İktidar peşinde koşanların coşkusu, iktidar elde edildiğinde sukünet çağrılarına dönüşebilir. ‘Mutedil’ olunmalıdır; gençlik hezeyanlarına kapılınmamalı, sabırlı olunmalı, olgun ve vakur hareket edilmelidir.
Kısaca, çabucak yaşlanılmalı; insanın gelecek başarılarını gölgeleme ve hayatını karartma riski taşıyan ve ancak gençliğin 5-10 yılını kapsayabilen ‘ideolojik bağlanma’ dönemi atlatılmalıdır. Çünkü, Taha Akyol’a göre,
“...çileli 68 kuşağı’ndan bugünkü ve yarınki kuşakların alacağı en büyük ders hayallere sevda getirmemek, realist, rasyonel ve pragmatik olmak gereğidir.”[1]
1973’te MHP’den siyasete giriş gerekçesini,
“O zamanın Türkiye’sinde ‘taşra’da asıl merdiven siyasetti. Ya milletvekili olmak veya MHP’nin çıkaracağı gazete ile basına girmekti amacım” (a.g.e.: 32)
diye açıklayan Akyol.’un merdivenin haylice üst basamağına tırmandığı bir vakitte, dönüp tecrübelerini gençlerle paylaşmaması bencillik olurdu zaten:
“Şimdi kendimizi tatmin eden bir sosyal statü içerisindeyiz. Bunu bir nimet sayıp, yaşadığımız bunca tecrübeleri gençlere anlatmayı borç biliyorum.”[2]
1946 Yozgat doğumlu Akyol’un ilk siyasal bilinçlenmesi geleneksel DP’li aile çevresinde gerçekleşti. O da, sağcı gençlerin ‘Menderes’in dramı’ndan yoğunca etkilendikleri dönemden, bu dramın faillerinden olan Türkeş’in CKMP’sine tuhaf intikaller serüvenini yaşamıştı, kuşağının yakalandığı ‘iktidar sıtması’ndan hareketle. Sebep, solun doktriner zenginliği karşısında, DP’nin pragmatik kalkınma fetişizminin yetersiz kalmasıydı. Akyol, sıklıkla kendi kuşağının sol karşısındaki ‘yetersizlik’, ‘eksiklik’ duygusunun arayışlarının istikametini nasıl belirlediğini anımsatır. “Vietnam değil, Türkistan!” sloganında ifadesini bulan tepkisellik-benzeşme ikilemi, Soğuk Savaş muhafazakârlığının ‘reaksiyoner’ sığlığının da göstergesidir.
İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeyken, CKMP’nin İslâmcı hassasiyeti marjinalleştiren yöneliminden rahatsızlık duyar ve partiden ayrılır. Bundan sonra, ‘sık dokulu’ bir İslâmcı örgüt deneyimi de olacaktır. Aykut Edibali’nin ‘Mücadele Birliği’ çevresinde, dünyayı Yahudi komplolarıyla açıklayan bir İslâmcılık tecrübesi yaşar. Bu çevreden kurtuluşu sancılı olmuştur; ve, bugün gençlere ‘sık dokulu’ örgütlerin şahsiyeti boğan yapılarından uzak durmaları yönündeki ısrarlı tavsiyelerinin mazisi burada yatmaktadır. Ancak 1973’te Yozgat’a döndüğünde, Saf Türkçü kanadını tasfiye eden MHP’ye katılır ve partinin gazetesi Hergün’de aktif görev alır. 12 Eylül döneminde, MHP GİK üyesi olan Akyol, Mamak cezaevinde MHP davasından yargılanacaktır. 1985 sonunda Kemal Ilıcak’ın Tercüman gazetesindeki yönetim operasyonuyla genel yayın müdürü olur. 1991’de çöken Tercüman’dan sonra Akyol’u önce Meydan gazetesinde, daha sonra da Milliyet’te görüyoruz...
...
Taha Akyol hukukçu kimliğinin yanında sosyolog hassasiyetine de sahip bir münevverimizdir. Ne var ki, siyasal süreçlerde toplumsal yapılar ve özneler arasındaki ilişkileri açıklarken, Türkiye sağının pek sevdiği “yapıları es geçip, özneleri belirleyici kılıveren” kaydırmalarıyla malûldur. Sözgelimi, heyecan sahibi gençlere ihtiyat önerir, çünkü “İdeolojik örgütler ve sık dokulu mistik gruplar (gençleri) tuzaklarına düşürüp ‘emir eri’haline getirmek için bekliyor(dur).”3 Nedense, ‘tuzağa düşürenler’ hep oradadır; hiç genç olmamışlardır; otomatlaşmış hareketleriyle ağlarını örer, avlarını beklerler. Kısaca, gençliğin siyasallaşmasını hızlandıran, teşvik eden yapıların eleştirisinden kaçınmanın iyi bir yoludur, normal ve sapkın kategorilerini hizmete sokmak. Hep ajan provakatörleri suçlayıp, gencin zamanla hizaya gelmesi durumuna açık kapı bırakan; kızsa da seven, höşgören baba sabrı ki, hem milliyetçi muhafazakârlıkta, hem de devletimizin diğer muktedirlerinde bolca mevcuttur. Akyol’a göre de “Devlet ‘terörist çocuklara’ karşı caydırıcı olmalı, bir yandan da anlayışlı bir ağabey gibi davranmalıdır.”[4] Bu, solun ancak hatasından vazgeçip ‘eve döndüğü’ zaman makbul sayıldığı, lütfedilip muhatap kabul edildiği milliyetçi muhafazakâr tavrın bir örneğidir.[5] Eve dönmemekte ısrarcı olan sol, harabeye döndürülmüş evin de harab edicisidir neredeyse. Sözgelimi, Beşir Ayvazoğlu, Taha Akyol’u 1970’lerin ateşli yıllarında, hem de MHP’nin yayın organı Hergün’de “yerli solu temsil eden Mehmet Ali Aybar’ı takdir ettiği ve solcuları Türkiye’nin gerçeklerine dönmeye çağırdığı Leninsiz Komünizm adlı yazı dizisi”[6] nedeniyle övmektedir. Bu, Sosyal Demokratlar’ın yolu Kemal Tahir’le kesiştiğinde övülmelerine benzer bir tavırdır. Kendi durduğu yerden bu denli emin olan bir çizginin takipçisi Taha Akyol’un zaman zaman liberalizm adına relativizm savunusu yaptığına şahit oluyoruz. Ne var ki, milliyetçi olmayı meşrû sayılabilmenin ön şartı olarak gören bir zihniyetin, Liberal J.S. Mill’in ‘mutlak doğru yoktur’ relativizmini kullanabilmesi en basit deyimle açık bir çelişkidir.
Bir tek gençlik için söz konusu değildir, normallik-sapkınlık ikilemi; toplumlara da uyarlar Akyol bu bakışını: “Sosyolojik olarak incelenmesi ve gençlere gösterilmesi gereken bir olgu daha vardır: Azgelişmiş toplumlar daha duygusal oluyorlar.”7 Bu alıntıyı hangi çelişkisinden başlayarak incelemeli? Akyol’un sıkça referans verdiği ve milletimizi (tekrar) asrın önderlerinden yapabilecek Osmanlı’dan bize baki kültürel miras nereye gitti? Solcular ve İslâmcıları eleştirirken, onları köylü toplumlarının hastalığı olarak lanse etmek, ama ‘sessiz çoğunluk’un bunlara itibar etmemesini de millî hazinemizin zenginliğine bağlamak. Cemiyet bunları zaten içinde barındırmaz, sağduyuludur! Öyleyse, bu insanlar hangi cemiyetten çıktılar?
“Azgelişmiş toplumlar daha duygusal oluyorlar” ifadesi, aslında Akyol’un da dahil olduğu milliyetçi muhafazakâr geleneğin Batı karşısındaki konumlanışının-tersinden veya düzünden-Avrupamerkezciliğini gösterir. Hemen akla tipik bir karşı savunma gelebilir: “Ama biz millî kültürümüzü muhafaza edip, Batı’nın kalkınmasını yakalayabiliriz. Japonya veya Güney Asya Kaplanları gibi.” Sağ entelijensiyanın en belirgin avuntularından biri budur. Bu sadece bir avuntu değildir. Stratejik işleve sahip bir iddiadır. Milletin organik münevverleri olarak kabul görme talebini yansıtır. Denilir ki, “Batıcılar seni köklerinden kopardılar. Mana boşluğuna düşürdüler. Biz senin münevverlerin olarak otantik kültürünü yeniden inşâ edeceğiz. Bize ehliyet ver, bizi meşrû say.” Bu strateji, aydınlar arasındaki güç mücadelesinden azade anlaşılamayacak bir ‘dışlama / içerme’ mekanizmasıdır. Buna göre, modernist kapitalizm indirgemeci biçimde modernizm olarak hedefe yatırılır. Batılılaşmacı seçkinler, modernizm adına milleti Batılılaştırmaya çalışmışlardır. Bütün sorunlarımız bu yabancılaşmadan, ve buna alet olan münevverlerden neşet etmektedir.
Bu indirgemenin en önemli işlevi, ülkemizi tüm çarpıklığıyla ve bağımlılık ilişkileriyle küresel kapitalizme entegre eden ‘milletin has evladi’ sağcı siyasetçilerin eleştirisinden kaçınabilmektir. Salt kültür eleştirisine odaklanmak sadece Türkiye’de değil, başka bağlamlarda da muhafazakâr aydınlara yapısal süreçlerin; dolayısıyla bu süreçlerin taşıyıcılığını yapmış siyasal iktidar sahiplerinin eleştirisinden kaçınma ayrıcalığı sunar. Özünde bu Avrupamerkezcilikten öğrenilmiş bir indirgemedir; çünkü bu bakış, kapitalizmin Batıda ortaya çıkışını kültürcü bir tezle açıklar. Bunun doğal bir uzantısı, buradaki kültürden kapitalizmi türetmeyi savunmaktır. İki kültürcülük de (Avrupamerkezcilik ve Tersine Avrupamerkezcilik) kapitalizmin doğal ve evrensel olduğunun onaylanmasına dayanmaktadır. Kendi kültürüne dayanarak, kendi kapitalizmini yaratırsın. Hedef, sanayileşmek/kalkınmak... Bu hedef, teleolojik dizge içinde tüm toplumların bilincine kodlanmış, kaderlerine yazılmıştır. Kim hızla kaderine uyanır ve daha hızla koşarsa, daha fazla kapitalist olur...
Samir Amin, Avrupamerkezcilik kitabında bu indirgemeciliğin, kapitalizmin etkin ideolojisinin ikinci önemli bileşeninin -ekonomizm- geçiştirilmesi, yok sayılmasıyla mümkün olabildiğini savunuyor. Buna göre, Avrupamerkezcilik ideolojinin sadece bir boyutunu oluşturur; ve asıl belirleyici olanın -ekonomizmin- geçiştirilmesine yarar.[8] Batılı olmayan topumlarda da gücünü kültürcü olmalarından alan muhafazakâr projelerin ekonomizmi ikincilleştirmeleri veya yok saymaları, küresel kapitalizmin otantik/milliyetçi kurgular olarak yeniden anlamlandırılabilmesine olanak sağlamıştır. Arif Dirlik, Doğu Asya toplumlarında Konfüçyanizmin yeniden yorumlanmasına bu açıdan bakar:
“Belki de yeni kültürel durumun en dramatik örneği, son on yılda Doğu Asya toplumlarında Konfüçyanizmin kapitalist değerlerle uyumlu olarak yeniden yorumlanmasıdır. Bu, Konfüçyanizmin tarihsel olarak kapitalizme engel olduğuna dair uzun süren inancın tersine çevrilmesiydi.”[9]
Dirlik açısından böylelikle yapılan Konfüçyanizmin Weberci yorumundan başka bir şey değildir. Sadece, o bölgede görülmez bu türden yeniden içeriklendirme kaygısı. Sözgelimi Akyol’da
“Eğitim, çok çalışma, otoriteye saygı gibi değerleri yücelten Konfiçyüs kültürü ve sosyal hiyerarşide tırmanma yoluyla hayatta başarılı olma duygusu, Kore’nin motivasyon ve iş disiplinindeki önemli faktörlerden birisidir”[10]
diyerek bu yorumlandırma biçimine kendi katkısını yapar.
İlginç olan, bu topraklarda milliyetçi muhafazakâr sosyologlarımızın Weberci ‘Protestan İslâm’ tezlerine yatkınlıklarıdır. Sözgelimi, milliyetçi geleneğin üretken sosyoloğu Prof. Orhan Türkdoğan, Japonya’da olup bizde olmayan, olması gerekeni nasıl içeriklendiriyor:
“Şu anda ülkemizde hızla gelişen kapitalist sistem, Weber’in belirttiği biçimde bir ahlaki değerler düzeninden yoksundur... Ülkemiz, yarım yüzyıla yakın bir süreden beri bu sürecin içine girmesine rağmen Türk-İslâm kültür kodlarını devreye sokamamıştır... Kanaatımca, Batı tipi bu kapitalist modelin norm ve sistematiğine, sosyal dinamiklerimizde mevcut inanç ve değerler sistemiyle pekiştirmek suretiyle, yeni bir biçim ve zihniyet kazandırmamız mümkündür.”[11]
Türkdoğan, kapitalizmi doğal/evrensel bir kategori olarak içselleştirdikten sonra ‘manevi değerlerimize’ yüklediği bu ‘araçsallık’ neden sorun teşkil etsin? Weber’in aslında “Sadece Batı Hıristiyanlığı kapitalizmi üretebilirdi” iddasının Avrupamerkezci kültürcülüğü bir yana; bu tezi tersine çevirip sahibinin kemiklerini sızlatarak İslâm’a uyarlama çabası, başlıbaşına miliyetçi muhafazakârlığın ‘tersine Avrupamerkezciliği’ sayesinde, önce Batının kültürel üstünlüğünün; daha sonra da özgün merkezinden boşanmaya meyletmiş küresel kapitalizmi nasıl pekiştirdiğinin çarpıcı örnekleridir. Kısaca, milliyetçi projelerin kapitalizmle sorunsuz eklemlenmesinin organik taşıyıcılığıdır, söz konusu olan... Taha Akyol’un kimliğinde de hayli önemli olan Weber aşkına ayrıca döneceğim...
Ulusal Kalkınmacılığın küresel ölçekte gerileyişi ve yeni sağın ideolojik üstünlüğü yakaladığı 1980’li yıllar, milliyetçi geleneğin bir kısmının dışa dönük, ekonomist bir anlayışa evrilmesinin olanaklarını yarattı. Turgut Özal’ın Osmanlı mirasını temel alan bölgesel lider olma vizyonunu sahiplenmesi, entellektüel düzlemde de yansımalarını buldu. Taha Akyol, bu anlamda, Milliyetçi-Muhafazakâr geleneğin Soğuk Savaş’ın bitişiyle içine düştüğü söylem kısırlığını, Turgut Özal’ın ‘yeni sağ’ ideolojik vizyonuna eklemlenerek aşmaya çalıştı. Milliyetçi muhafazakârlığın reaksiyoner içeriğinin sınırlarını, bilimsellik tapıntısıyla ve ‘yeni sağ’ değerleri bu ‘üstperdeden konuşan’ bilimselliğiyle doğallaştırarak, Yeni Dünya Düzeni’nin hızla yol alan vagonlarından ‘bilgi toplumu sevicileri’ etiketlisine atlayarak aşmaya girişti. Aynı yolculuğu sağdan ve soldan yapanlar, yapmak isteyip yapamayanlar (bu arada yapmayı reddedenleri de unutmamak lazım.) da mevcuttu. Başka bir ismi ‘medyanın merkezine sıçrayış’ olan bu yolculuğu beceremeyenlerden Tercüman gazetesi, Soğuk Savaş’ın Türkiye’deki sona erişini müjdeler gibi ansızın batıverdi. Bu grup, Bulvar gazetesi girişimiyle söylemini sulandırarak; hattâ, çokça eleştirdiği promosyon azgınlığına uçak verme kampanyasıyla özgün katkısını da yaparak toparlanmaya çalıştı... Nafile, yalpalayarak yere çakılıverdi...
Taha Akyol’da Tercüman gazetesinin 1980’lerin sonundaki serüveninde “Objektif” isimli sütunüyla yerini almıştı. Köşesine koyduğu isim dahi, ondaki Weber aşkını gösterir. Kendisinde o dönemden baki kalan ‘Weberci İkilem’i açarak ‘Yeni Sağ’da biten arayışını özetleyebiliriz. Bu özetin özeti, aynı zamanda aydınların güç karşısındaki konumlarının bir eleştirisi olmasıdır. Türkiye’de anti-komünizm misyonunu ‘yüksek mercilere şikayet’ pespayeliğinin ötesinde yüklenenler de vardı. Kısaca ‘ilimci milliyetçilik’ olarak doğan çizgi, 27 Mayıs sonrasında serpilmeye, etkinlik kazanmaya başladı. Mesela, Mümtaz Turhan ‘Batılı Anlamda’ gerçek Batılı olmanın ancak ‘Batı ilimleriyle mücehhez’ zümreler yetiştirmekle mümkün olduğunu savunmaktaydı. Batılılaşma hedefi değil de, izlenen yol yanlıştı. Akyol’da sıklıkla yakınma mevzusu edilen ‘bizde ilim zihniyetinin olmayışı’, kendisine bilinç olarak Prof. Turhan ve onun talebesi Prof. Erol Güngör’den yadigardır; sıkça teslim ettiği üzre. Özellikle Prof. Güngör, Batı Akademisinde ve entellektüel mahfillerinde geçerli olan anti-komünist eleştirel birikimi, yerli anti-komünist geleneğe kazandırdı. Tıpkı Weber’in ‘kötümser’, yer yer Nietzsche’yi andıran ve Frankfurt Okulu’nun ‘kitle kültürüne’ ve dünyanın büyüden arındırılmasına karşı duyulan hassasiyetinde de izleri görülebilen tarafının sümen altı edilerek; Amerikan Akademisi’ne modernist iyimserliğin teorik destekçisi, bilimselciliğin yeni meşrûlaştırıcı kaynağı olarak ‘tercüme edilmesi’nde olduğu gibi, Türk sağının ‘ilimci’ kanadı, böyle budanmış bir Weberciliğe meyletti. Weber’de bulunan kaynak, devletimize kasteden ideolojik sapmaların, bilim adına mahkûm edilebilmesiydi, Amerikan akademisinin hızla öğrendiği gibi. Bu Cumhuriyet’in kurulma biçiminde, halkla siyasî elitlerin ilişkisinin özgüllüğünden beslenen korporatist aydın geleneğimizin yeni bir kaynakla beslenmesiydi aynı zamanda. Uzun ve hacimli ‘ilmi’ eserler, hep muktedirlerin tezlerini haklı çıkarıyor; muhaliflerinki ise ilim öncesi zihniyetle malûl, duygusallığı, köylülüğü aşamayan çıkışlar olarak damgalanıyordu. Bugünden bakıldığında da, muhafazakârlık-ilim ilişkisi bu araçsallığından çok şey yitirmiş değil. Bu Karl Popper’in Marksizmi ve Freudçuluğu sahte bilim ilân ettiği için sahiplenilmesiyle benzer bir tutumdu aslında. Ama, Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları eserindeki tezleri, milliyetçi muhafazakârlığın ve devlet geleneğimizin otoritaryen yönlerinin eleştirel süzgeçten geçirilmesine kadar varamıyordu.
Weber’in kendinde barındırdığı bu ikilem; yani ‘kötümser Weber’, Taha Akyol’un 1980’lerin sonunda ANAP iktidarının kültür siyasetine ve rafine olmayan bir ‘seyirci’ kültürünün oluşmasına karşı yakınmalarla dolu yazılarında kendini gösterdi. Dönemin solunda olduğu gibi, sağında da Frankfurt Okulunun ‘elitizme teşne’ kitle kültürü kritiği hayli revaç bulmaktaydı. Dönemin Akyol’da bıraktığı ‘kötümser’ tesirin çarpıcı bir dökümü var aşağıdaki değerlendirmesinde:
“Türkiye’de memleketin en önemli konularına hiç ilgi duymayan, ‘komünikasyon’ ihtiyacını sadece TV seyrederek ve arabesk yahut pop müzik dinleyerek gününü dolduran büyük kitleler teşekkül ediyor... ’seyretmek’ alışkanlığı düşünmek ihtiyacını hergün hançerliyor. Bir yandan görgüsüz, geleneksiz, köksüz enflasyon, spekülasyon ve hayali ihracat zenginleri türerken, öte yandan yine görgüsüz, geleneksiz ve köksüz bir ‘ayaktakımı’ (lumpen proletarya) fışkırmaktadır. Biri kapkaççı milyarder, öteki üçkağıtçı sefil, bu iki kesimin ortak yanları, ‘kültürsüzlük kültürüdür.’”[12]
Ne var ki, Akyol’un popüler kültür eleştirisi, bu sürecin önünü açan aktör ve yapıların berraklıkla teşhisi ve eleştirisini es geçer. Sorun yine Batılılaşmacı seçkinlere atfedilmektedir. Bu sefer ANAP’ın özünde Batılılaşmacı olan ama kendilerinde liberal kimlik vehmeden kanadı kıyasıya eleştiriliyor. Kısaca, Liberalizm Batıcılık ve ‘müsamahakarlık’la özdeşleştiriliyor ve kültürel kirlenme bu faillere indirgeniyor:
“... Eğer, ANAP’taki liberal beyin takımı ‘kültür’ deyince ‘bilgisayar’ ve reklam dergilerinden başka bir şey bilmiyorlarsa, bundan memleketin geleceği için ciddi biçimde endişelenmek gerekir... TV’nin seyirlik kültürüyle düşünür yetişmez, bilimadamı yetişmez, kültür adamı yetişmez.... ‘liberalliği’ lakaytlık olarak anlayıp hayatında liberal düşüncenin büyük filozoflarının adlarını bile duymamış, hele de kitapların yüzünü bile görmemiş beyzadeler, okumayı, düşünceyi, kültürü hor görebilirler.”[13]
Bu anlamda, muhafazakâr geleneğin solcuları kozmopolitlikle suçlama ve kültür emperyalizmin taşıyıcıları olarak mahkûm etme tavrının yeniden üretildiğini görmekteyiz.
Aslında, popüler kültür eleştirisinin bu denli yoğunlaşması, 1980’lerde aydınların geleneksel işlevlerini üstlenmek isteyen güç odaklarının etkinleşmesiyle de ilgiliydi. Kısaca, popüler kültür ve medya arasındaki piyasanın öncelikleri ekseninde gerçekleşen yakınlaşma, aydınların geleneksel olarak ‘millet veya ulus’ kurgusu adına yurttaşları denetleme, ona yön verme üstünlüklerini sarsmaya başlamıştı. Medya ve piyasa, aydınların bu işlevlerini kendinde toplamak istiyordu. Özünde aydınların ciddi güç kaybı sezgileriyle de ilişkiliydi, Akyol’un örneklerini verdiği popüler kültür eleştirisi. Ama, Akyol’un kaderi Tercüman gazetesi gibi olmadı ve yeni güç odaklarıyla ortaklaşabileceği, aydınlara yeni güç imkânları sağlayan ideolojik bir söylemi türetebilmeyi başardı: Formül, aydınların işlevlerinin genelde yeni sağın, özelde ise bilgi toplumu önceliklerine göre yeniden tanımlanmasıydı.
Milliyetçiliğin muhafazakâr ideolojiyle tarihsel ittifakı, muhafazakârlığa kurucu bir enerji vermesi açısından işlevseldir. Muhafazakârlık yakınmacı hissiyatının yoğunluğuna rağmen, uyum yeteneğiyle bilinir. Tarihsel yolculuğu içinde, sözgelimi 1848’lerde en ürktüğü güç olan milliyetçi enerjiyle zaman içinde ortaklaşabilmeyi başarması, yaşamsal bir desteğe kavuşmasını sağladı. En kestirme ifadeyle, millî-devletin uluslararası ilişkilerin kaçınılmaz ve doğal birimi olduğu tarihüstü yanılsaması, muhafazakârlığın yeni gücünün anlaşılmasında kilit öneme sahiptir. Burada, klasik liberalizmden devralınan birikimle, “kâr peşinde koşan birey” kurgusu, başarıyla dünya ölçeğine taşınmıştır. Millî-devletler, adeta pazarda acımasızca rekabet eden bireyler gibi, sınırsız arzularıyla sınırlı kaynaklar peşinde tamahkârane koşarlar. Kaynakların sınırlı olması demek, altta kalma durumunun doğallaştırılması, ‘en uyumlunun yaşayabilmesinin’ normal kabul edilmesidir. Türkiye özelinde, milliyetçi muhafazakârlık, bu eşitsizliğin doğal bir realite olarak popülerleşmesi açısından başarılı bir projedir. İçerideki toplumsal eşitsizlik ve sıkıntıların, millî/gayrı-millî eksenine yansıtılması, kendi dilinden koparılması başarısıdır söz konusu olan. Muktedirlerin, bu aydınlara duyduğu yoğun ihtiyacın da gerekçesidir.
Taha Akyol’un sözcülüğünü yaptığı yeni sağ anlayış, yukarıda sözü edilen ‘kaydırma’nın derinleştirilmesine ‘ekonomizm’ boyutuyla katkıda bulunmuştur. Soğuk Savaş karambolü içinde ertelenebilen popüler katılım taleplerinin, toz duman kaybolmaya yüz tutunca yeniden canlanması önünde etkin bir maskedir ekonomizm. Yeni sağ, siyaset ve özellikle ekonomide ‘ehil olmayanların’ tribüne çıkmasını savunur. Bu durumda klasik Soğuk Savaş muhafazakârına değil de, bu ‘Yeni Hayat’ın giderek katmerleşen ‘bilgisine’ sahip olan, ya da olduğunu kabul ettirebilen aydınlara gün doğmuştur. Taha Akyol’un ‘ilim zihniyeti’ burada devreye girer: İlmin mevzusu, tartışmasız gerçeklik olarak siyaset nesnesi durumundan uzaklaştırılır. Sözgelimi, politik talepleri olan üniversite mensuplarını (aslında gizli özne ‘arkaik solcular’dır)
“...çağımızda artık ‘yönetim’in verimlilik kavramıyla çok yakından ilgili ayrı bir bilim dalı haline geldiğinden habersiz görünme(kle)”[14]
eleştirir. Zaten, “Bilim öncesi zihniyet alışkanlıklarıyla, ekonomide ‘bilgi toplumu’nun refah düzeyine ulaşmak mümkün mü.?” (a.g.e.:8) Solculuk, bilim öncesi zihniyetle özdeşleştirilip ‘arkaikleştiriliyor’, tanıdık bir biçimde. Tabi ki, ‘bilim zihniyeti’ denen şey, Batı’da mevcuttur. Ulaşılması gereken asri hedef hep oradadır. “Bu zihni ve duygusal ‘az gelişmişliğimizi” (a.g.e.:7) ancak böyle aşabiliriz çünkü. Hedef hep önceden bilindiğinde, ve bilim de bu hedefin meşrûlaştırılmasında payanda vazifesi gördüğünde, Akyol’un ‘muhafazakâr-liberalizmi’ nereye oturacaktır? O çok beğendiği Hayek’in kurucu rasyonalizmi reddedişi (a.g.e.: 53), kendi projesinde ‘kurulu saat gibi evrileceği yer belli olan’ ve ‘milliyetçi inşâ’ya da bu ‘izlek’te ehemmiyet atfeden seçkinciliği karşısında nereye oturacaktır? Aslında, bu seçkinciliğin özü, “Bırakınız güzideler yönetsin; sorumlu yurttaş tipi tatile çıksın” anlayışından başka bir şey değildir ve her şeyiyle boyası dökülen -maalesef bu ülkede boya hâlâ kuru- yeni sağ teknokratizmi kokmaktadır.
Akyol’un bu seçkinci tavrı, “çok saygı duyduğu” M. Ali Aybar’a yönelttiği aşağıdaki eleştirisinde belirginleşmektedir. Akyol, Aybar’ın teknokrasinin modern toplumlarda giderek güç kazanmasından rahatsızlığını yansıtan aşağıdaki görüşlerini alıntılıyor:
“Burada bir kaygımızı dile getirmek isterim. Bilim ve teknolojideki gelişmeler, bilgin ve teknokratların toplum hiyerarşisi içindeki önemlerinin, dolayısıyla da güçlerinin artmasına neden oluyor. Beri yandan bilim ve teknoloji, halkın kavrama gücünü çok aşıyor”(a.g.e., 131)
Akyol’a göre bu satırlar Aybar gibi bir insanda bile ideolojinin görüş ufkunu nasıl daralttığını gösteriyorlarmış. Çünkü, “Çağımızda ‘halkın kavrama gücü’ düzeyinde bir bilim ve teknoloji arzulanabilir mi?!”ymiş. (a.g.e.,131) Akyol’da ‘objektif’ gösteren ‘muktedirler’ gözlüğü, Aybar’da ‘ideolojik miyopi’ etkisi yaratıyor! Aslında Aybar, sosyalist geleneğin ‘her toplumsal değişim sürecinde, eşitlik ilkesi nasıl var edilebilir’ şeklinde ifade edilebilecek ve -Akyol’un diliyle- huzursuz da olsa hep genç kalabilmesini sağlayan kilit sorularından birisini sormaktadır. Türkiye sağının ‘göremediği’ hayatî bir sorudur bu. Ancak ‘görebildiği’ zaman bu gelenek tersine Weberciliği aşabilir.
Oysa, Akyol’daki ‘Weberyan’ dürtü, kimileyin onu, sıklıkla eleştiregeldiği ‘Pozitivist/Jakoben’ laikçilerle aynı noktada buluşturmaktadır: İslâmı algılayış tarzı. Ona göre “yobazlık, kalitesizliktir”[15] Olması gereken ‘hikmet sahibi bir dindarlık’tır. Karşı çıktığı şey, dinin rasyonelleştirilmesi değil, bunun yapılış tarzıdır: “Bizde laikliğin bir rasyonelleşme süreci olarak değil de ‘karşı-din’ gibi bir ideoloji olarak algılanması”[16] asıl sorundur. Bu Weberci İslâm yorumunun altında, milliyetçi muhafazakâr entelijensiyanın ‘enternasyonalist’ İslâm korkusu yatmaktadır. Tıpkı sosyalizm karşısında olduğu gibi, tehdit altında olan “millî bütünlük”tür. Ama, sorun dinin nasıl olması gerektiği konusuna indirgenir. 1980’lerin sonunda güçlenen Radikal İslâm’da bu mercekten eleştirilir:
“Son günlerin bir modası da sağdaki bir grubun ‘Türk Kimliği’ne itiraz etmesidir... (Bunlar) ‘Türk’ ve ‘İslâm’ kelimelerinin yanyana kullanılmasında bile ‘Büyük Şeytan’ ABD’nin bir oyununu keşfetmektedirler. Nitekim bunların Türk milliyetçiliği için kullandıkları deyim kör milliyetçiliktir... Humeyni’nin totaliter diktatörlüğünü bir kelimeyle olsun tenkit etmekten kaçınanların Türk kimliğine husumetleri, yanlış bir düşünce değil, marazi bir psikolojinin tezahürüdür. Tarihteki hariciler de böyleydi.”[17]
Haricilik suçlamasının marazi bir psikolojiyle desteklenmesi, aslında Akyol’un zaviyesinden dünyaya bakmayanlara bakışını özetler. Zaman zaman solcular da yeni hariciler şeklinde eleştirilir.
Yazının başlarında savunduğum görüşe geri dönersem: tüm bu değerlendirmeler Akyol’un ve temsilcisi olduğu milliyetçi muhafazakâr geleneğin “Tersine Avrupamerkezciliği’ aşamadığının göstergesidir. Türkiye sağının kendine has kültürcülüğünün ‘ekonomizm’ eleştirisini nasıl sümen altı ettiğini anlatmıştım. Bu haliyle Akyol ve milliyetçi muhafazakârlık, tarihsel olarak Avrupamerkezciliğin ve giderek özgün merkezinden boşanma eğilimine giren küresel kapitalizmin pekiştirilmesinden öteye gidememektedir. Akyol’un katkısı, bu mirasa yeni sağ teknokratizmini eklemesindedir. Son olarak, Prof. Türkdoğan bahsinde örneklediğimiz Weberci İslâm yorumunun Akyol’da nasıl yeniden üretildiğini hatırlatan aşağıdaki alıntı, kültürel kodların kapitalist hegemonya açısından ‘araçsallaştırılmasının’ benzer ve çarpıcı bir örneğini sunmaktadır:
“Türklüğün bir medeniyet proleteryası olmaması ve ikinci binyıldaki devlet çekişmesinde ayak altında kalmaması için bilgi toplumuna geçilmesi gerekir. (Bilgi toplumunda)... Bağlardan daha fazla kurtularak, daha fazla hürleşen, yani daha fazla yalnızlaşan insanoğlu metafiziğe daha fazla açık olacaktır. İslâm tasavvufunun bu yönü, ufkumuzdaki bilgi toplumu için bir kültür rönesansı vaadetmektedir.”[18]
Böylece, kapitalizmin yaratacağı maneviyat boşluğunu tasavvufla kapatırsınız; “Bir elinizde Kuran, bir elinizde bilgisayar” huzurlu yarınlara koşarsınız, olur biter. Ama bir dakika, bu sonuncu cümlede dahi bir ‘birey olma’ imâsı var. Oysa, Muhafazakâr-Liberal Akyol için devletinin ‘medeniyet proletaryası’ olmaması önemlidir. İlim ise çokça yapıldığı gibi devletimizi hep haklı çıkaran bir maskedir...
[1] Taha Akyol, Hayat Yolunda Gençler İçin Anılar ve Öneriler Milliyet Kitapları, AD Yayıncılık, 1997. s. 36.
[2] Mehmet Gündem’le Ropörtaj. Aksiyon. 15/21 Kasım 1997.
[3] Taha Akyol. Hayat Yolunda Gençler İçin Anılar ve Öneriler…. s. 14.
[4] Taha Akyol. ‘Terörist’ Çocuklar” Milliyet, 18.2. 1996.
[5] Tuncay Birkan, Türkiye sağının ‘yerlilik eksikliği’ söylemine dayanan sol eleştirisinin arkasındaki otoriter zihniyeti çarpıcı biçimde sergilemektedir, Birikim dergisinin ‘Yerlilik’ özel sayısında. Bkz. Tuncay Birkan. “Sol:Evin Reddi”, Birikim. “Yerlilik: Gerçek ya da Maske?” Sayı: 111-112, s. 32-41.
[6] Beşir Ayvazoğlu. “Taha Akyol-II” Aksiyon, Sayı: 222. 6-12 Mart 1999. s.73.
[7] Taha Akyol. Hayat Yolunda … s.59.
[8] Samir Amin. Eurocentrism. (çev. Russel Moore). Monthly Review Press: New York. 1989.s. 104. [Avrupamerkezcilik, Ayrıntı Yay., 1995.]
[9] Arif Dirlik, a.g.y., s. 92.
[10] Taha Akyol. Bilim ve Yanılgı, Milliyet Yay. 1997. s.180.
[11] Orhan Türkdoğan. “Üniversitelerimizin Durumu, Meseleleri ve Geleceği Hakkında.” Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi. Sayı: 70, Şubat 1991; s. 68-75; s. 71.
[12] Taha Akyol. “Kültürsüzlük Kültürü.” Tercüman “9 Mart 1988.
[13] Taha Akyol. “Kahrolsun Basın”.Tercüman, 19 Nisan 1988.
[14] Taha Akyol. Bilim ve Yanılgı. Milliyet Yayınları. 1997. s.142.
[15] Taha Akyol. Hayat Yolunda…, s. 170.
[16] Akyol. Bilim ve Yanılgı, s. 69.
[17] Taha Akyol. Tercüman 25 Nisan 1987.
[18] Taha Akyol’un Aydınlar Ocağı tarafından 13 Şubat 1988’de düzenlediği “Ekonomi ve Kültür” panelinde yaptığı kouşmadan alıntılanmıştır. Tercüman, 14 Şubat 1988.