12 Eylül gününü hayal meyal hatırlayan bizim kuşak, büyüyüp de üniversiteye başlayınca, anne ve babalarının okuduğu Cumhuriyet gazetesinin renksizliğinden ve gittikçe boğuculaşan Kemalizminden rahatsız olmaya başladı. Daha çok yönlü ve daha özgürlükçü bir gazete arayışlarına cevap vermeye ‘aday’ Radikal, kentli orta-üst sınıf meslek sahibi gençlerin yeni gazetesi oldu. Reklamlarında ‘o bir radikal’ denen figürler arasında Özal’ın da olması, ’80’lerin liberalizm dalgasına eleştirel yaklaşan bazılarını işkillendirdiyse de gazete, pazar eki ve bazı köşe yazarları sayesinde bu insanları da okuru yapmayı başardı. Aslında Radikal’in şizofrenik denebilecek bir yanı vardı, hâlâ da var. Özellikle arada ‘iyi şeyler de oluyor’ türünden atılan başlıklar, yazılan haberler, gazetenin ‘büyük medya’ ile ortaklaştığı noktaları gösteriyor. Köşe yazarlarının bazıları ise, genel yayın yönetmenlerinin korumaya çalıştığı ve ilk sayfada sergilenen statükoculuğun karşısında yer alıyor.
Gazeteler eskiden belirli bir siyasî görüşü yansıtırdı. Benzer düşüncelere sahip insanlar aynı gazeteyi okur, birbirleriyle aynı köşe yazarlarına göndermeler yaparak konuşurlardı. Şimdi ise gazeteler büyük marketlere benziyor; herkesin, düşüncelerini kendininkilere yakın bulduğu birkaç yazarı var. Radikal, örneğin hem 28 Şubat’ı destekleyenlere hem de karşı çıkanlara aynı anda hitap edebiliyor. Bu gazetede ilginç olan da, hem o/hem bu vaziyeti. Aslında aynı şizofrenik vaziyet okurda da var. Okur, Paris’te yaşayan Mine G.’nin, Kürtlere, İslâmcılara, Araplara ve ‘yığınlara’ yönelik bir nefret barındıran köşe yazılarını da, ‘muhalif’ olarak nitelendirilebilecek yazarların popülizme kaçmayan tepkilerini de aynı hazla okuyor. Okurların sol/muhalif/radikal duruşlu zannettikleri Mine G.’nin nasıl bir yerde durduğu, bu yazının konusu. Mine G., ırkçı/dışlayıcı bir elitizm konumunda duruyor ve bu konum, Kemalist elitizmin modernize edilmiş bir hali. Radikal gazetesi, pek çok başka şey gibi böyle bir elitizmi de içerisinde barındırabiliyor.
Mine G., hem Milliyet muhabiri hem de Radikal’de köşe yazarı. Kuvvetli ve kendini öne çıkarmayı seven bir kadın. Fransız kültürünün hoşluğunu anlatırken, metroda ona güzel olduğunu kibarca söyleyen adamın kendisini sinirlendirmeyişini örnek gösterecek kadar da iddialı. Köşe yazarlarının resimlerinin köşelerinde yer almasına hiç itirazı olmayacak biri, zira yazılarını süsleyen ortadaki fotoğraflarda bazen kendi de oluyor. Küçük fotoğrafta ise önce yüzünün bir tarafını görüyorduk, sonra cin bakışlı halini gördük, şimdi de daha ağırbaşlı ve hüzünlü halini görüyoruz. Bu fotoğraflar, standart köşe yazarı vesikalığından daha şık. Yazarın görüntüsünün de önem kazandığı şu günlerde Mine G.’nin bu fotoğrafları çok önemsediği belli.
Mine G., eski bir Cumhuriyet yazarı olarak solun dünyasında bulunmuş biri. O zamanlar yüksek kültürü ve medeniyeti, sol temsil ediyordu. Bugün ise solun böyle bir tekeli yok, dolayısıyla ‘tutarlı’ bir sol çizgi izlemeyen Radikal’de köşe sahibi olmak da yüksek kültür taşıyıcısı haline getirebilir sizi. Mine G., yüksek kültüre sahip, lafını esirgemeyen cesur yazarı oynuyor. Tempo dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda genel yayın yönetmenleri onu sevse de sevmese de Aydın Doğan ve Mehmet Ali Yalçındağ’ın ona olan sevgilerinin yerini sağlam kıldığını imâ ediyor. Yine aynı röportajda “Ben birisiyle kavgaya girersem, ben birkaç tüy kaybederim ama onlar çok kaybeder” diyor (Tempo, 21-28 Şubat 2001). CNN Türk’te Hakkı Devrim’in programında, Mehmet Y. Yılmaz’ın ‘onlar yazar’ diyerek diğer köşe yazarlarından ayrı bir yere koyduğu isimlerden Perihan Mağden ve Can Dündar’ı doğrudürüst bir açıklama getirmeden dışarıda bırakıp bu dört kişilik listede aslında sadece Çetin Altan ve kendisinin bu sözü gerçekten hak ettiğini iddia edecek kadar da güvenli. Zaten köşe yazarlığına gelişi de ona göre geç kalmış bir ‘terfi’:
“Daha ilk günden, köşe yazarı olmaya hazırdım. Ancak çalıştığım gazetelerde, üst üste yığılan kitaplarımı görmemezlikten gelmeyi ve bana bu şansı tanımamayı tercih ediyorlardı. Ve bir gün, diğerlerinden daha cesur bir adam bu ‘makus talih’imi değiştirdi, Radikal yazarlarının arasına kattı beni” (13 Ekim ’97).
O cesur adam şimdi aynı cesaretle Milliyet’i buduyor.
Mine G. Kırıkkanat yazılarında Kürtleri, İslâmcıları ve yoksulları küçük düşürüyor. Örneğin Öcalan krizi sırasında yazdıklarıyla Kürt ulusunu aşağılıyor. Kürt kültürü, daha doğrusu Kürtlerin ‘kültür’süzlüğü üzerine yazdıkları kendisinin farkına varamayacağı kadar küçük düşürücü:
“Eksiklik, PKK’ya karşı yapılan mücadelede bir Kürt sorununun varlığını görmemezlikten ileri geliyor. Ben Kürt kültürü hayranı değilim. Hatta göçebe menkıbelerinden oluşan sözlü bir yazının, ilkel tınılı gelenek ve göreneklerin, çağdaş anlamda kültür sayılmayacağını bile düşünüyorum” (22 Kasım ’98).
Doğu’ya dair ne varsa nefret eden Mine G.’yi Avrupamerkezcilikle eleştirmek kendisi için pek bir şey ifade etmez sanırım. Sözlü kültürü küçümsemek, yazılı olanı sözlü olana üstün görmek, yazıyı ciddi, bilimsel ve tarihsel olanla, sözü de geri kalmış, ciddiyetsiz ve akıldışı olanla özdeşleştirmek tipik Avrupamerkezci bir tavırdır. Kürtleri sadece sözlü kültüre sahip, dolayısıyla geçmişte, yazı öncesinde yaşayan bir halk olarak tanımlamak, onları değişim ve eyleyicilikten uzak görmektir. Bir kültürü zamansal olarak geriye itmek, onlarla aynı zamanı paylaştığımızı inkâr etmek, o kültürle aramızda bir hiyerarşi kurmak demektir. Mine G.’nin Paris’te eminim adını duyduğu Derrida da, De la Grammatologie adlı eserinde, Levi-Strauss’un sözmerkezciliğini eleştirirken farklı yazı türlerinden bahseder. Yerli halklar tarafından kullanılan farklı biçimlerdeki fonetik ve ikonik yazılardan örnekler verir; sözü de bir yazı türü olarak görür. Batılı anlamda yazının yokluğu, hiçbir yazı türü olmadığı ya da o kültürün sadece sözlü geleneğe dayandığı anlamına gelmez. Mine G.’nin ‘ilkel tınılı gelenek ve görenekler’den neleri kastettiğini bilemiyorum, ancak kültürler için ‘ilkel’ tabiri artık kullanılmıyor, zira Batı sosyal bilimi özellikle de antropoloji disiplini, dayandığı varsayımların Batımerkezciliğini sorguluyor. Kadın/erkek, Doğu/Batı, beden/akıl, doğa/kültür gibi ilkel/modern de iktidar ilişkilerini yeniden üreten ve bileşenleri arasında hiyerarşi kuran ikili karşıtlıklardan. Ayrıca ‘kültür’ kavramı, neredeyse geçtiğimiz yüzyılın başından beri, Mine G.’nin kullandığı gibi sadece ‘çağdaş’ sanat ve edebiyatı değil başka şeyleri de ifade ediyor.
Mine G.’nin Öcalan Türkiye’ye getirildikten sonra yazdıkları ise adeta o dönemden F tipi hapishanelere davetiye çıkarıyordu. Çakıcı’nın Fransa’da gördüğü muamele ile Öcalan’ınkini karşılaştıran yazar, bu konuda Türkiye’yi aslanlar gibi savunup Danielle Mitterrand’ın da ağzının payını verdiğinden söz ediyor (19 Şubat ’99). Öcalan yakalandıktan sonra basında, yanındaki kadınlara ilişkin çıkan çiğ cinsiyetçi haberlere Mine G. daha geç bir dönemde adi bir SAS romanını anlatarak katkıda bulunuyor. Mine G.’nin sözleriyle kitap,
“Tüm kaçış dönemi boyunca yanında taşıdığı ‘portatif harem’, Evin, Gülizer ve Hatun takma adlı kızların PKK liderini bir yerlere kapılandırmak için nasıl ‘uğraştıklarını’ ayrıntılı olarak anlatıyor” (23 Haziran ’99).
Medyanın bu konudaki tavrını eleştirmemekle kalmıyor Mine G., ‘portatif harem’ ifadesiyle kadınları bir de kendisi aşağılıyor. Abdullah Öcalan’ın kardeşleriyle görüştürülmesinin bütün gün sürmesine itiraz ediyor ve Çakıcı’ya yapılanları örnek gösteriyor:
“Alaattin Çakıcı, bu cezaevinde bir hücrede tek başına kalıyor. Bir ay öncesine kadar, yaşamının güvencede olmadığı gerekçesiyle havalandırmaya çıkarılmıyor ve intihar eder gerekçesiyle hücresinde gece gündüz çok şiddetli bir ışık yanıyordu” (4 Nisan ’99).
Mine G., Çakıcı’ya getirilen ziyaret kısıtlamalarının ve vücudunun her milimetrekaresinin aranmasının yasal olduğunu belirtiyor. Türkiye hapishanelerindeki uygulamaların, Fransa hapishanelerindeki kadar gaddarlaşmasını istiyor. Caydırıcılık, ancak insanlıktan çıkararak mümkünmüş gibi:
“Türkiye’de entipüften suçlara hiçbir ülkede olmayan ağırlıkta hapis cezaları veriliyor. Nedeni açık, çünkü hapis kavramı aynı değil. Adam Fransa’da üç ay yattı mı, hayatı kararıyor. Bizde 20 yıl alsa hapiste gibi yaşamıyor” (4 Nisan ’99).
Hayat karartmadıktan sonra hapishanenin ne anlamı var, değil mi?
F tipi cezaevleri gündeme geldiğinde, devlet ve devlet organı gibi çalışan büyük medyanın sürekli ifade ettiği koğuş sistemi-örgüt üyeliği ilişkisine Mine G., çok evvelinden değiniyor:
“Sorarım size, Türk hapishanelerinden çıkıp da dogmalarını, kafasını ya da tuttuğu yanlış yolu değiştiren kaç kişi gördünüz? (…) Örneğin aynı örgüte üye terör suçlularının Türk hapishanelerinde geniş genelinde aynı koğuşlarda yatmasını oldum olası yadırgamışımdır. İBDA-C’den TİKKO’ya tüm nifak odakları, hasta kafalarını kendilerine özel karargâhlar haline getirdikleri koğuşlarda aynı sekter koşullanma ve kurallarla doldurmayı sürdürüyor, hatta sapık davalarını içerde daha ‘özgürce’ güdüyorlar! Mafya ve kabadayı takımının yaşadığı hapishane ‘sefa’ları da cabası” (7 Nisan ’99).
Siyasî mahkûmlar, şimdi yalıtılmış hücrelerinde, geri dönüşü olmayan zihinsel ve bedensel hastalıklara terk edildiler. Ama ne fark eder, onlar nasılsa ‘sapık davalarının’ peşinde koşan ‘hasta kafalar’.
Mine G.’nin Fransa’ya tavrı, kendini onlar gibi Batılı olarak gören, ama bir Türk olarak da ezdirmemeye azmetmiş birinin tavrı. Bu, tipik bir beyaz Türk tavrı aslında: Batılılaştığım oranda Türklüğümden utanmam. Buradaki özgüven, “özsel bir Türk kimliği”ni aşınca ortaya çıkıyor. Mine G. gururla, Türkiye’de olup bitenleri değerlendirmek üzere Fransız televizyonlarına çağrıldığından söz ediyor. Bu gurur, çabalayarak “cahil Türklüğü” aşmak ve kendine Batılılar arasında bir yer bulmaktan kaynaklanıyor. Özü bozuk bir halk kitlesinin içerisinden çıkıp belli bir noktaya gelmiş olmanın gururu bu. Sahiplendiği ve Fransızlara karşı savunduğu Türklüğü de aslında bir “rağmen” Türklük. Orada Türklüğü savunması değil, onu kendisi için nasıl kullandığı önemli.
Fransa’yı, özellikle de Paris’i ‘pis’ Doğuluların kirletmesine karşı son derece duyarlı. Türkiye’yi anlamadıkları zaman ise ‘kavrayışsız’ Fransızlara kızgın. Kürt sorunu ile ilgili olarak Fransa’yı eleştirmekten kaçınmıyor:
“PKK’ya karşı verdiği savaşta Türkiye’yi ‘özel timler’ kullanmak; jakoben, yani merkezî devlet yanlısı bir cumhuriyet olmak, yasadışı yöntemlere başvurmak ve insan haklarını ihlâl etmekle suçlayan Fransa, Korsika’da bütün bu suçları işledi ve… adaya tıpkı bizim OHAL Valisi gibi ayrıcalıklara donatarak gönderdiği ‘terminator’ valiyi görevden almakla yetinmeyip tutuklamak zorunda kaldı! (…) Şimdi Türkiye’nin kendisine ders vermeye kalkanlara şöyle bir soru sormaya hakkı doğdu: ‘250 bin nüfuslu küçücük Korsika’da, bir avuç ayrılıkçıyla mücadele etmek için bile yasadışı terör hareketlerine başvuran Fransa, başında PKK gibi bir bela olsa neler yapar ve hukuk devletinden geriye ne kalırdı acaba?’” (7 Mayıs ’99).
Biz Fransa’ya cevabımızı onların hatalarını dile getirerek verebiliriz. Burada binlerce insan ölmüş, aç kalmış, işkence görmüş, yerinden yurdundan edilmiş ne gam. Bunun ‘Ermeni soykırımı’ yasasının kabulünden sonra dile getirilen ‘siz de Cezayirlileri kestiniz’ tepkisinden ne farkı var? Fransa’yı anti-demokratik, jakoben cumhuriyetçi uygulamalarında örnek gösterenler, Korsika’ya ayrı statü tanıyan yasa kabul edilince ne yapacaklarını şaşırdılar. Avrupa’nın en tutucu uygulamalarını alma konusundaki uyanıklığımız, bizi Fransa’dan uzaklaştırmaya çalışacaktır artık. Bu da Mine G.’nin pek hoşuna gitmeyecektir. Zira kendisi aşk konusunda bile Fransızlara referans verince haklılığının kanıtlandığını düşünmektedir:
“Ben aşkta taviz vermeye inanırım. Bir erkeği seviyorsanız ayağını da ovabilirsiniz, yemeğini de yaparsınız, ona kul köle de olabilirsiniz. Ben biraz alaturka düşünüyorum ama benim tanıdığım tüm zeki insanlar için böyle. Fransa’da feminist yazarlar da böyle düşünüyor” (Tempo, 22-28 Şubat 2001).
Alaturkalık aslında korkunç bir şey ama Fransız feminist yazarlar bile böyle düşünüyorsa kadın-erkek meselelerinde modern olacağım diye kasmamak lazım tabiî. Bu arada bu Fransız feminist yazarlar kim allah aşkına? Dilbilim ve psikanalizden yararlanan ve eşitlikçi feminizmin varsayımlarını sorgulayarak farklılığı vurgulayan bir Fransız feminizmi var, ama galiba bunların onlarla âlâkası yok. Batı’nın iyi yönlerini almak lazım değil mi zaten!
Fransa ile tarafların eşitliğine dayalı bir ilişki kurma arzusu taşıyan Mine G., bazen kendisini o medeniyetin esas taşıyıcısı ve koruyucusu gibi görüyor. ‘Cahil’ kitlelerden kendini ayırıp ‘medeni’ Batı ile özdeşleşmek de tipik bir beyaz Türk tavrı. Mine G., Paris’in gerçek sahipleri olan entellektüeller değil de ‘pis’ Doğulular, ‘kıro’ Türkler kentin keyfini çıkarınca bozuluyor. Zarif masalarla tezat oluşturan görgüsüz Türkler anlatımı elitizmini, ‘Arap sanıyorum’ ifadesi ise oryantalizmini ele veriyor:
“Sıkı soğuk, güneşli bir Paris günü, Saint Germain Kilisesi’ne bakan o güzelim tarihî kahvenin, ‘Deux Magots’nun yuvarlak, zarif masalarına kurulmuşlar. Alışverişten iyice şişen kütük gibi ayaklarını dinlendiriyorlar. Kadınların saçları elbette sarı boyalı, parmaklarda yüzükler, yüzükler… Bileklerde bilezikler, bilezikler. Erkeklerin yağlı göğüsleri, soğuğa rağmen kılların üstüne açık. Boyunlarda altın zincirler. Ve kadın erkek, hepsinin ceplerinde elbette mobil telefonları. Önce Iraklı, Suriyeli falan, yani kısaca Arap sanıyorum. Derken kadınlardan biri cep telefonunu çıkarıyor: ‘Alooh, Nuri, sen mesen? Kızım, ver Nuri’yi bana! Yönetim kurulu mu? Toplantı falan bilmem ben, kocamla görüşecem ayol!..’ Kahvenin tam karşısında, taştan bir mücevher gibi göğe yükselen Saint Germain Kilisesi, arnavutkaldırımlarını süsleyen yeşillik tarhları, işlemeli döküm sokak lambaları. Yollardan akan araba ve bisiklet nehri. Grevlere rağmen yaşayan Paris. Bir zamanlar, ‘Deux Magots’ kahvesinin müşterileri magandalar değildi. Buralardan Jean Paul Sartre, Andre Breton, Giacometti, James Joyce gibileri geçti. Şimdi bu adları, şu mobil telefonundan ‘Nuri’siyle görüşmek isteyen Türk hanıma saysam, Christian Dior, Chanel gibi lüks giyim mağazalarından söz ediyorum sanır, hemen gidip her gördüğünden iki çift almaya davranır” (18 Şubat 2001).
Hemingway, sevdiği halde parasızlıktan bu kahveye sık gidemezken bu iğrenç Türkler, nezih Paris’in havasını bozuyorlar. Daha bir-iki ay önce yine böyle görmemiş bir aile, düğünlerini Paris’te yapıp bu şehri kirletmemişler miydi? Paris’in tarihini ve kültürünü anlamayacak kadar cahil bu insanların kentte işi ne? Bu kent Mine G. gibi ‘entellektüel’lerin kenti. O, Paris’te gördüğü öbür Türklerden farklı. Batı karşısında korkusunu yenmiş biri, onların bütün referanslarını benimsemeyecek kadar da özgüvenli; ancak ‘kıro’ Doğulular ile yüzyüze gelince bütün Batılılardan daha da Batılı. Bize hep merak ettiğimiz şeyi, yani Batı’dan nasıl göründüğümüz gösteriyor. Bu görüntüdeki ‘Batılılaşmamış’ unsurlara karşı da bizi sürekli uyarıyor.
‘Iraklı, Suriyeli falan, yani kısaca Arap sanıyorum’ cümlesi ise oryantalist literatürün bariz örnekler yığınına dahil edilmeli. Edward Said, artık sömürge dönemindeki kadar açıkça oryantalizm yapılamadığından, ama oryantalizmin bugün bizimle yaşamayı gizil bir şekilde de olsa sürdürdüğünden söz eder. İnsanlar, Doğuluları eskisi kadar açık bir biçimde ötekileştiren ifadeler kullanmaktan çekinmektedirler. Ama Mine G., açıkça oryantalizm de yapabilir; görgüsüzlüğü ve ‘kültür’süzlüğü Araplıkla da özdeşleştirebilir ve Arapları özsel niteliklere sahip homojen bir grup olarak da kurgulayabilir. Doğuluları aşağılayarak Doğulu olmadığını göstermeye çalışmak, beyaz Türk ideolojisinin sık başvurduğu mekanizmalardandır. Eminim kara çarşaflı kadınların olduğu bir İran fotoğrafının, Batı basınında ‘yanlışlıkla’ Türkiye fotoğrafı olarak basılmasına da bozulur ve bu yanlışlığın Doğulu kültürlerin birbirlerinin yerine geçebilen unsurlardan oluşan bir bütün olduğu şeklindeki, kendisinin de paylaştığı, oryantalist kavrayışa dayandığını anlamazdı.
Mine G. için Araplık, o olağanüstü Batı medeniyetinin karşısında aşağı olan her şeyi temsil ediyor. Türkiye’deki İslâmcıları, ‘bu çağdaşlıktan umar bulamayınca Araplaşanlar’ (18 Kasım ’98) şeklinde tanımlıyor. Ona göre Iraklılar ve Suriyeliler böylesine görgüsüz olabilir, zaten onlardan da bu beklenir ama AB’ye aday Türkler, Paris’te göze batmayacak kadar Batılı görünmelidir. Türkiye’de Batılılaşma, yalnız Osmanlı geçmişinden değil, İslâm ve Doğu’dan da kopuş anlamı taşıyordu. Bir zamanlar aynı imparatorluk topraklarını paylaştığımız Arapları artık Batılıların oryantalist kurguları üzerinden algılıyoruz. Batılı haber ajanslarından aktarılan haberler, İran Devrimi, İran-Irak Savaşı ve Körfez Krizi gibi pek çok olayı bizlere Batı’nın gözünden aktardı. Biz de onlar gibi Ortadoğu toplumlarını ötekileştirerek kendi ‘medeni’ kimliğimizi kurmaya çalıştık. Ortadoğu, bizim için de İslâmî fanatizmi, terörü, durağanlığı ve ilkelliği çağrıştırdı. Bu toplumlara ilişkin hazır imgeleri, algılamaları ve fantazileri Batılılarla paylaşıyoruz. Farklı Doğulu ülkeleri homojenleştiren, özselleştiren ve böylece ötekileştiren Batılı hegemonik söylem oryantalizmin, Türkiye’de de her an bir tezahürü ile karşılaşmak mümkün. Bu tezahürleri anlamak için bazen tetik olmak gerekebiliyor oysa Mine G.’nin oryantalizmi öyle bariz ki. “Bedevi utançlar” başlığını taşıyan yazıda Suudi Arabistan Kralı Fahd Bin Abdülaziz’in Müslüman ülke temsilcilerine verdiği yemeğe katılan ve Zekeriya Beyaz’ın ‘tavuk da kesilebilir’ önerisini desteklemeyen Diyanet İşleri Başkanı M. N. Yılmaz’ı eleştiriyor:
“Naçiz yazarınızla Diyanet İşleri Başkanı elbette aynı kültür değerlerini paylaşmıyorlar; hatta aynı toplumdan çıkmaları bile her ikimiz için de talihsiz bir raslantı sayılır. Çünkü bendeniz, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın kurbanlık tavuk önerisinden hiç utanmıyorum. Ama bedevi sofrasına çöküp ellerimle yemek yemekten çok utanırdım doğrusu. Hatta Suudi Kralı’nın sofrasına oturmaktan utanırdım. Çünkü Suudi Arabistan meydanlarında çuvala konulup taşlanarak linç edilen kadınlar gelirdi aklıma. Elleri kesilen hırsızlar, kellesi uçurulan mahkûmlar gelirdi. O sofraya çökenlerin, hamam âlemlerinde küçük oğlan çocuklarına, küçük kız çocuklarına neler yaptıklarını düşünürdüm; midem bulanır, yerin dibine geçerdim utançtan. Oysa ben zaten Kral Fahd’ın yer sofrasına oturamam. Kadın olduğum için oturtmazlar bir, bağdaş kuramam iki. Rahmetli babacığım da kuramazdı. Vücut yapımız göçebeliğe müsait değildir” (1 Mart 2001).
Hızını alamayıp şeytan taşlama ile dalga geçiyor ve ölenlerin Allah tarafından korunmadığını söylüyor. Suudi Arabistanlıları yerleşik hayata geçememiş Bedeviler diye nitelendirmesi ve onları ‘vahşet’ ve ‘sapkın’ cinsellikle özdeşleştirmesi, Mine G.’nin sömürge dönemi oryantalizmine has bir zihniyet dünyası içinde yaşadığını gösteriyor. Rahmetli babacığı ve kendisi ‘özleri’ itibariyle ‘medeni’ler.
Batı’ya nasıl göründüğümüz, daha doğrusu nasıl bir görüntü verdiğimiz meselesi, Tanzimat döneminden beri bizi uğraştırmaktadır. Paris’teki ‘görgüsüzler’ kadar Türkiye’deki türbanlılar da Mine G.’yi utandırıyor. Merve Kavakçı meselesinin çözümü için yazdıkları da bir Şark karikatürünün unsurlarını taşıyor. Ya TBMM yüzme havuzuna dönüştürülecek herkes bone takacak, ya hamama dönüştürülecek kadın-erkek ayrı toplanacak ve “hamam kültürüne aşina Merve Hanım sereserpe” oturacak, ya da Meclis kapısında zemzem ibriğiyle bekleyen görevlinin döktüğü su ile Merve Hanım nezle olacak ve Meclis çalışabilecektir (1 Mayıs ’99). Hamam, zemzem vb. Doğu ile özdeşleştirilen simgeleri, İslâmcı kadınları aşağılarken kullanması bir tesadüf değil. Aslında Arap olması gereken, ama aldığı Batılı eğitim ve makyajıyla kodlarımızı bozan Merve Kavakçı, Mine G.’nin Batılılar gibi görünme hayallerini bozan bir düşman unsurdur. Gördüğü FP’li bir kadın için
“bayanın ruju, makyajı, yani çekiciliği tamamdı. Gizlediği saçlarını cinsellik çağrısına bir aksesuvar olarak kullanıyordu” (14 Mart ’99)
diye yazabilmektedir. Ne de olsa Doğulu kadın, oryantalist imgelemde, örtülü ama şehvet doludur.
İranlı kadınlara ilişkin yazdıkları da, kadınlara hiçbir eyleyicilik tanımayan ve onları kurtarılması gereken zavallılar olarak gören Aydınlanmacı feminist yaklaşımın ikiyüzlü kibarlığından bile nasiplenmemiş, alenî ırkçı ifadelerdir:
“Çok merak ediyorum, Merve’nin türbanına ‘demokratik özgürlük’ diye arka çıkan yazar mazarlarımız, acaba, bildiğiniz gibi demokrasi, özgürlük ve insan hakları şampiyonu İran’da, baştan aşağı karalara bürünmüş ve hamamböcekleri kadar özgür, zavallı ve budala kadınların, Merve hatun hakkında kendileriyle aynı dili kullandıklarını duyup görünce, utanmadılar mı?” (12 Mayıs ’99).
Peki siz İranlı kadınlara hamamböceği derken utanmadınız mı? Doğrusu ben okurken utandım.
Mine G., İslâmcıların oluşturduğu tehdide karşı bizi uyarmayı kendine misyon edinmiş. Bu konudaki hassasiyetleriyle kendilerine yeni bir kimlik edinen benzerleri gibi İslâm’ı geri kalmış Doğu ile özdeşleştiriyor, İran ve Suudi Arabistan’daki kadınların köpek muamelesi gördüğünden söz ediyor. Kendilerine ‘hoşgörü’ isteyenlerin başkalarını ‘hoştgör’düklerini söylüyor (19 Mayıs ’99). Aynı yazıda kendi isteği dışında türban takan genç kız klişesine, yasakçı uygulamaları meşrûlaştırmak amacıyla başvuruyor.
Refah Partisi için yazdıkları da ‘onlar iktidara gelirse bize neler edecekler’ korkusuna yaslanıyor:
“Ben, en çok Refah Partisi’nin kendini savunurken dayandığı ‘demokratik hak ve özgürlüklere’ gülüyorum. Bir parti düşünün ki, yasakçı mı yasakçı bir din egemenliğini bayrak yapmıştır ve varlık gereğini, ‘özgürlüğe’ abandırmaktadır. RP’li anlayış, bir kadın doktorun erkek hastayı, bir erkek doktorun kadın hastayı tedavisini yasaklar. Kadın ile erkeğin bir arada oturmasını, küçücük çocukların bir arada eğitimini yasaklar. Oruç tutulmamasını yasaklar. Kadın eşitliğini yasaklar. Çocuk eşitliğini yasaklar. Açık cinselliği yasaklar. Şeriatı tartışmak yasaktır. İnanmamak yasaktır. Alkol içmek yasaktır. Bilmem ne yemek yasaktır. Ve tutar bu parti, savunmasını ‘demokratik hak ve özgürlüklere’ dayandırır” (4 Ekim ’97).
Nuray Mert, İslâm ve Demokrasi: Bir Kurt Masalı kitabının (İz, 1998) önsözünde, Mine G. ile benzer bir tavır içerisinde olanlar için şunları söylemektedir:
“...demokratik işleyişi toplumsal taleplerin gerisinde ‘gizli’ niyetlere ilişkin ‘sezgiler’ üzerine inşâ etmek imkânsızdır; demokratik işleyişin sınırları ‘başkalarının hakkı’ kavramına göre çizilir, kanıtlanması söz konusu olamayacak sezgiler ve vehimler üzerine değil” (s. 20).
Nuray Mert’in bu kitaptaki ve çeşitli dergilerdeki yazılarında ifade ettiği İslâmî sembollere karşı tepkinin sınıfsal-kültürel içeriğe sahip olması, bu tür sembollerin köylülük alameti olarak görülmesi, kültürel yabancılaşma ve sosyal snobizmin laiklik adı altında savunulması gibi saptamaları sanki, Mine G. ve benzerleri için akledilmiş gibi.
Tabiî ki İslâm denince akla gelen tarikatlar ve bunların mensupları da Mine G.’nin hışmından paylarına düşeni almaktadır:
“Tarikat yolunu tutan kişi, varlığını Para’ya adar, her şeyde onun kudret ve hikmetini görür, kendi ölümlü varlığını ve tüm ölümlü varlıkları, gerçek ve tek varlık Para’da eritir; onun varlığıyla var olduğunu bilir, bilgisi vurgun, vurgunu devlet görüşü haline gelir” (5 Mart ’99).
Bu insanları biraraya getiren şey inanç ve dayanışma olamaz, olsa olsa çıkar hesaplarıdır. Zaten Mine G.’nin inançlarla, özellikle de İslâm inancıyla ciddi sorunları vardır. Yoksa ne diye tam Kurban Bayramı öncesi karısını çocuğunu doğrayan gurbetçi Türk erkeklerinden söz edip
“Ama öyle ya da böyle bir Kurban Bayramı’na daha giriyor ve İslamiyet’in satır, falçata, saldırma sallayarak yol açtığı çağdaş uygarlık cangılında, insanî bir hızla ilerliyoruz” (3 Mart 2001)
desin. ‘İlkel’ İslâm dininin gereklerini yerine getirmeye çalışan ‘sefil’ insanlar, onda mide bulantısı yaratmaktadır. Bayramın üçüncü günü yayımlanan yazısında belediyelerin kurduğu mezbaha çadırlarında değil de açık alanlarda kurban kesenlerden “göçebe kalıntısı cellatlar güruhu” olarak söz eder:
“Arkasında bıraktığı leşlerden mi rahatsız olacak? Ne rahatsız edebilir onları? Görüntü mü, koku mu? Kendileri hangi görüntüyü veriyorlar, hangi kokuyu yayıyorlar ki?” (7 Mart ’01)
ifadesi, ırkçı nefretin en yoğun yaşandığı dönemlerde ABD’de ya da Nazi Almanyası’nda bu kadar aleni telaffuz edilmiş olsa gerek. Dışlayıp aşağılayacağınız gruplar için pis ve çirkin demek en banal ırkçı klişelerdendir.
Türbanla ilgili ibretlik bir başka yazısında dilsiz bırakılmış Kürt kadınlarını aşağılamaktadır:
“…babam (…) Güneydoğu Anadolu topraklarından garip ve gülünç görenekler de aktarırdı. Bunlardan biri, kadınların hicap duygusuyla ilgiliydi. Canım babacığım, ‘Erkek görünce eteklerini kaldırıp başlarına geçirirler, kıçlarını açıkta bırakıp kafalarını örterler,’ derdi ve ben katıla katıla gülerdim. Çünkü babamın anlattığı imge, yeni oluşan belleğimde devekuşlarına değgin öğrendiklerimle çakışıyor ve eteğini kaldırıp kafasını örten kadınları, başını kuma sokup tüm gövdesini saklandı sanan devekuşlarına benzetiyordum” (14 Mart ’99).
Kürt kadınlar sadece ‘kültür’ yoksunu değil, doğrudürüst örtünmeyi bile beceremeyecek kadar şaşkındırlar. Kürtleri aşağılamak için her türlü neden vardır zira onlar, Mine G.’nin nefret ettiği Doğululuğu, köylülüğü, Müslümanlığı ve yoksulluğu, hepsini birarada taşımaktadır.
Türban meselesinde daha özgürlükçü aydınlar da eleştirilerin hedefi olur. Kendisini tüm bu aydınların üstünde gören, sosyoloji lisans eğitimini yeri geldiğinde gözümüze sokan Mine G., ‘toplumbilimci ayaklarına yatıp, hastalıklı fikirlerini yayan’ aydınlara kızmaktadır:
“Onlar, zaten devlet ideolojisinin içinde var olan kanserli hücreleri, imam hatip okullarını, devlet ideolojisine karşıymış gibi tanıtıp öven, kaşıyıp yayılmasını sağlamak peşinde dolaşanlardır. Onlar, özgürlük düşmanlarını, demokrasinin, eşitliğin ve bağımsız düşüncenin celladı şeriatı, özgürlük kaidesine oturtup savunan sözüm ona aydınlardır” (10 Ekim ’97).
Üstüne üstlük bu tuzu kuru:
“münevverlerimizin (‘aydın’ demek içimden gelmiyor!) ezici çoğunluğu, Anglosakson kültüründen gelmiş olup İngiltürk konuşurlar ve kayıtsız koşulsuz ABD hayranıdırlar. Tüm cetvelleri, ölçüleri, kıstasları Amerikan’dır” (23 Mayıs ’99).
Şurada gül gibi jakoben Fransa dururken ‘liberal’ ABD’yi referans almanın bir alemi yoktur tabiî.
Mine G., bu toplumun ‘vekili olacak kişide hırsızlık, canilik ve küfürbazlık ‘erdem’lerini arayan, bulunca vekili olarak’ seçen hastalıklı bir toplum olduğundan (1 Ekim ’97); ‘aşırı ve hızlı nüfus artışına’ bağlı olarak çoğalan ‘sakat kafalar’dan (13 Mart ’99); oy verme sistemi karışık olduğu için seçimin ‘cahil çoğunlukların değil, eğitimli azınlıkların avantajıyla’ sonuçlanabileceğinden (16 Nisan ’99) ve ‘kara kalabalıklar’dan (19 Şubat 2001) söz eder. Aslında halktan nefret etmektedir. ‘İlkel’ bir dine saplanıp kalmış, Batı’ya gösteremeyeceğimiz kadar kılıksız ve yoksul bu ‘yığın’, kendisinin sunduğu ‘şık’ ve ‘entellektüel’ görüntüyü bozmaktadır.
Mine G. Kırıkkanat, ne yazık ki düşüncelerinde yalnız değil. Türkiye’nin ayağına dolanan Müslüman, Doğulu, yoksul ve cahil yığınlardan kurtulma arzusunu tüm şiddetiyle hissedenlerden yalnızca biri o. Siyasal İslâm’ın ve Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte şekillenen Kemalist tepki, tam anlamıyla bir kültürel modernleşmenin gerçekleşmediğine yanarken aslında sınıfsal bir nefret taşıyor. 1930’ların Kemalizminde ‘halk’, ‘yığınlar’, ‘köylüler’, yeni bir toplum kurma projesinin, en azından söylemde, temel unsuruydu. Bu dönemde Kemalizm, meşruiyetini sorumluluktan alıyordu. Entellektüel bir öncü kadronun bu insanları bilinçlendirmesi bekleniyor ve bilinçlendirmeye değer bir ‘kitle’ varsayılıyordu; bu kitle yine onlardan alınanlarla şekillendirilecekti. Yakup Kadri’nin Yaban ve Ankara romanlarında köylülerin modernleşmesi isteniyor, ancak bunun gerçekleşmemesinin müsebbibi olarak aydınlar görülüyordu. “Aydın bunalımı” denilen durumun kitleleri değiştirme ve kitlelerden nefret etme ekseninde belirlenmesi, içkin bir elitizmin bir sorumluluk hissiyle dengelenmesine neden oluyordu. ’80’lere kadar getirebileceğimiz ve süreç içinde “Kemalizmler” değişse de değişmeyen olarak kalan işte aydın karaktere atfedilen bu özelliktir. Aydın her ne kadar uzaktan bir yerlerden ‘halkı’ imleyip dursa da, onu değiştirme-dönüştürme saiki her daim saklı kalmıştır. Sorumluluk hissiyatı damarlarında dolaşan kandır adeta, belirleyenidir. Çok kabaca söylemek gerekirse ’80’lerde yitip giden işte bu sorumluluk hissiyatıdır. Yukarıda bahsedilen kitleleri değiştirme ve onlardan nefret etme gerilimi çökmüş ve geriye sadece onlardan nefret etme kalmıştır. Bu değişimin dolaysız sonucu imleme işinde de göstermiştir kendisini. Artık Kemalizmde ‘halk’, özellikle Müslüman kimliğini korumakta ısrarlı kesimler ve Kürtler, tehdit edici unsurlar olarak görülmekte ve bu insanlara duyulan tepkideki sınıfsal belirleyicilik gözardı edilmektedir. Mine G. Kırıkkanat ve benzerleri, 1980’lerin ayrımcı ve dışlayıcı Kemalizmini sahiplenir ve kendisinden umut kesilen ‘kara kalabalıklar’a duydukları nefreti açıkça ifade etmekten çekinmezler.
Mine G. Kırıkkanat’ın yazıları üzerinden Radikal’de yansıyan, Kemalizmden tam anlamıyla kopamamış bir beyaz Türk oryantalizmi ve elitizmidir. ADD ya da ÇYDD gibi sivil toplum kuruluşlarının Kemalizminde hâlâ ümitvar bir tarzda, aşağıdakini yukarı çekme, onu değiştirip dönüştürme misyonu canlılığını korur. Mine G., bu noktada Kemalizmden ayrılır, Batılıdan daha Batılı olma ve topluma nizam verme gereği hissetme noktasında ise birleşir. Lafını sakınmayan aydın tiplemesi, okurların hoşuna gider. Misyonerliğini kaybetmiş yazarın çığırtkanlığı, “ona nasıl geçirmiş”, “bunu nasıl rezil etmiş”ten haz duyan okurların köşe yazarlarından beklentilerini karşılar. Mine G., bu açıdan popülisttir de aslında; halkı mağdur eden siyasetçilere ve zenginlere karşı acımasızdır. Ama o mağdur olanlar, mazlum ve yoksul insanlar karşısına gelince dışlayıcı bir elitizmin sınırları içerisine sıkışıp kalır. Kemalist elitizmin modernize edilmiş bu halinde sorumluluk yerini nefrete bırakmış, ‘medenileşemeyen’ Müslümanlar, Kürtler ve yoksullardan ümit kesilmiştir.