Fransa’da yerel seçimlerin sonuçları, yerel etmenlerin baskın olduğu seçimlerde kamuoyu yoklamalarının yanılma payının daha fazla olduğunu bir kez daha gösterdi. Seçim öncesinde oylarını arttıracağı öngörülen Sosyalist Partisi, beklenen sonucu elde etmedi.
Paris ve Lyon belediye başkanlıklarını kazanmasına rağmen, birkaç önemli kentte belediye başkanlığını sağın adaylarına bırakmak zorunda kaldı. Bazı önemli bakanlar ve bazı ünlü milletvekilleri, belediye başkanlıklarını kaybettiler. Seçimlerin toplu sonuçları, Fransa’da toplam sağ oyların %50’nin biraz üstünde olduğunu gösteriyordu. Geçen seçimde, aşırı sağ Milli Cephe partisinin oyları bölmesi nedeniyle, sağ koalisyon birçok yerde belediye meclisinde çoğunluğu seçimlerin ikinci turunda kaybetmişti. Bu defa, kendi içinde bölünen aşırı sağ hareketin zayıflaması, sağın bu kentleri yeniden kazanmasını sağladı. Buna karşılık, Avrupa Birliği’nin derinleşmesi konusunda büyük bir iç çatışma yaşayan iki sağ parti, aşırı sağın zayıflamasını bir seçim zaferine dönüştüremedi. Bu kez iki düşman kardeş parti olarak seçimlere katılan aşırı sağ hareket, toplam oylarında yaşadığı düşüşe rağmen, bazı kalelerinde direnmeye devam ettiğini gösterdi.
Sol açısından bu seçimler birçok açıdan önemliydi. 1997 yılında milletvekili seçimleri arefesinde kurulan Çoğul Sol Koalisyon, o tarihten bu yana ilk kez seçimle sınanıyordu. İlk kurulduğunda, Sosyalist ve Komünist partileriyle Yeşiller ve Yurttaşlar Hareketi’nden oluşan Çoğul Sol Koalisyonu, bu kez de seçimlerin ikinci turunda hemen hemen her yerde birleşti. Ama seçim sonuçları, Çoğul Sol içindeki güç sıralamasının değiştiğini, ikinci güç konumunda olan Komünist Partisi’nin artık Yeşillerin arkasında, üçüncü sırada yer aldığını gösteriyordu. Sol koalisyonun solunda yer alan “solun solu” hareketlerin birinci turda aldığı toplam oy, neredeyse Komünist partisinin oylarına yaklaşıyordu. Birçok bağımsız ve küçük gruplardan oluşan bu sol hareketler, bazı belediye meclislerine girmeyi başararak, siyaset sahnesinde kalıcı konumlar kazandılar.
Sosyalist Partisi ise, Paris ve Lyon belediyelerini kazanmanın yarattığı prestiji öne çıkararak, bu seçimlerde yerel unsurların ağır bastığını, bu nedenle bir yıl sonraki parlamento ve cumhurbaşkanı seçimlerinin ilk turu olarak algılanmayacağını belirtiyordu. Buna rağmen, sosyalistlerin, dört yıllık iktidardan sonra göreli olarak bir erozyona uğradığını partinin önde gelen yöneticileri teslim ediyorlardı. Seçimin önemli sonuçlarından biri, düşük gelirli seçmenlerin anlamlı bölümünün bu kez oy vermemeyi tercih etmesiydi. Çoğul Sol Koalisyon, orta ve üst gelir gruplarında yer alan ücretlilerin oylarını çekmekte gösterdiği beceriyi, alt gelir gruplarındaki kesimler için göstermekte zorlanıyordu. Fransa’da “halk kesimleri” olarak adlandırılan bu kitlenin, aşırı sağ ve popülist sağ partilere oy vermekle sandık başına gitmemek arasında bocaladığı ortaya çıktı. Solun solu bile, bu kesimden beklenen tepki oylarını alamadı.
Sosyalist Partisi genel sekreteri François Hollande, solun “halk kesimleri”nden uzaklaştıkça seçimleri kaybetmesinin mukadder olduğunu iddia etmesine karşılık, eski Maliye Bakanı Strauss-Kahn ise, “seçimlerin merkezden oy tırtıklayarak kazanıldığı” tezini tekrarlıyordu. “Burjuva bohemler” denilen bu elit ücretli kesimin Paris belediye seçimlerinin sol koalisyon tarafından kazanılmasında önemli bir payı olduğunu kabul edenler, bunun Paris’e özgü bir durum olduğunu da vurguluyorlardı. Taşrada ise, bu “yeni burjuvazi”nin alt ve orta gelir grupları için bir çekim gücü olmak yerine, itici bir işlev gördüğü iddia edildi. Üst gelir grubunda olmakla beraber sola oy veren bu yeni burjuvazinin, taşranın orta ve alt tabakalarına, hazcı, kendinden emin ve “dışarlıklı” bir görünüm sunuyordu. Ama asıl sorun, küresel dinamik içinde kaybetme korkusu olmayan bu “bohem burjuvaların” sergiledikleri özgüvenle, küreselleşmenin olumsuz etkilerini artık eteklerinde hisseden diğer kesimlerin taşıdıkları korkuyla bezenmiş iki ayrı dünyanın varlığıydı. Ulusalcı solun önde gelen sözcüsü Chevenement, “yalnız ‘bohem burjuvaların’ oylarıyla herhangi bir adayın seçimleri kazanacağına nasıl inanılır?” sorusunu sorarken, aslında Jospin hükümetinin dört yıllık bilançosunu, kendi yönünde yontuyordu.
Daha büyük adımlarla değişmekle, ayaklarını sürüyerek değişmemek arasında bocalayan Komünist Partisi için de, küreselleşme karşıtı hareketler, Troçkistler, anarşistler, özyönetimci bölgeciler, sivil girişimciler gibi farklı hareketlerden oluşan “solun solu”nun rekabeti endişe uyandıracak boyutlardaydı.
Yeşiller’in muhtemel cumhurbaşkanı adayı Mamere de benzer bir tavır alarak, “solun, dışlananlara yönelik yeni bir toplumsal arz üretmesinin elzem olduğunu” vurguluyordu. Yeşiller, haftalık yasal iş süresini 35 saate indiren yasanın daha hızlı uygulanmasını, “üçüncü sektör”ün desteklenmesini, fakir banliyölerde güvenliğin yeniden tesisi için buralara özgül istihdam programlarının yürürlüğe girmesini, asgari gelir hakkının alt yaş sınırının 25’den 18’e indirilmesini, ve asgari gelir sınırının yükseltilmesini, üst gelir gruplarının yararlandığı gelir vergisi indirimlerinin azaltılmasının elzem olduğunu iddia etmeye başladılar. Komünistler de, seçim sonuçlarının, halk kesimleri tarafından hükümete yollanmış bir ihtar mektubu olduğunu, hükümetin asgari ücret ve güvencesiz işler konusunda yeni hamleler yapması gerektiğini ifade ettiler.
Belediye seçimi sonuçları, iktisadî ve sosyal göstergelerin düzelmesinin, seçim kazanmak için yeterli olmadığını gösteriyordu. İşsizliğin üç yıldan beri hızla azaldığı, enflasyonun yok denecek kadar zayıf olmaya devam ettiği, önemsiz bir bütçe açığıyla hatırı sayılır bir büyüme hızını yakalamış olan Fransa’da, sol partiler, iyi iktisadî sonuçların seçmenleri cezbetmek için yeterli olmayacağı olgusunu keşfettiler. Üstelik yaratılan istihdam, güvencesi zayıf ve düşük ücretli işlerde yoğunlaştığı için, insanlarda güvenli bir gelecek duygusu yaratmıyordu. Bunun yanında, iktisadî gelecek konusunda daha az endişeli olmaya başlayan kesimlerin, toplu yaşamdaki aksaklıklar, özellikle çevre kirliliği, güvenlik, eğitim kalitesi gibi konularda daha talepkâr oldukları ortaya çıktı. Emeklilik sisteminin geleceğinin sürdürülebilir olmaması tehlikesine ilaveten, üst üste gelen deli dana, şap ve benzeri gıda güvenliği sorunlarıyla iktisat merkezli toplumun tehlikelerine karşı duyarlı olmaya başlayan bu kesimler, iktisadî göstergelerin düzelmesiyle yetinmeyen bir talepler dizisi ifade etmeye başladılar. Bu taleplerin anahtar kelimeleri, güvenlik, yaşama uyumlu çevre ve günlük yaşam kalitesiydi. Bu talepler, salt kamu harcamalarıyla karşılanacak türden değiller. Üstelik sol, asgari gelir güvencesi gibi, kamu kaynaklarını kullanarak yapılabilecek toplumsal dayanışma girişimlerini de hayata geçirmekten geri kalmamıştı.
Bir yıl sonraki çifte seçimler dikkate alınırsa, Fransa’da sol koalisyonun, iktisat politikasını köklü biçimde değiştirmesi zor gözüküyor. Ama gelecek seçimlerin bir yenilgiye dönüşmemesi için de, sol koalisyonun yeni toplumsal beklentilere uyumlu cevaplar üretmesi de elzem. Fransa’da solun karşısında, refah toplumu içinde dayanışma, güvenlik ve yaşam kalitesi beklentilerini tatmin edecek yeni politikalar nelerdir, bunlar nasıl sürdürülebilir biçimde üretilebilir sorusu duruyor.