Türkiye 2001 yılının ikinci çeyreğine yeni bir iktisadî kriz dalgası altında giriyor. 14 aydır uygulanan “enflasyonu düşürme ve istikrar” programı 21 Şubat itibariyle iflas etmiş durumda.
İstikrar arayışları ise sil baştan ekonominin yeni patronuna, Dünya Bankası Başkan Yardımcılığından apar topar yurda çağırılan Kemal Derviş’in bakanlığındaki yeni bir kadroya emanet edilmiş bulunuyor. Aslında Türkiye ekonomisi temel dengelerini 1990’ların başından itibaren yitirmiş gözükmekte ve gittikçe şiddetlenen bir bunalım süreci yaşamakta. Söz konusu bunalım sürecinin en belirgin özellikleri ise büyüme ve daralma aralıklarının giderek sıklaşması ve salınımlarının giderek açılması olarak belirleniyor. Nitekim, 1998’in ilk çeyreğinden itibaren gözlenen son 12 çeyrek-dönemin yedisinde ulusal gelirin daralma yaşamış olduğu (negatif büyüme hızları sergilediği) ve “istikrarsızlık-kriz-yapay büyüme-istikrarsızlık” sarmalında bir kısır döngü içine itilmiş olduğu görülmekte.
Bu yazı çerçevesinde söz konusu kriz sürecinin yapısal kaynaklarını irdelemeye çalışacağım ve IMF-destekli, neo-liberal istikrar politikalarının dayandığı temellerin, Türkiye gibi kapitalistleşme sürecine çarpık, denetimsiz ve eksik rekabetçi piyasa koşullarında eklemlenen çevre (peripheral) ekonomilerinde nasıl kırılgan bir yapı yarattığını ve özü itibariyle dengesizlikler içermekte olduğunu tartışacağım. Bu tartışmanın ana çizgilerini vurgulamak için öncelikle Bağımsız Sosyal Bilimciler - İktisat Grubu diye anılan bir grup akademisyenin Mart ayı başında yapmış olduğu temel bir gözlemi dile getirmenin uygun olacağı düşüncesindeyim:
Süreklilik kazanan bunalım, hükümetlerin sadece son birkaç yılda uyguladıkları “yanlış” tedbirlerin ya da “teknik hatalarının” değil, 1980’den bu yana uygulanan ve ulusal ekonominin dengelerini denetimsiz ve yönlendirilmemiş piyasa güçlerine terk etmeyi amaç edinmiş olan neo-liberal politikaların bir sonucudur. 1998’in ikinci yarısından itibaren derinleşen ekonomik kriz, bir yandan 1998 Asya ve Rusya krizleri gibi dışsal şokların, bir yandan da 1990’lar boyunca sürdürülen dışa bağımlı, yapay büyüme stratejisinin ve çarpık toplumsal bölüşüm ve birikim mekanizmalarının artık tıkanmış olduğunu belgelemektedir. Devlet, özellikle 1990-sonrası yıllarda ulusal ekonominin yönlendirilmesi işlevini tamamen yitirmiş ve bir topyekûn reform stratejisi ile makroekonomik istikrarı yeniden oluşturabilmek yerine, ekonominin birikim önceliklerini doğrudan doğruya kısa vadeli dış sermaye girişlerinin özendirilmesine dayandırarak, kısa süreli ve yapay büyüme kazanımları üzerine kurmayı tercih etmiştir. Bu tercih, ulusal ekonomiyi tamamen konjonktürel ve dışsal olgulara bağımlı hale getirmiş ve ekonominin kısa çevrimli, mini büyüme-kriz-istikrar sarmallarına sokulmasına neden olmuştur. Bu süreçte kamu kesimi borç servisi yükü sürdürülemez boyutlara ulaşmış; kamu kesimi tasarruf ve yatırım yapamaz hale gelmiş; özel sektör birikim tercihleri giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşarak, spekülatif rantiyer-tipi birikim alanlarına yönelmiş; ve işgücü piyasalarında marjinalleşme ve kuralsızlaştırma artarken, toplumsal gelir dağılımı da ciddi biçimde bozulmaya itilmiştir.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kriz sürecini birbirinden bağımsız, rastgele olaylar ve yanlış teknik iktisadî politikaların sonucundan ibaret olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Gerçekte söz konusu kriz, 1980’lerden bu yana uygulanan ve ulusal ekonomiyi denetimsiz ve başıboş bırakılmış piyasa güçlerine terk etmeyi amaç edinmiş olan neo-liberal politikaların doğrudan bir sonucudur. Bu anlamda, Türkiye ekonomisinin son yirmi yıldır içinde bulunduğu yapay büyüme-istikrarsızlık-daralma döngüsü, ulusal ekonominin serbestleştirilmesi yönünde yapılmış olan zamansız, denetimsiz ve başına buyruk politika dönüşümlerine bağlıdır.
1980-dönüşümü, sadece ticaretin serbestleştirilmesi, döviz kuru ve faiz oranlarının belirlenmesinin piyasa güçlerine bırakılması, ve malî piyasaların serbestleştirilmesi olgularından ibaret basit bir iktisadî dönüşüm değildir. Bu dönüşüm aynı zamanda ulusal ekonominin birikim ve bölüşüm ilişkilerini de derinden etkilemiş ve iktisadî artığın (ve sermaye kesimi gelirlerinin) yaratılması ve yeniden dağıtılmasına yönelik bölüşüm ilişkilerinin yeniden yapılanmasına yol açmıştır. Bu süreçte, 1960’lar ve ’70’ler boyunca yurt-içi talebe dönük ve dış ticarette koruma rantları ile beslenen ulusal sanayiinin öngördüğü iktisadî artık biçimleri nitelik değiştirmiş; ve giderek, devletin daha aktif bir biçimde düzenleyici olarak rol aldığı, daha dolaylı transfer ve kaynak aktarımı ilişkilerinin devreye sokulduğu bir bölüşüm ve birikim modelini gerçekleştirmiştir. Bu arada devlet aygıtı da gerek iktisadî işlevleri, gerekse idari etkinliği açısından yeniden biçimlendirilmiştir.
Özetleyerek vurgulamak gerekirse, 1980-sonrasında devletin iktisadî yaşamdaki konumu artık üretici veya yatırımcı değil, düzenleyicidir. Devlet, bu dönemde iktisadî artığın sermaye kesiminde birikimini sürdürebilmesi için bir dizi idari ve iktisadî müdahaleye olan gereksinimi yerine getirmiş ve toplumsal gelir dağılımının ana unsurlarının yeniden düzenlenmesi alanında aktif bir rol üstlenmiştir. Kamunun vergi ve (iç) borçlanma sistemi, (merkezî ve yerel) konsolide bütçesi, ve sosyal güvenlik ve KİT fiyatlama sistemleri bu dönüşümün araçları olarak kullanılmıştır. Bu sürecin maliyeti ise kamu kesiminde ve giderek tüm ulusal ekonomide makro dengelerin bozulması, yüksek enflasyon ve yüksek reel faiz ile kendini göstermektedir.
Dolayısıyla, 2000-“enflasyonu düşürme ve istikrar” programının amaçları, 14 aylık uygulaması ve ileriye dönük yeni programın olası sonuçlarının sadece teknik bir enflasyon muhasebesi açısından incelenmesi mümkün değildir. Bu türden bir çalışma, ancak yukarıda özetlemeye çalıştığımız biçimiyle, devletin sınıflar ve uluslararası sermaye karşısındaki konumunu değerlendirme kapsamına alan bölüşüm-yönlü bir perspektiften yapıldığında gerçekçi olabilir ve anlam kazanabilir.
2000-ENFLASYONU DÜŞÜRME PROGRAMININ
ANA UNSURLARI
Aralık 1999 Niyet Mektubu ile somutlanan 2000-Enflasyonu Düşürme Programının genelde üç ana başlık üzerine inşâ edildiği görülmektedir: (i) kamu kesimi (maliye) reformu; (ii) döviz kuru nominal çıpasına dayalı para programı ve (iii) sosyal güvenlik, özelleştirme ve tarım kesimine yönelik yapısal nitelikli dönüşümler. Dolayısıyla, programın ana felsefesi açısından ilk gözlemimiz, planlanan uygulamaların sadece “enflasyonu düşürme” hedefi ile sınırlı teknik bir belge olmadığı, bunun çok daha ötesinde, bir yeniden yapılanma içine girerek, ulusal ekonomide kalıcı dönüşümleri amaçladığı ve bir anlamda devletin toplumsal sınıflar ile olan tarihsel taahhütlerini yeniden gözden geçirmeyi de hedeflediğidir. Burada söz konusu olan birçok iktisadî-sosyal tedbir, doğrudan ya da dolaylı olarak, enflasyonu düşürmeye hizmet etmekteyse de, kapsam açısından enflasyonun çok daha ötesinde makro iktisadî ve sosyal alanların etkilenmesi amaçlanmaktadır. Özetleyecek olursak, bu program çerçevesinde devlet bir yanda tarım ve emek kesimi ile olan teşvik, destekleme ve emeklilik fonu gibi sosyal-siyasî geleneklerini yeni bir yapıya kavuşturmayı amaçlarken, bir yandan da kamu maliyesi ve para otoritelerinin teknik işlevlerini ve sorumluluklarını sınırlayarak, ulusal malî ve finans piyasalarını tamamen dış sermayenin denetimine açmaktadır. Böylesi kapsamlı bir “istikrar” programı önerisinin salt enflasyonla mücadele sonuçları ile sınırlı kalmayacağı, bir yandan da ekonomide yeni bir birikim modeli ve bu modele koşut yeni bir toplumsal bölüşüm deseni yaratacağı açıktır.
PARA ARZI AYARLAMA
SİSTEMİ VE DÖVİZ KURUNA
DAYALI DEZ-ENFLASYON
Program, para arzının belirlenmesinde ve dış dengenin sağlanmasında “ödemeler dengesi sistemine parasalcı yaklaşım” ilkesini benimsemekteydi. IMF yönlendiriciliğindeki istikrar programlarının hemen tümüne kuramsal temel oluşturan bu yaklaşıma göre, dışa açık bir ekonomide döviz kuru satın alma paritesinde dengeye kavuşmak için sürekli devinim halindedir. Bu dengeye ulaşabilmek için de para arzı piyasa güçleri tarafından içsel olarak belirlenmektedir.
Bu önermeden yola çıkarak programda öncelikle 1 dolar artı 0.77 eurodan oluşan bir sepet yaratılmış ve bu sepetin günlük aşınması 2000 yılı sonuna dek Merkez Bankası’nca belirlenerek %20 oranında değer yitirmesi planlanmıştı. Günlük döviz kuru sepeti ayarlamalarının da her ay içerisinde sabit kalması öngörülmüştü. Böylelikle program boyunca para arzındaki genişleme doğrudan doğruya piyasa güçlerine terk edilecek ve enflasyonist baskıların hafifletilmesi sağlanacaktı.
Ulusal malî piyasalarda para arzını denetleyebilmek için Merkez Bankası’nı bir “para kurulu” idaresine dönüştüren bu modelin kuramsal temelleri 19. yüzyılın reel para doktrinine dayanmaktadır. Uluslararası ticarette finansal sermaye hareketlerinin görece sınırlı olduğu bir ortamda geliştirilmiş olan bu doktrine göre, ihracat sonucu elde edilecek döviz gelirleri doğrudan doğruya parasal tabanın genişlemesine yol açmaktadır. İhracat malları üretimi için ekonominin reel sektörleri para talebi yarattığı sürece söz konusu parasal genişlemenin enflasyonist etkileri olmayacaktır. Dolayısıyla, para arzının genişlemesi, sadece yurtdışından döviz girdisine bağlanırsa, enflasyonist eğilimlerin de önüne geçilmiş olacaktır.
Ancak, söz konusu doktrin daha çok mal ve hizmet ihracatı sayesinde kazanılan dövizleri odak noktası olarak ele almaktadır. Spekülatif sermaye hareketlerinin son derece akışkan olduğu günümüz finans dünyasında bir ekonominin tüm parasal tabanını dış dünyanın kısa dönemci, spekülatif nitelikli sermaye giriş-çıkışlarının denetimine bırakmak ise son derece tehlikeli bir girişimdir.
Nitekim, Türkiye ekonomisinin son yirmi yıllık deneyimi, denetimsiz, yönlendirilmemiş ve başıboş piyasa güçlerinin ne döviz kurunda, ne de faiz oranlarında istikrarlı dengeyi sağlayabildiğini belgelemektedir. Bilindiği gibi, Türkiye ödemeler dengesinde sermaye hareketlerini 1989 yılında 32 Sayılı Kararname diye bilinen bir politik adım ile bütünüyle serbestleştirmiş durumdadır. Böylece dış sermaye hareketleri üzerindeki bütün kontroller ve denetim kaldırılmış ve Türk finans piyasaları kısa vadeli sıcak paranın spekülasyonuna açılmıştır. Bu yapı altında ulusal piyasalarda Merkez Bankası’nın döviz ve faiz kurunu birbirinden bağımsız biçimde birer politika aracı olarak kullanabilme olanağı yitirilmiş ve ulusal finans piyasaları kısa vadeli spekülatif yabancı sermaye hareketlerinin denetimi altına girmiştir. Bu finansal yapı, ekonomiyi doğrudan doğruya yüksek faiz ve TL’yi yapay olarak değerli kılan bir döviz kurunun cenderesinde tutmaktadır. Bu olgu karşısında, ulusal Merkez Bankası para politikasını sürdürebileceği araçlar üzerindeki denetimini kaybederek, döviz rezervlerini idare eden bir “muhasebe kuruluşu” konumuna indirgenmiş haldedir.
Merkez Bankası kaynaklarından elde ettiğimiz verilere göre, örneğin bankacılık kesiminin dış kredi brüt giriş hacmi ayda ortalama 10 milyar dolar civarında seyretmektedir. Spekülatif olarak sürekli devinim içinde seyreden bu tür işlemlerin yıllık bazda hacminin 1993 ve 1999’da 120 milyar doları aştığı görülmektedir. 2000 yılının ödemeler dengesi istatistiklerine ait ilk sonuçları, bankacılık kesiminin yurt-dışından almış olduğu kredi hacminin baş döndürücü bir boyutta olduğunu ve 209 milyar dolara ulaştığını göstermektedir. 2000 yılının geçici ilk sonuçlarına göre bankacılık kesminin geri ödediği kredi hacmi 204 milyar dolardır. Diğer bir ifadeyle, ulusal piyasalarda reel faiz-kur aşınması arbitrajına dayanarak 2000 yılı içinde “döndürülen” sıcak para işlem hacmi, mal ve hizmet üretiminin yıllık toplamına ulaşmaktadır. Böylesi bir işlem hacmini niteleyebileceğimiz tek sözcük, ulusal ekonominin spekülatif bir saldırı altında kaldığı ve reel üretim ve yatırım kararlarında son derece büyük bir belirsizlik ve istikrarsızlık tehdidi oluşturduğudur. Bu haliyle kısa vadeli sermaye giriş ve çıkış işlem hacminin büyüklüğü karşısında ulusal malî piyasalar bağımsızlığını yitirmekte ve özgün gelişim olanakları ortadan kalkmaktadır.
MALİ SİSTEMDE KIRILGANLIĞIN ARTMASI
Bu verilerden görülebileceği üzere, program gerek ekonomik büyümenin birikim kaynaklarını, gerekse malî piyasalardaki likidite gereksinimlerini doğrudan doğruya uluslararası finansal sermaye akımlarının spekülatif girişlerine dayandırma yönündeki tercihi sürdürmekteydi. Oysa bu tercihin dayandığı yapının ne kadar istikrarsız ve kırılgan olduğu tartışmaya gerek olmayacak şekilde gözler önündeydi. Bu kırılgan yapıya dair bir örnek vermek gerekirse, bu konudaki en temel göstergelerden birinin “kısa vadeli dış borç stokunun Merkez Bankası uluslararası rezervlerine oranı” olduğu söylenebilir. Kısa vadeli dış borç / MB rezervleri oranı, uluslararası iktisat yazınında bir ekonominin güvenirliliğinin en temel göstergelerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, söz konusu oranın büyüklüğü, uluslararası ülke deneyimlerinden yola çıkarak, bir finansal krizin en önemli öncüllerinden birisi olarak kabul edilmektedir.
Kısa vadeli dış borç stoku / MB Rezervleri oranının Türk ekonomisindeki 1988-sonrası gelişimi Şekilde gösterilmektedir. Şekilde ayrıca son beş yıl içinde finansal krize sürüklenmiş olan ülkelerden Meksika ve Doğu Asya ülkelerinde bu oranın kriz öncesinde aldığı değerler de yer almaktadır. Elimizdeki veriler, krizin bir ön-habercisi olarak değerlendirilen bu oranın Meksika krizi öncesinde (Kasım, 1994) %260; Asya krizi öncesinde de (Haziran, 1997) Endonezya’da %170; Tayland’da %150; Filipinler’de %90; Malezya’da ise %60 değerini taşıdığını göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu oranın asgari %60 sınırının, uluslararası finans çevrelerinde “kritik” bir eşik olarak algılandığı söylenebilir. Türkiye’de ise bu göstergenin, ekonominin uluslararası sermaye hareketlerine tamamen denetimsiz olarak açılmış olduğu 1989-sonrası dönemde %100’ün altına hiç inmemiş olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Türk malî sistemi son 12 yılı uluslararası kriz göstergeleri bakımından sürekli olarak “tehlike” çizgisinin üzerinde geçirmiştir. Dahası, uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği yıl olan 1989 öncesinde Türkiye’nin böylesi bir adıma ne kadar hazırlıksız yakalanmış olduğu çok rahat bir şekilde görülebilmektedir. 1988 yılında kısa vadeli dış borç stokunun MB rezervlerine oranı %280 idi. Başlangıç koşulları bakımından son derece zamansız ve denetimsiz olarak yapılan bu serbestleştirme, Türkiye ekonomisinin 1989-sonrasındaki dengesizliğini pekiştirecek ve istikrar sorunlarını daha da derinleştirecektir.
Şekil’de ayrıca 2000 yılı dez-enflasyon programı uygulaması altında bu oranın %100’den başlayarak, Haziran 2000’de %112’ye, Aralık ayında da %145’e yükselmiş olduğu görülebilmektedir. Oysa, programın uygulayıcıları Niyet Mektubu’nda somutlanan hedefler açısından, kısa vadeli dış borç yükünün olası artışına koşut olarak Merkez Bankası rezervlerindeki genişlemeyle birlikte bu göstergenin herhangi bir bozulmaya itilmeyeceği savındaydı. Ancak, bankacılık kesimi 2000 yılı boyunca uluslararası döviz kredileri net girişlerini 4 milyar 696 milyon arttırarak, 11 milyar 140 milyon dolara değin yükseltmişlerdi. Bu süreçte Türk bankacılık kesiminin toplam kısa vadeli dış borç stoku 13.2 milyar dolardan hızla artarak 16.9 milyar dolara ulaşmıştı. Bu arada kısa vadeli borçlardaki söz konusu artışlar bir yandan da 10 milyar dolara yaklaşan cari işlemler açığının bir bölümünü finanse etmekte kullanılmış ve MB rezervlerinde herhangi bir artış sağlamamıştı. Dış ekonomik ilişkilerdeki bu olumsuz edinimler, IMF’den Kasım krizi sonrasında elde edilen ve MB rezervlerini desteklemek amacıyla yapılan 4 milyar dolarlık borçlanmaya rağmen gerçekleşmişti. Elimizdeki veriler 2001 Ocak başında gerçekleşen bu IMF rezerv-destek kredisi olanağı sayesinde kısa vadeli dış borç/MB rezervleri oranının sadece %112’ye geriletebildiğini göstermektedir. Ancak, bu tür dış kaynaklı yapay destekler ulusal ekonominin dengelerini ve güvenirliliğini sağlamaya yetmeyecek ve program Şubat ayında iflas edecektir. Bütün bu hesaplamalar, kısa vadeli dış borç/MB rezervleri oranının 2000 yılı program uygulaması altında 1993 yılından bu yana en yüksek düzeyine yükselmiş olduğunu, yani Türk ekonomisinin dış dengelerinin daha da bozulmaya itildiğini göstermektedir.
Dolayısıyla Türkiye ekonomisinde 2001 Şubat ayında bir finansal krizin yapısal koşulları ve öncül göstergeleri zaten kendini açıkça belli ediyordu. Bankacılık kesiminde yeterli döviz fazlasının olmadığı ve faiz-kur makasına dayalı spekülatif nitelikli sermaye girişleriyle sürdürülen bu yapının piyasalarda güvensizliğin yaygınlaştığı bir ortamda aniden bir panik havasına yol açması kaçınılmazdı.
Kasım 2000’de patlayan uyarı krizi, Şubat 2001’de de daha derin bir spekülatif saldırı altında döviz kuru çıpasının ve para programının sürdürülemeyeceği gerçeğini gözler önüne sermiştir. Gerçekten de Merkez Bankası’nın bu türden bir spekülatif atak karşısında hiçbir savunma mekanizmasının olmaması, programın da en kırılgan noktasını oluşturmaktaydı. Döviz kuru sepetinin bir takvim altında sabitlenmesi ve bağımsız para politikalarının uygulanma olanağının, MB’ye getirilen kısıtlamalar ile ortadan kaldırılması sonucunda ulusal ekonominin spekülatif döviz giriş çıkışları karşısında hiçbir denetleme ve yönlendirme olanağı bulamayarak, başıboş bir ortamda dengesizliğe sürüklenmesi kaçınılmazdı. Bu anlamda 1999 Aralık tarihli Niyet Mektubu’nda somutlanan program aslında sadece bir enflasyonu düşürme programı olarak kalmakta, bir istikrar programı olma niteliğini ise taşımamaktaydı. Bilakis, program ulusal ekonominin para piyasalarına ve dış dengelerine enjekte ettiği istikrarsızlık unsurları sayesinde zaten kırılgan olan makroekonomik yapının istikrarsızlığını daha da arttırmış olmaktaydı.
YENİ YAPISAL UYUM VE İSTİKRAR PROGRAMI NEYİ
HEDEFLEMEKTE?
Türkiye 2001’in ikinci çeyreğine “yeni” bir istikrar programı altında girmenin hazırlığını yapıyor. Ancak, planlanan “yapısal reform” söylemlerinin yukarıda vurgulanan kırılgan yapıya hiç dokunmayacağı ve giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşarak, spekülatif birikim alanlarına yönelmiş olan özel sektör birikim tercihlerinin yeniden sanayileşme ve sağlıklı büyüme rotasına çevirmekten uzak kalacağı ne yazık ki, çok açık olarak görülebilmektedir. Bu yönelimin bir uzantısı olarak devletin de, normal vergi gelirleri ve/veya harcama sistemi üzerine yapacağı radikal bir reform ile makro dengelerini sağlamak yerine, doğrudan doğruya kamu mallarının özelleştirilmesi (satışı) yoluyla gelir yaratmayı amaçlamakta olduğu görülmektedir.
Bu anlamda öngörülen “yeni istikrar programı” da, aynı öncekinde olduğu gibi, ulusal ekonominin öz kaynaklarını küresel sermayenin spekülatif kazanç alanına çekme hedefini sürdürmektedir. Ulusal ve uluslararası sermayeye doğrudan doğruya rant aktarımına yol açan ve bir dizi hukuksal sakatlık ve yolsuzluk ögeleri içeren bütün bu çabalar ise kamuoyuna “yapısal reform” söylemi altında sunulmaktadır. Bu aşamada “enflasyonu düşürme” vahim bir saptırmaca içermekte ve bu stratejik dönüşüme kamuoyu karşısında meşrûiyet kazandırma işlevi görmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye ekonomisinin 1980-sonrası dışa açılım deneyimi, ulusal piyasalarda rant arayışlarının değişik biçimlerde süregeldiğini; ve ulusal ekonominin birikim süreçlerinin ardında yatan dinamiklerin sürdürülmesinde pazar fiyatı haricindeki ögelerce de beslenen rant mekanizmalarının belirleyici olduğunun da altını çizmektedir. Söz konusu dönemde, 1970’li yılların dışa kapalı ticaret rejiminin yarattığı “korumacı” rant birikiminin nitelik değiştirerek, başka süreçlerde varlığını sürdürmesi ve ulusal işgücü ve mal pazarlarında yepyeni mekanizmalar ile iktisadî artığın yaratılmasına aracı olması, ortodoks -neo-liberal- bütün beklentileri tersine çeviren bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Uluslararası işbölümüne Türkiye benzeri çevre ekonomisi (peripheral economy) konumunda katılan az-gelişmiş ülkelerde ulusal sermaye birikiminin ana ögesinin klasik ücret-kâr ayırımının ötesinde rant ögelerince beslenmesi olgusu, sermaye birikimi sürecini sadece bir “dünya fiyatları sistemine uygunluk” sorunu olarak gören ortodoks neo-liberal (neoklasik) öğretinin, dünya gerçeklerinden ne kadar uzak ve soyut bir kurgulama içinde bulunduğunu da belgelemektedir.
ERİNÇ YELDAN