Zapatistalar, İyi ki Varlar...

“Marcos, San Francisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysicro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Mexico City’nin varoşu Neza’da bir çete mensubu, folk müziğinin kalesi Ulusal Üniversite’de bir rocker, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, Soğuk Savaş sonrası çağda bir komünist, ne galerisi ne müşterisi olan bir sanatçı.... Bosna’da bir barışçı, Türkiye’de bir Kürt, Meksika’nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen CTM sendikasında grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat onda metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı ne okuyucusu olan bir yazar ve tabiî Güneydoğu Meksika dağlarında bir Zapatacı’dır...” (Dünyanın Balkonundaki İsyancılar, Fikret Başkaya, Temel Demirer, Sibel Özbudun)

Sizleri bilmem ama, benim Zapatistalar ile tanışmam, ezberimi bozan bu şiirsel metin ile oldu... Bütün renkleriyle devrimcilerin, tarih, ayna ve öteki korkusu içinde çırpındığı, yeni bir sosyalizm tahayyülüne mecal olmayan bir dönemde düş kırıntıları gibiydi Zapatistalar. Bildiklerinin, sol resmî tarihlerden öğrendiklerinin dışına çıkmak, ötesine geçmek, hattâ bazılarından kopuş yaşamak istiyorlardı. Belli ki, hayatlarımıza yön vermiş teorilerimizin ve pratiklerimizin esastan ve usülden hataları vardı. Belli ki bir dönem, tarihin emri siyasetin kavliyle kapanmıştı... Adalet ve özgürlük için ormanın içlerine, cangılların derinliklerine çekilmişlerdi... Aynaya ilk bakan, öteki’ni ilk keşfeden, kendi tarihleriyle yüzleşmek için tarih korkusunu ilk terk edenlerdendiler... Ayna korkuları yoktu... Çünkü bildik kavramlar, biriktirilmiş hayatlar yetmiyordu... Değişim isteği başlamıştı çünkü... Sosyalistlerin kendilerini bütün zamanlarda cevap anahtarı gibi kurdukları bir dönemin çöküşünden sonra yeni sorular bulmuşlardı, ama bütün sorulara yanıt vermek gibi bir tarzları yoktu... Yeni bir hayatın acemileriydiler...

Komutan Yardımcısı Marcos’un Chiapas ormanlarında yapılan Kıtalararası Buluşma’da söyledikleri, yeni ve zahmetli bir yolu göze almakta olduklarının işaretleriyle doluydu:

“Mücadeleye başladık. Sonra, geçen sürede, kendimize kim olduğumuzu ve ne yaptığımız sorduk. Kendimize ait bulduğumuz yanıt ve açıklamaların, yeterli olduğunu ya da her şeyi tamamen açıkladığımızı söyleyemeyiz. Biz yeni bir yolu arıyor, deniyor ve inceliyoruz... Yeni politika yeni teori gerektirir. Biz mücadele ediyoruz ama dünyayı kendimize benzetmek için değil, bu dünyada herkesin yeri olması gerektiğine ve insanlığın mutlu olmaya hakkı olduğuna inandığımız için mücadele ediyoruz.”

Oturmaları, kalkmaları, dans etmeleri, konuşmaları anında “efsane”ye dönüşüyordu. Bir sihir/keramet vardı onların tarz-ı siyasetlerinde. Olmalıydı... Oldu da... Çünkü, Türkiye’deki benzer çabalar, yeni bir dil, yeni bir sosyalizm yorumuna dair büyük bir coşkuyla oluşturulan ÖDP, bileşenlerin birbirlerine ve tarihe verdikleri sözler unutularak, en önemlisi de projenin aslı uygulanmadan neredeyse heder edildi... Çünkü, Türkiye’deki muhaliflerin “yeni bir hayatın acemisi olmayı” söz verenlerinde bile tarih, ayna ve öteki korkusu vardı...

Ama Zapitastalar, uzaktaki, ormanın derinliklerindeki yerli kardeşlerimiz, “başka türlü bir şey benim istediğim” dizelerindeki çağrışımların izdüşümü olmakta ısrar ve inat ediyorlardı... Evet, başka türlü bir devrim, başka türlü bir sosyalizm... “Aleyhistanda yeni bir lehçe olmak” böyle bir şeydi...

Evet, ben, girişteki lirik metinden tanıdım daha çok onları... Ve sevdim... İçimden doğru, düşümden doğru sevdim onları... Ve izlemeye, kavramlarının ve pratiklerinin izini sürmeye, ben’deki, biz’deki karşılıklarını bulmaya çabaladım... Meksika hükümetinin gerçek kimliğini Refael Guillen olarak ilân ettiği Marcos için, ABD’de yayımlanan San Francisco Chronical dergisi, gay olduğu için işten atıldığını yazmış, Meksika Başkanı Zedillo, Marcos’u “zengin çocuğu ve gay” olarak teşhir edip, meşrûiyetini sarsmak istemiş, bu çarpıcı yanıt ile etik hegemonyayı Zapatistalara kaptırmıştı. Çünkü Marcos ve Zapatistalar devletin bu “suçlamasına!” devrimci kültürün içinden geleneksel bir yanıt vermeyerek öteki dili seçmişti. İşte ezberimizi bozan da, metnin “şairaneliği”nin ötesindeki bu derinliğiydi. Devletin ve toplumun böylesi geleneksel hücumlarında solun savunma mekanizmasıyla hareket ederek verili geleneğin içine kıvrıldığını, yanıtlarını oradan devşirdiğini biliyoruz. Tarihimiz, somut şartların somut analizi gereğince yapılan metinlerle doludur. Kitlelerden kopmamak, halka yabancılaşmamak, halkın değer yargılarıyla çelişmemek gibi “tarihsel zorunluluk” ve “somut şartların somut tahlili” kaleminden gerekçelere sarılmak, dün de bugün de solun yenilendiğini iddia eden sektörlerinde bile egemen refleks olarak devam etmektedir. Marcos’un, iddia makamının iddialarını yalanlamayarak tersini yapması, “suçu” üstüne alması, bir yanıttan fazlasını içeriyordu. Yeni bir sosyalizm tahayyülünün, yeni bir dilin imkânlarının bir kısmının Meksika ormanlarında, Chiapas yerlileri arasında da biriktirildiğinin işaretiydi bunlar... Böyle bir “suçlama!” bizdeki sol hareketlere ve önderlerine yapılsa, hangi araçlarla, hangi dille, hangi içerikle yanıt verileceğini kestirmek zor değil. Öteki siyasal kimliğe, öteki cinsel kimliğe karşı “öteki korkusu” içinde yaklaşan bir devrimcilik ve sosyalizm yorumunun, verili olan etik/ahlâkın içinden yanıt vermesi doğaldır! Legal ve illegal sol kollektiflerin edebiyatlarında “kadın sorunu, feminizm, öteki cinsel kimlik” üzerine yazılan yazılara bakmak hangi noktada olduğumuzun kanıtı olabilir. Bu şiirsel metin, yeni dilin olanaklarını, ezilen ya da sömürülen, dışlanan öteki’nin bakışını, kendini öteki yerine koyarak da bakmanın gerektiğinin de ötesinde bir hali imliyor. Alışkanlıklarımızın sınırlarının aşındığı ve aşıldığı ezberimizi bozan yer kendimizi ele verdiğimiz yerdir. Ayna ve tarih korkusunun, öteki korkusunun terk edilmesi gereken, iddia makamının bütün iddialarının üstlenildiği bir karar ve tercih anı. Maskeli Marcos’un, maskesiz maskelilerin maskelerini indirdiği, “kabulümdür” diyerek üstlendiği lirik ve şiirsel metin hayatımıza yeterince tercüme edilmedi.

İKTİDARI İSTEMEYEN GERİLLALAR

“Zapatizm sivil bir muhalefettir, bir kesim silâhlı olsa da, askerî bir muhalefet değlidir...” Marcos

Zapatistalar, son yürüyüşlerinde kullandıkları yöntemler ve dil ile de yeniden ezberimizi bozdu. Binlerce görüntünün ve sözün insanı kuşattığı, gerçeği ve düşleri küçültmeye yetenekli olduğu günümüzde, maskeli bir imge olarak Zapatist yerliler, ormandan evlerimize, kavramlarımıza taşınınca biraz şaşırdık ama pek de önemsemedik. Oysa Zapatistalar, görme biçimlerimizde ve politik kültürümüzde yeni bir halin kapısını aralıyorlardı. Çünkü, hareketin silâhlı mücadele-iktidar, silâhlı mücadele-siyasî mücadele, sivil toplum gibi sol edebiyattaki kavramlar karşısında konumlanışı geleneksel gerilla hareketlerinden çok farklıydı. Ordu olarak örgütlenen EZLN’nin “eşitlik”, “özgürlük” ve “hegemonya” gibi kavramlara yüklediği anlamlar farklı olmanın ötesinde aykırıydı. Silâhlı mücadele yürüten bir hareketin iktidarı istememesi, anlaşılır bir şey değildi! Onlar postmodern fantezilerle devrimin gerçeklerini karıştırıyorlardı! Marcos olsa olsa liberal bir Che olabilirdi! “Zapatistalar, şahane bir postmodern gerilla hareketi... Klasik gerillayı, gerilla olmaktan kurtaran bir post-gerilla hareketi?” diyenler vardı... Bütün zamanlarda sol kültürün en kötü hallerinden kabul edilen, “iktidarı istememek” de nereden çıkıyordu ve ne kadar açık savunuluyordu! Bu aslında devrimi istememek, eşitlik, özgürlük istemlerinden vazgeçmek değil miydi? Anlamaya değil, anlamamaya çalışan bunca soru içinde Zapatistalar ise, damlaya damlaya sol olmaya devam ediyorlardı. Oysa, Latin Amerika’daki klasik gerilla hareketlerine benzemeyen başka türlü söyleyen ve eyleyen bu yeni hareketin, başka türlü bir gözle okunması ve hayatlarımıza tercüme edilmesi gerekiyordu. Bunun anlamı, kavramlarımıza, hayatlarımıza, öteki hayatlara yeniden bakmak, ayna korkusunu, öteki korkusunu atarak kendimizle yeniden yüzleşmenin kapısını aralamaktı...

Öte yandan Zapatistaların Latin Amerika’daki ve dünyadaki gerilla hareketlerinin ötesinde sempati kazanmalarının bir sırrı olmalıydı.

Belki de yeni bir dilin imkânları gizliydi, kar maskelerinin ve beden dillerinin arkasında... Küreselleşme karşıtı hareketlenmelerin içinde de yeni bir dilin imkânları vardı ve buna ihtiyacımızın olduğu besbelliydi... Bu, kestirmeden, geleneksel sosyalizm yorumu ile yeni bir sosyalizm yorumunun çatışmasına da indirgenemezdi. Çünkü gerçekte, herkes karmaşık bir süreçten geçmekte ve bu sürecin ortaya çıkardığı yeni kavram ve pratiklerin, biriktirilenlerin son kullanılma tarihlerinin ne olacağı belli değil. Burada önemli olan, Zapatistaların kendilerinden daha fazla bir şey olmaları gerçeğiydi, bu da onlara yeni bir gözle bakmanın gerekliliğiydi. Sorunu, Che’den bu yana bazen yükselen, günümüzde ise inişe geçen gerilla romantizminin yeniden yükselişi olarak görmek de işin kolayına kaçmaktı. Bu yazıda altını çizmek istediğim, bu özgün hareketin, yeni bir sol tahayyül için yeni imkânlar da içerdiğinin kabûlünden hareketle işaretlerin yeni bir gözle okunması gerektiği... Çünkü, solun tabu haline getirdiği ve neredeyse amaç kıldığı, “iktidar” gibi kavramlarla sorunları olduklarını, sorunlarımız olması gerektiğini söyleyip duruyorlar. Öte yandan solun, en kötü hal olarak, tüzüğünden ve programından kovduğu, “sivil”,”yatay” gibi lanetlenmiş sözcüklerin altını çizerek savunuyor...

Evet, Zapatistalar, dünya solunun ezberini bozmaya devam ediyor hâlâ...

YENİ BİR DİLİN İMKÂNI

“Birbirimize karşı toleransa ve birbirimizi anlamaya muhtacız. Birinin diğerine hükmettiği politika, bu buluşmanın harcı değil ve olmamalı... Baskı çemberini kırmak ve tarihi monoton bir dans olmaktan kurtarmak için birbirimize karşı toleranslı ve muhtaç olduğumuzu unutmamalıyız...(...) Dün akşam, dans etmenizi güçleştirdiyse de, yağmur gelmenizi engelleyemedi... Ne iyi ettiniz de buraya geldiniz...” (Marcos)

Zapatist hareket, politik dil, sanat dili ve gündelik hayatın bilgeliği üçlemesiyle geliştirdikleri yeni bir dilin kırıntıları gibi... Bu durum, teori ve pratik, yorumlama ve değiştirme ikileminin de ötesine taşan, daha fazla bir şey. Bir kere özgürlük ile politika arasındaki ilişkinin özdeşleştirilmesine, diğer özgürlükçü hallerin de birer kuvvet olarak denkleme sokulmasını önermiyorlar, yapıyorlar. Marcos yoluyla edebiyatlarına soktukları şiir, felsefe ve imge dili, politik dilin kabalığını, kendini bütün diğer disiplinlerle özdeş kılan geleneksel politik dilin çok bilmişliğini ve indirgemeciliğini aşıyor. Geleneksel politik dilin tarih boyunca sürdürdüğü sızdırmazlık böylece ortadan kalkıyor ve politik dil artık başka türlü işliyor. Politikanın ve politik dilin iktidarı da böylece yeni sınırlara, yeni geçişlere, yeni paylaşmalara imkânlı hale geliyor... Bu bir bakıma politikanın ve ya da politik kavramların şiirden, felsefeden, edebiyattan özcesi, dışlanmış, öteki insanî hallerden/disiplinlerden özür dilemesi anlamında da okunabilir. İnsanî, salt politik hale indirgeyen, diğer bütün halleri yorumlamanın ve değiştirmenin dışında tutan, ya da artakalan olarak gören kavrayışın tersini zorluyor Zapatistalar... Zapatista örneği, öte yandan politik dilin estetikleşmesi, estetik dilin politikleşmesi anlamına da geliyor. Bunun sonucu olarak da, politikanın estetik hale getirilmesi... Böylece politik dil yeniden yorumlanıp içeriklendiriliyor... Bir Zapatista uzmanının “yani siz onların şiirle devrim yapacaklarını mı söylüyorsunuz?” şeklindeki soruya verdiği “Şiirsiz devrimin olmayacağı görüldü” şeklinde özetlenebilecek yanıtı, çok katlı okumalara kapı aralar gibi.

Gerilla teorisi ve pratiğinin en eski isimlerinden Dauglas Bravo, 3-8 Nisan 1996 tarihleri arasında Chiapas’ta düzenlenen ilk kıtasal toplantıda “Bu ormanın ortasında şiirsel özellikler taşıyan insanî bir gerçek yaşanıyor...” diye özetlemişti görüşlerini...

Gerçekten de, hayatı, devrimi ve sosyalizmi politika teorisine ve pratiğine indirgeyeceksek, dans etmeyeceksek, şiir yazmayacaksak, sürekli olarak program ve tüzüğe göre âşık olacaksak devrim ve sosyalizm ne işe yarar ki... Bu nedenle de belki de, en iyisi, devrim yap denize at, demeyi bilmektir... Belki de Halik bilmezse Halk bilir... Yapılanı, tekrar devirmek, alışkanlıklara sürekli itiraz etmek değil midir devrim? Belki de en iyisi, devrim yapmak değil, devrim olmaktır... Zapatistalar’ın işaretlerinden ben bunların ipuçlarını okuyorum...

Öte yandan gündelik yaşamın bilgeliğinin, Chiapas yerlilerinin aracılığıyla hareketin diline dile girmesi, ezilenin dilinin yeni bir dili içeriklendirmesidir... Devrimin güncelliği, gündelik hayatın bilgeliği, ya da kabaca pratik denilen şey, bizim toplam hayatlarımızdan ve toplam soyutlamalardan daha fazla bir şeyse eğer, yerli dilinden de devralınarak oluşturulmuş bir bilge dilin, çoğu zaman “reel teori”den daha fazla işlevsel olduğunu ve Kızılderilileri özgürleştirdiğini görüyoruz... Yerlilerin harekete katılımı sadece dil yoluyla da değil... Yerliler örgütlenme ve karar mekanizmalarında yalansız yer alıyorlar.. Yerli meclisleri ve geleneksel yerli bilgeleri yalansız bir şekilde hareketin içindeler.

1995 sonbaharında Chiapas’ta yaşayan yerlilere, “gelecekleri konusunda ne düşündükleri” sorulunca, kabilelerden devşirilen, 1756 kabileden yerlilerin yanıtları, politik sözcülerinin, umutlarının, EZLN olduğunu kabulün fotoğrafını verdi... Evet, bu bir “umut enternasyonalizmi”ydi... Ormanda ve her yerde...

ŞİMDİDEN KAZANILAN

Sol tarih, 12 Eylül öncesinde hayatta karşılıklarımızın olduğu, birbirimizde olmadığı bir dönemden sonra, 12 Eylül sonrasında, hayattaki karşılıklarımızın neredeyse hiçlendiği, birbirimizdeki karşılığımızın görece arttığı (zor koşulların dayanışması, cezaevleri vs) bir aşamadan sonra, hem hayatta hem de birbirimizde karşılıklarımızın en az olduğu trajik bir dönemi yaşıyor... Yeni bir sol tahayyülün teorik ve politik imkânlarının biriktirilmesi gereken bu özel dönemde Zapatistalar moral kaynaktan, bir alkışlık heyecandan fazla bir şey olarak okunmalı. Her şeyden önce bu hareketin daha şimdiden dağarcığımızda bir şeyler biriktirdiği önemsenmeli. Devlete, içinde yer aldığımız geleneklere, birbirimize ve hattâ kendimize yenildiğimiz bir arayış ve geçiş sürecinde biriktirilen her şey kazanmak anlamına geliyor... Bu nedenle Zapatista hareketinin somut hedeflerinin gerçekleşme şansı bir yana, onlar dünyaya daha şimdiden bir şeyler kazandırdı. Kazanmayı ya da kaybetmeyi devrim ve sosyalizm gibi stratejik hedeflere göre kurgulayan sol kültür açısından, Zapatistaların anlamlı soruları ve yanıtları etrafında biriktirdikleri önemsenmelidir.

BEDEN DİLİ VE MASKELER

Zapatistalar politik dilin ötesinde, daha direkt olarak beden dilleriyle ve kar maskeleriyle de bir imge oldu. Daha da önemlisi, maske üzerine yaptıkları her biri deneme türündeki soyutlamalarıyla da, maskeyi bir gizlenme, korunma, illegal hayatın gerektirdiği bir önlemin ötesinde anlamlandırarak görme ve kavrama biçimimize müdahele ettiler. Bu nedenle, maskenin poetikası/politikasından söz etmeliyiz. Zapatist “maske”, bir gizemin ötesinde yeni bir sol tahayyülün işareti gibi okunabilir. Maskeler yoluyla da “çağdaş söylenceler” oluşturan Zapatistalar’ın ve sadece onlardan biri olan Marcos’un bizi düşünmeye iten göstergeleri ise; kavramları imge, imgeleri kavram gibi kullanma yetenekleri, en merkezli oldukları anda bile “merkezsizlikleri”, demokratik merkeziyetçilik yerine demokratik herkeziyetçilik olarak özetlenebilecek halleri, ormanda internet üzerinden referandum yapacak kadar muzip ve işlevsel romantizmleri, maskelerle dans eden müzikhalleri bizi çarpıyor... Maskenin estetiği ve maskenin romantizmidir Zapatistalar...

“Ya basta, yeter artık” diyerek içimizdeki asi ve aksi çocuğu uyandıran bir uç’tur Zapatistalar.

“Evet isyan, evet insan”, diyen, evlere çekilmiş, usanmış ve uslanmış çocuğu bile uyandıran bir slogan. Evet, biz onların maskelerden yüzlerini görmedik ama bizim mahallenin çocukları olduklarını biliyoruz. Düşlerinden, imgelerinden da tanıyoruz onları. Marcos da bizleri tanıyor:

“Yaşlandığınızda yaptıklarımızı çocuklarınıza şöyle anlatabilirsiniz: 20. yüzyılın sonunda Meksika için savaştım ve buradan oradaki insanları kolladım. Bildiğim tek şey; onların istedikleri şeyin, insan olduklarını unutmayan tüm insanların istedikleri şey olduğuydu. Yani onlar demokrasi, özgürlük ve adalet istiyorlardı. Onların yüzünü görmedim ama kalpleri bizimkilere benziyordu.”

Kalplerin benzeşmesi, birbirimizde ve dünyada daha çok yer kaplamamız önemli... Birbirlerinin yüzünü görmeyenlerin kalplerinin benzeşmesi, bizi “maskenin tarihi” ile ilişkilendiriyor. Görülmeyen yüzlerin, kalp enternasyonalizmi ile tanışması, dokunmaların ve hissetmelerin tarihi ile ilişkilenmek... Marcos, romantik bir figür olarak kendini kuran bir siyasî varoluşun önemli isimlerinden biri olarak şimdiden “efsaneleşti”. Bu yeni bir şey değil, çünkü Latin Amerika siyasası ve gündelik yaşamı bir efsane kültürüyle beslenir. Ne ki, bu koro ve solo efsaneleşme geleneği/kültürü içinde klasik olanla, yeni ve özgürleştirici olanı ayırt etmek için “maske imgesi”nin bu yeni yorumu etrafında okumalar yapılabilir. Silâhtan çok, söz kullanan, kavramdan çok imge kullanan tuhaf bir ordunun ütopiyadesi olan Komutan Yardımcısı Marcos ile maske arasındaki ilişki önemli geliyor bana. Maske imgesinin bir hayat biçimine, özgürlüğün ve eşitliğin yeni bir yorumuna denk geldiğini söylemem fantezi değil. Marcos adı ve yüzü maskeli bir figür. Bu bir özenti değil, tersine, oluşturmaya çalıştıkları yeni politik kültürün olmazsa olmaz koşulu... Birkaç örnek üzerinden okumalar yapalım: Marcos, “Neden maske takıyorsunuz?” sorusuna “Burnumun çok büyük olduğunu biliyorum. Burnumu gizlemek için maske takmaktan başka ne yapabilirim ki...” diye yanıt veriyor. Bu kendi pratiğini mizah konusu yapabilmenin kültürü olduğu kadar, kahramanlaşanların “burnu büyüklük”leriyle de ilgili bir şey... Kahramanların ve önderlerin makro ve mikro iktidarları söz konusuysa bu yanıt önemlidir. Politik dil ile edebi-imgesel dil arasında yeni bir denge kuran Marcos, ironik-mizahi anlatımıyla dikkati çekiyor. Kahramanlaşmanın, tarih içinde nitel ve nicel büyümenin sözcüğün bir başka anlamıyla “burun büyümesi” olduğu düşünüldüğünde bu kısa yanıttaki derin anlatım ve çağrışım gücü anlaşılabilir. Bütün geleneksel iktidar biçimleri burnu büyükler toplamı değil midir? Özgürlük düşü, eşitlikçi bir bağlam olarak sözcüğün ironik anlamıyla neden “burunları eşitlemek” ve maskelemek anlamına gelmesin? “Artık değer dünyası”na, “Artık Yeter! Ya Basta!” sloganıyla itiraz eden ve “Dünya’nın Balkonu”nda Chiapas’ta “Umut Enternasyonali” düzenleyenler, burnu büyüklük mecazıyla dünyanın bütün burunlarının eşitlenmesini de talep etmektedir. Ezelden ebede genel sekreterlik, ya da daha sıradan anlamıyla “şeflik” gibi sosyolojik ve siyasî durumların hayatlarımızda yerlerini ve vazgeçilmezliklerini gördükçe Marcos’un maske gerekçeleri daha bir siyasal okumalara dönüşüyor. Bu nedenle maske imgesinin solun tarihiyle de yüzleşmesi açısından bir sorunsal hale getirilmesi zorlama bir istem değil. Marcos’un, maske sorunsalına dair mealen aktaracağım bir diğer açıklaması ise derin bir felsefi metin gibidir:

“Mücadele ve savaş bizi kahramanlaştırdı. İsimlerimizle, eylemlerimizle yerliler arasında kahramanlaştık. Biz EZLN’nin ve kendimizin yüceltilmesini, isimlerimizin, yüzlerimizin tanınmasını istemiyoruz. Çünkü barış ve demokrasi sağlandığında, bizler maskelerimizi çıkarıp halkın arasına karıştığımızda onlarla eşit sivil yurttaş olarak beraber olmak istiyoruz. Kahramanlığımız. isimlerimiz ve yüzümüz bir ayrıcalık oluşturmasın diye maske takıyoruz.”

Bu, solun geleneksel kahramanlaştırma figürlerine ve ayrıcalıklarına da itirazdır. Kahramanın kahramanı reddetmesi, kendini geri çağırması ve yurttaş olarak iktidardan çok, işbölümünü, dayanışmayı ve özgürleşme pratiklerini paylaşması. Devletin, araçların, kahramanların, iktidarların her zaman, gerekçelere sığınmadan tırnak içinde olma hali... Kahramanın ait olduğu biz içinde yabancılaşması kadar, kamuoyuna yabancılaşarak toplumun üstünde nesnel bir güç/iktidar haline gelmesine maske yoluyla itiraz etmektedir Marcos. Bu nedenle bu yanıt, anti-kahraman bir yönelimdir....

“Modern büyü” olan kapitalizmin siyasal, toplumsal ve estetik biçimlerine karşı geliştirilen “Zapatist büyü”, kahramanının makro ve mikro iktidarını reddettiğini açıkça ilân ederek yeni bir kültürün yolunu açmak istiyor ve bir risk üstleniyor; geleneksel sosyalizm yorumcularınca lanetlenmek!

Modern iktidarların, tarihsel ve toplumsal bilinci, zamanı, mekânı ve insanı büyülediği düşünüldüğünde Marcos’un göndermelerinin önemi ortaya çıkar. Dikeyliğin yatay bir derinlik, yataylığın dikey bir bilgelik olarak kavrandığı bir bilgi ve bilinç biçiminden söz ediyor olmalı Marcos... Bir diğer maske açıklaması da şöyle:

“Evet, kar maskeleri var, çünkü bunlar Zapatistaların sembolü. Kar maskeleri, kendi yüzlerini gösterdiklerinde hükümetin onları görmediğine işaret ediyor. Ne kar maskesine ne de silâha gerek kalmaması için Zapatistaların, diğer yurttaşlar gibi siyaset yapmasına olanak sağlansın...”

Yerlilerin yüzlerini gördüğünde taleplerini duyduğunda görmezlikten gelen devlete ve hükümete bir yanıttır maske... Görülmeyenin gösterildiği bir araç... Devlete yüzlerini göstermeyen ama devletin ve iktidarların yüzüne karşı konuşan bir hareket... Maskenin arkasındaki görünmezlik, görünmezlikte eşitlenme, asla bir özdeşleşme, tek tipleşme olarak okunmamalı...

İMGE OLARAK MASKE

Zapatist maskeler, ben ile biz arasındaki ilişkiyi yeniden kurmaya yönelik bir imaj olarak da okunabilir. Maskenin ardındaki hayatın, “tek kişilik devlet”, ya da “çok kişilik devlet” gibi kurgulanmayışı özellikle önemlidir. Bütün riskleri göze alarak, bir silâhlı hareketin kendini iktidara göre kurmayışına yaptığı vurgu, pasifist, postmodern gerilla, sivil toplum gibi kolay ve karalayıcı sıfatların ötesinde üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur... İktidar ve devlet olmanın, giderek kapalı devre bir devrim olmanın her zaman yabancılaştırıcı ve kirli olduğuna da bir vurgu değil midir bu. Solun kendi tarihi bakımından da, kabul ve reddin ötesinde önemsenmesi gereken bir açıklama ya da duruş biçimidir “maske”, “iktidarsızlık” , “sivillik” imgeleri ve hayattaki karşılıkları... Zapatistaların politik kültürlerinde içselleştirmeye çalıştıkları şey, işbölümünü/düşbölümünü dıştalamadan, aşkı, hayatı, özgürlüğü resmî metinlerin (tüzük ve programlar...) ötesinde anlamlandırmaları, resmî teoriye göre âşık olmamalarıdır...

Maske, dünyayı yorumlamanın ve değiştirmenin de imgesidir... Egemenlerin düşleri ve gerçekleriyle, yerlilerin düş ve gerçekleri arasındaki uyuşmazlık maske ile de deşifre edilmektedir. Maske öz ve biçimiyle Maya ve Aztek yerlilerinin Meksika resmî tarihine itirazıdır. Beyazlar dünyasından siyah bir kopuş... Yerlilerden oluşan Bilgeler Meclisi, sanki her şeyi önce siyaha ve maskeye dönüştürüp sonra birden “ışık ve motor” diyerek hayatı yeniden yorumlamaya ve değiştirmeye çalışmaktadır.

Burada yeni olan, bir “maske estetiği”nin, belki de pek çok program ve tüzükten, onlarca dipnottan, alıntıdan daha çok anlam, özgürlük bulaştırmasıdır. “Maske estetiği”nin politik kültür olarak yığınsal bir mücadele tarihinde içselleşmesi ve evrensel bir dolaşıma sokulmasıdır. Maske, tüzüksüz ve müzikhal bir dünyanın estetiği olmasın?

AĞACINA MASKESİ ORMAN ORMANIN MASKESİ AĞAÇ

Zapatistaların tarihi orman ve maske tarihi olarak da ele alınabilir. Kendisi bir gizleme hali olan ormanda maske takmak, orman tüzüğünün (r)o(r)mantik bir serüvenidir. Marcos, “Biz ormandan geldik, görevlerimizi yerine getirince tekrar ormana döneceğiz” sözleriyle, “uygar!” dünyaya ve elbette bizlere neler anlatmak istiyor olabilir? Gerçeğin ve kavramının değil imgesinin izini sürersek, “ormana dönmek”, gözden ırak olmak, yitip gitmek, yatay ve özgür bir sonsuzluk içinde ben ve biz’i yeniden kurmayı düşlemek anlamına geliyor. Artık barış ve demokrasi sorunu çözülmüştür, maskelerin kalkması zamanıdır. Açığa çıktığı anda kaybolmak, ışığa çıktığı anda, düşlerine, yüzüne, yeni yorumlar getirmek. Maske, “Ağaçlardan ormanı görememek” özdeyişi üzerinden de okunabilir.

Ağaç, özgür birey (“ben”), orman ise özgür bireylerden oluşan özgür toplum/topluluk (“biz”) olarak da okunabilir. Ormanın, oluşturucu ve özgürleştirici bileşeni ağaçları, ağaçların ormanı dışlaması, Nâzım Hikmet’in “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” dizelerinden tarihten sınıfta kalmak değil midir? Tarih ne ağacın ne de ormanın reddi üzerine kurulabilir? Her Zapatista’nın, “tahmini insan” olmaktan çıkarak, gerçek bir insan olarak tekrar görünür kılınması önemlidir.

Maske, hem siyahtır hem de nokta. Maske, yüzün minimum halidir. Yüzün görünmezliği ve son durağıdır. Maske bir durum bildiren, reddederek siyasal ve estetik -hattâ romantik- tavır bildiren bir noktadır. Ama burada nokta ya da karartma hali yeni bir çizginin, sürecin başlangıç anı olarak bir nota’dır da. Hem müzikal hem de siyasî anlamda nokta’nın notaya dönüşmesine vurgu yapıyorum. Bir başka şey daha var, maskenin muzipliği... Bir kareyi hatırlatmak gerekiyor. Bir televizyon kanalında üç Zapatista ile söyleşi yapılmaktadır. Bunlardan birinin Marcos olduğu ya da olabileceği varsayımı ile muhabirin “Marcos sizsiniz değil mi?” sorusunu her seferinde Zapatistaların üçü birden “Si” diyerek boşa çıkarır. Burada “si” sözcüğünde tınlayan muziplik müzikhal bir haldir. Herkesin Marcos olduğu ama hiçkimsenin Marcos olmadığı, koro’nun nerede solo’nun nerede başladığının bilinmediği bir hal...

ETİK VE ESTETİK HEGEMONYA

“İktidar ve önderlik sorunu üzerinde yeniden düşünmek zorundayız... Sloganları ve klişeleşmiş reçeteleri tekrarlamak yetmez... İktidara el koymakla sınırlanmış sloganlar yerine, insanlar arasındaki ilişki ve politikayı değiştirmek gerek... Tekrarlıyorum asıl amacımız büyük Meksikalı ve dünyalı çoğunlukla, Meksika’daki ve dünyadaki silâhlı olmayan ama düşleri bizden farksız olan Zapatistalar, yani ezilenlerle birleşerek, unutulmuş/unutturulmuş büyük insanlığın dünyayı dönüştürecek mücadelesine malolmaktır... Unutulmuş/unutturulmuş insanlığın birlikte eylem imkânı vardır, bu imkân güçlendirilmeli ve bu doğrultuda politikalar üretilmelidir... Dünya çapında bayrak ve önder istemeden konuşmasını, istemesini ve mücadeleyi öğrenmeliyiz... Eğer bu kıtalararası buluşmada, bunun bir yolunu arayıp bulabilirsek ya da en azından nasıl bir dünyayı düşlediğimizi formüle edersek, önemli bir şey yapmış sayılabiliriz...” (Marcos)

Zapatista hareketinde beni en çok çarpan özelliklerden birinin, “estetik hegemonya”nın yanısıra “etik hegemonya” olduğunu söyleyebilirim... Bunun elde edilişi, bayrak ve önder istemeden konuşmak ve iktidar ile bir sorunumuzun olduğunu hem kendimize hem de birbirimize hatırlatmaktan geçiyor. Zapatistalar bunu yaptılar... Türkiye ve dünyadaki başkaları ne yazık ki yapamıyor... Hem eski, hem eskimiş kavramların ve pratiklerin yüzüne karşı konuşarak, ama hayatta sürekli bir karşılık edinilerek elde edilmiş bir etik hegemonya daha şimdiden elde edildi... Yerlilerin eşitlik ve özgürlük taleplerinin elde edilmesi sürecinde, kazanılan etik hegemonya tarihsel ve siyasal meşrûiyetlerinin temelini oluşturuyor... Bu etik duruş/hegemonya; kavramların, imgelerin, sözcüklerin, beden dilinin, biçimli kullanılması, düşle gerçek arasındaki ilişkinin kurulması da demek. Etik hegemonya, bir yeni tasavvurun şimdiki zamanda kendine yer açmasıdır... Solun dünyada çok az yer kapladığı bir süreçte elde edilen etik hegemonya, tutunulacak moral ve siyasal bir veridir. Bu kazanım, bizler açısından ideolojik ve kültürel hegemonya kavramlarının ardına saklanmadan, hayatta ve birbirimizde tuttuğumuz yerlerin bir kez daha sorgulanmasına aracı olabilir. Çünkü bu gün Türkiye solu, etik bir yenilgi ve bunalım içindedir. Yüzleşme ve ayna korkusu yüzünden, hem tarihiyle hem de, güncel duruşuyla etik olarak da yüzleşememektedir. Haklı, haksız savaş tartışmaları bir yana, savaşın ve silâhın nesnel olarak bir insan hakkı ihlâli olduğu, savunma ya da özgürlük amaçlı da kullanılsa, sonuçta yabancılaştırıcı bir eylem biçimi olduğu düşünüldüğünde Zapatistaların silâh-siyaset ilişkisinde de tarihten “iyi hal kağıdı” aldıkları söylenebilir. Etik hegemonya, yerlilerin eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde yürüttükleri tarihsel eylemlerinin en az zararla icra edilmesiyle de ilgilidir... Zapatistaları, diğer gerilla haneketlerinden belki de değerli ya da başarılı kılan temel etmenlerden biri etik hegemonyadaki ısrar ve inatlarıdır. Zapatistaların hem yerliler arasında, hem Meksika halkları içinde, hem de dünya haklarının vicdanında umduğumuzdan daha fazla yer kaplamaları etik hegemonyadaki başarılarıyla da ilgili olmalı...

16 Şubat 1994’te EZLN’nin yayımladığı “Diyalog Hazırlığı” başlıklı çağrı, hem politik hem de imgesel bir metin olarak yeni bir düşün kırıntıları da değil midir?

“.... onurla dövüşen onurla konuşur, bizim, biz sahici insanların yüreğinde yalan yoktur. Bizim sesimiz daha büyük bir sayının takipçisidir, hiçbir şeyi olmayanların, sessizliğe ve cehalete mahkum edilenlerin, topraklarından ve tarihlerinden egemenlerin hükümdarlarıyla sökülüp atılanların, öfke ve ızdırap dünyasının üzerinde dolaşan değerli erkek ve kadınların, yalnız ve terk edilmiş çocukların ve eski ölülerin, aşağılanmış kadınların, küçük adamların sesidir... Özür dilemeyeceğiz ya da yalvarmayacağız... Tüm varlıkların hakkı ve aklında olan şeyleri talep edeceğiz: Özgürlük, adalet, demokrasi, bizim için hiçbir şey, herkes için her şey... Bizim, bu toprakların en küçüklerinin, yüzü olmayan, tarihi olmayan, hakikatle ve ateşle silâhlanan, geceden ve dağdan gelen, hakiki erkek ve kadınların, dünün, bugünün ve her zamanın ölüleri olan bizim... için hiçbir şey... Her şey herkes için... Eğer yalan egemenlerin ağzına yeniden düşerse, bizim ateşten sesimiz yeniden konuşacak, her şey herkes için....”

Yüzü olmayanların sesi olmak... Yüzümüzü, kavramlarımızı ve hayatlarımızı biraz da onlara, yüzü olmayan yerlilere dönsek... İşte size/bize, tarihle, kavramlarımızla, yüzleşeceğimiz bir ayna... Bana sorarsanız Zapatistalar, Türkiye solunun, ayna, tarih ve öteki korkusunu yenmesine mek parmak yardımcı olabilir... O halde yüzümüzü, yüzsüzlere dönmeye ne dersiniz?