COVID-19: Öznellik, olumsallık ve tıbbın metafiziği

“Var olan her şeyin acımasızca eleştirisinden söz ediyorum...”

Karl Marx, 1843.

“Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felâketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan.”

Gabriel García Márquez, 1985.

“[E]n azından kısa vadede, ne yaparsak yapalım, her zaman mikropların gerisinde kalacağımızı kabul etmek zorundayız.”

Dorothy H. Crawford, 2007.

 

Etkenin reel ve kitlesel anlamda ne kadar öldürücü olduğu, kuşkusuz, beşerî-coğrafî faktörler ile nitelikli sağlık hizmetlerine erişim olanağı başta olmak üzere, bir dizi değişkene bağlı. Yine de, “ortalama bir ülkede yaşayan ortalama bir insan” varsayımı üzerinden bile olsa, bununla ilgili somut bir klinik muhakeme yürütebilmek ve bilimsel açıdan özgüvenli bir tutum alabilmek için henüz erken. Test “metodu”nun kendisinden (RT-PCR) ve incelenecek “numune”nin standardizasyonuna ilişkin (pre-analitik ve analitik) problemlerden başlayarak, test yapılan insan sayısı, testlerin kimlere yapıldığı, ne kadarının hastaneye başvurmuş olduğu, nihayetinde kaçının hastaneye yatırılmasına (inpatient veya hospitalizasyon) ihtiyaç duyulduğu veya ayaktan izlem ile taburcu edildiği (outpatient veya poliklinik), kaçının yoğun bakım takibi gerektirdiği ve yazık ki yaşamını yitirdiği bahsinde henüz yeterince “güçlü” bir örneklem toplamı oluşmuş değil; daha ziyade “küme”ler (cluster) söz konusu. Hâliyle birtakım fasılâlı değerlendirmeler (interim reviews), enstantaneler (snapshots), öngörüler (forecasts) mevcut. Kliniği aydınlatacak epidemiyolojik veri bütünü henüz tam olarak olgunlaşmış değil. Ampirik-klinik ve moleküler-patolojik korelasyonlar tastamam oturtulmuş değil.[1] Bunun için, enfeksiyonu silik bir klinik tabloyla, yani gündelik yaşantısını aksatmayacak ölçüde ılımlı bir şiddette atlatanları da kapsayacak şekilde serolojik antikor testlerinin geliştirilip yaygınlaşmasını beklemek gerekiyor. Kezâ, SARS-CoV-2 ile ilgili hücre kültürü çalışmalarından çıkacak anlamlı detaylar da, bizlere antiviral araştırma-geliştirme, sito-patogenez (virüsün hücresel düzeyde hastalık-yapıcı davranışsal mekanizmaları) ve yine virüse ilişkin “stabilite” (ısı, ışık, nem, basınç koşullarındaki dayanıklılığı) ile “aktarım” (transmission) bulguları lehine ferah ufuklar açacak. Bir klinik antite olarak COVID-19, henüz yeryüzündeki pek çok klinisyenin kafasında birtakım klinik özellikleri, Hipokratik anlamda biyolojik tarihçesi, yani “semptomları, bulguları, komplikasyonları” itibarıyla, dahası kırılgan popülasyonlardaki (yenidoğan, gebe, geriatrik kesim) özgül yaklaşımların bir standart protokole bağlanması itibarıyla netleşmiş değil. Bunun için, yeryüzünde biyomedikal bilimlere ait akademik çalışmaların mutat veritabanı olan ve hâlihazırda meseleye ilişkin bin civarında makale içeren PubMed’deki vaka serilerine, hasta takibi detaylarına, uzman konsensüslerine bakılarak bir tür prospektif “klinik tasavvur” oluşturmaya çalışılıyor. Bir bakıma “mevsimsel grip” (veya influenza) tablosuyla, yahut akciğerde tutulum gösteren başkaca viral tablolarla otomatikman özdeşleştirme refleksine hâlen (ve bir “bilimsel temkin” nâmına) direniliyor. Öyleyse meslekî pratik daha rafine ve standart bir hâl alıncaya dek, yayımlanan yeni bulgular istikâmetinde değişip dönüşen tavsiyeler takip edilecek.[2] Tam da bu hususiyete değinen bir makale, nitekim, “Yegâne Kesinlik: Belirsizlik” başlığını taşıyordu. Nitekim Berlin Charité Hastanesi Viroloji Enstitüsü’nden Dr. Christian Drosten da, geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir mülâkatta, muhteşem bir bilimsel olgunlukla şunları aktarıyordu: “Epidemiyoloji eğitimi de almış bir virolog olarak, işimi, hakikati teksif etmek olarak değil, fakat onu belli yönleriyle açıklamak ve belirsizliklere müsaade etmek olarak görüyorum. ‘Biz (henüz) bilmiyoruz,’ diyerek politik bir kararın gerekli olduğunu görebilmek lazım.”[3]

Dahası da vardır: COVID-19 tablosunda, klinik anlamda bir tür “piyango” durumu söz konusudur. Enfekte kişide daha önceden mevcut olan kronik/dejeneratif hastalıkların varlığı, ciddi bir immün-supresif (bağışıklık baskılayıcı) bir tedavi görüp görmediği ve sistemik organların “yaşı” ile yıpranmışlığı, kuşkusuz süreci belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Ancak, kişinin/hastanın bağışıklık sisteminin karakteristiği veya “mahiyet”i de, hastalık sürecinin nereye evrileceği hususunda esaslı bir etmen olarak karşımıza çıkar. Altını çizmek gerekir ki, bu bir “güç” veya derece meselesi olmaktan öte, bir karakteristik ve özgüllük meselesidir. Hâliyle “şu veya bu vitamini, suplemanı, minerali alıp bağışıklığımızı güçlendirelim” biçimindeki ortomoleküler yaklaşımlar, hele hele “doğuştan” (innate) bir bağışıklık yanıtı örgütlenmesi söz konusu olduğu hatırlanırsa, akıl-dışı bir klişeye karşılık gelir. Gidişatın kaderi virüsün kendisinden ziyade, bedenin ona “interferon” ve “sitokin” denilen moleküller üzerinden nasıl tepki vereceği ekseninde (aktifleşmiş STING yolağı eliyle)[4] çizilir, kısacası beden bizatihi “virüs karşısındaki reaksiyonunun gürültüsü” ölçüsünde hastalanmış olur ve bu da, hâliyle, belirsizlik atmosferinde klinik öngörülerin zayıflamasına yol açar. Georges Canguilhem’i imdada çağıran vitalistik bir kavrayış, buradaki felsefî olanaklılığı çalıştırabilir belki de: Öyle ki “normal” nitelemesinin çıkmaza girdiği, belki yetişemediği bir ahvâl olarak, o ezelî state/trait (durum/hususiyet) ikiliğinden bahsedilebilir; sözgelişi “immünite” biricik bir durumun (kondisyon) adı iken, “immün sistem” bir hususiyeti imler... Evet, sahadayız: Belirsizlik sürüyor.

Foto: OSMAN ŞİŞMAN

Ortak-yazarlı bir beşerî bilimsel metin, tam da söz konusu öngörülemezliği ele alıyor ve bilinmeyenlerle (unknown) başa çıkma stratejileriyle şekillenen yeni toplumsal örüntüleri (bilhassa da zamansal ölçekler üzerinden) eşeliyordu.[5] Olağan zaman rejiminin çökmesi üstünde duruyordu. Zira doğallıkla, büyük çaplı bir salgın sırasında biyolojik, sosyal ve politik zamanlar birbirleriyle senkronize olamazlar. Sosyo-politik önlemler, her zaman virüsün organik gelişimine ve yayılmasına ayak uyduramaz. Virüs belirli bir tempo uyarınca yayılırken, acil durum hazırlığı ile krize yönelik yanıtlar mutlaka başka türden bir ritmi takip etmek ve o meyanda yer yer paradoksal bir seyir izlemek durumundadır. Metinde, salgınla birlikte gündelik rutinin, farklı ve çoğu zaman çelişkili zamansal mantık kategorilerine bölündüğü saptanıyordu: “Virüsün zamanı, kapitalizmin zamanı ve siyasi kararların zamanı birbirleriyle rekabet eder, meydan okur ve çatışır, insan yaşamını farklı şekillerde etkiler.” Böylece artık salgının ömrü, yayılma oranları, mutasyon anları, karantina süreleri, aşılama için geçen süre, inkübasyon periyodu gibi epidemik fazlarla giden bir zamansal rejimi idrak etmiş oluyoruz. Yeni bilgilerle donandıkça, bir boşluğu tamamlamaya hamle etmiş gibi oluyoruz: “Deneyimler alanımız ile beklentiler ufkumuz, birkaç hafta boyunca tamamen bağlantısı kesildikten sonra tekrar birbirine yakınsamaya başlıyor.” Bir yandan da yetişmeci bir telâş hüküm sürüyor. Yayılımı yavaşlatmak, eğriyi düzleştirmek (“pik” noktasını geciktirmek, flattening-the-curve) ve zaman kazanmak hedefleniyor. Süreç devam ediyor.

Bu tür belirsizlik zamanları, Kanıta Dayalı Tıp (KDT, EBM) protokollerinin askıya alındığı bir durağı da işaretler. Haklı olarak, kılavuzlar mutlak referans olmaktan çıkar ve eksper görüşü ile klinik deneyim önem kazanır. Eşzamanlı olarak, aşı ve ilaç Ar-Ge faaliyetleri de bürokratik patinajdan boşanarak hız kazanır. Ne ki, vaziyetin ciddiye alınması gereken bir yan etkisi ise şudur: Şimdilerde televizyon ekranında, ana-akım veya muhalif kanallarda akşam saatlerinde (prime time) açık oturumların, “talk show”ların, bilimsel panele veya klinik konseye öykünen kalabalık programların gırla gittiğine şahit oluyoruz. Tükenmeyen bir iştahla, meselenin kâh psikososyal kâh ekonomik boyutları, ama ille de medikal boyutu tüm yönleriyle tartışılıp duruyor. Satır aralarında, bir “güvenlik ve düzen krizi” içrek olarak gündemleştiriliyor ve konuya ilişkin o ezelî militer vokal seslendiriliyor. Bir dolu teknik detay, sosyal anlamda hiçbir yere tekabül etmeyen teknokratik zerzevat tazyikle zikrediliyor. Bir illüzyon kol geziyor. Besbelli ki önemli meselelerin konuşulduğu hissiyatı aşılanmış, dahası “demokratik katılım” ve “uzmanlar demokrasisi” manzarası paketlenmiş oluyor. Hastanelerde enfeksiyon hastalıkları (intaniye) kliniklerinin bile “kafası” henüz net değilken, bir geçici konvansiyona varmak üzere toplantı üstüne toplantılar tertipleniyorken, esasında kongre ve sempozyumlarda konuşulması gereken şeyler naklen ekrana taşınıyor. İhtilaflar ve çelişkiler sağanağı altında seyirci, “alan bilgisi” ile “haddini aşma” (söylemsel) kutupları arasında savruluyor. Bilim Kurulu üyeleri üzerinden “kamuoyunu aydınlatma” misyonu çalıştırılıyor. Alabildiğine lüzumsuz bir biçimde; “proinflamatuar sitokinler”, “otoimmün yolaklar”, “septik şok”, “immün-aracılı yanıtlar”, “mekanik ventilasyon”, “statinler”, “anti-hipertansifler”, “elektif operasyonlar”, “endikasyonlar”, “profilaksi”, ilaç keşfindeki “faz” aşamaları, “tomografi”, “direkt grafi”, “sürüntü”, “tutulum”, testleme ile ilgili algoritmalar ile giden, maske standartlarından yüzey temizliği ve dezenfeksiyon için kullanılması önerilen ‘”antiseptik” ürünlerin “Cas No.”larına varıncaya değin, tıbbî alt-kültürün ve terminolojik deformasyonun haşmetli bir istilâsına tanık oluyoruz…[6] Tevekkeli değil: Neoliberal gerçeklik ile birlikte, çıkar paradigması ve rekabet ilkesinden, “girişimci ruh”u bir boyunduruk hâline getiren tekelciliğe vardığımız zamanlardayız. Öyle ki bu ahvâlde çağdaş demokrasi, bir “iyi yönetişim” doktrini olarak ambalajlanmış durumda. Gelişmekte olan ülkelerde daha bariz olmak üzere, “yönetişim” (governance) ideolojisinin; şeffaflık, yolsuzluklar ve yoksullukla mücadele, katılımcı yönetim ilkeleri çerçevesinde neoliberal fikriyâtın meşruiyetini yeniden kurma misyonunu üstlendiğini biliyoruz. Kezâ, bunu tamamlayan olgunun, siyasetten arındırılmış bir “uzmanlar demokrasisi”nin hayata geçirilmesi olduğunu da…

Yukarıda, KDT teâmüllerinin askıya alındığı bir ahvâlden söz edilmişti... Ampirik notlarla sürdürelim: Bugüne bugün, kliniklere de bir hayalet musallat olmuş durumda. Şöyle ki; SARS-CoV-2, üst ve alt solunum yollarını tutan mikrobiyolojik etmenlerin niceliği düşünüldüğünde, sayısız faktörün içinde olduğu bir denkleme “n+1” formülüyle dâhil olmuş oldu. Kliniğe başvuran insanların tarifledikleri (adına semptom denen) yakınmalar, bu yeni virüse özgül değil. Benzer şekilde, virüsün, klinisyene “Evet, bu o,” dedirtecek münhasır (patognomonik) bir bulgusu da yok. Vaka serilerinde saptanmış sıklık oranları uyarınca öksürük, ateş, myalji-artralji gibi konstitüsyonel semptomlar, nefes darlığı (dispne) ve solunum sıkıntısından (distress, belki takipne) söz ediyoruz. Daha önceden tanılanmış, bilinen kronik/dejeneratif bir rahatsızlığı olmayan (ve hatta diyelim ki) genç bir insan, sözü edilen semptomların en azından bir tanesiyle başvurduğunda, dahası söz konusu semptom, şayet kişinin gündelik yaşamdaki işlevselliğini aksatmayacak kadar silik veya ılıman ise, müthiş bir belirsizlikler ağına açılmış oluyoruz. Bu tablonun, bu yeni virüsün sebep olduğu bir enfeksiyon nedeniyle oluştuğuna veya kesinlikle bu virüs nedeniyle olamayacağına ilişkin mâmur bir klinik hüküm veremiyoruz. Test mi yapmalıyız, yoksa işlevselliğini bozacak kadar şiddetlenebileceği olası durumları izah edip, sosyal izolasyon kurallarına uymasını ve tablonun şiddetlenmesi hâlinde yeniden başvurmasını mı önereceğiz? Reel olarak kaç kişinin enfekte veya taşıyıcı olduğunu bilmek mi istiyoruz, yoksa fiziksel tedbirlerle enfeksiyon bulaş zincirinin kırılmasıyla mı yetiniyoruz? Bununla birlikte test “pozitif”liği ile tespit edilmiş vakaların dağılım ve hareketlilik cetveli detaylarıyla ortaya serilmeden, sürveyans mekanizmasının aksayacağını ve bulaş zincirinin kırılmasının görece körlemesine gerçekleştirilecek olduğunu da biliyoruz. Diğer taraftan, yukarıdaki semptomların bir veya birkaçı ile başvuran kişinin yakın çevresinde “pozitif” birileri olup olmadığından da emin olamıyoruz. Öyle ki enfeksiyon insan popülasyonlarını süratle kat ettikçe ve uygulanan test sayısı bunun gerisinde kaldıkça, sadece hasta kişiden ve çevresinden edinilen anamnestik bilgilerle “şüpheli temaslı” insanlara erişebilmek de giderek olanaksızlaşıyor. Semptomlar üzerinden gitmek durumunda kalıyoruz. RT-PCR testinin meşakkatli (ve maliyetli) bir tanılama yöntemi olduğu, hızlı kitlerin (kaset testlerin) de güvenirliğinin zayıf olduğu düşünüldüğünde, herkese test yapmanın anlamsızlığı da ortaya çıkıyor. PCR testinin “negatif” gelmiş olması, COVID-19’u dışlamak için yeterli sayılmıyor. Numunenin hangi koşullarda ve hangi anatomik bölgeden alınmış olduğu fevkalâde önem arz ediyor. Antikor bazlı hızlı testlerin ise spesifik/sensitif sınırlılıkları zaten biliniyor. Tablonun, teste ilaveten, “negatif” sonuçlanmış olsa bile, torakal bilgisayarlı tomografi (BT) aracılığıyla akciğerlerin görüntülenmesi ile birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Negatif ve fakat solunumsal semptomları olan bir vakada, BT’ye yansıyan bulgular hastalıkla uyumlu ise (yani “bilateral lobüler tarzda, periferik yerleşimli infiltrasyonlar, yaygın yamalı buzlu cam opasiteleri” gibi bulgular mevcutsa), kimi bilimsel yayınlardan izlenebildiği kadarıyla, hasta “sanki COVID-19 imiş” gibi tedavi gördüğünde yüz güldürücü sonuçlar elde edilebiliyor. Fakat şüphesiz BT her sağlık kuruluşunda bulunmuyor ve ileri görüntüleme ihtiyacıyla olası bir sevk zincirinde, yeni bulaşlar gündeme geliyor. Solunum sıkıntısı bariz, ateşi yüksek, öksürüğü şiddetli ve kliniği gürültülü (“toksik”) olan hasta, hele hele zemininde başkaca sistemik/kronik hastalıkları (iskemik kalp hastalığı, böbrek yetmezliği, hipertansiyon, diyabet gibi) mevcutsa, zaten bir şekilde “virüsü dışlama” (ruling-out) mantığıyla test algoritmasına dâhil ediliyor. “Pozitif” ise, kuvvetle muhtemelen yoğun bakım şartlarında izleniyor, bazen mekanik solunum desteği (ventilasyon, entübasyon) ihtiyacı doğuyor ve neticesinde yaşamını yitirdiğinde, doğal olarak enfeksiyonun fatalite hızı (öldürücülük oranı) yükselmiş oluyor. Virüsün yol açtığı hastalığın, kâhir çoğunlukla sessiz (asemptomatik) atlatıldığı söyleniyor ancak bu pek de somutlaştırılamıyor. Kısacası, yeryüzündeki hastalık etmenleri arasında yer alan onca virüs ve bakteri, şimdilerde kliniklerde “SARS-CoV-2-dışı” bir kategoriye yollanmış, böylelikle klinik pratik, olası vakalarda “acaba COVID-19 mu, değil mi” şeklindeki ikili (binary) bir detektiflik mantığına indirgenmiş oluyor. Aynı şey, radyoloji raporlarına da yansıyor: “Hızlı tarama amaçlı yapılan değerlendirmeler” söz konusudur ve “COVID-19 bulgusu” aranır, “klinik ve laboratuvar bulguları eşliğinde korelatif değerlendirmesi” istenir. Tüm klinisyenlerin meslekî formasyonlarında bu enfeksiyonu bütün olası progresyon dinamikleriyle kavramış olmadığı, yani klinik tabloyu bir “antite” olarak zihinlerinde somut biçimde tasavvur edemediği ve ancak neşredilmiş birtakım olgu raporları üzerinden canlandırdığı hatırlanırsa, keşmekeş ve “musallat” atmosferinin yakıcılığı da pekişiyor. Salt algoritmik tanılama ve istatistiksel kanıta dayalı tedavi hamlelerinin, kısacası Bayes analiz metodunun tıp pratiğindeki hükümrânlığından duyulan carî memnuniyetsizlik, bu defa viral Gordion düğümü karşısında dımdızlak bir çaresizlik ile sınanıyor. Karmaşık matematik formülleri ile tıbbî kararın optimizasyonu (yahut optimum klinik karar verme mekanizmasını modellemek) şimdilerde paradoksal biçimde özleniyor. Zanaatte bir emniyet kilidi olan o hayatî “Başka ne olabilir?” sorusu erken kapatma, çerçeve etkisi, en son deneyimden ötürü kolay erişebilirlik gibi çok sayıda düşünsel tuzağı (bias) bertaraf edecek bir proaktif tutuma yarayabilecekken, şimdilerde hayli indirgenmiş bir bilişsel kafese hapsediliyor. Şüpheci deneyimler ile düşünümsel klinik içgörü, bir tür takıntılı kaygı rejimiyle koşut gidiyor. Sağlık profesyoneli olmayan (ve adına lay people denilen) kimi insanların medya ortamlarından devşirdikleri enformatik semptomatolojiyi bilinçdışı kuvvetlerin etkisiyle bedenlerinde (bilinçli bir “temaruz” veya simülasyon durumundan öte) artık “gerçekten” duyumsamaya başladıkları, sözgelişi herhangi bir objektif bulgusu saptanamadığı hâlde nefes darlığı tarifleyen, bundan yakınan ve içten içe koronavirüse yakalandığı endişesine saplanıp kalan kişiler ise, pratiği büsbütün karmaşıklaştırıyor.[7] Ve yeniden uğramak üzere not etmek gerekiyor: Bir öznellik üretimidir gördüğümüz.

Bu noktada, etiyolojik (nedenbilimsel) ajanın bir “virüs” olarak tanımlanması veya öyle olduğunun ortaya çıkarılması, kendi başına bütün o korku ve panik iklimine tüy diken etmenlerden biri oldu. O andan itibaren çok çeşitli spekülasyonlar, akılcılık kaygısı gütmeyen çelişkili kuruntular, kolektif bellekte yuvalanmış tarihsel felâketlere ilişkin göndermeler, çağrışımsal illüstrasyonlar gırla gitti. Öyle ki, bir epidemiyolog ile, bu alanlara ilişkin profesyonel bilgisi olmayan ortalama insanın “viral bulaşıcılığa” ilişkin algısı hiçbir zaman aynı olmamıştır ve COVID-19 gerçeği tam da bu gediğe oturmuştur.[8] Verilerin derlenip yorumlanmasını kapsayan bilimsel süreçler kadar, onların kamuoyuyla paylaşılma biçimlerine de sızan kültürel inanış ve tutumlar, elbette bu paylaşımların teknik terimlerin özensiz tercümelerinin etkisiyle yanlış yorumlanmasıyla birlikte, bir kolektif kafa karışıklığı ve telaşlı kakofoni ortamı yaratmıştır. Reel ve maddî “belirsizlik” de bunu katmerlendiren bir unsurdur pekâlâ; öyle ki immünologlar, virologlar, moleküler biyologlar, epidemiyologlar, biyokimyagerler ile hekimlerin aralarında bulunduğu farklı bilimsel disiplinlerden insanların söylemlerindeki uzlaşmazlıklar, bilime duyulan kamusal güveni hırpalayan, belki de “bilim”in neliğine ilişkin kanaatleri gözden geçirmeye zorlayan bir konjonktür yaratmıştır.[9]

Şu çağrışıyor: Paula A. Treichler, o ünlü makalesinde, AIDS’in aynı zamanda bir “anlamlandırma (signification) salgını” olduğunu ustalıkla serimlemişti.[10] Heteroseksist ideolojik hegemonyanın değer-biçme yordamlarını açığa çıkarıyordu. Bununla, hastalığın bir dilsel uzama, bedenin bir temsile ve biyomedikal söylemiyle tıbbın da, bir siyasal pratiğe nasıl da dönüştüğü ortaya konmuş oluyordu. Treichler, metninde bir söylemsel inşa olarak AIDS’e yaklaşmayı dener. Orada kalmaz ve bunu, onun imleyici kudretine (signifying power) dek götürür. Medyatik veya bilimsel mecralarda geçen otuz sekiz farklı kavramsallaştırmasını sıralar. AIDS’in erken dönemdeki bilimsel tartışmalarını inceler ve bilimsel metotların geçici doğruları oluşturmasının doğurduğu ilişkili-tâli neticeleri işaret eder. Bilimsel çerçeveler, belli bir özgül nesneye ilişkin açıklama ve kontrol adına yeterince pratik olmadığında, bilimsel olmayan akıl yürütme ve açıklamalar pıtrak gibi çoğalacaktır ve nitekim AIDS salgınının ilk on yılı gibi kritik bir periyotta, bunlar bölük pörçük bilimsel gerçeklerle karıştırılır. Bu da yanıltıcı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olur. Sonuçta, “gerçek” hastalığa ilişkin son derece yanıltıcı muhasebeler ve o arada bilimsel anlayışın mevcut durumuna ilişkin bir bilanço ortaya çıkar. Bilanço bize şunu düşündürecektir: Bilim insanları, inceledikleri konunun geniş kapsamlı uzantılarına dair, kendi uzmanlık müktesebatları ile kişisel “sıradan izlenimlerini” birbirine karıştırırlar. Belki en önemlisi de, bilimsel ve klinik alanların etnografisiyle hemhâl olmuş bir akademisyen olarak, Treichler, bilim-karşıtı veya bilimsel-rölativist bir pozisyonun taşıyıcısı değildir. Aksine, önemli bir ayrımla o, bilim insanlarının, henüz yeterince açıklıkta bilgiye sahip olmadığı bilimsel nesnelerine ilişkin gayet vasat popüler intibalarla nesnelerini (elde edilecek bilimsel “doğru”lara ek olarak) şekillendirdiklerini ve bunun da (AIDS özelinde) hastalığın anlaşılma sürecindeki “gerçeği” ürettiğini ortaya koyuyordu. En çarpıcı olan şey ise, yıllar sonra analizlerinin haklı çıkmasıydı… Gerçekten de, bu gibi kriz anlarında, kültürel yapıntıların yalnızca metaforik varoluşu olan fikirler olduğu değil, aynı zamanda öznellik üretimi vasıtasıyla fiziksel bir gerçekliğe sahip olduğu görülür. Buna göre hastalık, sadece semptomlar kataloguna veya bulaşma vektörlerine indirgenemez; o aynı zamanda sosyo-politik bir anlamlandırma kavşağıdır. Öyle ki yeni bir olgunun tarihsel olarak görece erken evrelerinde, tıpkı şimdilerde idrak ettiğimiz gibi, bilimsel söylemi olduğu gibi kabul etmenin ve ona dosdoğru nötral bir içerik atfetmenin sakıncalarına tanık olunur. Yine görülür ki, AIDS’i bir eşcinsel hastalığı olarak konumlandıran ve böylelikle bir “anlamlandırma salgını”nı başlatan unsurların başında, kamusal bilincin klişelerini bir safra olarak bünyesinde barındıran bilim camiası veya tıp topluluğu gelir… Ne olursa olsun viral sirayet, bütün bu ahvâlde, kamudan bilime, medyadan politik-bürokratik mercilere varıncaya dek, yapıları verevine kesen bir hareketliliğe sahip gibidir.

Gerçekten de bu, alelâde bir “metafor”un ötesine taşabilir: Çağdaş kapitalist teknoloji kültüründe anomalilerin önemli tezahürlerinden biri, dijital, biyolojik veya dilbilimsel formlarda karşımıza çıkabilen “virüs” olmuştur. Bu, ağ kültürünün veya kapitalist aksiyomatiğin iletişim, kendini yeniden-üretme, aktarma, yerinden etme, yersiz-yurtsuzlaştırma (deterritorialization) hareketi gibi önemli eğilimlerini ifade eden şematik bir figür olarak görülebilir. Virüs kendisini güçlü, caydırıcı ve yetkin bir “asker” olarak dayattıysa da, onun göstergesel mantığı bir dilin metaforik oyunlarına indirgenemez. Bunun yerine “viral”, çağdaş kapitalist kültürün karmaşık ontolojisini soruşturmak için kullanılabilecek bir bulaşma ve tekrarlama mantığı olarak yahut da belirli bir eylem tarzı olarak da okunabilir. Bu mantığın hem “meta”ların (ticarî ürünler ve tüketici nesneleri gibi), hem de “kötü”lerin (bilgisayar virüsleri, teröristler veya kuş gribi gibi) dağılımının analizi adına geçerli bir entelektüel yöntem olarak tatbik edilebileceği söylenebilir.[11] Nitekim Ali Artun da, hayatı ölümün yönetmesinden, giderek bizatihi ölümün yönetilmesi fenomenine değindiği metninde, aynı motife değiniyordu: “İnsanlar ölümleri üzerine konuşmaktan hazzediyorlar. Virüs en etkin ‘algoritma’ oldu. Enformasyon ağını virütik ölüm yönetiyor. Başka hadise yok. Veya her hadise ona tercüme ediliyor.”[12]

Viralizasyon kinetiği, bir tekinsizlik uyandırır. Uyandırdığı ölçüde de semiyotiktir. Bu bakımdan salgın, handiyse bir deney alanına dönüşür. Bu noktada, altını kalınca çizmek gerekir ki, egemen anlamlandırmaya normatif bir karakter kazandıran “semiyotikleştirme süreçleri”ni üretim/mülkiyet ilişkilerinden ayırmayı reddeden isimlerin başlıcası Deleuze ve Guattari ikilisi idi. Öznellik üretimi, hem makinesel düzenlemelere (insan ile insan-olmayanların kümelendirilme tarzlarına) hem de sözcelem düzenlemelerine (gösterge rejimlerine) içkin biçimde tâbi olan bir muktedir faaliyetidir. Diğer deyişle, öznelliğin üretimi denilen şey, tam da bu iki düzenlemenin gerçek koşullarının zemininde zuhur eder. İşte, Treichler’ın yakıştırmasıyla bir “anlamlandırma salgını” olarak HIV/AIDS, iktidar öbeklerinin mikro-ilişkisel düzlemde, “soyut makineler”i eliyle türettiği bir şeydir ve Foucaultcu “iktidarın mikrofiziği” kavramsallaştırmasını teyit eder şekilde “gerçek”tir. Öznellik ve değer/gösterge üretiminden ayrı düşünülemez.[13] COVID-19 da bundan münezzeh değildir pekâlâ. Nitekim Jean-Luc Nancy’nin vurguladığı gibi, aktüel pandemi, “her düzeyiyle, küreselleşmenin bir ürünü”dür; onun “karakteristiklerini ve eğilimlerini” yansıtır: “Aktif, savaşçı ve etkili bir serbest ticaret ajanı”dır. Dahası, salgın dolayımında “[y]ürürlükte olan yegâne şey, (tekno-ekonomik iktidarların kendisine hâkim olmak istediği) ‘ara-bağlantılar’ın (interconnections) genel yasası”dır. Benzer şekilde Bryan S. Turner da, AIDS’in, 1980’lerin ortalarından itibaren on yıllık bir zaman dilimindeki yayılma serüveninin, toplum açısından dikkate değer bazı dönüşümlerin, özellikle de hastalığın, örneğin turizm ve dünya ekonomik sistemi içindeki emek hareketliliği gibi süreçler aracılığıyla küresel düzeyde bir olgu hâline gelmesinin bir örneğini oluşturduğunu söylüyordu. Bunun, çağdaş sosyal teorideki gözde kavramlar olarak “risk”, belirsizlik ve tehlike ile ilişkili bir okumasını sunuyordu ve bunun için de kendisine, Ulrich Beck’in [1944-2015] risk sosyolojisi üzerine araştırmalarını dayanak yapıyordu. Zira Turner’a göre bu yaklaşım, özellikle tıbbî bilimlerin riskleri ve bu risklerin yönetilmesinin demokratik kontrolüyle ve katılımlarıyla ilişkileri konusundaki tartışmaları kavramak bakımından kullanışlıdır. Nitekim AIDS ilişkili dilde de, insan haklarıyla bağlantılı, tehlikeli seks ve güvenli seks, tehlikeli insanlar, temasın azaltılması, toplumun genelinin güvensiz pratiklerden korunmasına referanslar içeren önemli detaylar vardır. Bu da, çağdaş toplumlardaki risk paradigması doğrultusunda şekillenen yeni hastalık rejimlerine dair prototipik bir örüntü sunar.[14] Aynı şekilde, “her an her şeyin olabileceği” şeklindeki gizil tehditkâr önermeyi gözler önüne serer. Altı çizilmelidir ki bu, esasında tıbbî ampirisizme içkin bir paradigmatik çerçevedir ve bu anlamda “olumsallık, tıbbın metafiziği”dir.[15] AIDS’in ve şimdilerde COVID-19’un görünür kıldığı şey, tam da bu kökensel gerçekliktir.


[1] Stanford Üniversitesi’nde çalışan usta biyoistatistikçi-epidemiyolog John P. A. Ioannidis’in güncel data katalogunu soruşturduğu kıvrak metnine bakılabilir: “A Fiasco in the Making?”, STAT (statnews.com), 17 Mart 2020.

[2] Ö. B. Demir, “Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir Corona – III”, Birikim-Güncel, 26 Mart 2020.

[3] F. Schumann, “We Have to Bring Down the Number of Cases Now, Otherwise…” [Christian Drosten ile Söyleşi], ZEIT Online (zeit.de), 21 Mart 2020.

[4] Meraklısı için teknik bir açımlama getirelim: Viral enfeksiyonlar, konakçıda (hostsitosolik DNA üretilmesini tetikler ve bu da, basitçe, enfeksiyon durumlarında bir algılama/savunma sistemi olarak çalışır. Sitoplazmada bulunan DNA, bir tehlike sinyali olarak hizmet gören ve siklik-GAMP-sentaz (cGAS) ile STING (interferon-duyarlı genlerin stimülatörü) yolağı ile doğuştan gelen bir bağışıklık (innate immunity) tepkisinin indüklenmesine yol açan mikrobiyal enfeksiyonun bir göstergesidir. Sözgelimi bu yolağı sönümleyebildikleri için, hâliyle de nispeten kısıtlı bir interferon deşarjı yarattıkları için yarasalar, karasal memelilerle karşılaştırıldığında, çok çeşitli virüslerle birlikte yaşama kapasitesi anlamında daha uzun bir ömre sahiptir. STING ile indüklenebilir doğuştan gelen bağışıklık molekülleri, konakçının patojenlere karşı korunması için gereklidir ve uyarlanabilir bağışıklığın (adaptive immunity) tetiklenmesi için önem arz eder. İnterferon genlerinin uyarıcısı olarak STING yolağı, siklik dinükleotidlere (CDN’ler) bağlanarak aktive edilir, bu da güçlü sitokin üretimi ile sonuçlanır. Açığa çıkan “sitokin fırtınası”, pek tabii gürültülü oto-inflamatuvar yanıt ile ilişkilidir. O hâlde hücrelerin doğuştan gelen bağışıklık geni transkripsiyonunu tetiklemek için sitosolik DNA’yı nasıl saptadığını (detect) anlamak, sadece patojenlere karşı bağışıklık tepkisini anlamak için değil, aynı zamanda kendi DNA’sının algılanmasını ve etkili adaptif bağışıklık oluşumunu içeren oto-inflamatuvar hastalığın nedenlerini açıklamak için de önemli izdüşümlere sahiptir. Bu önemlidir; zira sitosolik DNA kaynaklı sinyal olaylarına aracılık eden STING-kontrollü bağışıklık yolağının keşfi, son zamanlarda bu süreçlerle ilgili önemli bilgiler sağlayarak yeni bağışıklık kazandırma rejimlerinin ve bir o kadar da otoimmün hastalıklar ile kanser tedavilerinin geliştirilmesinde değerli kazanımlara ön açmıştır. Şuralara bakılabilir:  J. Xie, Y. Li ve diğ., “Dampened STING-Dependent Interferon Activation in Bats”, Cell Host &Microbe, 23/3, 2018, s. 297-301; G. N. Barber, “STING: Infection, Inflammation and Cancer”, Nature Reviews Immunology, 15, 2015, s. 760-770.

[5] H. Jordheim ve diğ., ‘Epidemic Times’, Somatosphere: Science, Medicine, and Anthropology (somatosphere.net), 2 Nisan 2020.

[6] Son olarak, hadisenin ana-akım medyadaki enflasyonist yansımaları için “qoshe.com”daki köşeyazısı envanterine bakarken not edilmiş: 25 ilâ 26 Mart tarihlerini, yani iki günü kapsayan bir “aratma” ile, sözgelimi, ulusal basında, ana-akım mecralardan tutalım da bağımsız/eleştirel medya kuruluşlarına varıncaya dek, başlığında ve yazının (sadece) ilk cümlesinde “virüs” sözcüğü geçen 200’ü aşkın köşe yazısı, değerlendirme, analiz mevcut; bunun içinde haber/bülten metinleri yer almamakta. Yine, Ajans Press isimli medya takip kurumu, ilk “yerli” vakanın günü olan 11 Mart’tan sonraki iki hafta içinde (26 Mart’a dek), matbu ve dijital medya ortamlarında “1 milyondan fazla” haber çıktığını kaydediyordu.

[7] Krş. Ö. B. Demir, “Bir Kairos Olarak Klinik Karar: Netameli Bir Temrin”, Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji içinde, İstanbul: NotaBene, 2017, s. 15-46.

[8] Yeri gelmişken, bu minvalde kamu otoritesinin, medyada dolaşan bilimsel söylemlerin veya halk sağlığı aktörlerinin muhatap alarak inşa ettiği kitleyi “logos”, “pathos” ve “kadercilik” (ya da bilgi/akıl, duygu ve inanç) üzerinden tasnif eden bir metin, meseleyi Camus’nün Veba’sı üstünden tarihselleştirmeyi deniyordu: D. Ö. Passerat, “ ‘Veba’dan Korona Günlerine”, bianet.org, 4 Nisan 2020.

[9] Krş. Ed Yong, “Everyone Thinks They’re Right About Masks”, The Atlantic (theatlantic.com), 1 Nisan 2020. Giorgio Agamben de, nitekim, salgın dolayımında açığa çıkan medyatik söyleme değinirken, şu haşin yorumu yapmaktaydı: “Artık Kilise’de karşılanmayan din ihtiyacı, el yordamıyla, içine yerleşebileceği başka bir yer aramaya başladı ve zamanımızın dini hâline gelen şeyde o yeri buldu: Bilim. […] Birbirinden bu kadar farklı, birbiriyle bu kadar çelişen kanaatler ve talimatlar gösterisine ilk kez tanık oluyoruz, ki kriz dönemlerinde dinin tipik özelliğidir bu.” – “Salgın Üzerine Düşünceler”, çev. D. Yılmaz, Skop Bülten (e-skop.com), 28 Mart 2020.

[10] Bkz. “AIDS, Homophobia and Biomedical Discourse: An Epidemic of Signification”, Cultural Studies, 1/3, 1987, s. 263-305; veya bkzHow to Have Theory in an Epidemic: Cultural Chronicles of AIDS, Duke University Press, 1999, s. 11-40. Yine ekleyelim ki, benzer temalara ilişkin, Frankofon akademik dünyada oldukça refere edilmiş bir metnin [1984] İngilizce tercümesi de şudur: C. Herzlich, “Modern Medicine and the Quest for Meaning: Illness as a Social Signifier”, The Meaning of Illness: Anthropology, History and Sociology içinde, ed. M. Augé ve C. Herzlich, çev. K. J. Durnin ve diğ., Harwood Academic Publishers, 1995, s. 151-173. Demişken, Treichler’dan ilhamla, AIDS özelinde retorik stratejiler ile bilimsel bilgi arasındaki ilişkilere dair, Michel Callon’dan esinlenerek “uzman/lık demokrasisi” bağlamını da gözden geçiren etkili bir müdahale için bkz. Alex Preda, AIDS, Rhetoric and Medical Knowledge, Cambridge University Press, 2005, s. 225-248.

[11] Bkz. Ö. B. Demir, Biyopolitika ve Queer: AIDS Krizi, Bağışıklık ve Ötesi, İstanbul: Nika, 2019, s. 559-560. Özgün bir yorum olarak Paul Elie, Susan Sontag’ın meşhur metnini COVID-19’a uyarlayarak güncelliyordu. Şöyle yazıyordu: “Metafor olarak virüse olan sevgi dolu bağlılığımız, virüsleri potansiyel olarak tehlikeli, hatta ölümcül, biyolojik fenomenler olarak görmemizi zorlaştırmış olabilir. Metafor olarak virüsle büyülenmiş ve onunla ilişkili birtakım fiilî terimlerle (yayılma, büyüme, ulaşma, bağlanma) hemhâl olmuş olarak, reel virüsle olan ilişkimizi yitirdik.” – ‘(Against) Virus as Metaphor’, The New Yorker (newyorker.com), 19.03.2020. Merak edilirse, bahsi geçen metne Carl Schmitt üzerinden şerh düşen bir metin de şudur: Joseph Owen, ‘States of Emergency, Metaphors of Virus, and COVID-19’, VersoBlog (versobooks.com/blogs), 31.03.2020.

[12] “Ölüm Yönetiyor”, Skop Bülten (e-skop.com), 22 Mart 2020. Kimi eserlerinde, sadece biyolojik olana değil, bilişsel, bilimsel, siyasal, kültürel yapılara da bulaşan virüsleri biçimsel olarak ayrım gözetmeden, yani izomorfik görüngüler üzerinden anlatan Baudrillard’ı imdada çağıran bir metin için bkz. Ö. Taburoğlu, “Baudrillard’ın Viral Dünya Üzerine Kehanetleri”, Ek Dergi (ekdergi.com), 27 Mart 2020. Daha genişçe, bkz. Ö. Taburoğlu, “Virüslerin Serbest Dolaşımı Üzerine Kehanetler”, Birikim Dergisi, 372. sayı, Nisan 2020, s. 15-24. Benzer şekilde, İtalyan filozof Franco Berardi de “doğal biyo-virüslerle yapay enfo-virüsler arasındaki çatışma”ya dokunuyordu: “Biyo-virüs, yaşam belirtisi göstermeyen teşekküller (enfo-virüs) çıkaran, sonra da psikosferde etkime yaratan canlı bir organizmadır; [p]sikosferdeki semiyotik bir virüs, bedenler geri çekilirken sistemin soyut işleyişini engelle[r].” Virüsün etkisi, etrafa yaydığı ilişkisel felçte yatmaktaydı: “Virüs, medya sistemiyle buluşup semiyotik ağa bağlanınca, takatten düşüren gücünü sinir sistemi ve kolektif beyne aktardı. [...] Otomat devreye girdi ve küresel programlama makinesi, biyo-virüse karşı enfo-virüsle yanıt vermek üzere formülün peşine düştü.” Kendi kendini kopyalayan bu enfo-virüsün kavranamamış oluşundan söz ederken, W. S. Burroughs’dan ilham alıyordu: “Bu şok, daha önce erişemediğimiz bir çıkış yolu olabilir: Fiziksel bir virüsten gelişip, onunla iç içe geçen dilbilimsel bir virüs, bir psiko-salgın. Gezegenin bedeninin bu çöküşü, (pek de) ölümcül (olmayan) bir rahatsızlığa neden olan biyolojik bir virüsün sonucu; fakat aynı zamanda, ve esasında, davranışı henüz bilinmeyen viral bir ajanın etkisi: Ne bağışıklık sistemi ne de tıp bilimi bu ajan hakkında bir şey biliyor. Bir biyolojik ajan enfo-virüse dönüşürken, bu bilinmeyen makineyi durduruyor, ve enfo-virüs psikotik bir tepkiyi serbest bırakıyor.” – bkz. ‘Psiko-Deflasyon Günlükleri’, çev. G. Erdoğan ve diğ., terrabayt.com, 19 Mart 2020.

[13] Ö. B. Demir, Biyopolitika ve Queer, 2019, s. 20-23 ve s. 463-466.

[14] Bkz. Tıbbî Güç ve Toplumsal Bilgi, çev. Ü. Tatlıcan, Bursa: Sentez, 2011, s. 253, 257 ve 263. Meseleye ilişkin, daha genişçe bir yetkin çalışma şudur: Robert Aronowitz, Risk Tıbbı: Korkuyu ve Belirsizliği Tedavi Etme Arayışımız, çev. Z. Alpar, İstanbul: Koç Üniversitesi, 2019.

[15] Krş. Ö. B. Demir ve A. Yıldırım, Beden, Tıp ve Felsefe, İstanbul: NotaBene, 2018, s. 233-244.