro ve 100 kişilik bir ‘lojistik’ görevli halkası hazırlamıştı. Olaydaki “saray darbesi” unsurunun bir veçhesi, polis içinden destek bulan bu “tertip” ise, diğer veçhesi de “halk ayaklanması” arefesinde Miloşeviç’le Koştunitsa arasında bir pazarlığın ve uzlaşmanın gerçekleştiğine dair güçlü emarelerdir: Polisin yanısıra ordunun da müdahale etmemesi, 5-6 saat içinde bir “geçiş rejiminin” duyurulması ve Miloşeviç’in derhal duruma ayak uydurarak kendine ağırbaşlılıkla yeni bir kader çizmiş görünmesi... Büyük ihtimalle, Miloşeviç’in uluslararası ceza yargılamasına kurban verilmemesi, emniyetinin sağlanması, ayrıca “devletin sürekliliği”&”millî çıkarlar” aylasıyla kutsanmış bazı ‘operasyon’ ve kadroların bekasına ilişkin bir uzlaşma vardır ortada.

Şimdi, Miloşeviç’in Sosyalist Partisi’nin ve Koştunitsa’yı seçtiren Demokratik İttifak’ın yanısıra muhalefet koalisyonunun dışında kaldığına pişman görünen Vuk Draşkoviç’in “Diriliş” hareketinin de katıldığı bir geçici millî mutabakat hükümeti kuruldu. Bu hükümet fiilen, 24 Aralık’ta yapılacak seçimde nokta konacak olan geçiş sürecinin pazarlıklarını yürütmeye memurdur.

OTANTİK MİLLİYETÇİLİK

Geçişin bu kadar çabuk olabilmesi, muhalefetin ana akımının, rejimle ideolojik bir ayrılığının bulunmamasında aranmalı. Koştunitsa, milliyetçiliği iktidar pragmatizmi doğrultusunda ‘kullanan’ Miloşeviç’e karşı, yürekten inanmış bir Sırp milliyetçisi (aynı zamanda, 1970’lerden beri deklare bir anti-komünist). Federal cumhuriyetlerin ve özerk bölgelerin (bilhassa Kosova!) haklarını geliştiren 1974 Anayasasına “Sırplığa yönelik bir komplo” ithamıyla karşı çıkan aydınlar arasında yer almış. 1992’de kurucusu olduğu Sırbistan Demokratik Partisi, Yugoslavya’yı Tito’nun komünist ideoloji doğrultusunda oluşturduğu yapay bir devlet olarak görüyor. Bütün Sırp yerleşim bölgelerini kapsayan, yani Kosova’nın anavatana raptedilmesinin yanısıra Hırvatistan’a, Bosna’ya, Makedonya’ya uzanan “Büyük Sırbistan” hedefine sıkı sıkıya bağlı. (Koştunitsa’nın yanıbaşındaki “demokratik muhalefet” figürleri arasında 1993-98 döneminin Genelkurmay Başkanı, Srebrenica katliamında birinci derecede sorumluluk taşıdığı kabul edilen Momcilo Perisic gibilerin olması boşuna değil.) Zaten Koştunitsa, Miloşeviç’e karşı muhalefetini, onun bir dizi Sırp toprağının kaybına yol açarak “Büyük Sırbistan” umudunu heder ettiği savına dayanırdı.

Koştunitsa ve onun çevresindeki “Demokratik Muhalefet” çoğunluğu, onun yanısıra Vuk Draşkoviç’in “Diriliş” hareketi ve seçimden birkaç gün sonra Miloşeviç’in yanından Koştunitsa’nın yanına geçen Vojislav Şeşelj’in paramiliter bağlantılı faşist Radikal Partisi, diyebiliriz ki, Sırp milliyetçiliğinin otantizmini temsil ediyorlar. Yani, öncelikle Miloşeviç’ten milliyetçilik davasının telif hakkını geri istiyorlar. Buna bağlı olarak Sırp milliyetçiliğinin “komünist rejim” bulaşıklarından tamamen arındırılmasını, Kiliseyle ve geçmişiyle tam barışıklığının sağlanmasını hedefliyorlar. Sırbistan’ın içine itildiği yalıtılmışlığı ve diplomatik/politik/ekonomik sıkıntıları “kurban millet” mitolojisiyle güzelleyebiliyorlar gerçi ama yine de bunları, Miloşeviç’in millî davayı içselleştirmemiş iktidar düşkünü bir komünist artığı olmasından kaynaklanan yanlışlarına (ve samimiyetsizliğine) bağlıyorlar. Bu millîciliğin, “millî halk ruhu”nun otantik dışavurumunu romantikleştiren demokrasi söylemi de, faşizan-popülist bir rota izlemeye meyyaldir. Serdengeçti Cacak’ın belediye reisi Velimir İliç ne diyor: “Bakanlık filan istemiyoruz. Hükümetteki adamlara mesajımız şu: İşinizi doğru yapın yoksa yine Cacak’tan gelip basarız Belgrad’ı!”

Koştunitsa, Eski-Yugoslavya’nın “Büyük Sırbistan”dan bunca geri düştüğü ve takatsiz kaldığı noktada, Batı’yla ilişkileri düzelterek toparlanma tercihini temsil ediyor. Yeni Başkanın, geçen seneki NATO bombardımanı ‘sayesinde’ epey iş gören ve daha da görecek olan “Sırplığın karşı karşıya olduğu uluslararası komplo” motifleri, Amerikan-karşıtlığıyla sınırlayacağı ve buna mukabil Avrupa Birliği’nin güç merkezleriyle yakınlaşacağı besbelli. Koştunitsa ABD’nin -ve onun etkisiyle İnglitere’nin- Miloşeviç’i yargılaması için daha ısrarcı olduğu Lahey Adalet Divanı’nı “Amerikan Mahkemesi” olarak anıyor; sair Batı karşıtı jestleri ve ‘ağızları’ da daha ziyade ABD’yi hedefliyor. Zaten Miloşeviç’in “Amerikalılar”a yargılatılmaması ve devr-i sabık yaratılmaması, örtülü Miloşeviç-Koştunitsa anlaşmasının temel ilkeleri olsa gerek.

“Batı” denen güçler de, Yugoslavya’yı/Sırbistan’ı bu noktadan sonra fazla bunaltmama eğilimindeler. Düşünün ki, Miloşeviç’in gitmesi ve diyaloga açık bir partner temini için büyük yatırım yaptılar: ABD Yugoslav muhalefetine son iki yılda 35.7 milyon dolar yardım yaptığını resmen açıkladı. Diğer AB ülkeleri bir yana, sadece Almanya, sadece sosyaldemokrat-yeşil koalisyonu döneminde Yugoslavya muhalefetine toplam 45 milyon mark “katkı” yaptı. Asgarî bir istikrarın sağlanması ve işbirliği zemininin kurulması uğruna, Sırbistan’ın bir kısım “yaramazlıklarına” da gözyummaya hazır olduklarına dair işaretler var. AB’nin uluslararası politikasının temel önceliği, çatışma ihtimallerini Birlik coğrafyasının uzağında tutmaya ve özellikle kronik göç tehdidini önlemeye dayanıyor. Bu bakımdan eski Yugoslavya’nın “normalleşmesi”, buranın kıtasal/global iktisadî çevrime daha verimli biçimde katılmasıyla ilgili mülahazaların bile önündedir. AB’nin “birlikte çalışılabilir bir Belgrad” uğruna razı olduğu esneme payı, ABD’nin “nizâm-ı âleme ülküsü” açısından üzücü bulunacak ve Yugoslavya politikası, düşük yoğunluklu bir AB-ABD ihtilafının da nesnesi olmaya devam edecek görünüyor.

KOSOVA, BOSNA, KARADAĞ

AB’nin Koştunitsa’yı bağrına basmaya hazır tutumu, Kosova ve Bosna’da tedirginlikle izleniyor. Koştunitsa’nın “Sırplığın beşiği” sayılan Kosova’da Miloşeviç’ten daha tavizsiz olacağı biliniyor. Miloşeviç bir kriz politikası âleti olarak bu sorunu kangrenleştirmeye razıydı, Koştunitsa ise mutlaka bir çözüm aramaya azmetmiş görünüyor. Kosovalı Arnavut topluluğunu, -ABD daha zor ama- AB’nin gönlü yapılarak Kosova’yı ana-Sırbistan’da eritecek bir çözümün zorlanacağı kaygısı almış durumda. “Büyük Sırbistan” hedefine doğru “rasyonel”, diplomatik yollarla -diyelim, ilhaktan ziyade nüfuz politikası yoluyla- ilerlemeye azmetmiş ve AB nezdinde “akredite” olmanın ‘gönenciyle’ güçlenen bir Sırbistan’ın, Bosna-Hersek için de hayatı zorlaştıracağı açık.

Sadece Yugoslavya için değil, AB ve “Batı” için de problem teşkil edebilecek Karadağ sorunu var bir de. Karadağ yönetiminin, Miloşeviç’in kuvvet kullanma tehdidi nedeniyle engellediği geri durduğu bağımsızlık referandumunun önü açılmış durumda. Son seçimi boykot eden Karadağ, Sırbistan’ın politik umuruna bir adım daha mesafe koymuş oldu. Koştunitsa Karadağ’ın Eski-Yugoslavya’dan “istifasını” tabii ki istemiyor ama bunu -en azından şimdilik- şiddetle engelleme tehdidi savurmuyor. AB mercileri de, 1990’ların başında Hırvatistan ile Slovenya’nın ayrılma haklarına verdiği destekle ve 1992 Badinter Komisyonu kararlarıyla bizzat ‘hukukunu yaptıkları’ bu yeni bağımsız ulus-devletin kurulmasından hiç memnun olmayacaklar. Karadağ yönetimi -şimdilik- temkinli davranıyor ama konjonktür kollanarak hızlı bir emrivaki gelişebilir ve Yugoslavya krizleri zincirine bir halka daha eklenebilir.

MİLLİ MESELE- SOSYAL MESELE

“Demokratik Muhalefet”in milliyetçiliği, “fakir milletin derdini düşünme” diye özetlenebilecek ‘halkçı’-eşitlikçi bir boyuttan da yoksun görünüyor. Zaten toplam Yugoslavya’daki milliyetçilik sarmalının en tahripkâr etkilerinden biri, sosyal sorunları etnikleştirerek üzerlerini örtmesi oldu. Oysa Sırbistan hayli ağır bir “sosyal sorun”la yüzyüze. Ulusal gelir son on yılda üçte birine düştü (yaklaşık olarak, 3 bin dolardan 1.500 dolara), bu gelir olağanüstü eşitsiz dağılıyor, işçilerin ve memurların maaşları düzensiz ödeniyor. Sağlıkta, adalet mekanizmasında, üniversitede, kayırma ve rüşvete dayalı büyük bir yozlaşmadan söz ediliyor. Hırvatistan ve Bosna’dan Sırbistan’a savrulmuş ve hâlâ burayı yurt tutamamış “dış Sırp” toplulukları beter, Çingene ve göçmen Arnavut toplulukları daha beter sefalet gettoları oluşturuyor. Buna mukabil asayiş cihazı olağanüstü serpilmiş, geniş imkânlarla donanmış durumda. Normalleşme belirli bir ferahlama yaratacaktır muhtemelen; ancak Koştunitsa’nın ülke ekonomisini global iktisadî ilişki ağına daha avantajlı bir şekilde eklemlemeyi hedefleyen neoliberal ekonomik programı, orta vâdede tahribatı derinleştirmeye aday görünüyor.

‘GERÇEK’ MUHALEFET...?

Özetle, Sırbistan’da “demokratik muhalefet”in öncü gücünü sıkı milliyetçiler, faşist eğilimli gruplar ve iktidar pragmatisti Miloşeviç’in kaybettiğini anlayınca saf değiştiren bir yığın iktidar pragmatisti oluşturuyor. Milliyetçi teyakkuzun gerçekten derinlerine nüfuz ettiği ve başka göndermeleri olan bütün varoluş kaygılarına ‘elkoyduğu’ bir toplumda rejim reformunun böyle kısmî ve ‘yalandan’ olması, bol bol unutmaya (esas olarak da bugünün demokratlarının yakın geçmişteki performanslarını unutmaya) ihtiyaç göstermesi şaşırtıcı değil. Gerçek bir toplumsal ve siyasal dönüşümün imkânlarının yaratılması için, yaşanan kıyıcı on-onbeş yılın travmasıyla yüzleşilebilmesi için, şimdi iktidara yerleşmeye hazırlanan “demokratik muhalefet”in karşısına sahici bir demokrat muhalefetin dikilmesi beklenmeli.

Muhalefet koalisyonunda ‘otantik’ milliyetçi blokun dışında yer alan en yaygın hareket, Batılı medyada pek itibar gören Otpor!(Direniş!), bu bakımdan pek ümit vermiyor. Siyah yumruklu amblemiyle radikal bir muhalefet izlenimi uyandıran Otpor!, iki yıl önce özgürlükçü öğrenci hareketinin içinden doğduğunda gerçekten böyle bir karaktere sahipmiş. Bugün öğrenci mahfillerinden çıkıp, 123 yerleşim biriminde 20 bin katılımcısı olan bir harekete dönüşmüş durumda. Ancak bu genişleme sürecinde, özellikle son seçim kampanyasında, hemen hiçbir programatik ilkesi olmayan bir kampanya teşebbüsüne dönüşmüş görünüyor: Tamamen “Miloşeviç gitsin” hedefine kitlenmiş, bunun için herkesle -mesela Bosna savaşı sırasında ahaliyi Çetnik milisleri için dua ettiren Metropolit Amfilohije Radoviç’le de- yakın temastan kaçınmayan bir teşebbüs. “Ayaklanma” günlerinde de Otpor! standart Koştunitsa söyleminden farklılaşan bir ses çıkartmadı.

Demokratik Muhalefet’in ortalama çizgisine aslında pek ‘yakışmayan’ ama saygın kişiliğiyle koalisyonun resmî temsilcisi mevkiini işgal eden Zoran Djindjic, “demokrat” sıfatını üzerinde garip durmadığı ender politik şöhretlerden biri. Djindjic, Mayıs’ta bir radyo söyleşisinde şunu söylemişti: “Bu savaşlar onyılının tek sorumlusu Miloşeviç değil. Onu bütün bunları yapmaya itenler bizlerdik, hepimiz - mesele, hepimizin içindeki Miloşeviç’tir!” Sırbistan toplumunun aynadaki yüzünde bir “mağdur edilmiş onurlu millet” çehresinden başka şeyler de görmesini dert eden ve pek marjinal bir konumdan konuşmayan bu sözlerin sahibi gibi birilerinin varlığı, Koştunitsa’nın varetmediği umutları yeşertebilir.

Keza Sırbistan’da en zor zamanlarda savaş ve şovenizm histerisine direnmiş, itiraz sesini çıkartmaya çalışmış ve bunu öz-“Büyük Sırbistan” davası adına değil de ‘insanlık nâmına’ yapmış küçük küçük birçok grup var. Sadece Miloşeviç’in partisini değil, eski rejimi de “sosyalist” saymayan sosyalist gruplar, anarko-komünist gruplar var. Ayrıca, yüksek politikadan umutlarını kestikleri noktada, karınca emeğiyle, üzerine eğildikleri özgül sorunlarda (çingeneler üzerindeki baskı, kadınlara dönük gündelik şiddet, asker kaçaklarına destek...) somut iyileşmeler sağlamaya çalışan birçok grubu unutmamalı. Bu grupların enerjisi, umulur ki, önümüzdeki zamanda Sırbistan’da NGO hayır-hasenatının ötesinde etkiler yaratsın!