Medyanın Kanaat Üretimi: “Hamamda Şarkı Söylemek“

1990’ların başıydı, Körfez Savaşı’nın hemen ertesinde Batı’da daha önceden başlamış olan “medya” tartışmaları iyice alevlenmişti. Bu tartışma Türkiye’de de yankısını buldu: Ankara ve İstanbul’da bir grup gazeteci biraraya gelip bir tartışma metni çerçevesinde “medyayı oturup bir konuşalım” çağrısı yaptı. Hatırladığım kadarıyla iki ya da üç toplantı yapıldı ve epey de katılan oldu. Ciddi bir sonuç çıkmadı, hattâ “örgütlü gazeteciler”den biraz da “boş iş” muamelesi gördü. Fakat o günler, bugün herkesin hemfikir göründüğü “medya meselesi”nin uç verdiği değil, tam olarak kurumlaşmaya başladığı, hattâ sonuçlarının iyice olgunlaştığı günlerdi. Basında sendikasızlaştırma tamamlanmış, tekelleşme başlamış (hattâ bitmiş), fütursuzluk bir tarz olarak yerleşikleşmişti. Ancak, medyanın genişleme (-şişme) sürecinin devam etmesi, sorunların -en azından içeriden- algılanmasını, hele hele tartışılmasını erteliyordu. Yine aynı dönemde gazeteler için patlayan “promosyon çılgınlığı” ve televizyon kanallarındaki enflasyonist büyüme bu süreci ’90’ların ortasına kadar sürükledi.

Türkiye, medyada bu yaşananlarla eş zamanlı olarak 12 Eylül 1980’den daha derin bir travmatik dönüşümü adı konmadan yaşıyordu. Devletin Güneydoğu politikasından başlayarak sistematik biçimde bütün toplumsal-siyasal süreçlere sirayet eden (hattâ 28 Şubat’ın moral altyapısını oluşturan) “ağır iklim” Türkiye’yi tarihindeki en büyük fikrî kuraklığa sürükledi. Bu kuraklığa düşen asit yağmurları da “pop dalgasıyla” geldi. 1991’de kurulan DYP-SHP hükümetinin başbakanı Süleyman Demirel’in “konuşan Türkiye”si, çok gevezelik eşliğindeki “büyük sağırlığı” yarattı. Toplumun bütün duyargaları, zaten sağlam olmayan bütün iletişim kanalları bu gürültü kirliliği içinde köreldi/kapandı. Geleneksel siyasî etkileme mekanizmaları, organik kanaat önderleri, seçmen refleksleri yok oldu. “Merkez”e hücum ve aynılaşma içinde siyasî merkez çöktü, radikallik sulandı. Özalist ekonomi ve onun beslediği “hayat tarzı” kurumsallaştı. Sosyal, sınıfsal, siyasal hatlar flulaştı ve giderek belirsizleşti. Toplumsal mantarlaşma, çeşitli alanlarda ve farklı vesilelerle medya eşliğinde provoke edilen “tahrik” ayinleri ile gazı alınarak devam etti.

KANAAT MANŞETLERDE

Bu yıllar içinde Türkiye üç seçim yaşadı (1991-94-95). Bu seçimler sırasında ve özellikle de ’95 seçimlerinden sonraki süreçte medya tartışmaları siyasî bir içerik kazandı. “Bir kısım medya” “Kartel medyası” lafları etrafında başlayan bu tartışmalar, “dördüncü kuvvet”in artık “birinci kuvvet” olmaya yöneldiği iddiasını gündeme getiriyordu. Televizyonların medya dünyasına taşıdığı “kuşatıcı” “gözetleyici” tarz da, bu tartışmaların magazin boyutunu kuruyordu. Bu tartışmalarda en çok gündeme gelen tema, medyanın siyaset üzerindeki etkisiydi. Oysa, bu tartışmaların en hararetli yapıldığı günlerde bu argüman eskimeye başlamış, süreç çoktan tamamlanmıştı. Artık, yeni bir süreç başlıyordu: “Siyasetin”, medyayı belirlediği, kanaatleri esir aldığı bir süreç. Bu sürecin en çarpıcı testi 28 Şubat günlerinde yapıldı. Bu tek taraflı belirleyiciliğin ekonomik boyutunu ise, medya patronlarının “ellerindeki güçle elde ettikleri” iktisadî avantajlar dolayısıyla taşımaya başladıkları veled-i zinalar oluşturuyordu. Bunun en çarpıcı sonuçlarını 1999 seçimlerine gidilirken ve asıl olarak da seçimlerden sonra kurulan hükümet karşısındaki medya tavrında izledik.

Aynı dönemde medyanın iç örgütlenmesi de çok önemli değişimleri yaşıyordu. ’80’lerin sonlarından itibaren başlayan en önemli değişim; “kanaat oluşturma”nın köşelerden çıkıp manşetlere taşınması oldu. Bu gelişme, “yumurta tavuk” ilişkisi içinde artık köşe yazarlarının manşet verdiği bir süreci de başlattı. Habercilik ve buna bağlı olarak olgudan kanaat üretme gereği (ya da alışkanlığının) tamamen terk edildi; yerine kanaatler (aslında manipülasyon) için olgu üretme alışkanlığı yerleştirildi. Muhabirlik kurumu imha olurken (bu dönemde medya “büyürken”, sistematik biçimde ve sürekli olarak muhabir sayısı düştü), bu sürece ayak uydurup “ihtiyaca matûf” (“girecek haber” de denebilir) haber refleksi edinen yeni tarz bir muhabirlik icat oldu. Özal döneminde başlayan “ilişki gazeteciliği” yaygınlaştı. Bu gelişme, “haber kaynağı” ve “haberci” açısından iki taraflı bir memnuniyeti sağladı. “Haber kaynağı” tanıdığı/bildiği kanka köşe yazarları ile ilişkiyi, bir sürü muhabirle uğraşmaya yeğliyor, “haberciler” de “abi” diye veya küçük isimleriyle hitap edebildikleri haber kaynaklarından tek taraflı enformasyonu rahat temin ediyorlardı. Gazete yönetimleri (patronları) açısından da bu son derece elverişli bir işleyişti.

MEDYA SERMAYESİ

’90’ların ikinci yarısında medya tartışmaları artarak sürdü. Tartışmanın “kartel medyası” boyutu, basın-yayın sektöründeki sermaye yapısı ve tekelleşmeye vurgu yapıyordu. “Türedi sermayedarların” önce banka, sonra televizyon ve gazete sahibi olarak kurdukları ekonomik-siyasî etkinlik stratejileri, tartışmanın merkezinde yer alıyordu. Fakat, kurulan bu “etkinlik” bir zırh sağlamaktan çok, belirleyici bir angajman üretti. Medya (daha doğrusu medya patronları) ekonomik-siyasî elitler arasına katılıp “oligarşiye” angaje oldukça, kimin kimi belirlediği sorusunun cevabı muğlaklaştı. Medya patronları (aynı zamanda bir sürü şeyin patronları) siyasetle ilişkilerini tamamen “iktidar” ölçütüne bağlamak mecburiyetinde kaldılar. Girdikleri ekonomik ilişki, onları güce ve iktidara bağımlı kılıyordu. Artık, onlar iktidarı değil, iktidar (kim gelirse gelsin; görünmez iktidarlar da dahil: bkz. 28 Şubat) onları belirliyordu. Aslında iktidara bağımlılık, sadece medya patronlarıyla sınırlı olmayacak biçimde geniş bir iş çevresi için de geçerli. Bu, sanılanın aksine devletin yarattığı imkânların (ki artık devletin o kadar imkânı yok), yolsuzluk-usûlsüzlük ekonomisinin ve kaynak aktarımının -elbette bunların da etkisi var, ama belirleyici değil- değil, para politikasının ekonomideki belirleyiciliğinin bir sonucuydu. Dolayısıyla, medyanın patronları bu yüzden “iktidar” karşısında her zamankinden daha zayıf duruma düştü.

Bu süreçte medyanın itibar ve güvenilirliği de hızla eridi. Medya sermaye büyüklüğü ve “çeşitlilik” anlamında büyüyordu ama özellikle gazete tirajlarında bu büyümenin karşılığı bir artış izlenmiyordu. Ayrıca, periyodik hale getirilen Ocak ve Temmuz tensikatları ile, medya çalışanlarının toplam sayısı olmasa bile, birim başına çalışan sayısı azaldı/azaltıldı. Medya içi gelir dağılımı bozuldu. Fakat, bu gelişmeler bile “içeriden” bir tartışmayı üretemedi. Tam tersine, bu yapı ile uyumlanmak için derin bir zihniyet değişimi herkesin katkısıyla işlemeye başladı. Bugün son operasyonlarla medya dışında kalmış gazetecilerin birer birer “günah çıkartmaya” başlamasından bu “geniş katkının” boyutları daha iyi anlaşılıyor. Bu zihniyet değişiminin en önemli yönü, medya patronlarının “iktidar” karşısındaki pozisyonunun yukarıdan aşağıya doğru her düzeyde medya çalışanlarına ve medya tavrına hâkim olmasıydı. “Kartel” içinde transfer yasağı getiren “centilmenlik anlaşmaları” ile de beslenen iş güvencesizliği, yükselmenin koşulları ve medya içi ilişki pratiği tek tek bütün gazetecileri korumasız hale getirdi. “İşini bilen medya çalışanı” da güvencesini işinin getirdiği ilişkilerden tedarik etmeye yöneldi (bazıları da güvencenin çok üzerinde güçler elde edebildi). Partilerden, iş çevrelerinden referans getirerek işe alınan insanları (ya da şikâyet edildiği için atılanları) duyar olduk. Elbette, bu işin başını da köşe yazarları çekti.

İLİŞKİ GAZETECİLİĞİ

28 Şubat’ta ve 1999 seçimleri sonrasındaki medya performansı, bu kısa ve kaba özetin medyayı getirdiği noktanın zirve yaptığı iki noktaydı. Bu iki dönemeçte medyanın kanaat oluşturma faaliyetleri ve medyadaki kanaat önderlerinin “yeni yapıya” uyumlu pozisyonları tartışmaya yer vermeyecek ölçüde belirginleşti. Manşetler manipülasyon reaktörleri işlevini yüklenirken, köşe yazarlarının hepsi beslenme kaynaklarını seçtiler ya da “ilişkileri daha derinleştirip” daha da fütursuzlaştırdılar. Özellikle 28 Şubat sürecinde askerlere yakınlık medyada sivrilen köşe yazarlarının ortak paydasıydı. İktidara, güce en yakın olan “en kariyerli gazeteci” rütbesini kaptı. ’99 seçimlerinden sonra kurulan hükümetle birlikte icat olunan “istikrar tablosu”na verilen “hesapsız” desteğin arkasında da benzer bir mecburiyetin etkisi vardı. “Sağduyulu”, “yapıcı”, “uyumlu” gibi çeşitli soslar eşliğinde sunulan bir ortak koro, medyayı tarihindeki en fonksiyonsuz rolüne hazırlıyordu.

Şimdiye kadar çizilen tablonun sadece “büyük medya” ya da “kartel medyası” ile sınırlı kaldığı yanlış bir ön kabul olur. Medyadaki bu zihniyet, alışkanlık ve yapı değişimi marjinal, alternatif, radikal veya her ne ad konursa konsun “diğer medya” üzerinde de aynı biçimde etkili oldu. Bu tür yayınlar da, “büyük medya”nın simetriğini üretmekten öte bir fonksiyon icra etmediler. “Medya tetikçileri” çıktığı gibi “medya bodyguardları” da zuhur etti. Manipülasyon - kontrmaniplasyon dengesi kolayca oluşturuldu. Hattâ, merkezin dışındaki medya için güç dengesi için maniplasyonu daha da abartmak meşrû görülmeye başlandı. Büyük medyadaki köşe yazarı tiplerinin “diğer medyadaki” klonlanmış kopyaları kısa zamanda boy göstermeye başladı. Giderek her gazetenin bir Ertuğrul Özkök’ü, bir Oktay Ekşi’si, bir Emin Çölaşan’ı türedi. (Bu örnekler rastlantısal seçilmedi: Çünkü 1997’den sonra önceki on yılın aksine her gazete Sabah’a değil artık Hürriyet’e benzemeye çalışıyor.)

AYNISININ TIPKISI

Son on yıldır, birkaç istisna dışında köşe yazarı transferine pek rastlanmadı. Bu yüzden, yukarıda özetlenen tabloya yerleşen kanaat önderleri gazeteler bazında uzun bir istikrar dönemi geçirdi. Gazetelerinde ve daha önemlisi rollerinde kurumlaştılar. Bu kurumlaşma (firmalaşma) başlangıçta büyük bir güvence veya güç gibi görünüyordu, başta öyle de sonuç doğurdu, ama yine yukarıda özetlenen tablonun çerçevesinin içinde olmaya mecbur (aynı zamanda teşne) olan köşe yazarları giderek birbirine benzemeye başladı. Çok farklı konularda, değişik görünen düşünceler öne süren köşe yazarları ortak zihniyet ve refleksler zemininde giderek tek tipleşti, -daha sonra değinilecek olan “özel roller” haricindekiler- renklerini, özgünlüklerini kaybetti. Ve böylece kendi vasıflarından kaynaklanan bir vazgeçilmezlikleri kalmadı. Bu tehdidi algılamaya başladıklarında da güvenceyi, “daha çok benzemekte” aradılar. Bu kısır döngü artarak devam etti.

Köşe yazarlarının “ezberlerinde” sağlam bir yeri olan, “değişmeyen, birbirine benzeyen siyasî kadrolar” eleştirisi aynen kendileri için geçerli olmaya başladı. Üstelik, siyasetin aksine isimler değiştiği/yenilendiği halde gerçekleşmeyen bir değişimden ve aynılaşmadan söz etmek mümkün. Bir tür showbusiness’e dönüşen medya dünyası için bu kısırlaşma kaldırılamaz bir şeydi. Çaresi hemen üretildi: Yazılan oyunun/senaryonun sınırları içinde kalmak şartıyla canlı roller üretmek. Böylece hem ihtiyaç duyulan “renklilik” sağlanacak, hem de “çok seslilik iddiası” devam ettirilebilecekti. Bu renklendirme operasyonları başlangıçta “aykırı” siyasî fikir ileri sürebilecek isimlerle sağlanmaya çalışıldı. Fakat, kısa sürede “esas tavrın” belirleyici damgası yüzünden pek sonuç alınamadı. Sonunda mankenlere köşe yazdırma aşamasına kadar gelindi.

ROLLER DAĞITILDI

Medyada boy gösteren kanaat önderleri bugünkü işlevleri bakımından birkaç kategoride toparlanabilir. Birinci kategori elbette “baronlar”. Bu kategoridekilerin birçoğu çalıştıkları medya kuruluşlarının tepe yöneticileri, hattâ en tepe yöneticileri (ama hepsi değil). Hem patronlarının, hem iktidarların, hem de toplumun “akıl hocaları”. Bu gruptaki isimlerin özellikle patronlarla kurdukları ilişki çok çok “özel”. Bazıları patronların şirketlerine ortak olarak doğrudan sermayenin aktif ortağı haline gelmiş durumdalar (bazılarının bu yüzden başı fena halde belada). Medya sermayesi ile kurulan bu organik ilişki nedeniyle temsil ettikleri kanaatler konusundaki algı, özellikle siyaset dünyası veya iktidar mahfilleri için hayatî bir öneme sahip. Dolayısıyla, hemen her yazılarında, sözlerinde okurlara değil “belirli odaklara” konuşmak, en azından bunu gözettiğini unutmamak zorundalar. Bu yüzden yanlış bilgilendirmeden, hatalı tespitten, hıyarca yorumdan değil, “sakıncalı” bilgiden, “arızalı” tespitten ve “sınırı aşan” yorumdan dolayı sorumlu tutulabilirler.

İkinci kategori “sözcüler”. Çeşitli güç odaklarının, etkin siyasî aktörlerin, baskı gruplarının (ama daha çok bir baskı grubunun içindeki etkin şahsiyetler), iktidar merkezleri odaklarının sözcülüğünü aktif bir rol olarak benimsemiş, çalıştıkları kurumlara da benimsetmiş isimler. Bu gruptakilerin iç hiyerarşisi, sözcülüğünü ya da elçiliğini yaptıkları kişi ve kesimlerin etkinlik skalasına göre belirleniyor. Kimi başbakanla günde üç telefon irtibatı kurarken, kimi iki yıl boyunca üyesi kadar bile oy alamayan DTP’li yöneticileri haftada bir “kurtarıcı” ilân etme rolüyle yetinmek zorunda kalıyor. Bir zamanlar muhabirler arasında pek yaygın olan “demeç gazeteciliği” şimdi bu kategorinin tekelinde. Ama önemli bir farkla; demeç vermek için onlar çağırılıyor genellikle. Onların sorumluluğu, sözcülük, elçilik görevlerini yerine getirdikleri kişilere ve yerlere, bir de çalıştıkları kurumun “ilişkide” oldukları kişiyle ilgili beklentilerine göre biçimleniyor. Bir yönüyle, basın müşaviri sorumluluğu, diğer yönüyle daimi temsilci sorumluluğu. Bu kategoride yer almak isteyenlerin “iş bitirme-halletme” kapasitesi de ayrı bir değerlendirme kriteri.

Üçüncü kategori son yıllarda giderek sayıları artan kalabalık bir grup olma yolundaki “analistler”. Bu grupta yer alanlar kimi uzmanlık alanlarından, kimi amatör meraklarından bu kürsüye intisab etmiş kişilerden oluşuyor. “Meselelere yukarıdan bakmak” iddiasındaki bu kategori kanaat önderlerinin bir kısmı bildik komplo teorisyenlerinin rafine örnekleri. Diğer bir kısmı ise, daha akademik edalı bir tavrı sürdürüyor. Bu gruptakiler için ayırt edici özellik sosyal bilim kuram ve kuramcılarına verdikleri referanslar. Bunların etkinlik güçleri ve iç hiyerarşisi, ileri sürdükleri görüşlerin “ilginç” olması veya karmaşıklığına bağlı olarak oluşuyor. “İlginçlik” okur açısından değil medya yönetimi tarafından tespit edilen ya da ilân edilen bir kriter. “Karmaşıklık” ise, her durumda haklı çıkabilmeyi, analizlerinin isabetini garanti altına alan çok sağlam bir güvence. Bu kategorinin sorumluğu sadece kendilerine karşı, kendilerinden memnun kaldıkları, etraflarında birkaç kişi tarafından ilginç bulundukları ve asıl önemlisi başka medya mensuplarınca “analizlerine” başvurulduğu sürece problem yok. Eğer analizlerinin isabeti gibi bir ölçüt veya bunu kontrol eden bir merci olsaydı çoğu şimdi işsiz kalmıştı. Her gazetede birkaç tane olan “asabi liberaller” bu grup içinde yer alıyor, almayı seviyor.

Dördüncü kategori “uzmanlar”. Bu kategorinin “analist”lerden farkı, kendilerini spesifik bir alanla sınırlamış olmaları. Genellikle, ekonomi, dış politika, eğitim vb. alanlarda kanaat geliştiriyorlar. Görünüşte en bağımsız olabilecek gibi görünen bu gruptaki kanaat önderleri, aslında en fazla otosansür baskısı altında kalanlar. Olgudan kanaat üretmenin pek muteber olmadığı bir medya düzeninde bu son derece anlaşılır. Özellikle ekonomi ve dış politika konusunda “resmî politikaların” tartışılmazlığının son yıllarda ulaştığı seviye yüzünden bu alanlardaki tek seslilik diğer alanları aratmayacak bir hale geldi. Kasım ve Şubat ekonomik krizleri öncesinde, sırasında ve sonrasında ekonomi alanındaki medya kanaat önderlerinin düştüğü durum herkesin malûmu. Gösterdikleri performansa bakılınca bu grubun kimseye karşı bir sorumluluğu olmadığı anlaşılıyor.

Beşinci kategori “fıkra yazarları”. Gazetecilik dünyasının bu en geleneksel kategorisinde yer alanlar doğrudan ve sadece “okuyucu” ile ilişki kuran grubu oluşturuyor. Bazıları yıllardır “kalem erbabı” olarak bu işi sürdürüyor, bazıları da şimdilerde pek yaygınlaşan çok parçalı köşeler için üretilmiş “silikonlu halk adamları” olarak karşımıza çıkıyor. Bu kategorinin hiyerarşisi okuyucu bazlı olarak belirleniyor. Ne kadar çok sayıda insan, “aynı benim düşündüğümü söylüyor” diyor veya yazıları okuduktan sonra ne kadar “oh be” “yuh be” gibi nidalar çıkartıyorsa o kadar rütbe yükseliyor. Kızılsa ya da söyledikleri paylaşılmasa bile okununca en çok eğlenilen grup bu elbette. Bu kategori kanaat üretmekten çok bir halet-i ruhiye imamlığı icra ediyor.

RENKLİ DÜNYA

Altıncı kategori “çeşitler”. “Duyarlı”, “aykırı”, “romantik”, “komik”, “asabi”, “saldırgan”, “uyumlu”, “renkli”, “radikal” veya “seksi” bir rol edinmiş çeşitliliği ve “çok sesliliği” sağlayan kalabalık bir grup. Bazıları zaten bu role uygun olduğu için, bazıları keşfedilerek, bazıları rolleri ezberletilerek bu kanaat kanalları için istihdam ediliyorlar. Bazıları özellikle kışkırtılıyor, bazılarına “çok seslilik” kontenjanından tahammül ediliyor. Son yıllarda bu kategorinin sayısal olarak artış gösterdiği açık. Bu tür köşe yazarlarının neredeyse tamamı medya kuruluşlarında kadrolu olarak istihdam edilmeyip, telifle yazı üretenlerden oluşuyor. Dolayısıyla, bu ilişki biçimi bu gruptaki yazarları yazdıkları gazetenin genel kanaat yörüngesinden sorumsuz kılıyor. Bu gruptakilerin sorumluluğu rollerine ya da temsil ettiklerine (varsa) inandıkları şeylere karşı.

Televizyon dünyasındaki kanaat önderleri de birkaç grupta toplanabilir. Birinci grup ana haber bülteni sunucuları. Bunların bazıları yukarıdaki “baronlar”, bazıları “fıkra yazarları”, bazıları da “çeşit” kategorilerine benzer fonksiyonlar icra ediyor. Diğer bir kategori ise, televizyonlarda “sohbet” programı yapan, üçerli gruplar halinde kanaat üreten gazeteciler. Bu gruptakiler gazetelerdeki fonksiyonlarını pek de değiştirmeden televizyon ortamına aktarmış oluyor. Televizyonlar için en özgün kanaat oluşturma alanı, “tartışma programları”. Ortaya çıktıklarından beri çeşitli format değişimlerine rağmen reyting bakımından bereketli programlar olma özelliklerini korumaya devam ettiler. Televizyonlardaki tartışma programları medyanın son on beş yılda çok katkısı bulunan “büyük sağırlık”ta çok etkili birer araç olma işlevini hâlâ sürdürüyor. Herkesin konuştuğu ama kimsenin duymadığı gürültülü ayinler halinde süren tartışma programlarının “halkı konuşturuyoruz” versiyonları en cıvık popülizm örnekleri olarak öne çıkıyor. Birara pek rağbette olan “gençlik fetişizmi” eşliğinde “gençler konuşuyor” versiyonu da çokça denendi.

KENDİN PİŞİR KENDİN YE

Bu vulgarize edilmiş kategorizasyonun arkasından yeniden konuya dönersek, medyanın kanaat oluşturmadaki geleneksel rolünün tıpkı diğer geleneksel odaklarda olduğu gibi hayli erozyona uğradığını söylemek mümkün. Bu nedenle medya güvenilirlik ölçümlerinde hayli düşük rakamlar veriyor. Medya -çoğu zaman ittifaklarla- güç alanını genişlettikçe, dolayımsız bir üslûp edindikçe itibarı ve etkinliği artmıyor. Hattâ giderek kanaat oluşturma konusundaki durumu “hamamda şarkı söyleme” sınırına iniyor. Bunun tek istisnası, “resmî teyakkuz” hallerindeki “tahrik komutları”. Kampanyalar halinde gündeme getirilen böyle meselelerde medya fazlasıyla etkili oluyor ve daha çok hüküm oluşturulmasına aracılık edebiliyor. Fakat, bu tür ataklarda bile homojen bir etkilemeden yine de bahsedilemez: zaten “gıcık kaptığı” birinin ipinin medyada çekildiğini gören kişi anında motive olurken, ertesi gün başka bir nedenle “medya yalan söyler” demekten geri durmayabiliyor. Özetle, medya “yukarıdan gelen” böyle “kanaat oluşturun” talimatlarını aktarma konusunda hâlâ çok etkili. Buna karşılık, özellikle siyasî kanaat oluşturma aşamasında medyaya kulak kesilmiş insan sayısı hızla azalıyor.

Medyanın toplumsal alanda zayıflaması, etkinler ve egemenler dünyasına aynen yansımıyor. Hattâ tam tersi, ekonomik-siyasî elitler arasında medya referansı giderek daha önemli hale geliyor. Medya, reel politikanın icra edildiği tek -sanal- alan olarak ortaya çıkıyor. Tepede kurulan geniş ittifaklar veya çatışmalar manevra alanı olarak medyayı kullanıyor. Ve en önemlisi, “bağımlı”, “bağımsız” bütün kanaat önderlerinin yüzü hâlâ medyaya dönük. Medya en başta kendi bünyesindeki kanaat önderlerini besliyor ya da kıstırıyor. Medya tarafından bir kanaati oluşturmak için uydurulmuş bir olgu, işlene işlene bir süre sonra gerçek bir olgu haline gelip yeni kanaatleri besliyor. “Baronlar” ve “uzmanlar” hariç bütün yazar kategorileri asıl olarak medyadan besleniyor. Bu işleyiş baştan beri anlattığımız yapılanmayı ve alışkanlıkları yeniden üretiyor.

“Yukarıdan” gelen “başla” talimatlarını aktararak zaten böyle bir emre hazır kesimleri harekete geçirmek konusunda becerikli olan medya, bir karın ağrısını, sahici bir derdi gündemleştirmek konusunda aynı istekli tavrı asla göstermiyor. Popülist cıvıklıklar dışında “köşelere” sıkışmış böyle konular ise, sadece meraklısı için “iç ferahlatıcı” veya “motive edici” bir işlevden öteye geçemiyor. Bunun en çarpıcı örneğini “F tipi” operasyonu sırasında yaşadık.

YOLUN SONU

Medyanın zaman zaman itibarını tamir atakları gündeme geliyor. Son yıllarda yaşanan iki önemli örnek, Susurluk ve deprem meselesi. Ancak her iki olayda da, başlangıçta “taşıyıcı” bir role soyunan medyanın ve onun bünyesindeki kanaat önderlerinin aşama aşama geri çekildiklerini izledik. “Bakın biz nasıl hassasız, nasıl duyarlıyız” havası basılan iki olayda da süreç, bu abartılı böbürlenmenin ne kadar kof olduğunu ortaya koydu. Susurluk olayında iktidar (ya da devlet) nezdinde medyanın zayıflığını, etkisizliğini kanıtlarken, deprem meselesinde medya destekli “duyarlılık” patlamasının ne kadar yalandan olduğu görüldü. Toplum olarak, deprem karşısında “duyarlılık devrimi” yaşadığımız iddiası, iki yıl sonra aynı şiddette bir depremin Hindistan’da yaşanmasıyla tam ortasından yarıldı. Gazeteler, 17 Ağustos 1999 sonrasında, bütün dünyadan gelen yardımları listelerken, hiçbirinin aklına Hindistan’ın da bu gezegende olduğu gelmedi. Hattâ alaycı manşetlerle deprem haberi yapmaktan çekinmediler.

Son ekonomik kriz öncesi, sırası ve sonrasındaki medya performansı başlangıçtan itibaren aktarılan tablonun kristalize bir örneğiydi. Türkiye, tarihinin en büyük krizini yaşadıktan bir hafta sonra, medya tarafından krizi yaratan “istikrar tablosuna” desteği sürdürmeye ikna edildi. Kendisini alternatifsiz kılarak süren “istikrar tablosunun” en hayatî ortağı olan medyanın başka seçeneği olamazdı zaten. Bu yapısı ve işleyişiyle bundan sonra da başka bir tutum içinde olmayacaktır. Uzunca bir süre Kemal Derviş maceralarıyla idare edebilirlerse iyi.

Yaklaşık on beş yılda inşa edilen bu medya yapısı ve dolayısıyla bu medya içindeki kanaat önderi profili/portföyü daha uzun süre böyle devam edebilecek gibi görünmüyor. Hükümet düzeyindeki küçük “istikrar tablosu” nasıl kendi içinden kriz üreterek ömrünü önemli ölçüde tamamladıysa, medyanın da ortak olduğu büyük “istikrar tablosu” da dağılmanın eşiğinde. Derinleşecek krizde ilk feda edilecek olan medya (medya patronları) olacak. Yakın-orta vadede medyadaki patronaj önemli ölçüde değişecek, alışkanlıklar ve tarz da farklılaşacak. Bu tespite “iyimser/umutlu” demek çok gerçekçi değil, çünkü yerine ne geleceğini bilmiyoruz. Fakat, mevcut yapının fonksiyonunu tamamlamanın eşiğinde olduğu rahatça söylenebilir. Ana gövdesi bu yapıya göre biçimlenmiş medyatik kanaat önderliği müessesi de bu süreçten doğrudan etkilenecek. Ama bütün bunların olabilmesi için hükümleriyle yetinmeyip kanaat oluşturmaya karar vermiş bir toplumsal talebin devreye girmesi gerekiyor. En azından değişime olumlu bir içerik verebilmek için bu kaçınılmaz. Fakat, yakın vadede böyle bir hareketlenmenin oluşabilmesinin hiçbir işareti görünmüyor. Bir süre daha, herkes hamamda (hattâ duşakabinde) kendi şarkısını söylemeye devam edecek. Ve yolun sonu geldiği için medyanın “asıl kanaat sahipleri” daha da fütursuzlaşacak, saldırganlaşacak.

(*) Geniş alanda yapılan her betimleme haksızlık potansiyelini fena halde içerir. Dolayısıyla, bu yazıda çizilmeye çalışılan tablonun içinde birçok insana haksızlık edilmiş olması pekâlâ mümkün. Fakat, bu yazının niyeti açısından bakıldığında “haksızlık edilmişlik” payesini hak eden kimsenin alınganlık göstermeyeceğini beklemek de bir o kadar doğrudur.