Kanaat beyan etme ve kanaat özgürlüğü talepi, bir Aydınlanma icâdıdır; burjuvazinin toplumsal eğitimini tamamlamasında, tanrısal ve dünyasal söz sahiplerine karşı toplumsal varlığının kanıtlanmasında kullandığı asıl araçlardan bir tanesidir. Greklerdeki kanaat ifade etme sanatının, modern dönemlerdeki kanaat eylemlerinden farklı bir boyutu vardı: orada esas olan kanaatin, disipline edilmesi ve kanaat olarak eksiksiz kılınması çabasıydı. Oysa Aydınlanma’da önemli olan öncelikle kanaate özgürlük tanınmasıdır. Kanaat sahipliği, mülk sahipliğiyle özdeş olduğundan kanaat beyanı için başka bir norma ihtiyaç duyulmaz. Kanat ifade etme alanlarının masonik yapısı, bizi zaten başka bir “şebekenin” örgütlenmesine götürmektedir. Burada kanaat sahibi olmak zaten bir loncaya ait olmak anlamını taşır. Weber’in Amerika’ya ilişkin gözlemlerinden birisi şudur: bazı Protestan kliklere girebilmenin şartı, varlıklı olmaktan geçer.
Yeni yetme bir kişiliğin, yapacağı en iyi şey, kuralı sonradan keşfetmesidir: hep nesir yazdığını fark eder. Bu yüzden kanaat beyanı normatif olmaktan çok, istem ifadesi olarak kurumsallaşır. Kanaat her zaman kamusal olarak işlevsel olacağından, bir “vasata” (medium) ihtiyaç duyar. Böylece kanaat beyanını mümkün kılacak araçların geliştirildiğine tanık oluruz. Burada sadece gazete vb. organlara değil, edebî sanatlara da yansıyan bir eğilimden bahsetmek gerekir. Diderot’nun komedya ve tragedya arasındaki ayrımından şunu öğreniyoruz: üzerinde kanaat beyan edilebilecek “bireyler” ve “tipler” vardır- gülerek ya da ağlayarak. Giderek tarihin, toplumun, sınıfların, ve elbette dinin bir kanaat konusu olmasının yolu da açılacaktı. Keza sağ ve sol arasındaki politik gerilimin, bir kanaat konusu hâline gelmesinin de. Süreç içerisinde her şeyde olduğu gibi, kanaat konusunda da bir tür “derecelendirme” yaşanacak ve kanaatin bir önderlik kurumu aracılığıyla gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Medya araçlarının şaşalı demokratizasyonu, bize modern toplum adlandırmalarından birisini daha hediye edecektir: kanaat toplumu.
Bir kanaat toplumu olmanın kaçınılmazlığında, her kanaat aynı zamanda bir mübadele ögesidir. Bu yüzden rekabete uyarlanmıştır; rekabet şartlarının dışında var olamaz. Kanaatleri geçerli kılan şartlar, bize her zaman kanaatlerin kendi başlarına bir anlamı olmadığını söyler. Kanaat sahipleri, kendi adlarına söz almazlar: temsil ettikleri ortaklıkların güç gösterisinin (çünkü her zaman merkezî bir güce “eklemlenme” telaşındadırlar) işareti ve sonucu olarak konuşur. Her gün giderek artan bir şiddetle kanaat akınına uğramamızın nedeni, kamusal aydınlanmaya yönelik bir iradenin varlığından çok, sömürü imkânlarının daralmasının bilincine varılmasıdır. Bu daralmanın yarattığı saldırganlığın ortalığa daha fazla kanaat saçılmasıyla gizlenmesi ya da açığa vurulması karşısında, kanaate karşı bağışıklık kazanma pratiklerinin geliştirilmesi gerekir. Elimizde, kanaat olmanın iğvasına kapılmayı reddeden ve kendisini “düşünce” olarak adlandıran eski usûl bir silâhtan başka bir şey yok. Ancak var olanı kavrama ve var olandan daha iyisini isteme olarak düşünce için neredeyse bütün yollar kapalı.
Kendisini pazardan kurtarmaya çalışan, en azından bir kanaat olarak yaftalanmayı reddeden her düşünce biçimi, sanki bir “yere” ait olmak zorunda: böylece ya üniversite ve medya gibi artık pazarın gözde kurumlarının yerleşik formülasyonlarına sıkıştırılır ya da bu sıfatla var olan özneyi de dolaşıma sokmakta asla engelleyici davranmayan bir öznellik endüstrisinin tekilliği bağışlamaya dayalı horgörüsüne müracaat eder. Böylece kanaat serdetmenin, düşünce sahibi olmaktan hem daha özgürlükçü olduğu hem de bilimin olgulara itibar etmeyi buyuran soğuk objektivizminden uzaklaşıldığı yanılsamasıyla birlikte hareket etmesi sağlanmış olur. “Benim bir kanaatim var; oy ve vergi veriyorum; yurttaşım; tüketiciyim; duyarlıyım; ülkemin ve dünyanın sorunlarıyla ilgiliyim- görünür bir yüze sahibim.” Etraftaki ses kalabalığı anlamlı bir cümleye dönüştüğünde, taleplerden çok ki bu taleplerin hemen hepsi haklılaştırılmamış bir toplumsal tasarı buyurganlığının eli kırbaçlı görevlilerinin günlük mesaisi olarak arzı endâm eder, talep sahiplerinin “benliğiyle” karşı karşıya geliriz. Kendisinin dışındaki her şeyi ancak kendisine değdiği ölçüde anlamaya, anlayış göstermeye yatkındır; kendisiyle ilgili olarak her şey tarafından ayartılabilir. Teşhirciliği bundandır. Bu nedenle birbirinden mahiyet itibariyle bütünüyle farklı kanaatlerin sözcüsü olarak kamusallaşmaya itiraz etmez.
Bu katışıksız benlik tapınması, kendi kanaatini genel Aydınlanma sürecinin vazgeçilmez bir parçası olarak sunar. Tarihin, sosyolojinin ya da felsefenin kısık sesle söylediği şeyleri, muhtevası çarpıtılmış hakikatler olarak kavrar ve Aydınlanmayı bu hakikatleri reddetmeye çağırır. Eğer tarihten, sosyolojiden ya da felsefeden “öğreneceği” bir şey olduğuna karar verirse, kılı kırk yaran bir uzmanlık gösterisini, tarihsellikten, toplumsallıktan ve düşünümsellikten edinilebilecek bütün deneyimlere tercih eder. Acı, ölüm, hastalık, sarhoşluk, takva, vecd, açlık, deprem bir uzmanlar ordusunun sözlüğüne doğru uçuşur: tekil durumları yanlışlayabilecek genel eğilimleri, genel oluşumları yoksayacak özgül durumları bu sözlüğün eşliğinde keşfetmeye çağrılırız. Gazeteden, televizyondan, internetten bizi seçen göz, yanılmamamız için sunduğu kılavuzların işlevselliğinden o kadar emindir ki, kanaat beyanlarımızın mümkün bir arşivini hazırda tutar. Geçmişte neyi beyan ettiysek, gelecekte neyi beyan edeceksek, bu beyanlarımız geçmişi ve geleceği nasıl kuruyorsa, “onu da” barındıran bu arşivin hazır tutulmasında araçsallaştırılan teknolojiyi, sicilimizin temiz çıkmasında asla kullanamıyorsak, bu sadece, hep aynı şeyi istediğimizin bir kanıtı olabilir.
Derinlik iddiasındaki her düşüncenin “yaranamadığı” bir moment vardır artık. Oradan başlayarak etrafımızı kuşatan gerçekliğe yönelik kırılganlık, sonuçta dilsizleştirici bir tevekkülü her şeyin üstüne koymaktadır. Düşüncenin gücüne ilişkin hamaset, eğer bir entellektüel yanılsaması olarak durmuyorsa, ancak başka bir şey yapamamanın alçaltıcı itirafı olarak değer kazanır. Bilimlerde ve sanatlarda, çalışmayı ve ürünü yücelten Protestan işbilirlik, kademede, galeride, dergide yer bulamadığında işporta mallar satıcısının çığırtkanlığından medet umabilir. Öte yandan bilimlerdeki ve sanatlardaki hiyerarşinin, hepsi standardize edilmiş ürünlerin sayısıyla ölçülür olması, bilim ve sanatın kendisini hakikatin temsilcisi olarak koymasındaki trajediyi daha da derinleştirir. Kanaat sahiplerinin kamuoyuna yönelik seslenişlerinde artık hiç çekinmeden bilim ve sanatı yanlarına davet etmelerinin bunların zaten bu türden bir evcilleştirilmeye evet demelerinden ötürü gerçekleşmediğini kim iddia edebilir?
Düşünceyi bir yaranma olarak algılayan zavallılığın, sezişi, haykırışı ya da küfredişi konformizmin değiştirilebilir çöp kutularına doldururken yakalandığı her ân, irkilmektense kirlenmeyi yeğleyen bir günahkârlık olarak beden kazanır. Sokaktaki adamın, her türlü iğvaya teşneliğinde, konuşabildiğine inanmasının da payı vardır - konuşan toplumun ideali, toplumun kendi hakkında uygun ve rasyonel hiçbir iddiasının bulunmadığı gerçeğini ortadan kaldırmaz; tam tersine Greklerin kanaat beyanını terbiye altına almaya yönelik tutumlarında ne kadar haklı olduklarını gösterir. Küçük adamı hedef alan bütün hakaretnâmeler, çağcıl insanın kör bir varoluşa katlanmakta zorlanmadığından bahseder: meselenin öbür yüzüne bakıldığında, başkaları için çizilen resmin, tam da “çizere” uyduğunu şaşılacak bir berraklıkla görülecektir. “Küçük” ve “büyük” adamlar arasındaki toplumsal ve kültürel mesafe aşınmıştır ve farklılıklar sadece “credit history” olarak anlamlıdır - sizi, bir şey yerine koymaları açısından harcadıklarınız, harcama sürekliliğiniz ve harcama kalemleriniz önemlidir artık.
Gerçek ile yalanın, nezaket ile kabalığın, medenilik ile barbarlığın birbirine iliştirilmesi, ayrımları, ölçüleri gözden ırak tutmayı “beceren”, herkesi kendi günâhına ortak etmekten çekinmeyen bir ataklığın taraftarlarının artmasını mümkün kılan bir kanat sahipleri demokrasisinin yarattığı tuhaf bir anomiden söz edebiliriz: sözü herhangi bir kurala bağlı olmaktan çıkararak, bizzat kural haline koyan bir anomiden. Böylece sözün despotizmine varırız. Kamuya seslenen bir sözün, kendi muhtevasını tartışmaya açmaya gönülsüz oluşunda sezilen kibir, tartışma ısrarını bastırmaya yönelik bir cebrin de habercisidir. Bu cebirle, konusunu bulamayan her konuşmanın var olanı olumlamaya can atan bir sonunun olması sağlanır. Felâket tellallarının iyi bir gelecek muştucusu olmalarında bu yüzden şaşılacak bir yan yoktur.
Elimizde kalan, kurumsal olarak yeterliliğine ve bireysel olarak yeteneklerimize ilişkin kuşkularımız saklı kalmak kaydıyla, eleştiri hakkıdır. Elbette eleştiri kendi başına hiçbir şeyi garanti etmez; eleştirinin kendi başına özgürleşimci bir talebi dillendirmediği durumlara da tanık olabiliriz. Eleştirinin bir avuntu kaynağı, bir içerleme pratiği, kendi derinliğindeki asaleti gündelik hayattaki sefaletten üstün tutan bir savunma mekanizması olarak işleyebileceğini inkâr da edemeyiz. Üstelik günümüzün giderek kalabalıklaşan kavramlar dünyasında, gerçek bir eleştirinin kullanacağı araçların neler olduğu konusunda kılı kırk yaran bir uzman diktasının, eleştiriyi yalnızca şikâyet etme hakkı olarak bile kullandırmamaya yeminli mükemmeliyetçiliğini de görmemezlikten gelemeyiz - biz istemesek dahi var olan bir sürü şeyden bir tanesi olarak. Eleştirinin kendi içsel mantığı ve tutarlılığıyla, gözettiği, eğer gözetiyorsa tabiî, pratik yarar arasındaki uyumun nasıl sağlanacağı konusundaki tereddütlerin, bireyi eleştiriden vazgeçmeye götürecek ölçüde somutlaşmasında ortaya çıkan çekingenliğin maliyeti konusunda karamsar olmak gerekmez mi? Yoksa zaten kendi çelişkileriyle boğuşan ve benzerlerinden hiçbir özsel farklılığı bulunmayan bir kanaatten daha kurtulduğumuz için mi şükretmeliyiz? Eleştiriyle, kanaat bildirimi arasındaki yapısal farklılıkları dikkate almadan atılacak herhangi bir adımı reddetme konusunda gösterdiğimiz aceleciliği, herhangi bir eleştiri nesnesinin varoluşuna karşı çıkma konusunda gösteriyor muyuz?
Sonuçta şunu söyleyeceğim medyanın, pazarın, devletin, akademyanın, oluşturduğu şartlar, okuyan yazan insanları hem kanaat alıcısı hem de vericisi olarak seferber etmeyi amaçlayan bir mekanizma oluşturmuş durumda. Bu mekanizmayı yok saymanın pratikte bir faydası yok. Asık suratlı bir yok saymanın, şen şakrak bir kabullenmeyle farkını inkâr edenlerden değilim ve tercih etmek durumunda kalırsam, elbette ilk tutumu tercih ederim. Ancak buradan bu mekanizmanın daha iyi kullanılabileceği ya da bu mekanizmanın içinden de iyi bir şeyler çıkabileceği sonucuna varacak kadar ümidvâr olmamak gerekir diye düşünüyorum. Bu nedenle kanaat beyanı gönüllülüğüne soyunmak yerine, eleştiri hakkına sahip çıkmayı öneriyorum. Kanaatlerimizi merak edenler eleştirilerimizi de merak ediyorlar mı, kanaatlerimizi dinleyenler eleştirilerimizi de dinliyorlar mı? Kanaatlerimize değer verdiklerini söyliyenler, eleştirilerimiz için de aynı şeyi söylüyorlar mı? Elbette, hayır. Eleştiriye, hemen boşaltılan bir şikâyet kutusu olarak bile geri dönmek için daha iyi bir nedenimiz olabilir mi?